20 0cak 2018
Fas yolculuğuma başlamadan önce İran'dan arkadaşım Leila geldi Paltolu Konak'a... Kendisi ve sevgilisi ile yaz tatilinde İran'dan dönerken tanışmıştım. İranlı Leila yolcu etti beni Fas'a. İstanbul'a sömestr tatili başlangıcının yoğun hava trafiğinden dolayı bir saat gecikmeli indim. Yarın aynı saatte farklı rotalara uçacağımız Özgül&Sinan çiftinde bir gece kalıyorum. Birbirimize anlatacağımız o kadar çok yolculuk hikayesi var ki... ama bir yandan da uyumamız gerekiyor... muhabbeti yarıda kesip yatıyoruz. Sabah, Sabiha Gökçen Havaalanı inanılmaz kalabalık ve genelde gençler... sanırsın ki tüm gençler Avrupa'ya kaçıyor... Uzun kuyruklardan geçtik, onlar üç arkadaş İspanya, Portekiz uçuşu için farklı bir kapıya gitti, ben başka bir kapıya...
|
İranlı arkadaşım Gerze'den beni Fas'a uğurluyor |
|
İspanya ve Portekiz'e giden arkadaşlarımla, Sabiha Gökçen Havaalanı |
Karadeniz'in üstünden uçuyoruz, sonrası küçük köyler, karlı tarlalar, göller... Belçika'dan aktarma yapacağım, dört saat bekliyorum. Karla karışık yağmur yağıyor. Havaalanında kar yağışını izlerken bir bira içmek istiyorum en ucuzundan ama üç euro yani otuz TL. Belçika'nın kurşuni bulutlu, yağmurlu havasında, oldukça yerel atmosferli bir uçakla uçmaya hazırız. Bu uçuşta da şansıma cam kenarı geldi, uçak korkum için 5mg xanax da içince sakin sakin küçücük kalmış Dünya'yı seyrediyorum. İspanya'dan geçerken o kadar çok bölgede rüzgar gülü vardı ki... onlarca, yüzlerce rüzgar gülü... Cebelitarık Boğazı'ndan geçiş oldukça uzun sürüyor, bu kadar geniş olduğunu tahmin etmiyordum, boğazın üstünde küçücük kalmış gemiler...
|
Belçika'nın yağmurlu kış havasından Afrika kıtasına |
Rabat
Rabat'ta havaalanından iner inmez, beni Ay'ın ilk hali, hilal karşıladı, severim o zarifliği ve naifliği... Bir gün önce akşamüstü İranlı Leila ile Gerze'de barda otururken hilali görmüş ve çocukluğumdan beri hilali görünce dilek dileme alışkanlığımdan doğru, kaygısız bir Fas yolculuğu geçirmeyi dilemiştim, şimdi de havaalanına iner inmez karşıladı beni hilal... kendimi iyi hissettirdi...
|
Rabat havaalanı ve gökyüzünde küçük parlak bir nokta olarak hilal |
Şehir merkezine gitmek için otobüsün içinde yaklaşık bir saat bekledim, dondum, çantamda ne var ne yok çıkardım üst üste giydim. Ben ki bikini getirmiştim Atlas Okyanusu'nda denize girmek için. Bir saat bekledikten sonra Tarsus evleri gibi beyaz evlerin ve palmiyelerin arasından ilerleyerek şehre geldik. Youth Hostel'de karanlıkta bir iç avludan odama geçtim, kadın ve erkeklerin odaları ayrıydı. Kadınların odasında hiç kimse yok, sadece bir kadının iç odada kaldığını söyledi görevli. Yataklar çok pis gözüküyor, battaniyeler çarşafsız, benden önce kim bilir kaç kişinin üstüne örtündüğü battaniyeler. Çıktım, toprak kapta pişirilen geleneksel "tajin" yedim. Döndüğümde nasıl uyuyacağıma dair formüller bulmaya çalıştım, uyku tulumumu çıkardım, içine girdim, pisliğinden battaniyeyi tutup üstüme bile çekemedim. Kalıplaşmış kir kokusunun ortasında uyku tulumunda titreye titreye uyumaya çalıştım.
|
Fas'ın geleneksel yemeği Tajin'in vejetaryen versiyonu |
Sabah iç odada kalan kadın dışarı çıkarken sanki uzun süredir yalnız kalmışım gibi atladım hemen "good morning" diye. Sonra lavaboda karşılaştık. Tuvaletlerde ne tuvalet kağıdı ne de su vardı, sadece bir klozet. İç odada kalan Çinli genç kadından tuvalet kağıdı istedim, onun lavabo başında temizlik konusundaki rahatlığı beni şaşırttı. Hazırlanmış çıkıyordu, kahvaltıya gidiyormuş beni de çağırdı.
|
Kaldığım Youth Hostel |
|
Hostelin iç avlusu |
|
İç avludaki ağaçların güzelliği |
Birlikte sur kapısından geçip medinenin (eski şehir) dar sokaklarına girdik. Adı Pheobe, altı aydır yoldaymış. Çin'den Moskova'ya trenle gelmiş. Sibirya'yı gezmiş, iki aydır da Fas'ta geziyormuş, Fas'a dair birçok şeyi biliyordu, bana yolculuğumu kolaylaştıracak bir sürü ipucu verdi. Kahvaltıda birlikte omlet yeyip çaydanlıkta şeker katılmış nane çayı içtik.
|
Sisli bir sabah, Rabat'ın eski şehrine girmek için sur kapısına yöneliyoruz |
|
Kahvaltı için gelen bol şekerli nane çayı |
Pheope, Kraliyet Sarayı'nı gezmek istiyormuş, ben de ona katıldım. Medinenin sur kapısından çıkıp sur boyunca yürüyoruz; bir tarafımız sur, bir tarafımız beyaz evlerden oluşan modern şehir. Erkeklerin sur diplerine işediğini görüyorum. Sur dipleri metrelerce sidik kokuyor. O tropikal ağaçların kokusu ve güzelliğiyle sidik kokusu birbirine hiç gitmiyor, bir ara acayip midem bulanıyor.
|
Rabat'ın medinesini çevreleyen surlar |
|
Çiş kokan sur dipleri |
|
Kerpiç ve tuğladan örülme Rabat surları |
Umumi tuvalet yok, dolayısıyla insanlar sur diplerine, ağaç altlarına tuvaletlerini yapıyor. Hatta kadınların ağaç altında tuvaletini yaptığına ve kullandığı peçeteyi etrafa attığına tanıklık ediyorum. Dalga geçtiğim, anlamını kavrayamadığım 19 Kasım Dünya Tuvalet Günü'nün önemini şimdi bu tanıklık ile anlamış oluyorum. Bir çok kadın tuvalete erişemediği için kıyıda köşede tuvaletini yapmak zorunda olmasına hatta bazı ülkelerde kıyıda köşede tuvaletini yaparken kadınların, çocukların tecavüze uğramasına dikkat çekmek için bir farkındalık yaratma günü olduğunu kavrıyorum 19 Kasım Dünya Tuvalet Günü'nün...
Sarayı bulamadık ama modern şehrin merkezine gelmiş olduk. Bir kaç katlı beyaz evler, temiz sokaklar, pazar günü olması dolayısıyla kapalı dükkanlar...
|
Rabat'ın ferah, alçak evleri |
Pheobe de yürümeyi seviyordu, yürüdük kilometrelerce. Kraliyet Sarayı'nı bulmak için dolandık durduk sarayı bulduk ama giriş kapısını bulamadık. Onun yerine Roma Dönemi'nden kalma Chellah arkeolojik alanına geldik. Sonrasında eklenmiş Abu Yusuf Yaqup Cami'nin kalıntılarını, hamamları, forum alanlarını geziyoruz. Kalıntıların açıklamalarında Arapça ve Fransızca yazılı. Fransızca'yı İngilizce ile ortak olan sözcükleri üzerinden anlamaya çalışıyoruz.
|
Pheobe ile |
|
Chellah arkeolojik alanı |
|
Abu Yusuf Yaqup Cami ve diğer mekanların kalıntıları |
|
Abu Yusuf Yaqup Cami |
Leylekler bu coğrafyaya gelmiş. Ağaçların üzerine, caminin kalıntıları üzerine yuva yapmışlar, gagalarıyla çıkardıkları tak tak sesleri ve hareketleri eşliğinde harika bir tarihi alan gezisi deneyimliyoruz. Etrafta ilginç kaktüsler, bambu ağaçları...
|
Surlarda |
|
Cami kalıntısında, o ayağın ve gaganın duruşu, o sakallar... |
|
Ağaçlarda leylek yuvaları... |
Hassan Kulesi'ne oradan şehri, Sale ve Rabat olarak bölen Bou Regreg Nehri'nin kıyısına yürüyoruz. Nehrin ovada salınımını izliyoruz bir süre. Bou Regreg Nehri'nin Atlas Okyanusu'na döküldüğü yerde surların çevrelediği 12. yüzyıla ait en eski yerleşimlerden Udaya Kasbah'ın okyanus fonunda görüntüsü büyülüyor. Nehrin kıyısına inmek için yöneldiğimiz merdivenlere sıçılmıştı, yolumuzu değiştirmek zorunda kaldık. İnsanların erişebileceği tuvaletlerin olmaması karşımıza koku olarak her yerde çıkıyordu.
|
Hassan Kulesi |
|
Hassan Kulesi'nden bir süsleme örneği |
|
Bou Regreg Nehri'nin ovada salınımı |
Etrafta çok fazla kedi var; üşüyen, hasta, aç, pis... Kedilerle dolu bir kent. Sokak tezgahından koca bakır kazanlarda kaynatılan salyangozlardan yedik, Pheobe'nin önerisiyle... Salyangozu kürdan ile kabuğundan çıkarıp sadece tadına baktım. Ama seramik kaba doldurulan çorbasından içtim. Pislik konusunda kendimi aştım, küçük seramik kaplarda çorbasını içiyorsun, satıcı kullandığın kabı su dolu bir tencerenin içine daldırıp çıkarıyor, başka birine çorba doldurmak için tezgaha koyuyor. Yani seramik kap ağızdan ağza...
|
Salyangoz çorbası |
|
Seramik kaplarda salyangoz ve çorbası, öylece kafaya dikiyorsun |
Nehrin kıyısında bir hayli zaman geçiriyoruz. Karşı kıyıda beyaz modern evleri ile Sale... Sale'den Rabat'a ulaşımı sağlayan tekne hareketliliği... Erkeklerin uzun, şapkalı paltoları, bu paltoların adı jillaba... Renkli teknelerin nehre rengarenk yansıması... Balıkçılar ağ onarımında... Kediler balık bekleyişinde... Nehir bir kaç adım sonra okyanusa kavuşacak olmanın dinginliğinde...
|
Karşı kıyı Sale, bu kıyı Rabat |
|
Bou Regreg Nehri'nin Atlas Okyanusu'na döküldüğü yer |
|
Okyanus dalgalarına karşı dalgakıranlar |
|
Bou Regreg Nehri'nde rengarenk tekneler ve ağ onaran balıkçılar |
|
Teknelerin rengi gibi nehrin rengi |
|
Erkeklerin uzun, şapkalı kışlık paltosu; jillaba |
|
12. yy'a ait Udaya Kasbah fonunda nehrin hareketliliği |
|
İlk yerleşim Udaya Kasbah, 12.yy |
Nehrin kıyısındaki hareketliliğe ve bu hareketlilikteki kültürün keşfine doyamıyorum. Pheobe ile yönümüzü medineye çeviriyoruz. Yokuşu tırmanıp eski evlerden çıkarılmış kapı ve pencerelerin satıldığı antikacı dükkanlarında oyalanıyoruz. Kapılar ve pencereler, çiçekler ve geometrik şekiller ile süslü... Daracık sokaklarda yürüyoruz. İnsanların dolaştığı bir ana caddede yemek yemek için oturuyoruz. Deri işçiliğinin ve ahşap süslemeciliğinin sosyo-ekonomik yaşamda önemli olduğunu görüyorum, gezdiğimiz dükkanlarda.
|
Fas kültürüne ait çizimlerle süslü ahşap kapılar |
|
Geometrik şekiller ile süslü kapılar |
|
Rabat medenesinin (eski şehir) sokakları |
|
Medinede hüzmenin altında yaşam |
Atlas Okyanusu kıyısında gün batımına yetişiyoruz, balık tutanlar gün batımını seyredenler, dalgalar köpük köpük ve hayli büyük. Okyanus boyunca, deniz feneri boyunca yürüyoruz. İran'a göre oldukça rahat bir ülke. Krallık ile yönetiliyor, parlamentosu da var ve laik bir ülke. Okyanus kıyısında gün batımı ışığında öpüşen sevgilileri görüyorum. İran'da kuytu köşede, sevgilinle bu şekilde yalnız kalamazsın, ahlak polisi her an yakanda çünkü.
|
Atlas Okyanusu'nda gün batımı hareketliliği |
|
Güne Atlas Okyanusu kıyısından veda etmek |
Medinede akşam pazarını dolaşıyoruz. Sokaklar kalabalık, sokaklarda seyyar satıcılar... Oldukça karışık gözüküyor etraf, karışık ve ilginç. Limonlu şeker kamışı suyu içiyorum hayatımda ilk defa ve çok seviyorum.
|
Rabat'ın gece pazarı |
|
İnanılmaz güzel bir lezzette kepekli ekmekleri |
|
Pazarda satılan şeker kamışı suyu |
Sabah erken kalkıp Pheobe ile Udaya Kasbah'a gidiyoruz, Rabat'ın 12. yy'daki ilk yerleşimi. Maviye boyalı evler, daracık sokaklar kediler... kediler ile meşhur bir kent... üşüyen kediler, kapıların önünde bekleyen aç kediler... renkler ve çiçekler arasında daracık sokaklarda büyüleniyorum.
|
Kapının açılmasını bekleyen bir kedi |
|
Renkler ve çiçekler |
Surların merdivenlerinden okyanus kenarına iniyoruz. Okyanusun kumsalı ayna gibi... Bulutların, martıların, insanların yansımaları... Ayakkabılarımı çıkarıp suda yürüyorum, inanılmaz soğuk, ben ki bikinimi getirmiştim yüzmek için.
|
Udaya Kasbah'ın surları |
|
Atlas Okyanusu kıyısı |
|
Atlas Okyanusu'nda bir çift martı |
|
Atlas Okyanusu kıyısında ben, gölgem ve yansımam, trigonal bir varoluş biçimi |
Udaya Kasbah'ın içinde gezerken seramik kapların süslemelerine, evlerin seramik süslemelerine, evlerin ahşap kapılarının süslemelerine bayılıyorum. El emeği, estetik, yaşanmışlık, anlam, modernizme ve fabrikasyona direniş beni sarmalıyor. Fabrikasyon eskidikçe değer kaybederken, el ürünü eskidikçe değer kazanıyor.
|
Bekleyiş |
|
El emeğinin eskidikçe derinleşen anlamı |
|
Kim bilir hangi ustanın elinden, hayalinden, yüreğinden |
|
Kapıyı çalmaya kıyamazsın |
Öğleden sonra Pheobe, okyanus kıyısındaki Ashila adlı balıkçı kasabasına gidiyor, hostelde vedalaşıyoruz. O gidince kendimi yalnız hissediyorum, bir günlük paylaşımımızda iki aylık deneyiminden süzülen bilgileri benimle paylaşmış, birçok yemeği onun cesaretlendirmesiyle tatmış, Fas'ın atmosferine uyum sağlamış, temizlik takıntımı aşmış hatta battaniyeyi uyku tulumumun üstüne çekmiştim. Sokak yemeklerini sevmiştim, hızlı bir başlangıç oldu benim için. Birkaç saat sonra ben de ayrılıyorum hostelden mavi şehre gitmek için.
Chefchaouen- Şavşavan
Yolculuk boyunca tanımadığım bir ağaç türünden oluşan ormandan geçiyoruz. Etraf yeşillik, tarlalar sulu... Mola verdiğimiz yerde etin pişen dumanı altında duruyoruz. Et, çok fazla yaygın, nedense o an et yemenin düşünsel olarak özensizlik olduğunu düşünüyorum. Bir sandviç yaptırıp içine patates, yumurta, peynir, zeytin koyduruyorum. Et kokusunun yoğun dumanı altında vejetaryen sandviçimi yiyorum.
Yollar köy yolu, karanlık çöktükten sonra giriyoruz şehre. Medinede Kasbah Meydanında Couchsurfing'ten beni ağırlayacak olan Adam ile buluşup nane çayı içiyoruz. Büyük su bardağında gelen, içi nane ve şeker dolu bir çay.
Adam, 24 yaşında fizik öğretmeni olmak için atama bekliyor. Kuantum fiziği, sufizm ve yogayı birleştirdiğimiz bir muhabbet kuruyoruz ama hava o kadar soğuk ki dışarıda oturmaya daha fazla dayanamıyoruz. Kasbah Meydanındaki cafeden kalkıp daracık sokaklardan eve yürüyoruz. Şavşavan'ın medinesi Mardin'e benziyor, sadece şehir boydan boya maviye batırılmış ve çıkarılmış. Daracık sokaklar, tırmanışlı ve inişli merdivenler...
|
Mavi kentin duvarlarında çizimler... Tajin, seramik kapta dumanı üstünde servis edilen |
Mavi bir kapıdan binaya giriyoruz, yatay ve dikey ilerleyen labirent gibi bir yapı. Adam'ın evi en üst kat, ailesi ile yaşıyor. Evin salon duvarları yarıya kadar mozaik döşenmiş, oda çok güzel görünüyor. Evde ısıtma yok ve ayakkabı ile dolaşılıyor. Battaniyenin altına girip ısınmaya ve uyumaya çalışıyorum, yarın nasıl bir maviye kalkacağımı bilmiyorum.
|
Seramik zemin ve duvarlar ne kadar güzel görünüyor |
Sabah uyanır uyanmaz şehri izlemek için kendimi terasa atıyorum. Teras, tam yaz için yıldızların altında sedirde uyumalık... Mavi şehrin üzerine sabah güneşi vuruyor. Mardin gibi bir dağın eteğine kurulmuş, bakınca evlerin teraslarını taraça taraça görebiliyorsun.
|
Yazın uyumalık bir teras |
|
Sırtını dağlara yaslamış Şavşavan |
|
Maviye açılan pencere |
Kahvaltı yapmak için dışarı çıkıyoruz, bol şekerli nane çayı ve acı zeytinler aklımda kalıyor. Ben şehri gezmek için ayrılıyorum Adam'dan. Her yer mavi, evlerin ve sokakların formu olmasa sanırsın ki sonsuz deniz, sonsuz gökyüzü... Kediler maviye ne güzel de yakışmış... kapı önlerinde bekleyen aç bi aç kediler...
|
Mavide yüzen iki kediyi bulunuz |
|
Fas ve kedi, kapı önleri ve kediler |
|
O kapı bir açılsa... |
|
Çeşme başları ve kediler |
Çeşmeler, çeşmeleri süsleyen renkli motifler çeşme başlarındaki renkli çizimler... şapkalı, uzun kışlık jillabalarıyla erkekler... kadınlar da kenarları süslü fötr şapkalarıyla mavi fonda günlük telaşlarında...
|
Çeşme süslemeleri ve ara sokaklarda hüzmeler |
|
Şehirde keçilerini dolaştıran bir adam |
|
Kadınların geleneksel şapkaları |
Dar sokaklarda kayboluyorum, hediyelik eşya dükkanları ile rengarenk etraf... Halılar, kilimler, ev yapımı sabunlar, deri işleri, örgü işleri... taze taze, evini maviye boyayan bir teyze... ama insanlar fotoğraf çektirmekten oldukça rahatsız. Fotoğraf çekmeye doyamıyorum, dar sokaklardaki hüzme ve abbaralar da mimari ve maviye farklı bir boyut katıyor.
|
Sepettekiler banyo lifi, artık iplerden örme rengarenk |
|
Toz boyalar, en büyük çuval maviye ait |
|
Bir teyzem evinin boyasını tazeliyor |
|
Abbara; mimaride bayıldığım, sokak üstü ev |
Şehir 1400'lü yıllarda kurulmuş, Yahudiler'in yaşadığı bir şehirmiş. Yahudiler maviye boyamış, sonra Müslüman çoğunluk yaşamaya başlamış, Müslümanlar beyaza boyamış ama beyaz çok yosun tutuyor diye maviye çevirmişler. Çiçekler, etrafta renkli desenler, pencereler, kapılar, güneşlenen kediler ve mavi, mavi, mavi...
|
Mavi, kedi, çiçek, seramik süslemeler... |
|
Kaybolmanın gizeme dönüştüğü sokaklar |
|
Seramik süsleme çok yaygın |
|
Işık ve gölge oyunları |
|
Yaşadığın eve giden böylesine güzel bir yol... Hayal etmesi bile güzel... |
Şehrin kenarından geçen dereye, oradan devasa dikenli incirlerin arasından kısa bir hiking ile İspanyol Camii'ne ulaşıyorum. Dağın tepesinde sırtımı duvara yaslayıp güneşleniyorum. Etrafta İspanyolca, İtalyanca, Fransızca, Arapça konuşuluyor. Gün batımını bekliyor herkes... Güneş, dağların arkasından batarken karşı dağın eteklerindeki mavi evlerin yüzü, loş bir sarıya boyanıyor. Fonda gençlerin çaldığı gitar ezgileri... birbirine karışmış diller, birbirine karışmış ırklar... Araplar, Berberiler, Siyahiler, İspanyollar ve gezginler... zamanı ve mekanı farklı ezgilerle kucaklamak gezme sebeplerinden bir tanesi...
|
Karşı dağdan Şavşavan |
|
Gün batımı ışığında Şavşavan |
|
Dağlarla çevrili Şavşavan |
Güneş gidince hava da soğuyor ben de bir sandviç yeyip Kasbah Meydanına gidiyorum, bir cafede oturup nane çayı içiyorum belki ısınırım umuduyla, hava oldukça soğuk, Adams gelip beni eve götürüyor, evi bulmam imkansız. Erkenden uyuyorum, soğukta oturmak pek mümkün değil zaten.
Sabah terastan maviye tekrar merhaba. Öğleden sonra yolcuyum, mavi şehrin keyfini çıkarmak istiyorum, Kasbah Meydanında toprak kapta pişirilmiş fasulye çorbası ile kahvaltı... şehrin tüm sokaklarını tekrar tekrar dolaşıyorum ama gezdikçe gezmek istiyorum.
|
Adams'ın aile evi... ayrılıyorum artık bu şehirden |
|
Şehrin tüm sokaklarında fotoğraf çektirmek istiyorum |
|
Maviye her şey yakışıyor |
Çıktığım bir meydanda güneşe yüzümü verip ısınıyorum, kediler geliyor yamacıma, birlikte güneşleniyoruz. Bazı sokaklarda merdivenleri tırmanıyorum, bazılarında iniyorum. Bir sokakta hamam çıkıyor karşıma 1549 yılından kalma. Sokak aralarındaki fırından tatlılar alıyorum, oturup bir banka sokakta oynayan çocukları izliyorum. Girdiğim bir sokakta Berberi harfleri ve kilim desenleriyle süslenmiş bir duvarın önünde çektirdiğim fotoğraf karem mavi şehre dair son anım oluyor.
|
Şehirde küçük bir meydan |
|
Güneşe karşı cafeler |
|
Kediler ile güneşleniyoruz |
|
Maviden nasibini alan hamam |
|
Bu güzel şehre, bu güzel kare ile veda ediyorum |
Otobüs soğuk, yollar dolambaçlı, tekerleğin üstünde koltuğum, midem bulanıyor yol boyu. Etrafta devasa kaktüsler, saman taşıyan traktörler, saman indirenler... molada tek yiyeceğin et olması... insanlar yoğun duman ve koku altında köfte yiyor... aç kalıyorum. Daracık, karanlık köy yollarından yeni bir şehir...
Fes
Batha Meydanında Couchsurfing'den hostum Shanon karşılayacak beni. Bir kahveye oturuyorum meydanda, nane çayımı söylüyorum, küçük bir çaydanlıkta geliyor, derken Shanon da geliyor. Konuşkan, güler yüzlü... Amerikalı'mıymış, New York'un monoton yaşamından sıkılmış ve Fes'e yerleşmiş. İngilizce öğretip film kulübü yönetiyormuş. Amerikan İngilizcesi ile konuştuğu için anlamakta zorluk çekiyorum, çayımızı içtikten sonra kalkıyoruz. Medine içinde yaşadığını söylemişti, daracık sokaklardan eve yürüyoruz. Bakkala, peynirciye, kuru yemişçiye herkese selam veriyor. Daracık sokaklara girdiğimizde köşe başlarını gençler tutmuş, kümelenmiş halde muhabbet ediyorlar. Onlarla da selamlaşıyor, şakalaşıyor ve geçiyoruz. Ben oldukça tedirginim.
Fes'te dokuz bin tane dar sokağın, labirent gibi bir mimari özellik gösterdiğini biliyorum, köşe başlarını çetevari gençlerin tuttuğunu, haşhaş içtiklerini de biliyorum. Bu bildiklerimden dolayı da inanılmaz tedirginim ama Shanon çok rahat. Dar bir sokaktan Shanon'un anahtarla açtığı bir kapıdan içeri giriyoruz, ışık açıldığında girdiğim yerin bir yapının iç avlusu falan olduğunu düşünüyorum, oysa orası Shanon'ın kaldığı evin salonuymuş. Gördüklerime inanamıyorum, mozaik her yer, taş oyma, ahşap oyma, odaların devasa ahşap kapıları salona açılan... salon da çatıya kadar uzanıyor ve çatıdan ışık alan bir mimari. Odaların pencereleri yok, oda kapı ve pencereleri salona açılıyor, salon da gökyüzüne... Bana ayrılan oda müthiş; sedir, ahşap komodin, kilim ve geniş bir yatak.
Mutfağa geçiyoruz, birbirimizi tanımaya çalışıyoruz. Shanon da çocuk sahibi olmak istemiyor, anlam da veremiyor annelik duygusuna. Yaşamı her gün tekdüze yaşayan insanların bunu nasıl başardığını, tekdüze bir yaşamdan nasıl sıkılmadıklarını soruyor. Benim de çocukluğundan beri sorduğum en temel soru bu; tekdüze bir yaşam ve o tekdüze yaşamın içinde ölümü beklemek. New York'u tekdüze bulmak ve Fas'a kaçmak. Fes'te mahalle ilişkileri kurmak, gülümseyerek insanların gününü paylaşmak. Yaşama dair düşüncelerimizi paylaştıkça bir çok ortak nokta buluyoruz kendimize dair.
Evin büyüsü karşısında şaşkınlığım bir türlü geçmiyor, bana ayrılan odanın dekorasyonu... yere serilmiş kilim, büyük seramik vazolar... gece uyandıkça gözlerimi açmaya korkuyorum her defasında, bu mimarinin büyüsü karşısında aklım karışıyor çünkü. "Kimim ben?" ve "Neredeyim?" diye sordurtan cinsten bir akıl karışıklığı.
Sabah uyandığımda şaşkınlığımın geçmesi bir yana gün ışığıyla konağı görmenin büyüsü daha da sardı beni... 1346 yılında yapılmış. 700 yıllık bir tarihe uyanmak, yeni bir güne bu yapıda başlamak... Alt kattaki iki odanın devasa ahşap kapıları ve pencereleri salona açılıyor, üst kattaki odaların pencereleri de gökyüzüne uzanan salon boşluğuna... Güneş buradan geriyor tüm eve.
|
Bana ayrılan oda ve üst katın pencereleri |
|
Ahşap ve taş oyma, seramik süslemeleriyle 700 yıllık tarihi yapı |
|
1346 yapımı |
|
Ahşap ve taş oymanın büyüsü |
|
Seramik, taş oyma ve ahşap oyma şeklinde zeminden başlayan bir süsleme biçimi |
|
Salonun gökyüzüne açılan penceresi |
Sabah Shanon ile dışarı çıkıyoruz, o spora gidiyor. Ben de Sinema Cafe'de kahvaltı yapıyorum. Ana caddeleri gezebiliyorum sadece, dokuz bin dar sokaktan birine girip de kaybolmaktan korkuyorum. Medinaya açılan kapılardan en ünlüsü mavi çini ile süslenmiş Mavi Kapı'ya çıkıyorum. Hemen dibinde El Bali Çarşısı başlıyor. Sebzesinden etine, giyiminden sakatat çeşitlerine, tatlısına kadar her şey iç içe, yan yana satılıyor, çarşı inanılmaz karışık geliyor bana.
|
Medinaya açılan 14 sur kapısından biri; Bab Boujloud (Mavi Kapı) |
|
El Bali Çarşısı'ndan görüntüler |
|
Hasır sepetlerin güzelliğine... |
|
Kerpiç sıvanın samimiyetine... |
|
Medinaya açılan başka bir kemerli kapı |
|
Bu da bir başkası |
Pazarda gezerken tesadüfen Ebu İnaniye Medresesi'ni görüyorum. Mimari, seramik zemin ve duvarların bir metrelik kısmı mermer ile kaplanmış, sonrası ahşap, taş, mermer oyması harika bir işçilik ile süslenmiş. Kapılar kocaman ve ahşap oymacılığı ile yapılmış. Shanon'un evi ile medrese mimarisi birbirine benziyor.
|
Ebu İnaniye Medresesi giriş kapısı |
|
Birkaç meraklı, medreseyi geziyoruz |
|
Seramik, taş ve ahşap oyma |
|
Medresenin ahşap oyma kapıları |
|
Taş süslemeler |
|
Tarifin anlamsız kaldığı yapılar |
Eve geri dönüyorum, evin büyüsünden cüzdanımı almayı unutmuşum, neyse ki o geleneksel Fas evinin anahtarı var cebimde. Dar sokakları karıştırma ihtimalime karşı her döneceğim sokağın fotoğrafını çekmiştim. Shanon, Amerikalı arkadaşı Rebecca ile kahvaltı yapıyor. Ben de onlara katılıyorum. Herkes kendi yaşam öyküsünden bahsediyor. Rebecca da Amerikalı, Faslı bir adamla evlenmiş, eşi bir tur rehberiymiş, başlangıçta her şey çok romantikmiş, evlendikten sonra eşi, Rebecca ile plan yapmayıp daha çok kahvede takılıyormuş, yemek yapmasını, bir ev kadını olmasını istiyormuş. Yani bizim kültürden de bildiğimiz klasik ataerkil anlayışın evliliğe ve kadına bakışı. Buna dayanamayan Rebecca ayrılmayı tercih ediyor. Rebecca da Shanon da özel bir okulda İngilizce öğretmeni.
Mutfak muhabbetini bitirip evin çatısına çıkıyoruz. Eski başkente bir de çatıdan bakıyoruz. Medinada Mardin görüntüsü var, bu görüntünün ruhuyla kadının varoluşsal deneyimlerini paylaşmanın, ortaklaşmanın keyfini yaşıyoruz.
|
Fes'in çatıdan görüntüsü |
|
Ve yaşama dair aynı kaygıları paylaşan üç kadın |
|
Amerika'dan sıkılıp Fes'e kaçmış iki kadın |
Shanon ile dışarı çıkıp deri tabakhanesini geziyoruz. Deri eşyaların satıldığı üç katlı bir dükkanın içinden geçip bir terasa çıkıyoruz. O dükkana girişte deri işlere duyduğum hayranlık, dükkandan çıkarken "bir daha asla deri eşya kullanmamalıyım" kararına dönüşüyor. Bu kısacık süreçte nelere tanıklık etmiştim de bu kararı almıştım?
|
Terasa çıkarken gördüğüm ve beğendiğim deri işleri |
|
Birbirinden güzel çantalar ve minderler |
Deri tabakhaneleri 14. yy'dan beri faaliyetteymiş. Tabakhanelerde koyun, inek, keçi, deve gibi hayvanların derisi işleniyormuş. Tabakhaneye gelen deriler önce inek sidiği ile yıkanıyor, ardından güvercin pisliğindeki amonyakla yumuşatılıyormuş. Deri boyamada turuncu için kına, mavi için kobalt, siyah için maskara, sarı için safran kullanılıyormuş.Terastan farklı renk boyaların olduğu havuzları, bu havuzlara derileri batırıp çıkaran işçileri, kurusun diye asılmış hayvan derilerini görüyorum ve ortamda dayanılmayacak derecede ağır bir kokuya maruz kalıyorum. Özellikle bedeni çekip alınmış hayvan derilerinin asılmış hali beni çok sarsıyor. Benim süsüm, keyfim için öldürülürken acı çekmiş hayvanları hayal ediyorum ve bunu kabul edemiyorum. Shanon da vejetaryen ve o da aynı şeyi düşünüyor.
|
Deri boyama havuzları |
|
İşçiler derileri boyuyor |
|
İçinden canı ve bedeni çekilmiş yüzlerce deri |
|
Boyananlar ve boyanacaklar |
|
Asılmış deriler |
Argan yağı ürünleri yapan bir atölyeye gidiyoruz. Argan meyvesinin nasıl işlendiğini, meyve kabuğunun nasıl kırıldığını, çekirdeğinin taş değirmende elle nasıl öğütüldüğünü ve yağının çıkarıldığını görüyoruz.
|
Argan yağı atölyesi |
Shanon İngilizce öğrettiği merkeze gidiyor, ben ağaç işlerinin sergilendiği Nejjarine Ahşap Sanatları Müzesinde dolaşıyorum. Oyma, süsleme, boyama, tarihi eşyalarla dolu bir müze. Shanon'un evindeki salon süslemesi devesa taglar bu müzede de sergileniyor. Bu müzenin de teras katından eski başkent Fes'i, başka bir açıyla izliyorum, aklımda yine Mardin.
|
Eski başkenti kuşatan Fes kalesi |
|
Mardin'e göre daha eski görünüyor |
|
Dağın taşın sarı rengi evlerde... |
|
Evler dip dibe, birbirinin devamı niteliğinde |
|
Bu doğallığa çanak antenler hiç gitmiyor |
|
Şu görüntünün kargaşası ve bir o kadar insana dair sıcaklığı |
Nejjarine Meydanında bir antikacıya giriyorum, Fas mimarisinin en güzel bölümlerinden ahşap taglar satılıyor ve antikacı bu tagların çok pahalı olduğunu söylüyor. Yıkılan evlerden topluyorlarmış, sıcaklık farkı evlerin en büyük düşmanıymış. Antikacıda aynalar, kapılar süslemeli...
|
Najjarine Meydanı, çeşmelerin ve kapıların güzelliği |
|
Müzede yıkılan evlerden çıkarılmış ve satılan bir kapı |
Oradan Molla İdris Türbesi'ne gidiyorum, sadece Müslümanların girebildiği bir yer. Kapıdaki görevli salavat getirmemi istiyor, Müslüman olup olmadığımı anlamak için. Mimari ve İslami atmosferi koklamak için salavat getiriyorum, en son ne zaman salavat getirdiğimi hatırlamıyorum. Mimari yine seramik süslemeli, bir iç avludan oluşuyor.
|
İdris Molla Camii ve Türbesi, Müslüman olduğunu anlamaya çalışan imamlar |
|
İç avlu seramik zemin ile yine büyüleyici |
|
Bir şaheserin önünde öylesine sıradan bir gün |
Dar sokaklara dalmaya korkuyorum, o yüzden oldukça kontrollü hareket ediyorum. Dükkanları geziyorum, insan profilleri ilginç, dükkanda haşhaş içen bir satıcı, belli bir fiyat söylemek yok. "Sen kaç lira verirsin?" diye başlıyor pazarlık, bundan sonrası senin iletişim becerine kalmış. Shanon'un gösterdiği ana caddede turluyorum, sokak, el işleri ile dolu. Seramiklere, ahşap işlerine, elbiselere bakıyorum. İnanılmaz estetik işler var.
|
Hala kullanılan ev kapısı |
|
Yine yaşamın içinden bir kapı |
Yiyecek pazarında işler daha karışık, her şey iç içe ve düzensizliğin ve pisliğin içinde.
|
Dilenciler de çok yaygın |
|
Sokakta sandviç tezgahı, inanılmaz lezzetli |
Foucault'yu hatırlıyorum sürekli. Modern iktidarların akıl hastanelerini, tımarhaneleri, hapishaneleri kurarak nasıl steril bir toplum yarattığını anlatıyor. Modern toplumlarda olan "Norm(al)"un dışındakilerin bir yerlere kapatılıp tek tip bir toplum dizaynı Fas'ta yok. Engellisi, dilencisi, çirkini, yoksulu, bir uzvu olmayanı, hastası, suçlusu, delisi, uyuşturucu kullananı, hepsi aynı toplumun içinde. Dolayısıyla steril bir toplum algısı ile yetiştirilmiş bizler için, fazlasıyla akıl sınırlarını zorluyor bu temizlik ve insan profilleri görüntüsü.
Sanat ve zanaatın estetiğini belirleyen düzen ve ritm, günlük yaşamın hiçbir alanında yok. Özellikle Medine'nin on dört kapısından bir tanesinin önündeki pazar... Sur diblerinde gençler, ellerinde montlar, önlerinde ayakkabılar... başka bir meydanda çılgın bir ikinci el pazarı... başka büyük bir meydanda insanlar basamaklara oturmuş, insan profilleri ve kargaşa çok anlaşılacak gibi değil. Hava kararmadan eve dönmek istiyorum, köşe başlarını tutmuş, haşhaş içen gençler ile karşılaşmamak için. Genç erkek nüfusu inanılmaz fazla ve grup grup takılıyorlar.
|
İnsanların zaman geçirdiği meydanlar |
|
Shanon'un evine giden ara sokaklar |
Eve geliyorum, bu Fas mimarisinin güzelliği karşısında şaşkınım hala, küçük bir yoga seansı ile içinde bulunduğum an... 700 yıllık bir tarih... evin ruhu... çok iyi geliyor... çok iyi hissediyorum...
|
Bu güzel mimarinin ortasında yoga yapmanın huzurunu hissediyorum |
Odamdayım, mekanın keyfini çıkarmaya çalışıyorum kat kat battaniyelerin altında, yazmaya çalışıyorum ama bu şekilde oturmak çok mümkün görünmüyor. Soğuktan erkenden uyuyorum. Gece karın ağrısı ve mide bulantısı ile uyanıyorum ya yediklerim ya da soğuk beni bu hale getirdi. Birkaç saat normale dönmek için uğraşıyorum, bu arada Shanon yeni bir gezgin ile geliyor, İtalyan genç bir erkek, hastalığım ile uğraşırken çok ilgilenemiyorum onlarla. İtalyan arkadaş da evin güzelliğinin şaşkınlığını yaşıyordu, selam verirken ben onlara.
Sabah kahvaltıda hep birlikteyiz, İtalyan arkadaş 21'inde, lise ve üniversiteye gitmeye karşı çıkmış, ara ara çalışıp geziyormuş. Bir gün önce tanıştığımız Rebecca da geldi kahvaltıya ve çöl yolculuğumda bana dahil olmak istediğini söyledi. Rebecca ile dolaşmaya çıkıyoruz medinede, ilk önce onun evine uğruyoruz. O da geleneksel bir konağın bir odasından yaşıyor. Terası harika...
|
Rebecca'nın terasından Fes... |
|
Sarı bir kentin üstünü kaplayan mavi bir gökyüzü |
|
Rebacca'nın bir odasında kaldığı konak |
|
Kız kardeş sıcaklığındaki Rebecca |
Sonrasında birlikte medinenin sokaklarında dolaşıyoruz, dünyanın en eski üniversitelerinden 859 yılında Fatma El- Fihri tarafından kurulan, yani kurucusu bir kadın olan, Karaviyyin Üniversitesine gitmeye çalışıyoruz ama Rebecca bile yıllardır burada yaşamasına rağmen daracık sokaklarda kayboluyoruz.
|
Sokaklarında kaybolduğumuz Fes medinesi |
|
Daracık sokaklarda böyle sürprizler de çıkabiliyor karşınıza |
Herkes bize yardım etme derdinde, çünkü bu daracık sokaklarda yön bulmak ciddi bir bilgi ve bu bilgi para karşılığında paylaşılıyor, özellikle çocuklar bunu iş edinmiş. Karaviyyin Üniversitesini bulamıyoruz, labirent gibi her yer ama üniversitesinin kütüphanesine çıkıyor yolumuz. Harika, bin yılı geçkin bir kütüphane atmosferi... insan bu atmosferi koklasa bir süre, ortamdaki bilgi kendiliğinden gelir sarmalar zihni...
|
Karaviyyin Üniversitesi Kütüphanesi |
|
Ahşap, seramik ve taşın güzelliği |
Rebecca ile ayrılıyoruz, ben de sokaklarda fazla dallanıp budaklanmadan bildiğim Cinema Cafe'ye gidiyorum, burası ısındığım, dinlendiğim, yeyip içtiğim, gezme planı yaptığım bir mekan oluyor.
Bir ara hamama gidiyorum, Fas'ta iki hafta kalacağım diye iki kat kıyafetle geldim buraya, soğuktan da ne var yok hepsini üst üste giydim, geceleri de inanılmaz soğuk, evlerde ısınma yok, kat kat battaniyelerin altında kat kat kıyafetlerle bir kalıp halinde bir haftadır yatıp kalkıyorum. "Hamam belki bedenimin nefes alması için fırsat olur" diye düşünüyorum ama 250 dirhemmiş. Hamamı gezdirmek istiyorlar, yoğun buhar arasında bir sürü kadın ve çocuğun çıplak bedeni... yoğun dumandan mı yoksa o kadar çıplak bedeni bir arada görmekten mi bilmiyorum, fena halde daral geliyor ve hemen kendimi dışarı atmak istiyorum. Sonradan Rebecca'dan öğreniyorum ki kışı kat kat kıyafetlerle, kat kat battaniyelerin altında geçiren ve ısınmak, kıyafetlerini değiştirmek için hamama giden bir toplummuş Fas. Pazarların içine, sur kapılarına, sur diplerindeki satıcılara, etrafa çiş yapan insanlara bakıyorum.
|
Gün batımında loş ışık altında sur dipleri |
|
Sur dibinde bir yalnızlık |
İtalyan Georgio mesaj atıyor, yolunu kaybetmiş, benden yardım istiyor. Bir şekilde buluşup Karaviyyin Üniversitesini aramaya gidiyoruz. Karaviyyin Üniversitesini bulduğumuzda bu medreseyi Müslüman olmak gerektiğini öğreniyoruz, Georgio'ya hızlandırılmış bir salavat kursu ile onu, Müslümanlığı yeni kabul etmiş biri olarak tanıtıyoruz. Erkek ve kadınların giriş yerleri birbirinden farklı. İçerisi bir cami atmosferi, bizim coğrafyamızdaki medreselerde olduğu gibi küçük eğitim odalarını göremiyorum. Sadece iç avluyu görüyoruz, müthiş seramik süslemeler.. büyülüyor...
|
Karaviyyin Üniversitesi, 859 yılında bir kadın tarafından kurulmuş |
|
İç avlu yine büyüleyici |
Çıkışta yolumuzu bulamıyoruz ve bir çocuğa avlanıyoruz, argan yağı üretim atölyesine götürüyor bizi çocuk, üretim sürecini baştan öğreniyoruz, atölyenin güzelliği bir kadın dayanışması kooperatifi olması. Elimiz çocuğa mahkum, yolu bulabilmek için bize bir yere kadar götürüyor, bizi ana caddeye çıkaramıyor, sivil polisler çocukların bu para kazanma yöntemini durdurmak için cezalandırıyormuş. Bizi yarı yolda bırakıyor ve verdiğiniz para 5 dirhemi beğenmiyor, "annemi mutlu etmek istiyorum" diye de duygu sömürüsü yapıyor, 20 dirhem çıkarıp veriyorum. İtalyan arkadaşla aramız geriliyor, o para verme taraftarı değildi, ben de bu labirent gibi sokaklarda kapalı alan korkumun yükselen stresi ile bir an önce çıkmak istediğim için çocuğa para verme taraftarıyım. Çocuğa parayı verdikten ve çocuktan ayrıldıktan sonra kaç kişiye daha soruyoruz yolumuzu, yolu bulmamız kolay olmuyor. Medineden çıkıp Fes'in modern şehrinde de geziyoruz, hava kararınca haşhaş satmak için yanımıza yaklaşanlar oluyor. Bir müzik duyup düğün olduğunu düşünüyoruz ve kendimizi bir de Fas düğününün içinde buluyoruz.
|
Düğün salonunda bir Fas düğünü |
|
Orkestramız |
Akşam, son hazırlıklarımı yapıp soğukta oturmak çok mümkün olmayınca erkenden uyuyorum. Sabah erkenden çöl yolcusuyuz, sabahın karanlığında Rebecca gelip beni alıyor. Sadece kedilerin ve köpeklerin etrafta olduğu, çöplerin etrafa saçılarak oldukça dağınık göründüğü, geceyi sokakta geçiren bir kaç erkek dışında sokaklarda kimsenin olmadığı bir atmosfer. Otogarı ara sokaklardan doğrultuyoruz. Yolculuğumun bundan sonra bir kısmı Rebecca ile devam edecek, maceramız bu karanlık dar sokaklarda başlıyor.
|
Fes'in binlerce dar sokağından sadece bir tanesi |
|
Sokak lambalarının altında ne kadar da büyüleyici... |
Çöl kıyısındaki Merzuga'ya yerel bir firma ile gideceğiz, otobüsteki tipler oldukça sıra dışı. Dağları tırmanıyoruz, İfran'da kar var, İfran'ı, Kuzey Avrupa ülkelerine benzeyen mimarisi ile çok duymuştum, gerçekten de öyle, yerleşimcilerinin Avrupalı olduğu söyleniyor, öylece geçip gidiyoruz içinden. Karlı yollardan geçiyoruz, molalarda Rebeca'nın bildiği Arapça sözcüklerle iletişim kurmaya çalışıyoruz. Konuştuklarımız Türk olduğumu öğrendiğinde Erdoğan'ı ve Türk dizilerini çok sevdiklerini söylüyorlar. Ikısi de en sevdiklerimden!
|
Oldukça karizmatik bir şoförle yol alıyoruz |
|
Otobüsteki yol arkadaşlarımız, oldukça yerli amcalar |
|
Faslı ve fesli amcalarımız |
|
Otobüsle tanık olduklarımdan; şimdi Charlie Chaplin'ın bu kasabada ne işi var? |
|
Sokakta yaşam |
Yolda sağ tarafımızda Atlas Dağları... Uzun bir süre bize eşlik ediyor. Atlas Dağlarını da ilk kez duyuyorum, Atlas Okyanusu'ndan alıyor sanırım ismini. Çöl havası diye geldim, kışın böğründe gidiyoruz. Kimi zaman güneş ışıkları bizi kızartıyor, kimi zaman otobüsün içi buza kesiyor, vücut dengimin alt üst olduğu bir yolculuk oluyor. Rassini'de otobüs bizi indiriyor, son durakmış burası.
|
Atlas Dağları'nın beyaz zirvelerinin beyaz bulutlara karıştığı bir kare |
|
Fas'ı tam ortasından kuzeyden güneye bölen Atlas Dağları |
|
Bir Afrika ülkesinde karlı dağlar, benim için oldukça sıra dışı |
|
Kar ve palmiye, yan yana gelmesi imkansızmış gibi |
Merzuga
Rassini'nin bomboş otogarında taksi bulmaya çalışıyoruz, ortaklaştığımız bir taksiyle yola çıkıyoruz. Taksi'de öne oturma fırsatım oluyor. Palmiyeler ve develer arasında ilerliyoruz. Devenin biri asfaltta kayıp düşüyor ya içim eziliyor o an, kocaman bir cüsse.... Güzel bir gün batımı ışığı, loş bir kızıla boyamış etrafı... Merzuga'yı arkasında büyük bir kum tepesi ve önünde bir şehir kapısı ile buluyoruz. Couchsurfing'den Hami karşılıyor bizi. Etrafa biraz göz attıktan sonra köylerine yöneliyoruz, üzeri inşaat halinde bir evde kalıyorlar, çölün dibinde köyleri... kum tepelerinin üzerine oturup güneşi uğurluyoruz.
|
Çöl kıyısındaki Merzuga kasabasının kıyısındayız |
|
Bir Salvador Dali tablosu değil, Merzuga kasabasındaki kum tepecikleri... |
|
İnsanlar, kum tepeciklerinin üstünde güneşi uğurluyor |
Batan günün boşluğunda karaltı olarak kalıyoruz, eve döndüğümüzde yine battaniyelerin altında oturuyoruz. Couchsurfing'ten Hami bize sebzeli tajin hazırlamış. Yemek sonrası battaniyenin altında, uzun kış gecelerinde anlatılanlara benzer hikayeler anlatıyor, bilmeceler soruyoruz birbirimize. Sanki Trakya'da geçen çocukluğuma dair bir kış gecesi; dışarıda fırtına varmış, elektrikler gitmiş de biz, gaz lambasının ışığında sözlü anlatılara geçmişiz sanki. Hami, sabah bize Berberi omleti yapıyor, domates, sarımsak, yumurta ve yanına çöl bitkisi çayı.
|
Geceyi geçirdiğimiz Merzuga'nın bir köyü |
|
Fas'ta kışın giyilen el dokuması montlar; Jillaba |
|
Çöl kumundan kerpiç evler |
Kahvaltıdan sonra Merzuga'ya yürüyoruz. Merzuga çarşısındaki birkaç dükkana girip tütsü, Berberilerin başlarına ve yüzlerine sardıkları uzun fularlardan ve birkaç hatıra alıyoruz. Bir dükkanda deniz kabukları, fosiller görüyorum. Sahra Çölünün binlerce yıl önce okyanus olduğu düşüncesi o zaman kafama dank ediyor. Üzerinde bulunduğumuz bu an bir zamanlar okyanusun zeminiydi, bunu düşününce öyle bir heyecanlanıyorum ki...
|
Merzuga'da bir dükkanda gördüğüm deniz fosilleri |
Hami, bizi, bu sonsuz çölün kıyısında sebze dikilen bir vahaya götürüyor, köylülerin parça parça bölüştüğü bir vahaymış. Palmiyelerin altındaki topraklara dereotu, soğan, sarımsak, kekik, nane ekmişler, bir su kanalı geçiyor daracık... Kadınlar, erkekler, çocuklar bahçelerde... Ot toplayan erkekler, topladığı otları bisiklet arkasına yüklüyor, kadınlar da bohçaya sardıkları otları sırtına alıyor... Bu vahaya bayılıyorum. İlk defa bir vahanın bereketine ve hareketliliğine tanıklık ediyorum. İşlerini bitirenler evlerinin yolunu tutuyor, inanılmaz hoş görüntüler... Jillabalarıyla (uzun şapkalı kışlık mont) adamların bisiklet sürüşü komik görünüyor, bu vahada çalışmak isterdim. Bu toprağı kazmak, ekmek ve sonra bu kanaldan gelen suyla sulamak...
|
Vahadaki çocuk çiftçiler |
|
Vahanın çalışkan kadınları |
|
Ah şu yolun güzelliği... |
|
Jillabasıyla bisiklete binen adamlar |
|
Vahaya giriş yolu |
Vaha çıkışı Merzuga'da bir cafede oturup bir şeyler yiyoruz, Başları, Berberi tarzı çöl sargısıyla sarılı erkeklerle dolu cafe. Bu sargı başa çok güzel yakışıyor, tajin söylüyoruz birlikte, Fas'ta porsiyonlar çok büyük, ne kadar yersen ye geriye bir şeyler kalıyor, kedileri besliyoruz. Yani insanlar da doyuyor, hayvanlar da...
|
Merzuga kasabasında oturduğumuz cafe |
|
Cafenin süslemeleri |
|
Berberi motiflerle bezeli etraf, hostumuz Hami ve Amerikalı kız kardeşim Rebecca |
Hami'nin köyüne yürüyoruz tekrar, akşam üstü çöle çıkacağız, hazırlık yapmamız lazım. Yürüyoruz, herkes kendi iç dünyasında. Yolda gördüklerim beni büyülüyor. Develer de kendi içlerine dönmüş sonsuzluğun içinde köye yürüyor, arka arkaya... Hava kararmaya başladı feci bir şekilde, hafiften de rüzgar çıkmaya başladı, oysa biz çöl yolcusuyuz, çölde gece yıldızları seyretmeye gideceğiz.
|
Çölün kıyısında bekleyiş... |
|
Çölde yalnızlık ve kendine dönüş |
|
Çölün çölleşmesi |
|
Çöldeki yalnızlık ve sonsuzluk hissi... |
|
Çöle gideceğiz ama fırtına ile gelen şu kara bulutlar... |
Hami'lerin küçücük çöl köyünde dolaşıyorum, kerpiç mimari çocukluğum, her şeyim... Bu köyde de evlerin doğallığı, sıcaklığı, duvarlara gidip dokunmak, sarılmak istiyorum. Duvar boyunca elimi duvara dokunarak yürümek istiyorum. Çocukluğuma gitmek...
|
İşte öylesine sıradan bir köy günü... çölde... |
|
Sanki anneannemin evinin pencereleri |
|
Duvar tepeleri, ağaç tepeleri çocukluğun zirveleri... |
|
Genç bir deve kervanı güdücüsü, işe gidiyor |
Çöle çıkmaya hazırlanıyoruz, Hami, çarşıdan aldığımız fularları bağlıyor başımıza. Yağmur çiselemeye başlıyor, köyün kıyısındaki çöl kumullarının başladığı tepelere yürüyoruz. Develer geliyor, ilk binişim olacak, deveyi dizlerinin üzerine çömeltiyor deve güdücüsü, çömelmiş devenin üzerine kolayca binebiliyorsun, sonra da ayağa kalkıyor deve ve bir anda yüksektesin. Normalde bir hayvanın gücünden yararlanmak istemezdim, bir saatlik bir yürüme mesafesi var gideceğimiz kamp alanına. Yağmur, rüzgar hızlanıyor, kervanlar çıkıyor bir anda her yandan, o kadar güzel görüntüler var ki... ama biz hava koşulları ile mücadele ediyoruz, uzun yağmurluğum arkamda bayrak gibi ses çıkararak sallanıyor, bacaklarım donmuş durumda, önümdeki demire tutunuyorum düşmemek için ama donan ellerim demirle birlikte daha da üşüyor.
|
Çöle gitmeye hazırım |
|
Çölün içinde kampa gitmeye hazırız, biraz fazla mı abartmışım ne kıyafetimi... |
|
Her bir yandan kervanlar çıkıyor |
|
Soğukta, devenin üstünde yaşam mücadelesi verirken ancak silüet fotoğraflar çekebiliyorum |
|
Deve güdücüleri de çok sıradışı |
Berberi kültürünün günlük göçebe yaşantısını bu zor koşullarda deneyimlemek... Sıcak, soğuk, açlık, susuzluk... Kamp alanı görünürde yok, Rebecca deveden iniyor, ben de iniyorum yürümek istiyoruz ama yürüdükçe yol uzuyor, rüzgar yoruyor, rüzgar nefes almamızı engelliyor, çadırlara vardığınızda nefes nefese kalmışız ve sırılsıklamız.
|
Bindiğimiz develerin güdücüsü |
|
Yaşam mücadelemiz sürüyor |
Yıldızları seyretmek için geldiğimiz çölde, yıldızları izlemekten vazgeçtik de buralarda sele kapılmasak bari... Bir zamanlar okyanus olan bu çöl, tekrar okyanusa dönmese bari... Islanmış üstümüzü çıkarıp etrafa asıyoruz, yanımızda yedek kıyafet de yok, üstümüze sardığımız bezlerle oturuyoruz. Artık planlarımızın dışına çıkınca her şey, biz de anın keyfini çıkarmaya karar veriyoruz.
İranlı Shahram Nazeri'nin Şeyda Şodem müziği var yanımda onu açıyorum, Sahra çölünde, Berberi kültürü ile Fars kültürünü buluşturuyorum. Çadırda tütsü yakmışız, İran müziği dinliyoruz. Dışarıda yağmur, fırtına... Donmuşuz, üst baş ıslanmış...
Hami, bize tajin ve pilav hazırlamış, kamp alanında bizim gibi bahtsız başkaları da var, onlar da aynı hayal kırıklığında... Çadır alanındaki köpek ve kedi yavruları ile zaman geçiriyoruz, yavrulardan biri kucağımızda ve adını Yağmur koyuyoruz, çöl gecemizi mahveden yağmur aşkına. Berberi davulları ve zilleri ile doğaçlama müzik yapıyoruz.
|
Toprak kapta pişen dumanı üstünde tajin |
|
Çölün ortasında çadırda yemeklerimiz |
Sabaha güneş açar umuduyla yatıyoruz ama gece daha sert bir rüzgar çıkıyor, çadır su alıyor, çadırın içi su dolmuş. Rüzgar öyle güçlü ki çadır sallanıyor. Ne gün batımı ne gün doğumu hiçbir şey göremiyoruz. Sabah kahvaltı yapmadan gitmek istiyoruz hava daha da felakete dönmeden.
Develer de sırılsıklam olmuş, bir de kum fırtınası çıkmış, develerin üstü ıslak ve kum yapışmış her taraflarına. Yola çıkıyoruz ama geldiğimizden daha zor bir hava koşulunda geriye dönüyoruz, kum fırtınasında develer bile sarsılıyor. Bu zorlu yolculukta zihnim iyice bulanıyor. Okyanus olarak düşüyor hayalime buralar, okyanus tabanında ilerliyoruz biz develerle... etrafımızda renk renk balıklar, resifler ama biz hala okyanus tabanında develer ile ilerliyoruz, bir de üstüne üstlük okyanus tabanında kum fırtınası var. Bilincim sürrealist bir bilinç akışına geçiyor.
|
Çöl maceramıza bu güzel kare ile veda ediyoruz |
Sinirlerimiz bir hayli yıprandı bu zor hava koşullarında, eve gidip çantalarımız toplayıp bir an önce Merzuga'dan çıkmak istiyoruz, daha beter bir havaya kalmamak için, araç bulmaya çalışıyoruz ama yollar kapalı olduğu için hiçbir otobüs kalkmıyor. Rebecca ile Marakeş'e gitmeye karar veriyoruz.
Ayaklarımız, ayakkabılar sırılsıklam ayaklarımıza soğuğu kessin diye mor poşetleri sarmışız, ayakkabıları üzerine çekmişiz, mor poşetler ayakkabıların üstünden dışarı fırlamış. Bir taksi buluyoruz, gidebileceğimiz bir büyük şehre kadar.
|
Taksi şoförümüz ile... hele yüzümüzdeki gülümsemeye hele |
Erfoud'da da araç yok, genç bir taksiciyle beş yüz dirheme bizi Tinghir'e bırakmasını istiyoruz, İngilizce bilmiyor, anlaşamıyoruz da aslında... Araç bulma paniği ile oldukça gerilmişiz, bir yerde kahve içip sakinleşmek için durduğumuzda, bildiğimiz erkek egemen bir kahve ortamında güler yüzlü bir amca bizim dağılmış Berberi örtülerimizi bağlamak istiyor, bizi oturtuyor bir sandalyeye ve bizim başımızı bağlarken gösterdiği şefkat, sağaltıcı oluyor bizim için, biraz olsun sakinliyoruz. Ah, o ellerdeki incelik ve şefkat...
Palmiyelerin arasında ilerlerken devasal dinazor iskeletlerinin olduğu bir müzenin önünden geçiyoruz, durup da müzeyi gezemedik, çünkü hava durumuna dair her yerdeki kötü haberler bizi paniğe sürükledi. Derken bir müze daha... Sanırım Sahara Okyanusundaki yaşantıdan kalan fosillerin sergilendiği müzeler. Çok isterdim gezmeyi. Demek ki Sahara Çölünde yıldızlı bir gece geçirmek ve bu fosil müzelerini gezmek için tekrar buralara yolumu düşüreceğim, bu farz oldu. Bu müzelerde nasıl aklım kaldı anlatamam.
Şoför Yusuf'un İngilizce bilen akrabası Hassan'ı almak için pembe şehir El Jorf'a giriyoruz. Sokaklar göl, göllerin içinde jillabalarıyla bisiklet süren erkekler... El Jorf'tan yeni çıkmıştık ki polis durdurdu, yeni bir bela... İyi ki yanımızda Hassan var, o durumu tercüme ediyor bize; nehirle birlikte sel gelmiş ve sel yolu kapatmış, yolun ne zaman açılacağı da belli değil, yani kaç saat bekleyeceğiz orası bilinmiyor.
|
Şu jillabaların sivri kukuletaları ürkütücü görünüyor |
|
Sel, çamur, yoksulluk... |
El Jorf'a, Hassanların evine gidiyoruz, bir süre orada bekleyeceğiz. Siyahi Berberi bir aile, Hassan'ın altı kız kardeşi var, evde yine battaniyelerini altına geçiyoruz, kafamız Berberi tarzı bağlamalı eşarplarla sarılı, ailenin kadınları ile tanışıyoruz, hepsi birbirine benziyor. Çaylar, kuru pastalar geliyor, inanılmaz bereketli bir masa. Odada şoför Yunus, Hassan, Rebecca ve ben oturuyoruz, evin kadınları gelip tek tek bizimle tanışıyor ama kimse yanımızda oturmuyor, sonra anlıyoruz ki akraba da olsa yabancı bir erkek var diye kızlar gelip oturmuyor. Hassan'ın annesi geliyor onunla oturuyoruz. Bizim kültürdeki kadınların üzerinde olduğu gibi buradaki kadınların üzerinde de bir ezilmişlik, bir kaderine razı olma hali var.
|
Hassan ve annesi ile muhabbet ediyoruz, inanılmaz misafirperverler |
Kadınlar bir de öğle yemeği hazırlamış, bulgur üzerine havuç, patates, domatesli et haşlama, yemeklerde de oldukça zengin malzeme kullanıyorlar ama yaşamlarındaki yoksulluk ile karşılaştırınca sanki o yemekler, sadece misafirler için böyle hazırlanmış olduğunu hissini veriyor bu da inanılmaz üzüyor ve eziyor insanı. Yemek sonrası meyve ve çay da gelince iyice mahcup oluyoruz. Hassan ve şoför Yusuf, yolun açılıp açılmadığını bakmaya gidiyor, onlar gidince evin genç kadınlarından ikisi geliyor yanımıza, yalnız kalmayalım diye. Bize aynı zamanda kendi yaptıkları el işi duvar süslemelerini hediye ediyorlar, otları ince ip ve tığ ile işliyorlar. Siyahi kadınların başörtülü olması ilginç geliyor bana sanki çıplaklık onlara daha çok yakışıyor.
|
Öğle yemeğimiz |
|
Evin kadınlarının yaptığı duvar süsleri |
Yol hala kapalıymış, erkekler gelince kadınlar yine kaçıyor. Bir karar vermemiz gerekiyor, kuzeyden uzun bir yol var, şoföre daha fazla para verip oradan gitmeye karar veriyoruz, hafif yağmur var, akşam çöktükten sonra Tinghir'e varıyoruz, otobüs bakıyoruz ama yok, yarın sabah için Marakeş'e değil ama Quarzazate'ye buluyoruz. Kalacak yer için Couchsurfing'ten davet gönderiyoruz birilerine. Genç bir arkadaştan anında kabul geliyor ve on beş dakika içinde de gelip alıyor bizi.
Bizi almaya gelen genç bir siyahi arkadaşın evine gidiyoruz, kalabalık bir siyahi aile, iki gelin mutfakta, bizdeki gibi mutfakta yemek pişiriyorlar, bir odada babaanne ve dede, etrafında oğulları ve torunları, bir köşeye geçiyoruz biz de battaniyeler geliyor üstümüze, bizi ağırlayan Kerim tatlı bir tamirci çocuk, elleri kara oto tamiri yağı, sanayide çalışıyormuş. Etraf, torunların neşesiyle şen şakrak, biz de bu kalabalık aile içinde yer almaktan mutluyuz.
|
Kerim'in mutlu ve kalabalık ailesi |
Saat yine erken ve erkenden ailece yatma zamanı, yine battaniyelerin altına giriyoruz, üzerimdeki pantolon ve montla yatıyorum on gündür, üzerimdeki kıyafetler bir kalıba döndü, bedenimin bir parçası oldular sanki. Nasıl bir hava durumu bekledim, ne çıktı Fas'ta ya. Sabah Kerim de bizimle çıkıyor, dışarıda kar atıştırıyor, Kerim hayatında ilk defa kar görmenin sevincinde. Kerim sanayiye gidiyor, bizimse başka maceralı bir yolculuğumuz başlıyor.
|
Bize evini açan güzeller güzeli tamirci çocuk |
Öğleden sonra Marakeş'te olmayı bekliyoruz, yolculuk oldukça etnik bir atmosferde gidiyor, otobüsün kaloriferleri çalışmıyor, uyku tulumunu çıkarıyorum yoksa donacağız otobüste, mor poşetler yalıtım amaçlı hala ayaklarımızda. Quarzazate'ye geldiğimizde yolun kardan kapalı olduğunu öğreniyoruz, otogarda saatlerce bekliyoruz. Otogarda volta atarak, çamurlu kedilerle oynayarak, insanlarla sohbet ederek zamanı geçirmeye çalışıyoruz. Tam çıldırmalık, günlerdir bir yolu gidemedik.
|
Günlerdir yalıtım olarak kullandığımız mor poşetlerimiz ayaklarımızda |
Quarzazate-Marakeş arası bir dağ yolunun olduğunu bilmiyordum, haber geliyor yola çıkacağız. Quarzazate'den sonra Hollywood stüdyoları var, birçok Hollywood filmi bu coğrafyada çekiliyormuş ve bu bölgede gençlerin çoğu sinema okuyormuş. Dağa tırmanmaya başlıyoruz, kar yağışı başlıyor, yollar gerçekten kapalı, otobüs milim milim ilerliyor. Sinirden gülme krizi tutuyor Rebecca ile ikimizi.
|
2260 metredeki dağ köyleri |
Otobüsün yan koltuğunda yolculuğun başından beri gözettiğimiz down sendromlu, burnundan sümükleri akıp dudağının üstünde kurumuş küçük bir çocuk var annesinin kucağında, annesi yine öyle perişan. Rebecca önce küçük küçük oyunlarla onun dikkatini çekmeye çalışıyor, benim tiksintiyle baktığım, pis olduğunu düşündüğüm her şeyi Rebecca doğalında yapıyor, sonra nasıl olduysa Rebecca, çocuğun annesi herhalde biraz rahat nefes alsın diye düşündü, çocuğu kucağına alıp oyunlar oynamaya başladı, adının Hamza olduğunu öğrendik. Diliyle Rebecca'yı yalıyor, ayaklarımızdan çıkardığımız poşeti Rebecca'nın kafasına geçirip poşetin üstünden Rebecca'nın burnunu bulmaya çalışıyor. Hamza o kadar mutlu ki, çocuğun duyguları açıldı. Ben Hamza'nın pisliğinden ve Rebecca'nın bunu önemsememesinden oldukça rahatsızım, bir yanda trafik tıkandı tıkanacak. Tıkanırsa yoğun kar yağışında kesin geceyi 2260 metrede geçiririz. Amerikalı olan Rebecca'nın insan sevgisi beni oldukça şaşırtıyor.
|
Down Sendromlu Hamza, o güzeller güzeli gülüşünü unutmayacağım |
Marakeş
Marakeş'e beş saatte varmamız gereken yolu on iki saatte varıyoruz. İran'da yolculuk yaparken iki oğluyla yolculuk yapan Margie'ın annesinin evinde kalacağım ve Rebecca beni eve kadar bırakıyor, kendisi Fes'teki bir düğüne yetişmek için yola çıkıyor, ayrılmak çok zor oluyor birbirimizden, iki günlüğüne çıktığımız çöl yolu, beş gün sürüyor, hava koşullarından dolayı. Fas'ta gittiğim bir evde ilk defa battaniye altında oturmadım, Marie klima açıyor, sekiz yıldır Marakeş'te yaşayan bir Fransız kendisi. Şimdiye kadar hep lokal evlerde kalmıştım. Bu evde de Marie'nin bir Fransız olması ve Fas'ın bir Fransız sömürgesi olmasına dair tüm çelişkileri görebiliyorum. Normalde kızı ve torunları ile yaşıyormuş ama onlar dünya turunda olduğu için şuan yalnız kendisi. Kızı ve torunları ile ağustosta İran'da çölde kamp kurmuştuk. Marie, gergin bir kadın, muhabbet kurmaya çalışıyorum ama kurdukça daha da geriliyorum. Kat kat battaniyelerin altında, kat kat kıyafetler ve hatta montla yatmadığım ilk gece oluyor .
İlk defa bu kadar rahat bir uyku çekiyorum, on günün sonunda kendimi tortop yapmadan, kendimi ısıtmaya çalışmadan... Sabah Marie kahvaltılık bir şeyler hazırlıyor, kızarmış ekmek, kahve... Kahvaltı sonrası banyoya giriyorum ilk defa ve ilk defa bütün bedenimi yıkadığım bir banyo yapıyorum. Fas'ta insanlar ısınmak ve kirden kalıplaşmış kıyafetlerini değiştirmek için hamama gidiyormuş.
|
Marie'nin geleneksel Fas mimarisine uygun evi |
|
İçten üç katlı bir ev modeli... hem etnik hem Fransız bir ev |
Couchsurfing'ten Tarık ile buluşacağım meşhur Marekeş Meydanında, onu beklerken meydandaki tüm şovları dolaşıyorum; kobra yılan oynatıcıları, güvercin uçurup onları ıslıkla yönlendirenler, maymunu senin kucağına sıkıştıranlar, hokkabazlar, müzik yapanlar envai çeşit show var etrafta... Başka bir zamanın dünyasına gitmiş gibi hissediyorum kendimi.
Tarık, iki arkadaşı ile geliyor. Sinema okumuşlar, Hollywood'un bu bölgedeki setleri üzerine hayal kurmuşlar ama şimdi işsizmişler. Medine sokaklarında dolaşıp bir şeyler yiyoruz. Sonra beni bir Bahia Sarayına götürüyorlar, yine mozaiklerle süslü bir iç avlu ve yine şahane ahşap kapılar... Oradan çıkıp bana modern Marakeş'i göstermek istiyorlar. Şehrin bu yanında yapılar pembe, çünkü bölgenin toprağı pembe. Yeni Marakeş alışveriş merkezleri, cafeler, zengin insan profilleri ile tam bir kapitalist merkez. Marakeş'in eski ve yeni yerleşimleri arasında belki bin yıllık bir zamansal fark...
|
Bahia Sarayının enfes kapıları |
|
Çiçek çizimlerinin güzelliğine... |
Gençler ile ayrılıyoruz, keyifli bir akşam üstü yürüyüşü eski ağaçların olduğu bir botanik parkında. Kapalı çarşıya gidiyorum, sonra da meşhur meydana... gündüzden daha kalabalık, daha fazla show sergileniyor, hikaye anlatıcıları var horozları ile... dinleyicileri kalabalık, kadın kıyafetleri ile dans eden erkekler... Yemek stantları açılmış, her taraf ızgara kokusu. Bir keşmekeştir gidiyor, başka bir tarihsel dilimin yansıması olan bu meydanın fotoğrafını çekmek için bir teras buluyorum.
|
Bir çeşit hikaye anlatıcılığı tamam da horozu anlayamadım |
|
Kanlı Ay tutulması fonunda Marakeş Meydanı |
|
Üstleri çadır ile örtülen yemek pazarı |
150 yılda bir gerçekleşen bu koskocaman kanlı ayın Marakeş Meydanı fonunda yükseldiği bu tarihi anda, bu tarihi meydanı fotoğraflıyorum. Gece meydanda insanların arasına katılıp showları ve eğlenen insanları seyrediyorum. Tıpkı eski zamanların söylencelerinin içindeymişim gibi...
Taksiye binip Marie'ye gidiyorum, biraz muhabbet ediyoruz. Ben yatıyorum, tek yorgan ile örtünmek, temiz bedenim, temiz saçlarım... Sabah erken kalkıp Fas'taki bu sömürge edalı Fransız kadın ile vedalaşıyorum.
Essaouira
Otobüsle Essaouira yolcusuyum, okyanus kıyısında küçük bir şehir Essaouira... üç saatlik bir yolculuk sonrası Atlas Okyanusu kıyısındayım. Hostel bulmak için kasabanın meydanlarını, kapılarını, dar sokaklarını geçiyorum. Gittiğim hostelde yer yok, inanılmaz sevimli hoş bir yer aslında. Kalmak için yer bulduğum hostel daha merkezi bir caddede, sokak pazarının ortasında Woodstock yazan bir kapı tagından geçip hostele giriyorum, kaldığım odanın adı Jimi Hendrix, eski mimarı bir ev ve yine camı tavandan gökyüzüne açılıyor. Eşyalarımı bırakıp teras katına çıkıyorum, tüm Essaouira gözüküyor. Teras, Olimpos havasında dekore edilmiş, her köşede haşhaş içenler, esrar içenler.... Gün batmak üzere, ben de terasa kurulmuş hamaklardan birine uzanıp bu Afrika güneşini yüzümde hissediyorum. Keyifli bir gün batımı, gün batımı sonrası erkenden yatıyorum. Sabah erken kalkıp bu balıkçı kasabasının keyfini çıkarmak istiyorum.
|
Kaldığım hostelin Olimpos tadındaki terası |
|
Bu terasta gün batımına yetişiyorum |
|
Balıkçı kasabasını kuş bakışı tanıma çabası |
|
Bir deniz kasabasına yakışır şekilde beyaza boyanmış |
|
Okyanus dalgaları Essaouira'yı dövüyor |
|
Teraslı evlerin güzelliği |
Hostel kedilerle dolu, gece bir ara uyandığımda karşı yatağımda yatan kişinin üzerinde kedi uyuyordu. Sokak kedileri giriyor, çıkıyor, insanların üzerinde uyuyor. Ne hoş bir atmosfer burası böyle ya...
Sabah kalkıyorum, limana yürüyorum. Medineyi çevreleyen surlar, kasabaya giriş kapıları, okyanus ve surlar, tekneler, martılar, balıkçı ağları, balık pazarları, tezgahlarda envai çeşit balık, gemiler oldukça hareketli ve renkli bir liman ortamı... fotoğraf çekmenin keyfini doyasıya çıkarıyorum.
|
Atlas Okyanusu kıyısında surlarla çevrili bir kasaba; Essaouira |
|
Çığlık çığlığa martı sesleri ile Essaouira |
|
Güvenli bir kıyıya çekilmiş balıkçı tekneleri |
|
Kent kapılarından bir tanesi |
|
Yaşlı bir balıkçı, teknesinin bakımında |
|
Bir öğrencimin yorumuyla feleğin çemberinden çıkıp geldim |
Ara sokaklara dalıyorum, ahşap işi, seramik iş dükkanları geziyorum. Ara sokaklarda sandviç, nohut, şeker kamışı suyu, dikenli incir yeyip içiyorum. Kendime Atlas Dağlarının köylerinde gök kuşağı renkleriyle tezgahta dokunmuş el emeği bir mont, rafyadan elde örülmüş sandalet, kolye, küpe, seramik küçük kaplar, Berberi harflerin olduğu bir küçük tablo alıyorum.
|
Seramik ve kedi, ikisi de çok güzel |
|
Çarşıda kadınlar |
|
Çarşıda yaşam |
Dar sokaklar çok güzel, ana caddeki sokak pazarları en sevdiğim, dağınıklık, gürültü, renk cümbüşü... Zeytin sergilerinin renkliliği, çekçekler üzerinde ekmek satanlar, sur kapılarının diplerinde sebze satanlar, sokaklarda martılar, engelliler, kediler, dilenciler, yaşamın renkliliği...
|
Zeytin tezgahlarının renkliliği... |
|
Sur diplerindeki satıcılar |
|
Çekçek üstünde bezin altında leziz mi leziz kepekli ekmek |
Bu güzelim balıkçı kasabasında rastalı, hippi tiplere çok sık rastlanıyor. Bazı İngilizce metinler Bob Marley'in memleketinin burası olduğunu, bazı kaynaklar da Jimi Hendrix ve Bob Marley'in burada yaşadığını söylüyor. Bu bilgilerin gerçeklikleri konusunda net bir bilgim yok, ama Essaouira hem yerelin hem de alternatif yaşamın kaynaştığı harika toplumsal dokulardan biri.
Surların farklı yerlerinden okyanusu seyrediyorum, dükkan
sahipleri çay ikram ediyor, nane çayı tabi ki... Esnaf muhabbet etmeyi,
selamlaşmayı seviyor. Çay içerek muhabbet ederek dolaşıyorum, Mücevher
satan adam, inanılmaz ilginç bilgiler veriyor, çölde yaşayan halkların
gümüşlere işlenmiş sembollerini gösteriyor. İnanılmaz ilgimi çekiyor bu bilgi.
|
Sahara Çölünde yaşayan beş farklı halkın sembolü |
|
Artık iplerden örülmüş banyo liflerinden duvar süslemesi |
Akşamüstü sahile yürümeye gidiyorum, bir koy şeklini almış bir
sahil... deniz kenarında bir restorana girip bira söylüyorum, gün batımına
karşı balkonda bir bira içiyorum. Keyifli, müzikli bir akşam üstü. Martılar ve
dalgalar da güneşin batma ritminde. Sokak pazarları, akşamüstleri daha da
kalabalık oluyor, ben de akşamın o raksına katılıyorum.
|
Essaouira sahili |
|
Gün batımında silüete dönen kasaba |
Hava çok rüzgarlı olduğu için hostelin terasının pek keyfi yok. Herkes aşağıdaki salonda takılıyor, gece dışarı çıkıyorum bir bira içerim diye ama bira içecek yer bulamıyorum. Bira satılmıyor, yaygın değil ama haşhaş her yerde içiliyor. Gece bir ara uyandığımda bir kedi benim üzerimde yatıyordu, bu ev hissi nasıl güzel, sokakta dolaşan kedi gelip gezginlerin koynuna giriyor. Bu gece de sırada ben vardım.
Sabah gün doğumunu kaçırmak istemiyorum, iç içe geçmiş sur kapılarından çıkıp limana yürüyorum. Gün doğumunda limanda gemilerin yansımaları, martılar yine kıpır kıpır, sonra sahile yürüyorum. Kumun üzerindeki ıslaklık, güneş ışıklarıyla ayna gibi parlıyor, harika bir yansıma… Dünden muhabbetimiz olan bir abinin dükkanında sabah nane çayımı içiyorum.
|
Sırtını tekneye vermiş sabah dinlencesinde bir balıkçı |
|
Tekneler okyanusa açılmayı bekliyor |
|
Yeni bir günün ışıkları yansımalarda |
|
Gün doğumu, sahili bir aynaya çeviriyor |
|
Martılar gün doğumu renklerinin banyosunda |
Sırt çantamı hostelden alıp yola çıkıyorum, ilk önce Marakeş’e otobüs yolculuğu, oradan trenle Rabat’a. Bu güzelim balıkçı kasabasından ayrılmanın hüznü içindeyim. Son son sırt çantamla sokaklarında dolanıyorum.
|
Daracık güzelim sokaklar |
|
Essaouira'ya bu güzelim sokak ile veda ediyorum |
Yolculuk boyu tarlalarda ekinlerin toprağın üstüne çıkmış olduğunu, etrafın yemyeşil bir örtü ile kaplı olduğunu görüyorum. Kimi uyur
kim uyanık bir şekilde dönüş yoluna girmiş bulunuyorum. Tekrar eski günlük
rutinime, kemikleşmiş ve kısırlaşmış ilişkilerime dönmek istemiyorum. Marakeş
tren istasyonu ve devlet tiyatrosu karşı karşıya. Tren yolculuğum başlıyor,
trenler en sevdiğim olmasına rağmen o keyfi bulamıyorum, kompartıman o kadar
kalabalık ki kendi dünyama, doğaya, köylere, kentlere dönme fırsatım olmuyor.
|
Marakeş Tren İstasyonu |
|
Marakeş Kraliyet Tiyatrosu |
Casablanca’dan geçiyoruz, Paris sendromu gibi Casablanca sendromu
da varmış, Casablanca’ya gidip de Casablanca filmindeki ruhu bulamayanların
girdiği sendrommuş. Paris'te, Paris Sendromunu ağır yaşamış biri olarak Casablanca Sendromunu yaşamamak için trenle es geçiyorum bu kentten.
Rabat’ta Youth Hostel’e geliyorum, yani yine başladığım
yerdeyim, iki hafta önce yine cumartesi gecesi bu saatlerde ürkek bir şekilde
gelmiştim bu hostele. Şimdi Fas kültürünün ve Kuzey Afrika coğrafyasının bende
bıraktığı derin izlerle ayrılıyorum. Medineye çıkıp şeker kamışı suyu içiyorum,
dolaşıyorum çarşıda. Hostel bu defa daha kalabalık, kadınların kaldığı oda dolu. Yatakların,
battaniyenin pisliğinden uyku tulumumda yatıyorum tekrar. Sabah kalktığımda kadınların
o benim dokunmaya çekindiğim battaniyelerin içinden iç çamaşırlarıyla çıktığını
görünce aklım gidiyor.
|
Şeker kamışı suyunu çok sevdim |
Hava yağmurlu,
sabah medinede çıkıp dolaşıyorum, sonra okyanus kıyısına ve oradan 12.
yüzyılda Rabat'ın ilk yerleşimi olan Udah Kasbah mahallesine çıkıyorum. Atlas Okyanus'u kıyısında surlar ile çevrili bir mahalle, ilk
cami… çok güzel bir mahalle… surların duvarından Atlas Okyanusu ve Bau Regreg Nehrini
seyrediyorum, nehrin karşısı Sale. Sale daha zengin görünüyor, ortasından
nehir geçen kentleri seviyorum. Yağmur yağıyor, Udah Kasbah mahallesinin sur
merdivenlerinden okyanus kıyısına iniyorum. Okyanus kıyısında yağmur altında
spor yapanlar, futbol oynayanlar…
|
Udah Kasbah mahallesinin surları |
|
Gökkuşağı renkli montum, mahallenin dokusuna nasıl da güzel uymuş |
|
Her yan ve her an kedi... |
Ben de kıyıda yürüyüp deniz kabukları
topluyorum, doldurma taşlardan yapılmış dalgakıranda yürüyorum. Hava ağır, kurşuni
bulutlarla kaplı, balıkçı tekneleri... biri bisikletiyle tekneye binmiş karşı kıyıya
geçiyor, balıkçı ağları, teknelerin nehre renkli yansımaları… İnanılmaz keyifli bir
atmosfer ile Rabat'a ve Fas'a veda ediyorum.
|
Bau Regreg Nehri kıyısından Udah Kasbah'a bir bakış |
|
Bau Regreg Nehri, Rabat ile Sale arasındaki ulaşımı sağlayan bir nehir |
|
Rabat'tan Sale'ye bisiklet taşıyan birileri |
|
Balık ağları, okyanusa serpilmeyi bekliyor |
|
Rabat'ın ilk yerleşimi Udah Kasbah hem okyanus hem nehir kıyısında |
Baharlık botumun tabanı iyice ayrıldı, ayakkabının burnunu iple bağladım. Sırılsıklam olmuş ayaklarıma yalıtım için poşet alıyorum ve bir çift çorap…
|
Poşet yolculuklarda en büyük kurtarıcım |
|
Baharlık ayakkabımın geldiği en son nokta |
Kediler, ağaçların altında sinmişler yağmurdan, her yer kedi. Sokak hayvanlarının kentlere yakıştığını düşünenlerdenim. Ara sokaklarda dolaşıyorum, şeker kamışı suyu içiyor, sokaktaki tezgahlardan patlıcan, biber kızartması, domates soslu sandviçler yiyorum. Deniz fosilleri satan bir dükkana giriyorum. Sahara Okyanusundan
kalan fosillermiş. Deniz fosilleri ve Atlas Dağlarından çıkarılan değerli
taşlar aynı raflarda...
|
Sahara Okyanusundan fosiller |
Hostele gelip çantamı döküp tekrar yerleştirip çantam
için son hazırlıkları yapıyorum. Hostelde 67 yaşında Alman Haleeme ile
tanışıyorum, 17 yaşından beri geziyormuş, gençliğinde otostopla Fransız
sevgilisi ile Hindistan'a gitmiş, elli yıldır geziyormuş yani, şiddetsiz iletişim
üzerine çalışıyormuş, çöle gidip bir süre çölde sağalmayı düşünüyormuş. Ona
yola ve çöle dair deneyimlerimi anlattım. Pheobe’nin bana bıraktığı
deneyimi, birikimi ben de ona aktarıyorum. Karanfil elden ele… Çinli-Türk-Alman
kadınların dayanışmasının güzelliğiyle ayrılıyorum.
|
Fas'taki ilk günüm, Çinli Pheobe ile |
|
Fas'taki son günüm Alman Haleeme ile
|
Turuncu otobüs ile; mor trenle gittiğim kentler |
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder