7 Mayıs 2017 Pazar

Haydarpaşa trenlere veda etmeden önce son yolculuğum: Malatya- Dersim-Erzincan-Kars- Hopa









11/ 07/ 2010
Güney Ekspresi

Bu Haydarpaşa'dan başlayan son yolculuğum. İstanbul'da üç yıldır devam eden günlük yaşam pratiğim artık bitiyor. Hem ben İstanbul'dan Sinop'a taşınıyorum hem de iktidar, trenleri Haydarpaşa'dan taşıyor. Artık Haydarpaşa, Anadolu'da trenlerin son durağı olmayacak. İktidar, sermaye böyle istiyor!


Haydarpaşa'ya erkenden geliyoruz, karnımız aç, Haydarpaşa'nın restoranında bir şeyler yiyoruz. Bir duvarda buharlı trenin büyütülmüş fotoğrafı, bir duvarda hızlı trenin büyütülmüş fotoğrafı... 100 yıllık tarihin arasında sıkışıp yemeğimizi yemeye çalışıyoruz ama benim gönlüm buharlı trenlerle atıyor. Anadolu insanının bin bir  haline tanıklık eden buharlı trenler... O kapkara o bembeyaz dumanıyla... Anadolu insanını sarıp sarmalayan buharlı trenler...

Restoranda demiryollarının çıkardığı bir dergi geçiyor elimize, inci kefallerden bahsediyor. Van Gölü'nde yaşayıp üremek için Bendimahi Çayı'nda şelalelerden uçarak geçen inci kefalleri anlatıyor. İçim bir güzel oluyor, bu öyküyü okuyunca. Kışın o coğrafyayı gezmiş, inci kefallerin yolculuğunu, otostop çektiğimiz abiden dinlemiştik.


Garda oturacak bir köşe buluyoruz, denize bakan Kadıköy yönünde. Balıkçılar, vapurlar, tekneler, martılar... Kadıköy her günkü hareketliliğinde. Biz sırt çantalarımıza dayanarak, kayısı işi için aldığımız Meksika şapkalarının gölgesinde son sigaralarımızı içiyoruz. İki arkadaşımız bizi geçirmeye geliyor, Meksika şapkası ile çektirdiğimiz fotoğraflara bir hayli gülüyoruz. Meksikalıların pirinç işinde kullandığı şapkaları, biz kayısı işinde kullanacağız. Meksikalılar bu şapkaların altında, pirinç tarlalarında uyuyorlarmış. 


Kayısı İşçileri Çalışmaya Hazır

Trenin hareket zamanı geliyor. Biz de trene gidiyoruz. Diyarbakırlı ailelerin koşup trene yetişmesi bitmiyor. Tren harekete başlıyor, duruyor, aileler çoluk çocuk koşuyor. Tren tekrar durdu, aileleri aldı, tekrar hareket etti,o  orada genç bir kadın tekerlekli valiziyle trene binmeye çalıştı, valizi koptu, binmeye çalışırken araya düştü sanırım. Ben bakamadım. İçimde bir kanat çırptı, içime kapandım. İnsanın biyolojik yönünü algılayabilen biri değilim; kanı, organları algılayamıyorum. İnsan benim için daha çok sosyolojik, psikolojik yönüyle var. Çığlıklar, bağırışlar... Yalçın koştu, ben kompartımanda çığlıkların arasında büzülüp kaldım. Neyse ki genç kadına bir şey olmamış, trene binmiş. Tren hareket etti ama benim için kocaman bir boşluk oluştu, çığlıkların içimde yarattığı kocaman bir boşluk... Kadının tren ile peron arasına düştüğü düşüncesi beni bir hayli sarstı.


Yolculuk başlıyor karanlık çökene kadar anlam yüklediğim sadece Sapanca Gölü ve Adapazarı'ndaki yeşillik oluyor Sapanca Gölü'nün üzerinde gün batıyor sonrası karanlık... Biz Yalçın'la geç saate kadar kelime oyunu oynuyoruz. İlk oyunda "loğ" sözcüğü ile bana fark atıyor. Hani Güney Doğu Anadolu coğrafyasında, toprak damları, yağmur yağdıktan sonra kaparan toprağı sıkıştıran koca bir taş silindir ile çekerler ya, işte bu taşa "loğ" denir. Sonra da "zül" sözcüğünü bana yedirmeye çalıştı, neymiş Karacaoğlan'ın şiirlerinde çok geçermiş, zül eyledi diye. Gecenin karanlığı kelime oyunu ile geçiyor.


Sabah İç Anadolu'nun tahıl ambarında uyanıyoruz. Buğdaylar, arpalar biçiliyor batozlarla, traktör dolusu buğday TMO'nun kapısında bekliyor. Pancar tarlalarında insanlar sulama derdinde. Güneydoğu Anadolu'nun mevsimlik işçileri pancar tarlalarında yerini almış, biz de Yalçın ve ben, mevsimlik işçi olarak Malatya'nın kayısı tarlalarında yerimize almaya gidiyoruz.


Buğdaylar Biçilirken

Biçilmiş Buğdaylar


TMO'nun Kapısında Bekleyen Traktörler

Batıdan doğuya doğru emeğin güzelliğine tanık oluyoruz, emeğin içinden, insanlar bellerini doğrultup el sallıyorlar tren yolcularına... Bu coğrafyada, yüzlerce yıldır, türkülerin, manilerin, ninnilerin, halk oyunlarının nasıl üretildiğini görüyorum trenin penceresinden... Oraklarla biçilen buğdaylar, bir halk oyunu figüründe yaşamış, pancar çıkaran genç bir kadının aşkı türkülerin konusu olmuş...


Tarlalarda Dinlenen  İşçiler

Pancar İşçileri

Emeğin Topraktaki Güzelliği

Buğdayın gövdesinden kalan sapları saman yapıp traktöre yükleyenler, traktörle saman taşıyanlar, batozla buğday biçenler, pancar sulayanlar, mevsimlik işçi çadırları, otlayan inekler, akan dereler, uçan şahinler, kartallar, saksağanlar, trenin penceresinden tam bir seremoni olarak gözüküyor. Leylekler çoktan gelmiş Anadolu coğrafyasına, onlar da emek seremonisinin en güzel parçası. 


Kırmızı Toprağın Gözü Besleyen Yanı

Dağ Eteklerindeki Emek

Kırmızı Toprak, Sarı Buğday, Yeşil Ot

Kayseri Sivas arası tezekler güneşe konulmuş kurutulmak için. Sivas'ın kışı yaman. Kayseri'de Erciyes Dağı'nın tepesi hala karlı. Volkanik dağ, Hasan Dağı ile Kapodokya bölgesini oluşturan volkanik dağlar... Anadolu'nun güzeller güzeli coğrafyasına dair fotoğraflarla bir seremoni:


Yazın Bile Başı Karlı Erciyes Dağı

Anadolu'nun Bağrında Bir Ağaç Olsam

Toprak, Su, Taş

Yalnızca, Doğanın Sesini Dinleyerek Yaşamak Bu Evde

Doğadaki Renklerin Güzelliği ve Leylekler

Saman Sarısı

Kızılırmak'ta Serinleyen Toprak İşçileri

Kızılırmak'ın Bir Yanında Pancarlar Diğer Yanında Buğdaylar

Anadolu'nun Akışına Kurban Olduğum Nehirleri

Hayvan Sürüleri

Anadolu'nun çiftçisi ve hayvan bakıcısı, çiftçiliğe ve hayvancılığa önem vermeyen politikalara,  değersizleştirilen emeğine, değersizleşen ürününe karşın hala yaşadığı coğrafyanın bereketinin kıymetini bilip ekip biçiyor. Bu çiftçiler, demiryolu işçileri, hayvancılıkla uğraşanlar, mevsimlik işçiler, trende geçen günümüzün emek raksçıları...


Anadolu'nun Taş ve Kerpiç Karışımı Evleri

Gece 12.00'de Hekimhan'da iniyoruz Yalçın'ın babası bizi karşılıyor, Salıcık köyünün yolunu tutuyoruz karanlıkta. Yolumuzun önüne bir sürü koca kulaklı tarla faresi çıkıyor, bir tavşan geçiyor arabanın önünden. 

Sabah erkenden kalkıp kayısı dökmeye başlıyoruz. Anadolu coğrafyasında, biz de mevsimlik işçi olarak yerimizi alıyoruz. Bizimle birlikte Urfa Siverekli iki çocuk işçi çalışıyor. Cafer 23'ünde, Mahmut 13'ünde. İkisinin de ağzı var dili yok. Mahmut'un yüzünde sürekli bir gülümseme, her şeye şaşarak gülümseyen bir hali var. Akıcı bir Türkçe ile konuşamıyorlar, cümle kurarak değil de sözcüklerle konuşuyorlar. Kendi aralarında ise Arapça konuşuyorlar. Canlarım, seyyar mevsimlik işçiler, beş erkek bir kız kardeş... Malatya'da kayısı işine, Zonguldak'ta fındık işine, Urfa'da pamuk işine gidiyorlarmış. 13 yaşındaki Mahmut çocukluğundan beri çalışıyormuş, ki hala çocuk kendisi. Mercimekte, şeker pancarında, kayısıda, fındıkta, pamukta çalışıyorlarmış. 

Kayısı Toplarken, Cafer ve Yalçın

Hükümet açıklamış, nisandan itibaren 500 bin kişi iş sahibi oldu diye, evet 500 bin kişinin nasıl iş sahibi olduğunu tren yolculuğunda ve Malatya'da gördük, her yer mevsimlik işçi çadırları ile dolu. Altı kardeş yaz boyu çalışıp 10 milyar para biriktirip, 8 kişi bir yıl boyunca geçiniyorlarmış. 

Evin önüne çadırımızı attık biz de, gezerken kullandığımız çadırımız, mevsimlik işçi çadırı oldu. Uyurken hava essin ve bir de sineklerden uzak kalalım diye çadırda kalmayı tercih ettik. Övez denilen ufak beyaz bir sinek var. Allah'ım, Allah'ım çadırın tentesinden bile giriyor, ısırınca insanın tenine kor değmiş gibi oluyor ve sonra saatlerce kaşın dur. Bu hayvan, başımın belası, Malatya'da gördüm ilk kez övezi. 


Kayısı işi gerçekten çok zor, bu ikinci yılım kayısı işçiliğinde. Ağaç silkeleniyor, kasalara dolduruyor, kasalar kükürtlenecek çadıra yerleştiriliyor, kükürtlendikten sonra çadırdan çıkarılıp sergiye seriliyor, sergide biraz kuruduktan sonra, kasalara alınıp tek tek pırtlatılıyor, yani tek tek çekirdekleri çıkartılıyor, pırtlatıldıktan sonra tekrar sergiye serilip kurutuluyor. Silkelenen bir ağacın başına tekrar tekrar gidiliyor, yani bir ağacın başına 2-3 defa gidiliyor. Sabah 07.00, akşam 07.00 çalışıyoruz. Kayısı silkelerken birçok hayvan gördüm. Bin bir çeşit örümcek, çekirge, sinek, kuş akrep... Akrebi de ilk kez gördüm, köyde kaç kişiyi sokmuş. Ayı ve domuz duyduklarımdan...


Siverekli Mevsimlik İşçiler ve Aldemir Ailesi

Sadece Fotoğraf Çekmiyorum, Önümde Tepsi Kayısı Da Pırtlatıyorum


Salıcık köyünde ilginç insan portreleri var. Hürü Teyze, Yalçın'ın babaannesi 80'ini geçkin, rahatsızlıklarından şikayetçi. Karşısındaki koca kayayı gösterip "Aha şu koca kayayı almışlar sanki, başımın üstüne koymuşlar, ben de o kayayı taşıyorum" diyor. Hürü Teyze yaşamdan ne anladın sorusuna "hiçbir şey anlamadım, eşekle dolandım durdum" diyor. Hastalıklarından ve ölümün bir an önce gelmemesinden şikayetçi. Bir gece kapısının önünde otururken ben, o kapının arkasında, içerde bir ağıt tutturmuş, yalnızlığından belki ölüme belki yaşama ağıt söylüyordu, yumuşak, hüzünlü, kendi kendine akan bir ağıt. Sonra da Allah'a bir yakarışı var "Allah'ım benim canımı tez al" diye.


Kapısının Önünde Ölümü Bekleyen Hürü Teyze

Yaşına Ve Ölüme İnat Hala Çok Güzel, Kınalı Saçları, Mavi Gözleriyle

Hürü Teyze'nin kullandığı bir sözcük var, sürekli "soyka" diyor. Hastalığa "soyka" diyor, öveze "soyka"diyor. Hürü Teyze "soyka ne demek?" diye sorunca anlamını bilmiyor, herhalde istenilmeyen bir şey anlamında kullanıyor.

Hürü Teyze anlatıyor 20-30 yıl önce, Kürt göçerler, ilkbaharda, deve kervanları, koyunları, hayvanların boyunlarındaki çıngırakları ile ses çıkararak Salıcık'tan Yama Dağı'na giderlermiş. Sonbaharda daYama Dağı'nın yaylalarından yurtlarına geri dönerlermiş. Dönüş yolunda, Salıcık halkına kurutulmuş et, peynir değiş-tokuş usulü verirlermiş. 

Bir de köyün Kürt kızı var, çok ilginç, o da 80'den fazla, ama 60 gibi gösteriyor. Cesur, atılgan bir kadın. Geçmişteki olaylar ve insanlar, hala doğanın zaman döngüsüne göre bir bir hafızasında. "Paşoğ bizim yiğidimizdir" dedi. Kürt kızı yaşama karşı direngen, cesur, dobra tavrıyla en çok ilgimi çekenlerden. Sanki Yaşar Kemal'in romanlarından bir kahraman...


Yaşanmışlık Çizgileriyle Kürt Kızı
Kayısı işi boyunca Karakız'ın bol bol sütünü içtik, sütten yapılan yoğurdu, tereyağı, çökeleği yedik. Bir de sabahları sapsarı haliyle soframıza gelen tavukların yumurtaları.


Evin Çılgın Kızı, Gülçin, Soframıza Yumurta Getiriyor


Salıcık köyünden kayısı işi manzaraları:


Kerpiç Evin Güzelliği Ve Güneşe Yatırılmış Kayısı


Öğle Paydosunda İşçiler

Güne Serilen Kayısılar

Kınalı Ellerle Kayısı Pırtlatan İşçiler


Ekmeklerini Hazırlayan İşçiler

Mezirme (Ballıkaya) köyüne kurbana gittik son gün, Vayloğ Dede adında bir Alevi dedesinin türbesi var. Vayloğ Dede adına kurban kesilip, davetlilere et ile pilav veriliyor, adanan adağın yerine gelmesinden sonra. 

Köye Adını Veren Ballıkayalar

Vayloğ Dede'nin Ziyaret Mekanı

Mezirme'de de Kayısı İşi Var

Ballıkaya'lara Karşı

Mezirme'den akşam misafir geliyor. Dolunay ışığında gelen misafirden Arguvan türküleri dinliyoruz. "Soyka can tatlıdır" diye başlayan bir türkü, çok hoş gerçekten.


Hele sorun hele gurbet neyime
Yeri felek evin barkın yıkıla
Gurbetin kazancı benim neyime
Yeri felek evin barkın yıkıla




Soyka can tatlı ki bir taştan atam
Altına mı alam pula mı satam
Koymadılar bir gün evimde yatam
Yeri felek evin barkın yıkıla (1)


Anadolu coğrafyasında tekrar tekrar nükseden milliyetçilik dalgasından Kürtleri, Karadeniz'de fındık işine sokmadıklarını öğreniyoruz, birlikte çalıştığımız mevsimlik işçi gençlerden. 


Kayısı işi bitmeden biz Salıcık'tan ayrılıyoruz. Köyden, Hekimhan Arguvan yoluna yürüyoruz. Dağların arasından ip gibi dolanan yollardan araba gelmesini bekliyoruz. Malatya çok ilginç bir coğrafya, her yer topraktan dağ, taştan dağ. Bir kaç araç geçiyor ama almıyor. Bir abi duruyor Arguvanlı, arabanın teybinden Arguvan türküleri çalıyor. Abi de sıcakkanlı bir insan, muhabbet ede ede, Arguvan türküleri dinleye dinleye dağları tırmanıp iniyoruz. İğdir köyünde köylü bir kadın arabanın önüne atlıyor, Mezirme'de Vayloğ Dede türbesindeki kurbana gidecekmiş, kendi binerken bir de yol kenarında bir yığın olarak oturan yaşlı bir kadını da bindirdi arabaya. Bindiği için nasıl sevinçli, iki eliyle yanındaki yaşlı kadının dizini sıkarak "Bindik hala kızı, bindik!" diye çocuk gibi seviniyor, biner binmez benim elimi tuttu, el ele gidiyoruz. Ara ara Arguvan türküsüne eşlik ediyor "Oy Dağlar Dağlar" diye. Ne iş yaptığımızı sorup da öğretmen olduğumuzu öğrenince "Bir o yandan anlat, bir bu yandan yallah teneffüs" diye öğretmenliğin kolay bir meslek olduğunu vurgulamaya çalışıyor.

Mezirme, yolun sağına; Ballıkayalar, soluna düşüyor. Ballıkayalara bayıldım, önceden arı kovanları varmış kayalarda, kayalardan aşağıya bal damlarmış. Abi Arguvan'da indiriyor bizi, Arguvan'da uluslararası türkü festivali var. Çarşıda bir sürü stant açılmış, Arguvan festival atmosferinde güzel görünüyor. Arguvan'dan Arapgir Malatya yol ayrımına kadar Arguvan festivalinden dönen bir çekirdek aile ile geliyoruz, kısa bir yoldu zaten.

Arapgir tarafına giden araç için yol kenarında bekliyoruz, yol kenarlarında direkler üzerinde leylekler, geçen yılki yerine gelmişler yine,bir süre sonra araç geliyor. Arapgir'deki düğüne sandalye ve ses sistemi taşıyan iki abi. Yol boyunca uzun bir süre her yer sapsarı, biçilen buğdayın sapları doğayı sarıya boyamış, harika bir görüntü. Van Gogh'un sarısını doğada görmeyi seviyorum. Buğday tarlaları bitiyor, kavun tarlaları başlıyor. Kavunu meşhurmuş buraların, Deregezen diye çok hoş bir köy görünüyor. Kırmızı topraklı bir yamaca, kırmızı topraktan evleri ile kurulmuş küçücük bir köy. Önünde biçilmiş sarı buğday tarlaları ile kırmızı topraktan bir köy, harika görünüyor. Adı da çok hoş; Deregezen. Bağlar başlıyor, Arapgir kara üzümü ile meşhurmuş, Darende kayısısı, Hekimhan cevizi...

Keban yol ayrımında iniyoruz, indiğimiz yerde mevsimlik işçi çadırları var. Nohut işine gelmişler, Çocuklar etrafımızı sarıyor, soru yağmuruna tutuyorlar bizi, bir çadıra misafir oluyoruz. Çadırın babasının Yalçın'a sardığı tütünün içimi kadar oturuyoruz. Kadınlar koca bir leğen bulgur köftesi yoğurmuş onu tek tek, küçük küçük koparıyorlar. Bir sürü çocuk etrafımızda, bu aile buradan Ünye'ye fındık işine gidecekmiş. Aileden ayrılıyoruz.

Yolda bir hayli araç bekliyoruz, geçen araçlar bizi almıyor. Çuvallarla Keban Barajı kıyısındaki alabalık restoranlarına buz taşıyan bir kamyonete biniyoruz, öne oturmak istemiyoruz, buz çuvallarının üstüne, kamyonetin arkasında biniyoruz. Bacaklarımız donuyor, dağlardan dolana dolana aşağıya iniyoruz, rüzgar deli gibi çarpıyor, manzara harika ama. Rüzgardan nefes alamaz bir halde olduğumuz için kaplumbağa gibi kafamızı vücudumuza gömüp manzarayı o şekilde seyretmeye çalışıyoruz.

Keban kıyısında alabalık yiyoruz, lezzet olarak harika, Keban'ın kıyısı da hoş. Keban Barajını görmeye gelmiş ama izin verilmediği için Elazığ'a dönen Diyarbakırlı bir ailenin arabasıyla Elazığ'a geliyoruz. Belli ki Diyarbakır'ın zengin ailelerinden, Hazar Gölü kıyısında yazlıkları varmış, oraya dönüyorlar. Elazığ merkezde biraz oyalandıktan sonra, ki bu bizim için işkence gibiydi. Çünkü günlerce doğanın bağrında yaşa, sonra beton yığınlarının arasında reklam tabelalarının, trafiğin arasına düş.

Pertek üzerinden Dersim'e  geçmek için otostop çektiğimiz araç tam da Dersim'e gidiyor, seviniyoruz ama sevincimiz kursağımızda kalıyor. Abi polismiş hem de Dersimli bir polis, bize ilginç geliyor polis ama Kürtçe müzik dinliyor, sonra Ahmet Kaya'yı açtı uzun bir sürü Ahmet Kaya dinledik. 

Feribotun dağlarıyla, adalarıyla, adalardaki kaleleriyle ruhumuzu besleyen manzarasından sonra, Pertek'te dağları tırmanışa geçiyoruz. Dağlar çıplak, tırmandıkça Keban Barajı güzelim manzarasıyla aşağılarda kalıyor. Çıplak dağlarda ip gibi uzun yollarda ilerliyoruz. Manzara güzel ama arabanın içi çok gergin. Dersim'e yaklaşınca dağın tepesinden Munzur Nehri'nin çatallanarak cılız cılız akışının göründüğü bir teras nokta var, Munzur Nehri, Dersim'e gireni ilk orada karşılar, bu defa bizi karşılayamadı. Akan bir su değil, durağan bir baraj suyu karşıladı bizi. Barajı görünce bozuk olan moralimiz, daha bir bozuldu. Barajda su tutulmaya başlamış, Dersim değişmiş, geçen yıl bıraktığımız Munzur'u bu yıl göremedik. Polis bizi Dersim şehir merkezinde bıraktı, polisin baraj yapılmasını destekleyen fikirleri bizi ayrıca sinir etti. Barajların, dünyada çevreye ne kadar zararlı olduğu artık kabul edilmişken, bizde baraj yapımları hala devam ediyor.

Çadırımızı kuracağımız alana indik, Munzur Nehri'nin kıyısına. Munzur'un kıyısında oturduk, birikmiş durgun suyun pisliğinden her yan sivrisinek, sivrisinekler rahat bırakmıyor bizi. Bir de pis bir koku var etrafta, dayanamadık. Keyifle dolunayın, Munzur'a şavkını bile izleyemedik. Oradan da kalktık, çadırımızı kurduk, festival için çadır kurulan alanda fazla kimseler yoktu, sadece birkaç çadır vardı. Dersim merkeze yemeğe çıktık, keyfimiz hiç yok, insanlar da bir garip gelmeye başladı, duyarsız, vurdumduymaz, yozlaşmış. Etraftaki insanlara da gıcık olduk, kendi içimize kapandık. Gece deli gibi yağmur yağdı, şimşekler patır patır, çadırda yağmurun keyfi bambaşkaydı, biraz yağmur ile keyiflendik.

Sabah Dersim merkezde kahvelerin olduğu ara bir sokakta, kahvede tamamen yerel besinlerle kahvaltı yaptık. Ovacık yoluna çıktık, otostop çektiğimiz ilk araç bizi aldı, evli genç bir çift. Dersimlilermiş ama Aydın'da yaşıyorlarmış. Muhabbetlerimiz birbirine uyuyor. Dersim kültürünü yok etmek için yıllardan beri uygulanan politikalardan bahsediyoruz. 1938 katliamından, orman yangınlarından, köy yakılmaları, köy boşaltmaları, yayla yasakları ve şimdi de barajlar...

Dersim merkezden çıktıktan beş kilometre sonra milli park başlıyor. İki yan dağlık, vadi içinden Munzur Nehri akıyor, bir sağımıza bir solumuza geçiyor. Bu yoldan ne zaman geçsek, illaki Ermenilerden kalma gömülerin, 1938 katliamında mağaralardan Munzur Nehri'ne atılarak katledilen Kürtlerin, vadideki örgüt üyelerinin, milli parktaki endemik türlerin muhabbeti yapılır. Erdoğan Emir'in Zazaca türküler ile güzel bir yolculuk yapıyoruz. Su içilen bir çeşmede duruyoruz, kayalardan gelen buz gibi su. Çeşme başındaki kocaman bir taşa Nazım Hikmet'in duvar şiirini yazmışlar.

O duvar
o duvarınız,
vız gelir bize vız!

Ovacık'ta öğretmenevine yerleşiyoruz, yerleşip biraz dinlendikten sonra, Munzur Dağı'nın eteklerindeki gözelere gidiyoruz, nasıl kalabalık. Munzur Baba için kesilen kurbanların dumanı gözelerin üstünü sarmış. Munzur Baba'nın sıra olduğu yerde mumlar yıkılmış.  Yalçın Munzur Dağı'na tırmanıyor, indiğinde çocuklarla langırt oynuyoruz. Dağda küçük bir yürüyüş, biraz ilerleyince küçük bir ova çıkıyor karşımıza, yemyeşil dağlara doğru uzanan. Güneşin son ışıklarında çimlerin üzerine uzanıyoruz. Gün batmadan Ovacık'a dönmek istiyoruz. Pikabın arkasına doluşmuş kalabalık bir ailenin yanına sıkışıyoruz, açık havada Munzur Dağları'na karşı yol almanın keyfi... Konuştuğum bir kadın eğer Munzur Nehri'nin üzerine baraj yapılırsa canlı kalkan olacağını söylüyor. Dersim merkeze yapılan baraj, bu bölgeye yapılan ilki.

Ovacık merkezde Emek kahvesinde oturuyoruz, yaşlı bir amca ile tanışıyoruz. Biraz garip, Ovacık'ın köyünde asker ile örgüt arasında çatışma çıkmış, bu çatışmada eşini kaybetmiş. Gece açık havada festival kapsamında gösterilen Bahoz filmini izliyoruz, açık hava sineması keyfine yetişememiş bir kuşak olarak, Ovacık'ta birkaç günlüğüne de olsa keyfini çıkarıyoruz. Sabah, Ovacık'ın altından geçen Munzur'un kıyısına inmek için tarlalardan geçiyoruz, çocukların yüzdüğü bir köprü altına geliyoruz. Munzur'un kıyısında küçücük bir evin önünde oturan bir amca görüyoruz, bir merhaba demek için o tarafa yöneldiğimizde, amca dediğimiz kişi bir genç çıkıyor. Yonca tarlaları varmış yan tarafta, onu biçiyorlarmış, orta yaşlı sakallı, köylerden birinin muhtarı motoruyla geliyor, kafa dengi, kayak hocalığı yapıyormuş aynı zamanda. Bira ikram ediyorlar, biralarımızı içtikten sonra yonca biçmede yardımcı olmaya çalışıyoruz. Ama tırpanı kullanmayı pek beceremiyoruz. 

Yonca biçen arkadaşlardan ayrıldıktan sonra Koyungölü köyünde inanışa göre Munzur Baba'nın bakracından ilk sütün dökülüp ilk gözeye dönüştüğü yere gidiyoruz. Köy olarak su açısından çok bol, her yer su, köy dağın dibinde. Koyungölü'nden gözelere gidiyoruz. Yine çok kalabalık, dönüşümüz zor oluyor epey. Yürüyoruz uzun bir süre. Gece yine Ovacık meydanında açık havada I love you filmini seyrediyoruz, kahkahalarla. Sabah kahvaltı için yonca biçen gençlerin Munzur kıyısındaki​ kulübelerine kahvaltıya gidiyoruz. Kalabalık bir grup kahvaltı yapıyoruz, farklı öykülerden insanlar olarak ortak bir muhabbet yakalıyoruz. Yalçınlar yüzüyor Munzur Nehri'nde, biralar içilmiş sabah sabah. 

Otostopla Hozat'a yola çıkıyoruz. Bir köye kadar geliyoruz, ondan sonra bir türlü araç geçmiyor, saatlerce bekliyoruz. Belki 2 saat sürüyor bekleyişimiz, bekleyiş esnasında scrabble oynuyoruz yol kenarındaki ağaçların altında. Gözelerden dönen bir dolmuş alıyor bizi. Hozat yolunu görmek için Ovacıktan Hozat'ta gitmek istedik, ama yol o kadar kötü ki... Yol toprak yol, uçurumlardan dolana dolana gidiyor, aşağıya bakmak zor oluyor, dolmuş uçurumdan düşse tek parçamız kalmayacak. Dolana dolana dağlara tırmanıyoruz, dolana dolana dağları iniyoruz. Ha burayı aşınca Hozat çıkacak, ha buraya geçince Hozat çıkacak diye diye bir çok dağ sırasını aşıyoruz. Yaşama dair tek bir karakol görüyoruz, bir de yol genişletme çalışmasındaki işçileri.  Zazaca türküler ile yolu bitiriyoruz.

Hozat küçük bir yer, belediyenin düğün salonunun dış cephesine belediye, Kazım Koyuncu, Hrant Dink, Aşık Veysel, Seyit Rıza, Ahmet Kaya, Nazım Hikmet'in kocaman portrelerini asmış. Bir de bu düşünürlerin insanca yaşamaya dair söylediklerini de portrelerin altına yazmışlar. Anadolu coğrafyasında ilk defa böyle bir birliktelik görüyorum. Hozat'ta yemeğimizi yedikten sonra akşam yollarda kalmamak, yol kesmelerine denk gelmemek için yola çıkıyoruz. TEDAŞ'ın arıza aracı alıyor bizi, bir amca, küçük oğlu da yanında, yol alıyoruz, muhabbet ede ede. Yaz kış Dersim bölgesinde elektrik arızalarına bakan bir abi. Kışın karda yolların durumunu, yolunu kesip de telsizini alan örgüt üyelerini, yollarda arada kaldığı çatışmaları anlatıyor. Dersim'e girişte direkt Uzunçayır Barajı'na çıkıyoruz. Baraj koskocaman, içinde kalan evleri, ağaçları ile tam bir hüzün kaynağı. TEDAŞ şehrin girişinde, kurum aracı olduğu için TEDAŞ'a gelmeden iniyoruz. Barajın kıyısında yürüyoruz biraz, Munzur Nehri akmalıydı şimdi, inip ayaklarımızı sokmalıydık, yürümeliydik içinde. Şimdi ise geçit vermez bir su birikintisi.

Dersim merkeze gidiyoruz, çadırımız kurduğumuz yerde, etrafı bir sürü çadırla dolmuş. Sabah 10. Munzur Kültür ve Doğa festivali başlıyor. Programda geçen yılki gibi bir yoğunluk yok. Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra Pülümür Çayı'na yüzmeye gidiyoruz. Ama Pülümür tarafında çok fazla yağmur yağmış, çay çok fazla bulanık akıyor, yüzecek gibi değil. Oradan ayrılıp Munzur Nehri'ne gidiyoruz. Munzur Nehri'nin kıyısında da plaj yapılmış ama Munzur'a girip de içinde durmak mümkün değil, giriyorsun bir kaç metre sonra kendini dışarı atıyorsun. Aslında su insanı soğukluğu ile kendine getiriyor, buz gibi ama içinde dur durabilirsen. Vadinin içinde, dağların yükseldiği, suyun gürül gürül aktığı bir yerde yüzmek çok güzel. Koca bir günü burada geçiriyoruz, sonra da yürüye yürüye meyve ağaçlarının arasından elma yiye yiye Dersim merkeze dönüyoruz. Gece konser var, Erdoğan Emir diye Zazaca türkü söyleyen biri, müziğini çok beğendim. Konser esnasında İsa'nın belgesel dvdlerini dağıtan bir çocukla tanışıyoruz. Hakkarili bir Kürt ve İsa'nın propagandasını yapıyor. Festival zamanı şehrin merkezinde Seyit Rıza'nın heykelinin açılışı yapılıyor. Seyit Rıza Dersimliler için önemli bir şahsiyet. 

Üç gün boyunca de Pülümür Çayı'nda yüzmeye gidiyoruz, plaj voleybolu, yüzme, plajda halay... Plajda halay çekme de ancak doğu coğrafyasında olur. Plaj köyde birçok arkadaşımız oldu, kimi Bingöllü kimi Elazığlı kimi Muşlu. Bir gece Elazığlı bir grup ile Pülümür Çayı kenarında kaldık, biz çadırda onlar ise battaniyenin içinde açık havada. İki gece Pülümür Çayı kenarında kamp yaptık, geceleri herkes dağıldıktan sonra Plajköy'ün sahibi abi ile geç saatlere kadar oturduk. Kürt meselesini konuştuk uzun bir süre, iki kardeşi de dağa çıkmış ve öldürülmüşler.

Sabah erkenden yollara düştük, Erzurum'a giden iki Diyarbakırlı bizi aracına aldı. Pülümür Çayı'na  paralel saatlerce gittik. Burası da bir vadi, Ovacık yolu gibi. Yol üzerinde çok fazla çığ tüneli var. Manzarası harika. Diyarbakırlı gençler cıstak cıstak müzik dinliyordu, sonra Ahmet Kaya'yı açtılar. Erzurum Erzincan kara yoluna çıkınca Fırat'ın altımızdan aktığı köprüyü geçince, biz indik. Hemen başka bir araç durdu. Sivas'tan Tokat'a gidiyorlarmış, bizlerle yaşıt doktor. Tokat'ın Alevilerindenmiş. Yalçın'a "babacan bıyıklarından dolayı durdum" dedi. Hoş bir muhabbet, Erzurum'a giden Diyarbakırlıların aracında Ahmet Kaya'yı bıraktık, bindiğimiz yeni araçta da Ahmet Kaya çalıyor. Ahmet Kaya bu coğrafyanın vazgeçilmezi.

Erzincan'da indik. İstanbul'dan tanıdığımız Zeynep Abla'mız bizi karşıladı. Birkaç gün onların köyünde kalacağız, köy dolmuşu ile yola çıkıyoruz, Mertekli'ye, yolda o kadar çok büyükbaş hayvanı otlarken görüyoruz ki, yemyeşil ovada çok güzel görünüyorlar. Mertekli köyünün üstünden Fırat Nehri, nehrin üstünden demiryolu geçiyor. Köy, Erzincan Ovası'nda, kuzeyinde Keşiş Dağları güneyinde Munzur Dağları, dümdüz ovaya kurulmuş bir köy, yanından Fırat akıyor. Tek katlı geniş bahçeli bir eve giriyoruz. Söğüt ağacının altına masa atılmış, söğüt dallarını koparıp sivrisineklere karşı yel yapıyoruz, çayımızı içiyoruz akşamüstü ışığında, çay sohbetinde öğreniyoruz ki hayvanlarda dabak denilen bir hastalık var, salgın tüm köy hayvanlarını sarmış, hayvanlarda ölümler başlamış.

Fırat Nehri kıyısında yürüyoruz, ölü bir ineği, nehrin kıyısına atmışlar, hayvan şişmiş. Fırat Nehri'nin içinde yürüyoruz, Fırat'ın üzerine köprü yapılmış, köprünün kapakları suyu hem tutuyor hem de elektrik üretiyor. Balıkların barajdan yukarıya atlamaya çalıştığını gördük, balıklar zıplıyor ama su şiddetle aktığı için geri düşüyorlar. Bentten ilk defa suyun kaynağına gitmek için zıplayan balıkları gördüm. Barajların, balıkların yollarını nasıl kestiğini de görmüş olduk. Bent yapılmadan önce köyü sürekli su başarmış, insanlar gelip Fırat'ın kenarında Fırat'a kurban keserlermiş "suyu çok olmasın köy su altında kalmasın" diye. 1992 depreminden bahsediyor Zeynep Abla, kar varmış çok fazla, birden lodos çıkmış ve kar erimiş, korkunç bir sessizliğin içinden dehşet bir sallantı duymuşlar. Çadırların içini kurulan sobalardan bahsediyor, masaların yarıya kadar çamura saplanmasından, deprem sonrası çoğunluk İstanbul'a göç etmiş.

Trene binip Kars'a gitmek için köyden Erzincan merkeze gidiyoruz, trenin kalkmasına zamanımız var, Erzincan'daki şelaleye gidiyoruz. Şelalenin kaynağına gittiğimizde, Munzur Dağı'nın kuzey eteklerinde, taştan Ermeni köylerine rastlıyoruz. Ermenilerin varlığı Munzur Dağı'nın her yerinde.

Öğleden sonra Erzincan garında, uzun süre tren bekliyoruz, tren nihayet saatler sonra hareket ediyor ovada. Keşiş Dağı da Munzur Dağı da rengarenk, renkler dağdaki madenlerin yansıması. İki dağın arasında  Karasu Çayı (Fırat) akıyor, binlerce hayvan sürüsü ovada otluyor. Köylerde çocuklar el sallıyor, bir kız çocuğu hem trenle koşuyor hemen el sallıyor, trenle koşuşu biraz daha treni ve yolcuları görebilsin, diye. Karasu Çayı dolana dolana gecenin karanlığında kayboluyor, karanlık çöktükten sonra uykuya dalmışız.

Sabahın 4'ünde Kars tren istasyonunda, demiryolu misafirhanesinde kalıyoruz, kalktığımızda gün çoktan yaralanmıştı. Çıldır'a gitmek için ilçe garajına gidiyoruz, güne bir hayli geç kaldığımızı düşünerek. Çıldır'a giden İstanbul'dan bir arkadaşımızla karşılaşıyoruz, Çıldır'da yaylaya gidiyormuş. Bizi de davet ediyor. Bu bölgede tahıllar daha yeni biçiliyor. Yolun iki yanı da sapsarı, yemyeşil. Bakü-Tiflis -Kars, ipek yolu tren hattı çalışmaları devam ediyor. Çıldır şehir merkezinde iniyoruz, taksiyle İrfan'ın memleketi Güvenocak köyüne yola çıkıyoruz.  Köy yolunda at tırmığı ile herkes samanları top yapma telaşında. Köyde tezek kuleleri her yan, hayvanın dışkısı toprağa yayılıyor, dışkı kuruduktan sonra kürekle parça parça kesiyorlar, o şekilde de kuruttuktan sonra, ilginç bir mimari anlayışla kulübe yapar gibi üst üste diziyorlar. 

Güvenocak köyünde, İrfan'ların köy evinde yemeğimizi yedikten sonra, traktörle yaylaya çıkmak için hazırlıklara başlıyoruz. Köyde dönüşümlü olarak her gün biri, traktörle insanları yaylaya götürüyormuş. Akşam üstü yola çıkıyoruz, traktör tıka basa dolu; tüpler, un çuvalları, kavun, karpuz, sebzeler, kimisi sandalyesini almış koymuş, üstüne oturmuş. Herkeste kışlık montlar, bize de yer açıyorlar, sıkış tıkış oturuyoruz. Bir evden biri sesleniyor, başka bir sokaktan biri koşuyor, adımını koyacak yer yok. Yola çıkıyoruz, Güvenocak Çıldır arası yolun iki yanında da at tırmığı ile toplanan samanların yuvarlak kupaları. Her iki yan kupa kupa sarı, yeşil ot. 

At tırmığı ilginç bir alet, iki yanda kocaman demir tekerlekler, ortada demirden oturak, hem pedalı hem kolu var ve at çekiyor. Koca koca ot kupaları yapılmış, Çıldır'da alışveriş yapılıyor, daha da yük ekleniyor traktörün arkasına, muhabbet ede ede geliyoruz. Gülüş cümbüş, göl kenarında toprak yoldan koyları geçerek ilerliyoruz, gün batmak üzere. Yayla gölün kenarında, yayla evleri taştan. İrfanların yayla evine girdiğimizde hem mutfak hem oturma odası hem yatak odası bir arada, mis gibi de yemek kokuyor odada. İrfan'ın annesini aramaya gidiyoruz. Gölün oradan danaları getirirken karşılaşıyoruz, bizi görünce "yolunuzda güller açsın" diyerek sevindiğini belli ediyor. Evin önünde dabak hastalığına tutulan bir inek yatıyor, gece boyu kapının önünde. 

Nehre (bir çeşit yayık) tek göz evin ortasında, İrfan'ın annesi sütün kaymağını koymuş, sabahtan beri gidip geldikçe kolunu çeviriyormuş. Sıra ile biz oturuyoruz başına, bir yandan yemek yeniliyor, çay içiliyor. Kaymak tereyağı olmadan yatmak istemiyoruz. Neyse ki geceyi etmeden bir anda yağa dönüşüyor. Hepimiz aynı odada yatıyoruz, sabah 5.30'da kazların bağırmaları ile uyanıyoruz. Dışarıya çıktığımızda aynı anda tüm yayla evlerinden kazların dışarıya çıktığını görüyorum, çok ilginç bir seremoni. Sonra da yayla evlerinden danalar çıkıp, birleşip otlamaya gidiyor. O ara boş bir ara, yayla kadınları için, o arada ben de diğer kadınlar ile tanışıyorum. Yaylada sadece kadınlar varmış hep, adamlar köyde tarlalarda tahıllarla ve hayvanların kışlık samanlarını toplamakla uğraşıyorlarmış. O yüzden yaylaya gelmiyorlarmış, gelseler bile akşam traktörle gelip sabah traktörle köye dönüyorlarmış. Kadınlar genelde cana yakın. Güneş doğuyor gölün üstüne. 

Saat 8.00'de inekler geliyor, geceyi geçirdikleri dağlardan. İki bin ineğin dağlardan toz çıkararak geldiğini görüyoruz. İki saattir otlayan dana, ilk önce ağıra kapatılıyor, tüm evlerin önü hep inek, danalar tek tek ağırdan salınıyor, dana diğer ineklere değil de doğrudan annesinin yanına gidiyor. İlk önce dana emiyor biraz, annesinin memesini yumuşatmak için, sonra dananın ağzını annesinin ayağına bağlıyorlar. İneği sağıp birazını yine danaya bırakıyorlar. Etrafta, sütün alüminyum kovaya düştüğü sesler sarıyor. Cızıt cızıt cızıt,  kovalar dolunca kaymak ile sütü ayıran bir makineye döküyoruz. Bu makine da nehre gibi çevirmeli, çevir anam çevir, bir kanaldan süt akıyor başka bir kanaldan kaymak. İneklerin ve danaların birbirini yalamaları bitince, inekler tekrar sürü halinde dağa çıkıyor, akşam üzeri dönmek üzere. Kapıların önlerindeki inekler boşalıyor birden. Yaylayı sessizlik bürüyor. Biz de iş bitince oltalarımızı alıp, koylara balığa gidiyoruz. Gölde kaz sürüleri yüzüyor, bir çocuk kocaman kara bir balık tutmuştu biz yanına gittiğimizde, siftahıymış. Biz de tutmaya çalışıyoruz, birkaç tane tuttuktan sonra oltaları birbirine karıştırıyoruz, moralimiz bozuluyor. Çocuğun tuttuğu balığı satın alıyoruz, oltaları tamir ettikten sonra tekrar balık tutmaya başlıyoruz, yirmiye yakın balığımız oluyor, yaylaya dönüyoruz. Dönünce çok kötü oluyorum, güneş çok kötü çarpmış beni. Keyfim bozuldu, akşam üzeri inekler geldi hiç keyfim yoktu, gün battı hiç keyfim yoktu, yani akşam yaylada akşam telaşını yaşayamadım. Güneşin batmasıyla hava soğudu, gece misafirler vardı bizi ziyarete gelmişler. 

Sabah erkenden kalktık, traktör ile Çıldır'a döndük sabahın ayazı, yine kalabalık, sandalyede oturanlar, manzarayı izleye izleye göl kenarından geldik. At tırmığı ile toplanmış yeşil fiğ tepelerinin üzerinde martılar, sabah güneşinde güneşleniyorlar. Her kupanın tepesinde bir martı. Yaylanın her şeyi çok güzeldi, ama traktörle göl kenarındaki bu yolculuk bambaşkaydı. Çıldır'ın girişinde iniyoruz, sabahın köründe çorba içecek bir yer buluyoruz. 

Ardahan'a kalkacak otobüsü bekliyoruz bir süre, yolda yine ot toplama işleri ile uğraşanlar... Yola derin bir vadiden akan Kura Nehri eşlik ediyor. Derin bir vadi içinden akıyor, görmek mümkün değil. Ardahan'a girişte festival vardı, bal festivaliymiş, en iyi balı seçiyorlarmış, kalabalıktı. Ardahan'a geldiğimizde Artvin arabasını kaçırdığınızı öğreniyoruz, şoför bizi yetiştirmek için bir hayli hızlı gelmişti oysaki. Ardahan'ın içinden geçiyor Kura Nehri, derin bir vadiden gelip köprünün altından geçtikten sonra ovadan ilerliyor. Şavşat'ta giden yola doğru yürüyoruz otostop çekmek için, Çıldır'dan beri birlikte geldiğimiz bir emekli öğretmen de otostop çekiyor. Birlikte Şavşat yönüne giden araçlara el ediyoruz. 

Bir araç duruyor, üç öğretmen Kars'tan Batum'a gezmeye gidiyorlarmış, bizi de alıyorlar, arabanın arkasına sıkışıyoruz, Şavşat'a kadar böyle idare edeceğiz. Şavşat'a yaklaşırken Çam Geçidi'nden geçiyoruz, harika bir görüntü, dik dik dağlar ve dağların üzerinde dik dik çamlar, dağların arasından dolana dolana iniyoruz. Şavşat yolun altında kocaman apartmanlardan oluşuyor, betonlaşmış yapı Karadeniz'in doğasına yakışmıyor. Şavşat'ta emekli öğretmen inince rahatlıyoruz, yollar hep dolambaçlı ve bir taraf nehir. Artvin'e yakın Çoruh Nehri ile birlikte gitmeye başlıyoruz. Çoruh Nehri Bayburt'tan doğup Batum'dan Karadeniz'e dökülüyor, üzerine baraj yapılmış. Çoruh Nehri üzerine, "Coşkun Çoruh" diye bir halk oyunu vardır, Artvin yöresine ait. Ama Çoruh'un barajlardan dolayı coşkun akışı kalmamış. Çoruh durmuş, durgun ve pis bir su olarak vadileri doldurmuş, akmıyor, Munzur Nehri gibi. Moralimiz çok bozuluyor. Artvin dağların arasında, yeşillik ama yüksek apartmanlardan oluşuyor. Borçka barajı Borçka'ya giderken. Arkadaşlar Batum'a denize yetişecekler diye çok hızlı gidiyorlar, dağlar, virajlar, barajlar... Nasıl yol aldığımızı anlamıyoruz. Betonarme yerleşim ve barajlar moralimizi çok bozuyor. Hopa'ya giderken dağ köylerinden geçiyoruz, çay tarlaları karşılıyor bizi. Hayatımda ilk defa çay tarlası görüyorum, eğimli alanlara kurulmuş, taraça taraça gözüküyor çay tarlaları. Çay toplama zamanı değildi, o yüzden çay bitkisinin arasında çay biçenleri göremedik. Hopa'yı da sahil yolu öldürmüş, çift şeritli kocaman yollar. Artvin'e ve Hopa'ya tayin istemişim. Ne Artvin'in şehir yerleşimi hoşuma gitti ne de Hopa ile Karadeniz arasına giren duble yollar. Hopa'nın bir beldesi olan Kemalpaşa'da iniyoruz. Karslı öğretmen arkadaşlar Batum'a devam ediyor.


Kemalpaşa sınıra yakın bir yerleşim, dükkanların ismi Gürcüce, işletmeciler Gürcü kadınlar, acaba sınırı geçtik mi diye düşünüyorum. Kemalpaşa'da Halkevini buluyoruz, üç günlük Halkevinin  düzenlediği bir festival var, Su forumuna katılıyoruz, Derelerin Kardeşliği Platformu, Karadeniz'de HES'lere karşı mücadele ediyor. Doğu Karadeniz'in doğası HES'lerle mahvolmuş, gece konser var ama konser alanı o kadar anlamsız bir genç kitle ile dolu ki, gençler çok fazla kontrolsüz, gecenin sonunda gençler arasında saçma bir sebepten kavga çıkıyor. Geceyi Hemşinli bir gencin evinde geçiriyoruz. İki Alman ve biz, bir sonraki gün, Akdere köyündeki şelaleye çıkıyoruz. Karadenizli gençler, kızlı erkekli şelalede yüzüyor, suyun döküldüğü yerden suya paralel atlıyorlar, bağırışlar çığırışlar içinde şelalenin yukarısındaki köyleri dolaşıyoruz. Çayın dördüncü hasadı, on gün sonra başlayacağı için köylüler çay tarlalarında değil. Toplanan çayı eğimli araziden aşağıya indirmek için teleferik sistemi kurmuşlar. Çay zamanı trafik çok yoğunmuş. Köyün muhtarının eşi balkona davet ediyor, armut ikram ediyor, sisli dağlara karşı balkonda oturuyoruz. Yağmur çiseliyor. Karadeniz'in meşhur havası; sis, pus, yağmur damlası... Sonbaharı ilk burada hissediyorum, kurumuş yaprakların savrulduğu köy yolundan yürüye yürüye Akdere köyüne iniyoruz tekrar. Gece köyde misafir olacağız, gece kalabalıklaşıyor balkon, komşular akrabalar geliyor, muhabbet yaşadıkları coğrafya üzerinden şekilleniyor; çay toplama işleri, ayılar, domuzlar... Çay toplamak için hemşire, öğretmen Gürcüler geliyormuş. Çayın yevmiyesi 50 TL, kayısıya göre çok iyi, kayısı 20 TL. Gürcülerin maaşı 120 Lariymiş, bu yüzden ekstra iş de yapıyorlarmış. Çayın yaprakları makasla kesiliyor, kesilen yapraklar makasa bağlı torbaya düşüyor, oradan büyük çuvallara boşaltılıyor, büyük çuvallarla teleferik üzerinden yola indiriliyor. Çay toplama depolarına götürülüyor, çayın günlük satışı var. Sabah erkenden kalkıyorum, ev halkı uyurken, sadece evin babaannesi ekmek yapmak için kalkmış, beni köyde gezdiriyor, rehberlik yapıyor, ilk defa kivinin bitkisini görüyorum, asma gibi çardağın üstüne tırmanmış. Balkonda yapılan kahvaltıdan sonra, yürüyerek aşağıya inmeye başladık. Tek tek Karadeniz evlerinin arasından çay bahçeleri, seyrede seyrede toprak yoldan dört kilometrelik köy yolunu inip Kemalpaşa'ya varıyoruz. 


Mor, Trenle; Sarı, Otostopla; Turuncu, Otobüsle Gittiğimiz; Yeşil, Gezdiğimizdir

--------------------------------------------------------------------------
(1) Arguvan Havaları, http://www.aleviweb.com/forum/archive/index.php/t-15007.html, Erişim Tarihi: 22.04.2017



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...