11/ 07/ 2010
Güney Ekspresi
Bu Haydarpaşa'dan başlayan son yolculuğum. İstanbul'da üç yıldır devam eden günlük yaşam pratiğim artık bitiyor. Hem ben İstanbul'dan Sinop'a taşınıyorum hem de iktidar, trenleri Haydarpaşa'dan taşıyor. Artık Haydarpaşa, Anadolu'da trenlerin son durağı olmayacak. İktidar, sermaye böyle istiyor!
Haydarpaşa'ya erkenden geliyoruz, karnımız aç, Haydarpaşa'nın
restoranında bir şeyler yiyoruz. Bir duvarda buharlı trenin büyütülmüş
fotoğrafı, bir duvarda hızlı trenin büyütülmüş fotoğrafı... 100 yıllık tarihin
arasında sıkışıp yemeğimizi yemeye çalışıyoruz ama benim gönlüm buharlı
trenlerle atıyor. Anadolu insanının bin bir haline tanıklık eden buharlı
trenler... O kapkara o bembeyaz dumanıyla... Anadolu insanını sarıp sarmalayan
buharlı trenler...
Restoranda demiryollarının
çıkardığı bir dergi geçiyor elimize, inci kefallerden bahsediyor. Van Gölü'nde
yaşayıp üremek için Bendimahi Çayı'nda şelalelerden uçarak geçen inci kefalleri
anlatıyor. İçim bir güzel oluyor, bu öyküyü okuyunca. Kışın o coğrafyayı
gezmiş, inci kefallerin yolculuğunu, otostop çektiğimiz abiden dinlemiştik.
Garda oturacak bir köşe buluyoruz, denize bakan Kadıköy yönünde. Balıkçılar,
vapurlar, tekneler, martılar... Kadıköy her günkü hareketliliğinde. Biz sırt
çantalarımıza dayanarak, kayısı işi için aldığımız Meksika şapkalarının
gölgesinde son sigaralarımızı içiyoruz. İki arkadaşımız bizi geçirmeye geliyor,
Meksika şapkası ile çektirdiğimiz fotoğraflara bir hayli gülüyoruz.
Meksikalıların pirinç işinde kullandığı şapkaları, biz kayısı işinde
kullanacağız. Meksikalılar bu şapkaların altında, pirinç tarlalarında
uyuyorlarmış.
|
Kayısı İşçileri Çalışmaya Hazır |
Trenin hareket zamanı geliyor. Biz de trene gidiyoruz. Diyarbakırlı ailelerin koşup trene yetişmesi bitmiyor. Tren harekete başlıyor, duruyor, aileler çoluk çocuk koşuyor. Tren tekrar durdu, aileleri aldı, tekrar hareket etti,o orada genç bir kadın tekerlekli valiziyle trene binmeye çalıştı, valizi koptu, binmeye çalışırken araya düştü sanırım. Ben bakamadım. İçimde bir kanat çırptı, içime kapandım. İnsanın biyolojik yönünü algılayabilen biri değilim; kanı, organları algılayamıyorum. İnsan benim için daha çok sosyolojik, psikolojik yönüyle var. Çığlıklar, bağırışlar... Yalçın koştu, ben kompartımanda çığlıkların arasında büzülüp kaldım. Neyse ki genç kadına bir şey olmamış, trene binmiş. Tren hareket etti ama benim için kocaman bir boşluk oluştu, çığlıkların içimde yarattığı kocaman bir boşluk... Kadının tren ile peron arasına düştüğü düşüncesi beni bir hayli sarstı.
Yolculuk başlıyor karanlık çökene kadar anlam yüklediğim sadece
Sapanca Gölü ve Adapazarı'ndaki yeşillik oluyor Sapanca Gölü'nün üzerinde gün
batıyor sonrası karanlık... Biz Yalçın'la geç saate kadar kelime oyunu oynuyoruz.
İlk oyunda "loğ" sözcüğü ile bana fark atıyor. Hani Güney Doğu
Anadolu coğrafyasında, toprak damları, yağmur yağdıktan sonra kaparan toprağı
sıkıştıran koca bir taş silindir ile çekerler ya, işte bu taşa "loğ"
denir. Sonra da "zül" sözcüğünü bana yedirmeye çalıştı, neymiş
Karacaoğlan'ın şiirlerinde çok geçermiş, zül eyledi diye. Gecenin karanlığı
kelime oyunu ile geçiyor.
Sabah İç Anadolu'nun tahıl ambarında uyanıyoruz. Buğdaylar, arpalar biçiliyor
batozlarla, traktör dolusu buğday TMO'nun kapısında bekliyor. Pancar
tarlalarında insanlar sulama derdinde. Güneydoğu Anadolu'nun mevsimlik işçileri
pancar tarlalarında yerini almış, biz de Yalçın ve ben, mevsimlik işçi
olarak Malatya'nın kayısı tarlalarında yerimize almaya gidiyoruz.
|
Buğdaylar Biçilirken |
|
Biçilmiş Buğdaylar |
|
TMO'nun Kapısında Bekleyen Traktörler |
Batıdan doğuya doğru emeğin güzelliğine tanık oluyoruz, emeğin içinden, insanlar bellerini doğrultup el sallıyorlar tren yolcularına... Bu coğrafyada, yüzlerce yıldır, türkülerin, manilerin, ninnilerin, halk oyunlarının nasıl üretildiğini görüyorum trenin penceresinden... Oraklarla biçilen buğdaylar, bir halk oyunu figüründe yaşamış, pancar çıkaran genç bir kadının aşkı türkülerin konusu olmuş...
|
Tarlalarda Dinlenen İşçiler |
|
Pancar İşçileri |
|
Emeğin Topraktaki Güzelliği |
Buğdayın gövdesinden kalan sapları saman yapıp traktöre yükleyenler, traktörle saman taşıyanlar, batozla buğday biçenler, pancar sulayanlar, mevsimlik işçi çadırları, otlayan inekler, akan dereler, uçan şahinler, kartallar, saksağanlar, trenin penceresinden tam bir seremoni olarak gözüküyor. Leylekler çoktan gelmiş Anadolu coğrafyasına, onlar da emek seremonisinin en güzel parçası.
|
Kırmızı Toprağın Gözü Besleyen Yanı |
|
Dağ Eteklerindeki Emek |
|
Kırmızı Toprak, Sarı Buğday, Yeşil Ot |
Kayseri Sivas arası tezekler güneşe konulmuş kurutulmak için. Sivas'ın kışı yaman. Kayseri'de Erciyes Dağı'nın tepesi hala karlı. Volkanik dağ, Hasan Dağı ile Kapodokya bölgesini oluşturan volkanik dağlar... Anadolu'nun güzeller güzeli coğrafyasına dair fotoğraflarla bir seremoni:
|
Yazın Bile Başı Karlı Erciyes Dağı |
|
Anadolu'nun Bağrında Bir Ağaç Olsam |
|
Toprak, Su, Taş |
|
Yalnızca, Doğanın Sesini Dinleyerek Yaşamak Bu Evde |
|
Doğadaki Renklerin Güzelliği ve Leylekler |
|
Saman Sarısı |
|
Kızılırmak'ta Serinleyen Toprak İşçileri |
|
Kızılırmak'ın Bir Yanında Pancarlar Diğer Yanında Buğdaylar |
|
Anadolu'nun Akışına Kurban Olduğum Nehirleri |
|
Hayvan Sürüleri |
Anadolu'nun çiftçisi ve hayvan bakıcısı, çiftçiliğe ve hayvancılığa önem vermeyen politikalara, değersizleştirilen emeğine, değersizleşen ürününe karşın hala yaşadığı coğrafyanın bereketinin kıymetini bilip ekip biçiyor. Bu çiftçiler, demiryolu işçileri, hayvancılıkla uğraşanlar, mevsimlik işçiler, trende geçen günümüzün emek raksçıları...
|
Anadolu'nun Taş ve Kerpiç Karışımı Evleri |
Gece 12.00'de Hekimhan'da iniyoruz Yalçın'ın babası bizi karşılıyor, Salıcık köyünün yolunu tutuyoruz karanlıkta. Yolumuzun önüne bir sürü koca kulaklı tarla faresi çıkıyor, bir tavşan geçiyor arabanın önünden.
Sabah erkenden kalkıp kayısı dökmeye başlıyoruz. Anadolu coğrafyasında, biz
de mevsimlik işçi olarak yerimizi alıyoruz. Bizimle birlikte Urfa
Siverekli iki çocuk işçi çalışıyor. Cafer 23'ünde, Mahmut 13'ünde. İkisinin de
ağzı var dili yok. Mahmut'un yüzünde sürekli bir gülümseme, her şeye şaşarak
gülümseyen bir hali var. Akıcı bir Türkçe ile konuşamıyorlar, cümle kurarak
değil de sözcüklerle konuşuyorlar. Kendi aralarında ise Arapça konuşuyorlar.
Canlarım, seyyar mevsimlik işçiler, beş erkek bir kız kardeş... Malatya'da
kayısı işine, Zonguldak'ta fındık işine, Urfa'da pamuk işine gidiyorlarmış. 13
yaşındaki Mahmut çocukluğundan beri çalışıyormuş, ki hala çocuk kendisi.
Mercimekte, şeker pancarında, kayısıda, fındıkta, pamukta
çalışıyorlarmış.
|
Kayısı Toplarken, Cafer ve Yalçın |
Hükümet açıklamış, nisandan itibaren 500 bin kişi iş sahibi oldu
diye, evet 500 bin kişinin nasıl iş sahibi olduğunu tren yolculuğunda ve
Malatya'da gördük, her yer mevsimlik işçi çadırları ile dolu. Altı kardeş yaz
boyu çalışıp 10 milyar para biriktirip, 8 kişi bir yıl boyunca
geçiniyorlarmış.
Evin önüne çadırımızı attık biz de, gezerken kullandığımız çadırımız, mevsimlik
işçi çadırı oldu. Uyurken hava essin ve bir de sineklerden uzak kalalım diye
çadırda kalmayı tercih ettik. Övez denilen ufak beyaz bir sinek var. Allah'ım,
Allah'ım çadırın tentesinden bile giriyor, ısırınca insanın tenine kor değmiş
gibi oluyor ve sonra saatlerce kaşın dur. Bu hayvan, başımın belası, Malatya'da
gördüm ilk kez övezi.
Kayısı işi gerçekten çok zor, bu ikinci yılım kayısı işçiliğinde. Ağaç
silkeleniyor, kasalara dolduruyor, kasalar kükürtlenecek çadıra
yerleştiriliyor, kükürtlendikten sonra çadırdan çıkarılıp sergiye seriliyor,
sergide biraz kuruduktan sonra, kasalara alınıp tek tek pırtlatılıyor, yani tek
tek çekirdekleri çıkartılıyor, pırtlatıldıktan sonra tekrar sergiye serilip
kurutuluyor. Silkelenen bir ağacın başına tekrar tekrar gidiliyor, yani bir
ağacın başına 2-3 defa gidiliyor. Sabah 07.00, akşam 07.00 çalışıyoruz. Kayısı
silkelerken birçok hayvan gördüm. Bin bir çeşit örümcek, çekirge, sinek, kuş
akrep... Akrebi de ilk kez gördüm, köyde kaç kişiyi sokmuş. Ayı ve domuz
duyduklarımdan...
|
Siverekli Mevsimlik İşçiler ve Aldemir Ailesi |
|
Sadece Fotoğraf Çekmiyorum, Önümde Tepsi Kayısı Da Pırtlatıyorum |
Salıcık köyünde ilginç insan portreleri var. Hürü Teyze, Yalçın'ın
babaannesi 80'ini geçkin, rahatsızlıklarından şikayetçi. Karşısındaki koca
kayayı gösterip "Aha şu koca kayayı almışlar sanki, başımın üstüne
koymuşlar, ben de o kayayı taşıyorum" diyor. Hürü Teyze yaşamdan ne
anladın sorusuna "hiçbir şey anlamadım, eşekle dolandım durdum"
diyor. Hastalıklarından ve ölümün bir an önce gelmemesinden şikayetçi. Bir
gece kapısının önünde otururken ben, o kapının arkasında, içerde bir ağıt
tutturmuş, yalnızlığından belki ölüme belki yaşama ağıt söylüyordu, yumuşak,
hüzünlü, kendi kendine akan bir ağıt. Sonra da Allah'a bir yakarışı var
"Allah'ım benim canımı tez al" diye.
|
Kapısının Önünde Ölümü Bekleyen Hürü Teyze |
|
Yaşına Ve Ölüme İnat Hala Çok Güzel, Kınalı Saçları, Mavi Gözleriyle |
Hürü Teyze'nin kullandığı bir sözcük var, sürekli "soyka" diyor. Hastalığa "soyka" diyor, öveze "soyka"diyor. Hürü Teyze "soyka ne demek?" diye sorunca anlamını bilmiyor, herhalde istenilmeyen bir şey anlamında kullanıyor.
Hürü Teyze anlatıyor 20-30 yıl önce, Kürt göçerler, ilkbaharda, deve kervanları, koyunları,
hayvanların boyunlarındaki çıngırakları ile ses çıkararak Salıcık'tan Yama
Dağı'na giderlermiş. Sonbaharda daYama Dağı'nın yaylalarından yurtlarına geri
dönerlermiş. Dönüş yolunda, Salıcık halkına kurutulmuş et, peynir değiş-tokuş
usulü verirlermiş.
Bir de köyün Kürt kızı var, çok ilginç, o da 80'den fazla, ama 60 gibi gösteriyor. Cesur, atılgan bir kadın. Geçmişteki olaylar ve insanlar, hala doğanın zaman döngüsüne göre bir bir hafızasında. "Paşoğ bizim yiğidimizdir" dedi. Kürt kızı yaşama karşı direngen, cesur, dobra tavrıyla en çok ilgimi çekenlerden. Sanki Yaşar Kemal'in romanlarından bir kahraman...
|
Yaşanmışlık Çizgileriyle Kürt Kızı |
Kayısı işi boyunca Karakız'ın bol bol sütünü içtik, sütten yapılan yoğurdu,
tereyağı, çökeleği yedik. Bir de sabahları sapsarı haliyle soframıza gelen
tavukların yumurtaları.
|
Evin Çılgın Kızı, Gülçin, Soframıza Yumurta Getiriyor |
Salıcık köyünden kayısı işi manzaraları:
|
Kerpiç Evin Güzelliği Ve Güneşe Yatırılmış Kayısı |
|
Öğle Paydosunda İşçiler |
|
Güne Serilen Kayısılar |
|
Kınalı Ellerle Kayısı Pırtlatan İşçiler |
|
Ekmeklerini Hazırlayan İşçiler |
Mezirme (Ballıkaya) köyüne kurbana gittik son gün, Vayloğ Dede adında bir
Alevi dedesinin türbesi var. Vayloğ Dede adına kurban kesilip, davetlilere et
ile pilav veriliyor, adanan adağın yerine gelmesinden sonra.
|
Köye Adını Veren Ballıkayalar |
|
Vayloğ Dede'nin Ziyaret Mekanı |
|
Mezirme'de de Kayısı İşi Var |
|
Ballıkaya'lara Karşı |
Mezirme'den akşam misafir geliyor. Dolunay ışığında gelen misafirden Arguvan
türküleri dinliyoruz. "Soyka can tatlıdır" diye başlayan bir türkü,
çok hoş gerçekten.
Hele sorun hele gurbet neyime
Yeri felek evin barkın yıkıla
Gurbetin kazancı benim neyime
Yeri felek evin barkın yıkıla
Soyka can tatlı ki bir taştan atam
Altına mı alam pula mı satam
Koymadılar bir gün evimde yatam
Yeri felek evin barkın yıkıla (1)
Anadolu coğrafyasında tekrar tekrar nükseden milliyetçilik dalgasından Kürtleri, Karadeniz'de fındık işine sokmadıklarını öğreniyoruz, birlikte çalıştığımız mevsimlik işçi gençlerden.
Kayısı işi bitmeden biz Salıcık'tan ayrılıyoruz. Köyden, Hekimhan
Arguvan yoluna yürüyoruz. Dağların arasından ip gibi dolanan yollardan araba
gelmesini bekliyoruz. Malatya çok ilginç bir coğrafya, her yer topraktan dağ,
taştan dağ. Bir kaç araç geçiyor ama almıyor. Bir abi duruyor Arguvanlı,
arabanın teybinden Arguvan türküleri çalıyor. Abi de sıcakkanlı bir insan,
muhabbet ede ede, Arguvan türküleri dinleye dinleye dağları tırmanıp iniyoruz.
İğdir köyünde köylü bir kadın arabanın önüne atlıyor, Mezirme'de Vayloğ Dede
türbesindeki kurbana gidecekmiş, kendi binerken bir de yol kenarında bir yığın
olarak oturan yaşlı bir kadını da bindirdi arabaya. Bindiği için nasıl
sevinçli, iki eliyle yanındaki yaşlı kadının dizini sıkarak "Bindik hala
kızı, bindik!" diye çocuk gibi seviniyor, biner binmez benim elimi tuttu,
el ele gidiyoruz. Ara ara Arguvan türküsüne eşlik ediyor "Oy Dağlar Dağlar"
diye. Ne iş yaptığımızı sorup da öğretmen olduğumuzu öğrenince "Bir o
yandan anlat, bir bu yandan yallah teneffüs" diye öğretmenliğin kolay
bir meslek olduğunu vurgulamaya çalışıyor.
Mezirme, yolun sağına; Ballıkayalar, soluna düşüyor. Ballıkayalara bayıldım,
önceden arı kovanları varmış kayalarda, kayalardan aşağıya bal damlarmış. Abi
Arguvan'da indiriyor bizi, Arguvan'da uluslararası türkü festivali var. Çarşıda
bir sürü stant açılmış, Arguvan festival atmosferinde güzel görünüyor.
Arguvan'dan Arapgir Malatya yol ayrımına kadar Arguvan festivalinden dönen bir
çekirdek aile ile geliyoruz, kısa bir yoldu zaten.
Arapgir tarafına giden araç için yol kenarında bekliyoruz, yol kenarlarında
direkler üzerinde leylekler, geçen yılki yerine gelmişler yine,bir süre sonra
araç geliyor. Arapgir'deki düğüne sandalye ve ses sistemi taşıyan iki abi. Yol
boyunca uzun bir süre her yer sapsarı, biçilen buğdayın sapları doğayı sarıya
boyamış, harika bir görüntü. Van Gogh'un sarısını doğada görmeyi seviyorum.
Buğday tarlaları bitiyor, kavun tarlaları başlıyor. Kavunu meşhurmuş buraların,
Deregezen diye çok hoş bir köy görünüyor. Kırmızı topraklı bir yamaca, kırmızı
topraktan evleri ile kurulmuş küçücük bir köy. Önünde biçilmiş sarı buğday
tarlaları ile kırmızı topraktan bir köy, harika görünüyor. Adı da çok hoş;
Deregezen. Bağlar başlıyor, Arapgir kara üzümü ile meşhurmuş, Darende kayısısı,
Hekimhan cevizi...
Keban yol ayrımında iniyoruz, indiğimiz yerde mevsimlik işçi çadırları var.
Nohut işine gelmişler, Çocuklar etrafımızı sarıyor, soru yağmuruna tutuyorlar
bizi, bir çadıra misafir oluyoruz. Çadırın babasının Yalçın'a sardığı tütünün
içimi kadar oturuyoruz. Kadınlar koca bir leğen bulgur köftesi yoğurmuş onu tek
tek, küçük küçük koparıyorlar. Bir sürü çocuk etrafımızda, bu aile buradan
Ünye'ye fındık işine gidecekmiş. Aileden ayrılıyoruz.
Yolda bir hayli araç bekliyoruz, geçen araçlar bizi almıyor. Çuvallarla Keban
Barajı kıyısındaki alabalık restoranlarına buz taşıyan bir kamyonete biniyoruz,
öne oturmak istemiyoruz, buz çuvallarının üstüne, kamyonetin arkasında
biniyoruz. Bacaklarımız donuyor, dağlardan dolana dolana aşağıya iniyoruz,
rüzgar deli gibi çarpıyor, manzara harika ama. Rüzgardan nefes alamaz bir halde
olduğumuz için kaplumbağa gibi kafamızı vücudumuza gömüp manzarayı o şekilde
seyretmeye çalışıyoruz.
Keban kıyısında alabalık yiyoruz, lezzet olarak harika, Keban'ın kıyısı da hoş.
Keban Barajını görmeye gelmiş ama izin verilmediği için Elazığ'a dönen
Diyarbakırlı bir ailenin arabasıyla Elazığ'a geliyoruz. Belli ki Diyarbakır'ın
zengin ailelerinden, Hazar Gölü kıyısında yazlıkları varmış, oraya dönüyorlar.
Elazığ merkezde biraz oyalandıktan sonra, ki bu bizim için işkence gibiydi.
Çünkü günlerce doğanın bağrında yaşa, sonra beton yığınlarının arasında reklam
tabelalarının, trafiğin arasına düş.
Pertek üzerinden Dersim'e geçmek için otostop çektiğimiz araç tam da
Dersim'e gidiyor, seviniyoruz ama sevincimiz kursağımızda kalıyor. Abi polismiş
hem de Dersimli bir polis, bize ilginç geliyor polis ama Kürtçe müzik dinliyor,
sonra Ahmet Kaya'yı açtı uzun bir sürü Ahmet Kaya dinledik.
Feribotun dağlarıyla, adalarıyla, adalardaki kaleleriyle ruhumuzu besleyen
manzarasından sonra, Pertek'te dağları tırmanışa geçiyoruz. Dağlar çıplak,
tırmandıkça Keban Barajı güzelim manzarasıyla aşağılarda kalıyor. Çıplak
dağlarda ip gibi uzun yollarda ilerliyoruz. Manzara güzel ama arabanın içi çok
gergin. Dersim'e yaklaşınca dağın tepesinden Munzur Nehri'nin çatallanarak
cılız cılız akışının göründüğü bir teras nokta var, Munzur Nehri, Dersim'e gireni
ilk orada karşılar, bu defa bizi karşılayamadı. Akan bir su değil, durağan bir
baraj suyu karşıladı bizi. Barajı görünce bozuk olan moralimiz, daha bir
bozuldu. Barajda su tutulmaya başlamış, Dersim değişmiş, geçen yıl bıraktığımız
Munzur'u bu yıl göremedik. Polis bizi Dersim şehir merkezinde bıraktı, polisin
baraj yapılmasını destekleyen fikirleri bizi ayrıca sinir etti. Barajların,
dünyada çevreye ne kadar zararlı olduğu artık kabul edilmişken, bizde baraj
yapımları hala devam ediyor.
Çadırımızı kuracağımız alana indik, Munzur Nehri'nin kıyısına. Munzur'un
kıyısında oturduk, birikmiş durgun suyun pisliğinden her yan sivrisinek,
sivrisinekler rahat bırakmıyor bizi. Bir de pis bir koku var etrafta,
dayanamadık. Keyifle dolunayın, Munzur'a şavkını bile izleyemedik. Oradan da
kalktık, çadırımızı kurduk, festival için çadır kurulan alanda fazla kimseler
yoktu, sadece birkaç çadır vardı. Dersim merkeze yemeğe çıktık, keyfimiz hiç
yok, insanlar da bir garip gelmeye başladı, duyarsız, vurdumduymaz, yozlaşmış.
Etraftaki insanlara da gıcık olduk, kendi içimize kapandık. Gece deli gibi
yağmur yağdı, şimşekler patır patır, çadırda yağmurun keyfi bambaşkaydı, biraz
yağmur ile keyiflendik.
Sabah Dersim merkezde kahvelerin olduğu ara bir sokakta, kahvede tamamen yerel
besinlerle kahvaltı yaptık. Ovacık yoluna çıktık, otostop çektiğimiz ilk araç
bizi aldı, evli genç bir çift. Dersimlilermiş ama Aydın'da yaşıyorlarmış.
Muhabbetlerimiz birbirine uyuyor. Dersim kültürünü yok etmek için yıllardan
beri uygulanan politikalardan bahsediyoruz. 1938 katliamından, orman
yangınlarından, köy yakılmaları, köy boşaltmaları, yayla yasakları ve şimdi de
barajlar...
Dersim merkezden çıktıktan beş kilometre sonra milli park başlıyor. İki yan
dağlık, vadi içinden Munzur Nehri akıyor, bir sağımıza bir solumuza geçiyor. Bu
yoldan ne zaman geçsek, illaki Ermenilerden kalma gömülerin, 1938 katliamında
mağaralardan Munzur Nehri'ne atılarak katledilen Kürtlerin, vadideki örgüt
üyelerinin, milli parktaki endemik türlerin muhabbeti yapılır. Erdoğan Emir'in
Zazaca türküler ile güzel bir yolculuk yapıyoruz. Su içilen bir çeşmede
duruyoruz, kayalardan gelen buz gibi su. Çeşme başındaki kocaman bir taşa Nazım
Hikmet'in duvar şiirini yazmışlar.
O duvar
o duvarınız,
vız gelir bize vız!
Ovacık'ta öğretmenevine yerleşiyoruz, yerleşip biraz dinlendikten sonra, Munzur
Dağı'nın eteklerindeki gözelere gidiyoruz, nasıl kalabalık. Munzur Baba için
kesilen kurbanların dumanı gözelerin üstünü sarmış. Munzur Baba'nın sıra olduğu
yerde mumlar yıkılmış. Yalçın Munzur Dağı'na tırmanıyor, indiğinde
çocuklarla langırt oynuyoruz. Dağda küçük bir yürüyüş, biraz ilerleyince küçük
bir ova çıkıyor karşımıza, yemyeşil dağlara doğru uzanan. Güneşin son
ışıklarında çimlerin üzerine uzanıyoruz. Gün batmadan Ovacık'a dönmek istiyoruz.
Pikabın arkasına doluşmuş kalabalık bir ailenin yanına sıkışıyoruz, açık havada
Munzur Dağları'na karşı yol almanın keyfi... Konuştuğum bir kadın eğer Munzur
Nehri'nin üzerine baraj yapılırsa canlı kalkan olacağını söylüyor. Dersim
merkeze yapılan baraj, bu bölgeye yapılan ilki.
Ovacık merkezde Emek kahvesinde oturuyoruz, yaşlı bir amca ile tanışıyoruz.
Biraz garip, Ovacık'ın köyünde asker ile örgüt arasında çatışma çıkmış, bu
çatışmada eşini kaybetmiş. Gece açık havada festival kapsamında gösterilen
Bahoz filmini izliyoruz, açık hava sineması keyfine yetişememiş bir kuşak
olarak, Ovacık'ta birkaç günlüğüne de olsa keyfini çıkarıyoruz. Sabah,
Ovacık'ın altından geçen Munzur'un kıyısına inmek için tarlalardan geçiyoruz,
çocukların yüzdüğü bir köprü altına geliyoruz. Munzur'un kıyısında küçücük bir
evin önünde oturan bir amca görüyoruz, bir merhaba demek için o tarafa
yöneldiğimizde, amca dediğimiz kişi bir genç çıkıyor. Yonca tarlaları
varmış yan tarafta, onu biçiyorlarmış, orta yaşlı sakallı, köylerden birinin
muhtarı motoruyla geliyor, kafa dengi, kayak hocalığı yapıyormuş aynı zamanda.
Bira ikram ediyorlar, biralarımızı içtikten sonra yonca biçmede yardımcı olmaya
çalışıyoruz. Ama tırpanı kullanmayı pek beceremiyoruz.
Yonca biçen arkadaşlardan ayrıldıktan sonra Koyungölü köyünde inanışa göre
Munzur Baba'nın bakracından ilk sütün dökülüp ilk gözeye dönüştüğü yere
gidiyoruz. Köy olarak su açısından çok bol, her yer su, köy dağın dibinde.
Koyungölü'nden gözelere gidiyoruz. Yine çok kalabalık, dönüşümüz zor oluyor
epey. Yürüyoruz uzun bir süre. Gece yine Ovacık meydanında açık havada I love
you filmini seyrediyoruz, kahkahalarla. Sabah kahvaltı için yonca biçen
gençlerin Munzur kıyısındaki kulübelerine kahvaltıya gidiyoruz. Kalabalık bir
grup kahvaltı yapıyoruz, farklı öykülerden insanlar olarak ortak bir muhabbet
yakalıyoruz. Yalçınlar yüzüyor Munzur Nehri'nde, biralar içilmiş sabah
sabah.
Otostopla Hozat'a yola çıkıyoruz. Bir köye kadar geliyoruz, ondan sonra bir
türlü araç geçmiyor, saatlerce bekliyoruz. Belki 2 saat sürüyor bekleyişimiz,
bekleyiş esnasında scrabble oynuyoruz yol kenarındaki ağaçların altında.
Gözelerden dönen bir dolmuş alıyor bizi. Hozat yolunu görmek için Ovacıktan
Hozat'ta gitmek istedik, ama yol o kadar kötü ki... Yol toprak yol,
uçurumlardan dolana dolana gidiyor, aşağıya bakmak zor oluyor, dolmuş uçurumdan
düşse tek parçamız kalmayacak. Dolana dolana dağlara tırmanıyoruz, dolana
dolana dağları iniyoruz. Ha burayı aşınca Hozat çıkacak, ha buraya geçince
Hozat çıkacak diye diye bir çok dağ sırasını aşıyoruz. Yaşama dair tek bir
karakol görüyoruz, bir de yol genişletme çalışmasındaki işçileri. Zazaca
türküler ile yolu bitiriyoruz.
Hozat küçük bir yer, belediyenin düğün salonunun dış cephesine belediye, Kazım
Koyuncu, Hrant Dink, Aşık Veysel, Seyit Rıza, Ahmet Kaya, Nazım Hikmet'in
kocaman portrelerini asmış. Bir de bu düşünürlerin insanca yaşamaya dair
söylediklerini de portrelerin altına yazmışlar. Anadolu coğrafyasında ilk defa
böyle bir birliktelik görüyorum. Hozat'ta yemeğimizi yedikten sonra akşam
yollarda kalmamak, yol kesmelerine denk gelmemek için yola çıkıyoruz. TEDAŞ'ın
arıza aracı alıyor bizi, bir amca, küçük oğlu da yanında, yol alıyoruz,
muhabbet ede ede. Yaz kış Dersim bölgesinde elektrik arızalarına bakan bir abi.
Kışın karda yolların durumunu, yolunu kesip de telsizini alan örgüt üyelerini,
yollarda arada kaldığı çatışmaları anlatıyor. Dersim'e girişte direkt Uzunçayır
Barajı'na çıkıyoruz. Baraj koskocaman, içinde kalan evleri, ağaçları ile tam
bir hüzün kaynağı. TEDAŞ şehrin girişinde, kurum aracı olduğu için TEDAŞ'a
gelmeden iniyoruz. Barajın kıyısında yürüyoruz biraz, Munzur Nehri akmalıydı
şimdi, inip ayaklarımızı sokmalıydık, yürümeliydik içinde. Şimdi ise geçit
vermez bir su birikintisi.
Dersim merkeze gidiyoruz, çadırımız kurduğumuz yerde, etrafı bir sürü çadırla
dolmuş. Sabah 10. Munzur Kültür ve Doğa festivali başlıyor. Programda geçen
yılki gibi bir yoğunluk yok. Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra Pülümür Çayı'na
yüzmeye gidiyoruz. Ama Pülümür tarafında çok fazla yağmur yağmış, çay çok fazla
bulanık akıyor, yüzecek gibi değil. Oradan ayrılıp Munzur Nehri'ne gidiyoruz.
Munzur Nehri'nin kıyısında da plaj yapılmış ama Munzur'a girip de içinde durmak
mümkün değil, giriyorsun bir kaç metre sonra kendini dışarı atıyorsun. Aslında
su insanı soğukluğu ile kendine getiriyor, buz gibi ama içinde dur
durabilirsen. Vadinin içinde, dağların yükseldiği, suyun gürül gürül aktığı bir
yerde yüzmek çok güzel. Koca bir günü burada geçiriyoruz, sonra da yürüye
yürüye meyve ağaçlarının arasından elma yiye yiye Dersim merkeze dönüyoruz.
Gece konser var, Erdoğan Emir diye Zazaca türkü söyleyen biri, müziğini çok
beğendim. Konser esnasında İsa'nın belgesel dvdlerini dağıtan bir çocukla
tanışıyoruz. Hakkarili bir Kürt ve İsa'nın propagandasını yapıyor. Festival
zamanı şehrin merkezinde Seyit Rıza'nın heykelinin açılışı yapılıyor. Seyit
Rıza Dersimliler için önemli bir şahsiyet.
Üç gün boyunca de Pülümür Çayı'nda yüzmeye gidiyoruz, plaj voleybolu, yüzme,
plajda halay... Plajda halay çekme de ancak doğu coğrafyasında olur. Plaj köyde
birçok arkadaşımız oldu, kimi Bingöllü kimi Elazığlı kimi Muşlu. Bir gece
Elazığlı bir grup ile Pülümür Çayı kenarında kaldık, biz çadırda onlar ise
battaniyenin içinde açık havada. İki gece Pülümür Çayı kenarında kamp yaptık,
geceleri herkes dağıldıktan sonra Plajköy'ün sahibi abi ile geç saatlere kadar
oturduk. Kürt meselesini konuştuk uzun bir süre, iki kardeşi de dağa çıkmış ve
öldürülmüşler.
Sabah erkenden yollara düştük, Erzurum'a giden iki Diyarbakırlı bizi aracına
aldı. Pülümür Çayı'na paralel saatlerce gittik. Burası da bir vadi,
Ovacık yolu gibi. Yol üzerinde çok fazla çığ tüneli var. Manzarası harika.
Diyarbakırlı gençler cıstak cıstak müzik dinliyordu, sonra Ahmet Kaya'yı açtılar.
Erzurum Erzincan kara yoluna çıkınca Fırat'ın altımızdan aktığı köprüyü
geçince, biz indik. Hemen başka bir araç durdu. Sivas'tan Tokat'a
gidiyorlarmış, bizlerle yaşıt doktor. Tokat'ın Alevilerindenmiş. Yalçın'a
"babacan bıyıklarından dolayı durdum" dedi. Hoş bir muhabbet,
Erzurum'a giden Diyarbakırlıların aracında Ahmet Kaya'yı bıraktık, bindiğimiz
yeni araçta da Ahmet Kaya çalıyor. Ahmet Kaya bu coğrafyanın vazgeçilmezi.
Erzincan'da indik. İstanbul'dan tanıdığımız Zeynep Abla'mız bizi karşıladı. Birkaç
gün onların köyünde kalacağız, köy dolmuşu ile yola çıkıyoruz, Mertekli'ye,
yolda o kadar çok büyükbaş hayvanı otlarken görüyoruz ki, yemyeşil ovada çok
güzel görünüyorlar. Mertekli köyünün üstünden Fırat Nehri, nehrin üstünden
demiryolu geçiyor. Köy, Erzincan Ovası'nda, kuzeyinde Keşiş Dağları güneyinde
Munzur Dağları, dümdüz ovaya kurulmuş bir köy, yanından Fırat akıyor. Tek katlı
geniş bahçeli bir eve giriyoruz. Söğüt ağacının altına masa atılmış, söğüt
dallarını koparıp sivrisineklere karşı yel yapıyoruz, çayımızı içiyoruz
akşamüstü ışığında, çay sohbetinde öğreniyoruz ki hayvanlarda dabak denilen bir
hastalık var, salgın tüm köy hayvanlarını sarmış, hayvanlarda ölümler başlamış.
Fırat Nehri kıyısında yürüyoruz, ölü bir ineği, nehrin kıyısına atmışlar,
hayvan şişmiş. Fırat Nehri'nin içinde yürüyoruz, Fırat'ın üzerine köprü
yapılmış, köprünün kapakları suyu hem tutuyor hem de elektrik üretiyor.
Balıkların barajdan yukarıya atlamaya çalıştığını gördük, balıklar zıplıyor ama
su şiddetle aktığı için geri düşüyorlar. Bentten ilk defa suyun kaynağına
gitmek için zıplayan balıkları gördüm. Barajların, balıkların yollarını nasıl
kestiğini de görmüş olduk. Bent yapılmadan önce köyü sürekli su başarmış,
insanlar gelip Fırat'ın kenarında Fırat'a kurban keserlermiş "suyu çok
olmasın köy su altında kalmasın" diye. 1992 depreminden bahsediyor Zeynep
Abla, kar varmış çok fazla, birden lodos çıkmış ve kar erimiş, korkunç bir
sessizliğin içinden dehşet bir sallantı duymuşlar. Çadırların içini kurulan sobalardan
bahsediyor, masaların yarıya kadar çamura saplanmasından, deprem sonrası
çoğunluk İstanbul'a göç etmiş.
Trene binip Kars'a gitmek için köyden Erzincan merkeze gidiyoruz, trenin
kalkmasına zamanımız var, Erzincan'daki şelaleye gidiyoruz. Şelalenin kaynağına
gittiğimizde, Munzur Dağı'nın kuzey eteklerinde, taştan Ermeni köylerine
rastlıyoruz. Ermenilerin varlığı Munzur Dağı'nın her yerinde.
Öğleden sonra Erzincan garında, uzun süre tren bekliyoruz, tren nihayet saatler
sonra hareket ediyor ovada. Keşiş Dağı da Munzur Dağı da rengarenk, renkler
dağdaki madenlerin yansıması. İki dağın arasında Karasu Çayı (Fırat) akıyor,
binlerce hayvan sürüsü ovada otluyor. Köylerde çocuklar el sallıyor, bir kız
çocuğu hem trenle koşuyor hemen el sallıyor, trenle koşuşu biraz daha treni ve
yolcuları görebilsin, diye. Karasu Çayı dolana dolana gecenin karanlığında
kayboluyor, karanlık çöktükten sonra uykuya dalmışız.
Sabahın 4'ünde Kars tren istasyonunda, demiryolu misafirhanesinde kalıyoruz,
kalktığımızda gün çoktan yaralanmıştı. Çıldır'a gitmek için ilçe garajına
gidiyoruz, güne bir hayli geç kaldığımızı düşünerek. Çıldır'a giden
İstanbul'dan bir arkadaşımızla karşılaşıyoruz, Çıldır'da yaylaya gidiyormuş.
Bizi de davet ediyor. Bu bölgede tahıllar daha yeni biçiliyor. Yolun iki yanı
da sapsarı, yemyeşil. Bakü-Tiflis -Kars, ipek yolu tren hattı çalışmaları devam
ediyor. Çıldır şehir merkezinde iniyoruz, taksiyle İrfan'ın memleketi Güvenocak köyüne
yola çıkıyoruz. Köy yolunda at tırmığı ile herkes samanları top yapma
telaşında. Köyde tezek kuleleri her yan, hayvanın dışkısı toprağa yayılıyor,
dışkı kuruduktan sonra kürekle parça parça kesiyorlar, o şekilde de kuruttuktan
sonra, ilginç bir mimari anlayışla kulübe yapar gibi üst üste diziyorlar.
Güvenocak köyünde, İrfan'ların köy evinde yemeğimizi yedikten sonra, traktörle
yaylaya çıkmak için hazırlıklara başlıyoruz. Köyde dönüşümlü olarak her gün
biri, traktörle insanları yaylaya götürüyormuş. Akşam üstü yola çıkıyoruz,
traktör tıka basa dolu; tüpler, un çuvalları, kavun, karpuz, sebzeler, kimisi
sandalyesini almış koymuş, üstüne oturmuş. Herkeste kışlık montlar, bize de yer
açıyorlar, sıkış tıkış oturuyoruz. Bir evden biri sesleniyor, başka bir
sokaktan biri koşuyor, adımını koyacak yer yok. Yola çıkıyoruz, Güvenocak
Çıldır arası yolun iki yanında da at tırmığı ile toplanan samanların yuvarlak
kupaları. Her iki yan kupa kupa sarı, yeşil ot.
At tırmığı ilginç bir alet, iki yanda kocaman demir tekerlekler, ortada
demirden oturak, hem pedalı hem kolu var ve at çekiyor. Koca koca ot kupaları
yapılmış, Çıldır'da alışveriş yapılıyor, daha da yük ekleniyor traktörün
arkasına, muhabbet ede ede geliyoruz. Gülüş cümbüş, göl kenarında toprak yoldan
koyları geçerek ilerliyoruz, gün batmak üzere. Yayla gölün kenarında, yayla
evleri taştan. İrfanların yayla evine girdiğimizde hem mutfak hem oturma odası
hem yatak odası bir arada, mis gibi de yemek kokuyor odada. İrfan'ın annesini
aramaya gidiyoruz. Gölün oradan danaları getirirken karşılaşıyoruz, bizi
görünce "yolunuzda güller açsın" diyerek sevindiğini belli ediyor.
Evin önünde dabak hastalığına tutulan bir inek yatıyor, gece boyu kapının
önünde.
Nehre (bir çeşit yayık) tek göz evin ortasında, İrfan'ın annesi sütün kaymağını
koymuş, sabahtan beri gidip geldikçe kolunu çeviriyormuş. Sıra ile biz oturuyoruz
başına, bir yandan yemek yeniliyor, çay içiliyor. Kaymak tereyağı olmadan
yatmak istemiyoruz. Neyse ki geceyi etmeden bir anda yağa dönüşüyor. Hepimiz
aynı odada yatıyoruz, sabah 5.30'da kazların bağırmaları ile uyanıyoruz.
Dışarıya çıktığımızda aynı anda tüm yayla evlerinden kazların dışarıya
çıktığını görüyorum, çok ilginç bir seremoni. Sonra da yayla evlerinden danalar
çıkıp, birleşip otlamaya gidiyor. O ara boş bir ara, yayla kadınları için, o
arada ben de diğer kadınlar ile tanışıyorum. Yaylada sadece kadınlar varmış
hep, adamlar köyde tarlalarda tahıllarla ve hayvanların kışlık samanlarını
toplamakla uğraşıyorlarmış. O yüzden yaylaya gelmiyorlarmış, gelseler bile
akşam traktörle gelip sabah traktörle köye dönüyorlarmış. Kadınlar genelde cana
yakın. Güneş doğuyor gölün üstüne.
Saat 8.00'de inekler geliyor, geceyi geçirdikleri dağlardan. İki bin ineğin
dağlardan toz çıkararak geldiğini görüyoruz. İki saattir otlayan dana, ilk önce
ağıra kapatılıyor, tüm evlerin önü hep inek, danalar tek tek ağırdan salınıyor,
dana diğer ineklere değil de doğrudan annesinin yanına gidiyor. İlk önce dana
emiyor biraz, annesinin memesini yumuşatmak için, sonra dananın ağzını
annesinin ayağına bağlıyorlar. İneği sağıp birazını yine danaya bırakıyorlar.
Etrafta, sütün alüminyum kovaya düştüğü sesler sarıyor. Cızıt cızıt cızıt,
kovalar dolunca kaymak ile sütü ayıran bir makineye döküyoruz. Bu makine
da nehre gibi çevirmeli, çevir anam çevir, bir kanaldan süt akıyor başka bir
kanaldan kaymak. İneklerin ve danaların birbirini yalamaları bitince, inekler
tekrar sürü halinde dağa çıkıyor, akşam üzeri dönmek üzere. Kapıların
önlerindeki inekler boşalıyor birden. Yaylayı sessizlik bürüyor. Biz de iş
bitince oltalarımızı alıp, koylara balığa gidiyoruz. Gölde kaz sürüleri yüzüyor,
bir çocuk kocaman kara bir balık tutmuştu biz yanına gittiğimizde, siftahıymış.
Biz de tutmaya çalışıyoruz, birkaç tane tuttuktan sonra oltaları birbirine
karıştırıyoruz, moralimiz bozuluyor. Çocuğun tuttuğu balığı satın alıyoruz,
oltaları tamir ettikten sonra tekrar balık tutmaya başlıyoruz, yirmiye yakın
balığımız oluyor, yaylaya dönüyoruz. Dönünce çok kötü oluyorum, güneş çok kötü
çarpmış beni. Keyfim bozuldu, akşam üzeri inekler geldi hiç keyfim yoktu, gün
battı hiç keyfim yoktu, yani akşam yaylada akşam telaşını yaşayamadım. Güneşin
batmasıyla hava soğudu, gece misafirler vardı bizi ziyarete gelmişler.
Sabah erkenden kalktık, traktör ile Çıldır'a döndük sabahın ayazı, yine
kalabalık, sandalyede oturanlar, manzarayı izleye izleye göl kenarından geldik.
At tırmığı ile toplanmış yeşil fiğ tepelerinin üzerinde martılar, sabah
güneşinde güneşleniyorlar. Her kupanın tepesinde bir martı. Yaylanın her şeyi
çok güzeldi, ama traktörle göl kenarındaki bu yolculuk bambaşkaydı. Çıldır'ın
girişinde iniyoruz, sabahın köründe çorba içecek bir yer buluyoruz.
Ardahan'a kalkacak otobüsü bekliyoruz bir süre, yolda yine ot toplama işleri
ile uğraşanlar... Yola derin bir vadiden akan Kura Nehri eşlik ediyor. Derin
bir vadi içinden akıyor, görmek mümkün değil. Ardahan'a girişte festival vardı,
bal festivaliymiş, en iyi balı seçiyorlarmış, kalabalıktı. Ardahan'a
geldiğimizde Artvin arabasını kaçırdığınızı öğreniyoruz, şoför bizi yetiştirmek
için bir hayli hızlı gelmişti oysaki. Ardahan'ın içinden geçiyor Kura Nehri, derin
bir vadiden gelip köprünün altından geçtikten sonra ovadan ilerliyor. Şavşat'ta
giden yola doğru yürüyoruz otostop çekmek için, Çıldır'dan beri birlikte
geldiğimiz bir emekli öğretmen de otostop çekiyor. Birlikte Şavşat yönüne giden
araçlara el ediyoruz.
Bir araç duruyor, üç öğretmen Kars'tan Batum'a gezmeye gidiyorlarmış, bizi de
alıyorlar, arabanın arkasına sıkışıyoruz, Şavşat'a kadar böyle idare edeceğiz.
Şavşat'a yaklaşırken Çam Geçidi'nden geçiyoruz, harika bir görüntü, dik dik
dağlar ve dağların üzerinde dik dik çamlar, dağların arasından dolana dolana
iniyoruz. Şavşat yolun altında kocaman apartmanlardan oluşuyor, betonlaşmış
yapı Karadeniz'in doğasına yakışmıyor. Şavşat'ta emekli öğretmen inince
rahatlıyoruz, yollar hep dolambaçlı ve bir taraf nehir. Artvin'e yakın
Çoruh Nehri ile birlikte gitmeye başlıyoruz. Çoruh
Nehri Bayburt'tan doğup Batum'dan Karadeniz'e dökülüyor, üzerine baraj
yapılmış. Çoruh Nehri üzerine, "Coşkun Çoruh" diye bir halk oyunu
vardır, Artvin yöresine ait. Ama Çoruh'un barajlardan dolayı coşkun akışı
kalmamış. Çoruh durmuş, durgun ve pis bir su olarak vadileri doldurmuş,
akmıyor, Munzur Nehri gibi. Moralimiz çok bozuluyor. Artvin dağların arasında,
yeşillik ama yüksek apartmanlardan oluşuyor. Borçka barajı Borçka'ya giderken.
Arkadaşlar Batum'a denize yetişecekler diye çok hızlı gidiyorlar, dağlar,
virajlar, barajlar... Nasıl yol aldığımızı anlamıyoruz. Betonarme yerleşim ve
barajlar moralimizi çok bozuyor. Hopa'ya giderken dağ köylerinden geçiyoruz,
çay tarlaları karşılıyor bizi. Hayatımda ilk defa çay tarlası görüyorum, eğimli
alanlara kurulmuş, taraça taraça gözüküyor çay tarlaları. Çay toplama zamanı
değildi, o yüzden çay bitkisinin arasında çay biçenleri göremedik. Hopa'yı da
sahil yolu öldürmüş, çift şeritli kocaman yollar. Artvin'e ve Hopa'ya tayin
istemişim. Ne Artvin'in şehir yerleşimi hoşuma gitti ne de Hopa ile Karadeniz
arasına giren duble yollar. Hopa'nın bir beldesi olan Kemalpaşa'da iniyoruz.
Karslı öğretmen arkadaşlar Batum'a devam ediyor.
Kemalpaşa sınıra yakın bir yerleşim, dükkanların ismi Gürcüce, işletmeciler
Gürcü kadınlar, acaba sınırı geçtik mi diye düşünüyorum. Kemalpaşa'da Halkevini
buluyoruz, üç günlük Halkevinin düzenlediği bir festival var, Su forumuna
katılıyoruz, Derelerin Kardeşliği Platformu, Karadeniz'de HES'lere karşı
mücadele ediyor. Doğu Karadeniz'in doğası HES'lerle mahvolmuş, gece konser var
ama konser alanı o kadar anlamsız bir genç kitle ile dolu ki, gençler çok fazla
kontrolsüz, gecenin sonunda gençler arasında saçma bir sebepten kavga çıkıyor.
Geceyi Hemşinli bir gencin evinde geçiriyoruz. İki Alman ve biz, bir sonraki
gün, Akdere köyündeki şelaleye çıkıyoruz. Karadenizli gençler, kızlı erkekli
şelalede yüzüyor, suyun döküldüğü yerden suya paralel atlıyorlar, bağırışlar
çığırışlar içinde şelalenin yukarısındaki köyleri dolaşıyoruz. Çayın dördüncü
hasadı, on gün sonra başlayacağı için köylüler çay tarlalarında değil. Toplanan
çayı eğimli araziden aşağıya indirmek için teleferik sistemi kurmuşlar. Çay
zamanı trafik çok yoğunmuş. Köyün muhtarının eşi balkona davet ediyor, armut
ikram ediyor, sisli dağlara karşı balkonda oturuyoruz. Yağmur çiseliyor.
Karadeniz'in meşhur havası; sis, pus, yağmur damlası... Sonbaharı ilk burada
hissediyorum, kurumuş yaprakların savrulduğu köy yolundan yürüye yürüye Akdere
köyüne iniyoruz tekrar. Gece köyde misafir olacağız, gece kalabalıklaşıyor
balkon, komşular akrabalar geliyor, muhabbet yaşadıkları coğrafya üzerinden
şekilleniyor; çay toplama işleri, ayılar, domuzlar... Çay toplamak için
hemşire, öğretmen Gürcüler geliyormuş. Çayın yevmiyesi 50 TL, kayısıya göre çok
iyi, kayısı 20 TL. Gürcülerin maaşı 120 Lariymiş, bu yüzden ekstra iş de
yapıyorlarmış. Çayın yaprakları makasla kesiliyor, kesilen yapraklar makasa
bağlı torbaya düşüyor, oradan büyük çuvallara boşaltılıyor, büyük çuvallarla
teleferik üzerinden yola indiriliyor. Çay toplama depolarına götürülüyor, çayın
günlük satışı var. Sabah erkenden kalkıyorum, ev halkı uyurken, sadece evin
babaannesi ekmek yapmak için kalkmış, beni köyde gezdiriyor, rehberlik yapıyor,
ilk defa kivinin bitkisini görüyorum, asma gibi çardağın üstüne tırmanmış.
Balkonda yapılan kahvaltıdan sonra, yürüyerek aşağıya inmeye başladık. Tek tek
Karadeniz evlerinin arasından çay bahçeleri, seyrede seyrede toprak yoldan dört
kilometrelik köy yolunu inip Kemalpaşa'ya varıyoruz.
|
Mor, Trenle; Sarı, Otostopla; Turuncu, Otobüsle Gittiğimiz; Yeşil, Gezdiğimizdir |
--------------------------------------------------------------------------
(1) Arguvan Havaları, http://www.aleviweb.com/forum/archive/index.php/t-15007.html, Erişim Tarihi: 22.04.2017