26 Şubat 2018 Pazartesi

bir Bab-ı Esrar kenti: Amsterdam/Hollanda

25 Ağustos 2014

Amsterdam
Kopenhag'tan Amsterdam trenine biniyoruz. Yolculuğumuz 11-12 saat sürecek, yanımıza Carlsberg bira almıştık, içince trende mayışıp uyuyoruz ama 6 kişilik kompartımanda çok mümkün olmuyor. Almanya'dan geçerken uyanıyorum, yeşil alanlar, inekler etrafta, yağmur yağıyor, yel değirmenleri görüyorum.
Yol manzaramızda yel değirmenleri

Amsterdam'dayız Turist İnformation'dan 47 euroya 24 saatlik şehir kartı alıyoruz, sonra kazıklandığımızı fark ediyoruz. Şehir kartımız var ama 24 saatte ne yapabiliriz? Couchsurfing'den host bulamadığımız için hostel aramaya koyuluyoruz, bir sokağa girdiğimizde sonradan anlıyoruz ki orası Amsterdam'ın en meşhur caddesiymiş: Red Light... Birçok seks shop var sokakta, camekanlara asılmış envai çeşit prezervatif, vibratör, seks oyuncağı, seks kıyafetleri... Yine tesadüfen seks işçilerinin olduğu sokağa giriyoruz, küçük küçük odalar ve vitrinlerinde en seksi kıyafetleri ile geniş bir yaş sıkalasından birçok seks işçisi kadın. Bu konuyu hangi açıdan değerlendirmeliyim bilemiyorum. Avrupa'nın göbeğinde erkeklerin fantezi ve zevklerine hizmet eden genelev kadınlarının var olması açısından bakıp üzüleyim mi yoksa bu gerçekliği kabul edip seks işçileri birçok geneleve göre daha iyi koşullarda çalışabiliyor diye sevineyim mi? Bu sokak ailelerin de çocukları ile birlikte gezdiği, geçtiği bir sokak. Red Light'ta hostel buluyoruz uygun fiyata. Esrar kokuyor her yan, herkes sokaklarda esrar içiyor, eşyalarımızı hostele bırakıp hostelin alt katında bilardo salonunda kahvaltı yapıyoruz, biz kahvaltı yaparken bilardo salonunda bilardo oynayan gençler bir yandan esrar sarıp içiyor. Bu duruma oldukça şaşırıyoruz.

Saat 15.00 olmuş ve müzelerin 17.00'de  kapandığını öğreniyoruz. Koştura koştura Van Gogh Müzesi'ne gidiyoruz. Van Gogh'un kendi odasını çizdiği meşhur resmini, portrelerini, pastoral görüntülü tablolarını Van Gogh'un kendi fırçasının sıcaklığından inceliyoruz. Meşhur  Paris Cafe, kesik kulaklı portresi, Yıldızlı Gece tablolarını bulamadık. 
Van Gogh'un fırçasından odası

Bu botlar nedense dağladı yüreğimi

City kartın kapsamına kanal turu da giriyormuş, kanal turumuzda rehberimiz yanından geçtiğimiz çok katlı bisiklet parkını tanıtmakla başlıyor. Binlerce bisiklet kat kat park edilmiş, kanal turundan sonra tramvaya binip şehri tramvayla tanımaya çalışıyoruz. Şehir yapısı ve mimarisi, şaşırtıcı gelmiyor, gördüğümüz onca İskandinav ülkesinden sonra. Bizi daha çok sosyal doku şok ediyor, dünyanın en özgür kenti olarak geçiyor Amsterdam. Biz de daha çok bu özgürlüğü gözlemlemek istiyoruz. 
Kanal turundan

Her yer bisiklet

Red Light'a dönüyoruz, yani hostelin olduğu sokağa, bu sokaklar Amsterdam'ı Amsterdam yapan sokaklar... Bir seks shopa giriyoruz, seks objelerine bakıyoruz; ilginç vibratörler, penis uzatıcılar, seks kıyafetleri, kırbaçlar, kelepçeler, şişme kadın ve adamlar, şekil şekil prezervatifler... Fantazi dünyası geniş.  Seks işçilerinin bulunduğu sokağa dönüyoruz, o kadar kalabalık ki... Seks işçileri camekanların arkasından ateşli öpücük veriyor, seksi pozlarını takınıyor, seksi el işareti ile çağırıyorlar ama oldukça mesafeliler. Çok utangaç masum davranan kadınlar da var,  emeğini 50 euroya satıyorlarmış.


Bir seks müzesi 

O sokaktan çıkıp esrarın mekanlarda, sokaklarda nasıl kullanıldığını gözlemlemek istiyoruz. Cafe shoplara gidip oturup içebiliyorsun, biz de birkaç cafeyi dolaşıp esrarın dumanına maruz  kaldıktan sonra güvenli olsun diye hostelin bulunduğu sokakta bir cafeye oturmaya karar veriyoruz. Önümüze menü geliyor, envai çeşit esrar var.  Afgan esrarı, limonlu esrar, hafif, sert gibi seçenekler var. Baştan her şey normal, müziğin ritmini kafamızla tutuyorduk, sonra birden boyut değişmeye başlıyor. Felsefi bir muhabbet kurmaya başlıyoruz, sigara yarıda kalıyor. Ben tedirgin oluyorum, dışarı çıkmak istiyoruz, çıktığımızda yalpaladığımızı fark ediyorum. Bir dükkanın camakenındaki tiyatral maskelere takılıp kalıyoruz. İnsana dair yüzlerce ifade,  hostelin önündeki sokakta volta atıyoruz, kaybolacağız korkusuyla bir yere sapamıyoruz. Kaygım hat safhada, tripten tribe giriyorum. Bu triplerin içindeyken kendimizi güvende hissedelim diye hostele gitmek istiyoruz. Gündüz girdiğimiz yere girdiğimizde resepsiyondaki adam, bu binada hostel olmadığını söylüyor, panik iyice artıyor bende. Adam yardımcı olmak için oda kartını istiyor, bu defa kartı bulamıyoruz. Artık o kafayla gerçek ve hayal birbirine karışıyor. Biz gerçekten gündüz buraya mı geldik, nerdeyiz biz, şimdi ne yapacağız? Gerçeklikten çıktığımızı düşünüp artık ağlama moduna geçeceğim. Kartı buluyoruz, adam bizi arka sokaklarda bir yere yolluyor. Ama ben gitmek istemiyorum, orada mekan algımızı kaybedersek tamamen kaybolmaktan korkuyorum.  Adama ağlarcasına "bizi götür" diyorum, adam anlam veremiyor durumumuza.  

Hosteli buluyoruz, odayı da buluyoruz.  Biz ranzadaki yataklarımıza yattığımızda Alman çocuk kalkıyor, ayaklarına ve ellerine şeffaf bir şey geçiriyor. Ben çocuğun organ ticareti yaptığını, organlarımızı çalacağını düşünüyorum. Ortalığı velveleye verip dışarı atıyoruz kendimizi, artık ruh halim paranoya boyutunda. Koridorda bekliyoruz ama tüm hostelin bu işin içinde olduğunu düşünüyorum. Bir korku filminin içinde gibiyiz. Koridorda tedirgin bir şekilde beklerken odamızdaki Alman dışarı çıkıyor. Odaya girip yatıyoruz ama paranoya dalga gelgitleri gibi, bir ara normale dönüyorum, sonra tekrar başlıyor.  Japon bir çocuk geliyor odaya, ondan da tedirgin olup kurmaya başlıyorum. Hollanda hükumetinin esrarı serbest bırakarak organ ticareti yaptığını, bundan pay aldığını düşünüyorum. Sakinleşip uyumuşum ama kendime gelmem duygusal dünyamı alt-üst ediyor. Oysa gece sokaklarda özgürlüğe rağmen rahatsız edici hiçbir şey, bir suç unsuru görmedik, kimse kimseye karışmıyordu, neden böyle bir paranoya yaptım anlamadım. 

Sabah hostelden ayrılıyoruz, darmadağın bir halde müzeye gitmeye çalışıyoruz Rembrandt'ın yaşadığı eve... Rembrandt'ın atölyesi, taşlardan yaptığı boyalar, taştan boyama tekniği, çağdaşlarının koleksiyonları, hayvan koleksiyonları sergileniyor bu müzede. Kartımız dolmadan birkaç müzeye daha gitmek istiyoruz, ama olmuyor, sokaklara kurulmuş bit pazarında dolaşıyoruz. Belçika tren yolculuğu için bir marketten alış veriş yapıyoruz,  hesaplar karışıyor, nasıl olduysa aldıklarımızın parasını ödemeden çıkıyoruz. City karttan yaptığımız zararı markette yaptığımız alışverişin karı ile  dengelediğimizi düşünüyoruz. 
Rembrant'ın taşlardan boya elde etme yöntemi sergileniyor

12 saat trenle gittiğimiz yol

24 Şubat 2018 Cumartesi

yolumuza çıkan Kierkegaard: Danimarka

23 Ağustos 2014

Kopenhag
Göteborg istasyonda muhabbet ederek trenin kalkışını bekliyoruz. Kopenhag trenindeyiz, trenin penceresinden otları, inekleri ve koyunları görüyoruz, otların arasından seken bir ceylan çarpıyor gözümüze... Mölme'den Kopenhag'a geçerken aradaki denizde rüzgar gülleri koyulmuş, denizde de rüzgar gülünü ilk defa görüyorum.
Kara ve deniz rüzgar gülleriyle dolu

Trenle içinden geçtiğimiz köyler

Hava yağışlı sürekli, güneşin saatlik göründüğü coğrafyada, insanlar gerçekten güneşi çok özlüyor. Kopenhag'da iniyoruz, Couchsurfing'ten hostumuz Lars'ın evine yürüyerek gitmeyi tercih ediyoruz, kenti tanımak adına. Kentte kanallar var yine ve bisiklet kullanım yaygınlığı. Bisiklet İskandinav ülkelerinde en yaygın ulaşım aracı, coğrafya olarak da kentlerin yapısı düz ve bisiklet kullanımına çok uygun. Trenlerde bisiklet vagonları bulunuyor, bisikletlere çocukları da taşımak için sayısız aparat üretmişler; öne koyulan oturaklar, arkaya koyulan oturaklar, küçük çadırımsı arabalar,  envai çeşit aparat. Kadınların çocuklarıyla esir değil özgür olduğu ülkeler... 
Kopenhag tren istasyonu

Çantalar sırtımızda Lars'ın evine varıyoruz, günlerdir banyo yapmamışız, çamaşırlarımız kirli. Zili çalıyoruz, karşımızda güleç bir yüz... sıcacık karşılıyor bizi. Su getiriyor, meyve isteyip istemediğimizi soruyor, ayakkabıları çıkarınca odayı kokutuyoruz, bir de çantadan çamaşırlarımızı çıkarınca ortalık boğuluyor. Biz ortaya yaydığımız kokudan o kadar rahatsızız ki o ise uzun süredir seyahate çıkmadığı için bu kokuyu özlediğini söylüyor. İskandinav ülkelerinde çamaşır makineleri ortak kullanılıyor, Lars gidip çamaşır makinesinden sıra almaya çalışıyor, çamaşırlarımızı yıkayabiliyoruz, biz de yıkanıyoruz günlerden sonra. Enerjimizin bittiği noktada Lars, bize enerji depoluyor, yolculuğun enerji ve motivasyon gerektirdiğinden bahsediyor. Yeni bir motivasyon kaynağı olarak güzel yemekler hazırlıyorlar Yalçın ile birlikte. Mumlar yakılıyor, içkiler açılıyor. İskandinav ülkelerinin yemek kültürü mum ışığı, içki ve müzik eşliğinde...  Lars'ın çiçeklerle, plaklarla, cdlerle, kitaplarla dolu bir odası var. Yemekte plak çalıyor bize, yaşamı algılama noktasında donanımı yüksek bir insan, konuşabilecek o kadar ortak nokta buluyoruz ki ama İngilizce'mizin yetmemesine çok üzülüyoruz. 

Sabah kalkıp şehir turuna çıkıyoruz, mahalleden çıkar çıkmaz Soren Kierkegaard'ın mezarını görüyoruz. Heyecan verici bir sabah, mezarlıkta. Varoluşsal bir arayışa çıktığımız bu yolculukta varoluşsal acılar çekmiş birinin mezarının başında olmak heyecan veriyor bize. Kiliseleri, kaleleri, sokakları, kendine has dükkanları geziyoruz. Şehirde hem koşu hem bisiklet yarışları var. Şehir öbek öbek tezahürat yapan insanlarla dolu, kalabalık ve çılgınca bağırışlar. Yağmur bir yandan yağıyor, geriliyorum bu beni yoran uyarıcıların arasında. Kalabalıktan kaçıyoruz.
Soren Kierkegaard mezarında Yalçın


Gezdiğimiz kiliseler

Yeşil ışıklı parklarda hayvanlar mutlu


Yine ve yine kanallardan oluşan bir kent

Rotamızdaki İskandinav ülkelerinde İsveç, Norveç, Danimarka sembolik olarak yönetilen krallık saraylarından biri de Kopenhag'ta. Saraya gidiyoruz kraliçe bu sembolik temsiliyeti gerçekleştiriyormuş. Saray önünde, anlamını çıkaramadığımız Saray bando takımının gösterisi oluyor.

Carlsberg bira fabrikasına gidiyoruz, fabrika alanında yolda bir bit pazarı, bit pazarı kültürü çok yaygın, İskandinav ülkelerinde insanlar yeni bir eşya almayı düşünsel olarak çok benimsemiyorlar, insanların kullandığı eşyalar bir sirkülasyon içinde, karşılıklı dönüşüm içinde kullanıyorlar, bu yerleşik bir kültür olmuş bu ülkelerde. Fabrika alanı devasa, bir kısmı müze, müzeyi gezecek zamanımız ve paramız yok , çıkıştan girip üretim makinelerine, taşımacılık yapan eski araçlara, taşımada kullanılan atlara bakıyoruz. Geğirmeyi bile reklam amaçlı kullanmışlar, kazık bir fiyata bira içip çıkıyoruz. 


Calsberg fabrikasında kullanılan atlar


Meyhanede bir dertliyle muhabbet

Aceleyle Lars'ın evindeyiz, birer bira açıyor bize, bir gece daha kalmamızı çok istiyor, çok az muhabbet etmenin, evinde az kalmanın hüznüyle ayrılıyoruz. Bir gün sonra aynı saatte tren garındayız. 
Kopenhag tren garı

Lars, Japon turistler gibi olduğumuzu oradan oraya hızlı bir kent tüketim gezme biçimimizin olduğu eleştirisini yapıyor. Biz de kendimize aynı eleştiriyi sunuyoruz, sürekli bir yetiştirme durumu, daha çok yer görme isteği. Lars daha seyyah, seyahat etme konusunda daha deneyimli. Ama en kısa zamanda seyahat etme felsefemizi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.

20 Şubat 2018 Salı

fiyortlara, göllere yansıyarak daha da güzelleşen ülke: Norveç

20 Ağustos 2014

Oslo
Göteborg'dan Oslo'ya giden trendeyiz. Çamlık manzaralardan geçiyoruz, kasabalar düzenli, temiz... Buğday tarlaları, yuvarlak saman balyaları... Oslo tren istasyonundan Couchurfing'ten hostumuz Sebastian'ın evine gitmek için trene biniyoruz. İndiğimiz tren istasyonunda sağanak yağmur var. 

Sebastian pikap ile gelip alıyor bizi. Güler yüzlü konuşkan genç bir adam, karanlıkta kıvrıla kıvrıla pikap ile gidiyoruz. Durduğumuzda bir ormanın kıyısındayız, evleri ile ilgili öncesinde bilgi de vermemişti, ormanın içindeki patikada arkasına takılmış yürüyoruz sadece. Gece, ormanda, karanlıkta ne işimiz var, ben tedirgin olmaya başlıyorum. Neyse ki tedirginliğim kaygı ve paniğe dönüşmeden bir anda tek katlı orman içi bir eve geliyoruz. 
Gece karanlıkta çekilmesi mümkün olmayan, sabah keşfe çıktığımızda çekilmiş bir fotoğraf

Sıcak çay eşliğinde öykülerini dinliyoruz, birlikte yaşadığı kadın arkadaşıyla ikisinin ağzından. İkisi de Polonyalı, arkadaşlarından biri ormanda boş bir ev olduğunu söylemiş gelip bakmışlar eve, tamirat yapmışlar ve yerleşmişler, daha önce hippiler kalıyormuş. Ev yüz yaşında ve her yanıyla doğanın bir parçası. Oturup çay içtiğimiz salonda ahşap masa, şömine, beyaz bir piyano, ağaçlara açılan bir pencere var.  Banyosunu sonradan eklemişler. Camdan bir duşakabin, banyo büyük bir pencere ile ormanın derinliklerine  açılıyor. Duşakabinin içinde duş alırken ormanın içinde hissedebilirsin kendini... Yatak odalarındaki bir pencere de tavanda, gökyüzüne açılıyor ve yine sevişirken yıldızların arasında hissedebilirsin kendini.  Yatmadan önce, akşam çişini ormana yapıyoruz, çiş yaparken kafanı kaldırıp gökyüzüne baktığında siluet halinde gökyüzüne uzanan ağaçların arasından yıldızları görüyorsun.  
Banyo penceresinden ormanın derinliklerine

Ormanın içinde ahşap bir evde uyanmanın keyfi içindeyiz sabah. Sebastian yoga yapıyordu salonda. Bu huzurun içinde huzurda daha da derinleşmek için yapılan yoga... Ağaçların ruhunu, ormanın derinliğini, evin yüz yıllık öyküsünü yakalamak için "nameste" demek. Hep birlikte kahvaltı yapıyoruz, ormanın ıslak kokusunda patikadan ormanın dışına çıkıp otobüs ile Oslo'yu gezmeye gidiyoruz.
Oslo'da şehir dışındaki yaşam

Yeşillik ve göllerin içinde bir yaşam

Lotuslar

Çatıların üstünde yosunlar

Opera binasıyla şehri tanımaya başlıyoruz. Camdan postmodern bir mimari ile yapılmış ama cam mimarinin soğukluğunu hissetmiyorsun. Binanın tüm girinti ve çıkıntılarına,tüm katlarına yürüyebiliyorsun, dokunabiliyorsun binanın her yanına, insanı dış yapısı ile içine çeken bir mimari. 
Oslo opera binası

Parlamento binasına gidiyoruz, binanın içine kadar girdikten sonra güvenliği görüyoruz. İçeriyi gezmek istediğimizi söylediğimizde şuan toplantı olduğunu ama birkaç saat sonra gezebileceğimizi söylüyor, şaşırıyoruz. Panik yapan, kötü davranan, yasaklayan bir güvenlik yok. Sembolik olarak  krallığın varlığını sürdürdüğü saraya gidiyoruz, orada da aynı şekilde, çok sade, güvenlikten korumadan uzak. Sarayın bahçesinde insanlar kasılmadan dolaşıyor. Şehrin terasına çıkıp adaları seyrediyoruz, hukuk fakültesini görüyoruz tesadüfen, fakülteyi dolaşıyoruz. Bir kilisede ince yuvarlak bir parça ekmeği şaraba batırıp ağızlarına koyan papazın elinden yemek için insanlar sıraya girmiş, ben de sıraya giriyorum ve  payıma düşeni almak istiyorum, papaz dilimin üzerine şaraba batırılmış ince ekmeği koydu, anlamını pek bilmediğim bir Hristiyanlık ritüeline ben de katılmış oldum. 

Vigeland heykel parkına gezmeye gidiyoruz akşamüstü. Gustov Vigeland'ın insanın tüm hallerini taşa nakşettiği ve insanlık tarihine, insanın doğasına dair inanılmaz bir yaşam enerjisi ortaya çıkarıp seni de bu yaşam enerjisine dahil ettiği, her bir heykeldeki eylemselliği ve duyguyu merak edip hepsini tek tek dolaşmak ve hepsine kafa yormak istediğin yüzlerce heykel. Bu heykellerin öyküleri çoğu zaman iç içe geçmiş, birbirinden türemiş, birbirinde çoğalmış eylemsellikleri ve duyguları barındırıyor. Kadın erkek ilişkileri, insanının biyolojik ve psikolojik evreleri, insana dair tüm haller yani insana ve  yaşama dair her şey bu heykellere yansımış. Etkilenmemek imkansız. 
Gustav Vigeland'ın heykellerinden oluşan bir park

Yaşamın diyalektiği, yaşamın başlangıcı ve sonu ve koruma duygusu

Ah, nasıl güzel bir sevgi bu

121 heykelin yer aldığı sütundan bir kesit

Annenin adayışı

Belki acı bir haber almış, belki küsmüş bir kadın ve onu teselliye yönelen eşi

Akşam eve geç gittik, ormana yani, karanlıkta ormanın kuytusunda yolumuzu bulmaya çalıştık. Sebastian ve sevgilisi de yeni gelmişler, akşam yemeği hazırlıyorlardı, birlikte salata türü bir şeyler yedik. Edvard Munch'un Norveçli olduğunu öğreniyoruz ve müzisyen Mari Boine'den bahsediyoruz. İskandinavya'nın en eski halkı Samilerin sesi olan Mari Boine'den.  

O yorgunlukla ormanın derinliklerinde derin bir uyku çekiyoruz. Sabah yoga yapan çift ile karşılaşıyoruz, çantalarımızı alıp ormanın nemli ortamında çaylarımızı içip yola koyuluyoruz. Atmosfer Rize kokuyor. 

Bergen
Tren istasyonundayız, Bergen'e gideceğiz, Norveç'in en batısı. Tren yolu sürprizlerle dolu, dağlık bölgeye çıkıyor tren, dağların arasında göller görüyoruz, tırmandıkça buzulları görüyoruz. Çam ormanları bitiyor,  yaylalar başlıyor. Kayaçlık, çarşak etraf. İkizdere gibi dağların doruklarından başlayan incecik akan dereler... Bu güzellikler Hallingskarvet Ulusal Parkı'nda. Parkın içindeki Finse istasyonunda iniyor insanların bir çoğu. İstasyonun yüksekliği 1922 metre. İnsanların bir kısmı da Myrdal  istasyonunda iniyor. Yayla, kayak, buzul, dere, göl, çam ağaçları, kayaçlar, yansımalar... Bu güzelliklerin hepsi bir arada. Trenden inenler çok olunca "biz de mi insek?" diye düşündük. Ama yanımızda kamp malzemesi olarak yazlık malzemeler vardı. İnanılmaz güzel bir tren rotasıydı, dağdan trenle aşağı indikçe fiyortları görmeye başladık. 
Tren yolumuzda 1900 metredeki yaylalar


Buzul gölleri

Buzullar, belki milyarlarca yıllık

Buzula bakan yayla evleri

Buzul gölleri

Dağlardan incecik gelen nehirler

Yükseklik korkusu olan benim gibiler için fotoğraflarına bile bakması insanın içini bir hoş eden "Trolltunga" kayası da bu bölgede. Bergen kenti, fiyordun etrafında kurulmuş dağlık bir yerleşim. Etrafta çok fazla turist var, kalacak yer bulmak imkansız, ancak kamp alanı bulabildik kendi bütçemize uygun. Bergen'de dolaşıyoruz. Tekne ile fiyort turları fahiş fiyatlarda. Bir fiyort ki en uzunuymuş, tekneden inip dağa tırmanıyorsun. Bergen'de eski, ahşap, renkli evlerin arasında dolaşıyoruz. 
Kuzey Denizi'ne açılan Bergen

Bergen'den ilginç mimari örnekleri

Bergen mimarisinin canlandırıldığı bir bölge

Bergen sokakları

Açık havada bir orkestranın konserini dinliyoruz,  hava felaket soğuk, kamp alanının yolunu tutuyoruz. Kamp alanı bir fiyordun kenarında, çadırımızı atıyoruz. Bu gece zor geçecek belli ki, hava çok soğuk, bizde ince malzemeler var. Çadırı kurar kurmaz uyuyoruz, karavancılar etrafımızda. Sabah erkenden Stavenger otobüsüne yetişmeye çalışıyoruz.


Bir fiyordun kenarında kamp alanımız

Kamp alanında karavancılar ağırlıkta, biz de çadırımızı attık aralarına

Stavenger
Fiyorttan fiyorta giden bir rota. Harika... Fiyortlar, köprüler, feribot ile geçiş, fiyortta yelkenliler, fiyord kenarı evler, dağlar, kayalar, farklı bir flora tipi, yansımalar... Otobüs yolculuğunun güzergahı büyüleyici, ne ararsan bir güzelliğe dair her şey bu yolculukta ama kafam düşüp gözlerim kapanıyor uykusuzluktan, gözlerimi açık tutmak için inanılmaz bir mücadele veriyorum, dalmışım, açıyorum gözümü manzara cennet, uyur ve uyanıklık arasında büyülü bir rüyaydı sanki yolculuk. Stavenger'e geldiğimizde öğleden sonraydı. Deli gibi yağmur yağıyor, o saatten sonra fiyort turu imkansız, trene atlayıp Oslo'ya geri dönüyoruz. Manzara yine büyüleyici, vadiler, dereler, göller, uyu uyan, rüya. İskandinavya ülkeleri huzurun mekanı. 
Göle yansıyarak güzelleşen orman

Yansımada anlamını derinleştiren coğrafya

Fiyortların arasından otobüsümüzü almaya gelen feribot

İki evlik bir ada

Buzullar hep oymuş coğrafyayı

Buzul oyuntularının üzerinden geçen köprüler

Oslo otobüs terminalinde yarınki Kopenhag trenini bekliyoruz,  otobüs terminalinde uyku tulumlarının içinde tanımadığımız bir gezgin, Yalçın ve ben kepenk dibinde uyumaya çalışarak geçiriyoruz geceyi, sabah görevlinin kaldırılması ile uyandık. Otobüs terminalinden tren istasyonuna geçtik. Soğuk, görevli uyumaya izin vermiyor. Kopenhag'a tren yok, Son anda Göteborg trenine atlıyoruz, uyuyarak geçiyor yolculuk.


Yansımalar ülkesinden ayrılmanın hüznü


Mor trenle, sarı otobüsle, pembe feribotla gittiğimizdir

Digital Photo Exhibition

Join Our Donation Campaign! Dear colleagues and students, We're excited to announce our latest initiative to support the Defne Women...