22 Ocak 2015 Perşembe

Haydarpaşa'dan kalkan Pamukkale Expresi'nin son seferi; Hatay için

                                                              
  







23 /07/ 2008
Pamukkale Ekspresi

Özgür ve Pınar Diyarbakır’dan tanıdığım, daha önce de Diyarbakır’dan Adıyaman'a keyifli bir yolculuğu paylaştığım arkadaşlarım. Özgür on güne kalmaz askere gidecek ve son olarak birlikte vakit geçirebilmek için İskenderun'a gidiyoruz.
     
Haydarpaşa’dayız, güzel bir akşamüstü ama Haydarpaşa'nın keyfini çıkaracak gibi değiliz pek, Avrupa yakasından koştura koştura gelmişiz, önceden tren bileti almamışız, İç Anadolu Mavi trenine son -iki kişilik yataklı- bir kompartıman bileti kalmış ve biz üç kişiyiz. Neyse o yataklı kompartımanın biletini aldık, kondüktöre bir şekilde derdimizi anlatırız düşüncesiyle. Tren kalkmak üzere ama biz kondüktöre durumumuzu kabul ettiremiyoruz. İnmek de istemiyoruz, bir şekilde Adana’ya kadar gitmemiz gerek. Ama inmek zorunda kaldık. 

Haydarpaşa’da da öylece kala kaldık, nasıl yapacağız da İskenderun'a gideceğiz. Tren çizelgemizi çıkarıyoruz, çeşitli bileşkeler kurarak bir yol buluyoruz. Birazdan kalkacak olan Pamukkale Ekspresi ile Afyon’a gideceğiz, Afyon’da birkaç saat bekleyip Meram Ekspresi ile de Konya’ya geçeceğiz. Sonrası belirsiz.

Bugün Pamukkale Ekspresinin son seferi. Bunu biliyordum ama bu son seferin içinde olacağımı hiç tahmin edememiştim. Pamukkale Ekspresi Haydarpaşa’dan son defa hareket edecek, Denizli’ye gidecek ve bir daha dönmeyecek. Birçok ekspres gibi Pamukkale Ekspresi de tarihe gömülecek. Hareket saati geldi, hüzünlü, cılız, yenik bir düdük sesi kaplıyor Haydarpaşa’yı, bu Pamukkale Ekspresinin Haydarpaşa’ya vedası. Bedenim trenin içinde olmasına rağmen, ruhum Haydarpaşa’da kalıp Pamukkale Ekspresinin arkasından kayboluncaya kadar el sallıyor. Haydarpaşa, Özay Gönlüm’ün de türkülerinde kullandığı o güzelim Ege ağzını kaybetti. Artık Ege ağzı ile konuşan insanlar dolaşmayacak Haydarpaşa’da, son trenleri şimdi gitti…
Ey benim canı gönülden kursağımın incisi, gözümün zencisi, gıymatlım, çılbağım, bağrıyanığım, yetimim, elimin asası, gönlümün tasası, evlerin yakışığı, gızların aşığı, çorbamın kaşığı, bidanem yavrım benim. nasılsın bakem, eyi misin? eyi olman için dağları taşları, kurtları kuşları, her şeyi yaratanıma dua edip oturuyom gari. sen de benden, gözü yolda, bağrı yufka ninenden sorarsan, şükürler ırabbıma eyiyim. sen yavrımdan başka heç bi tasam yok, anlat, köyün içinde ne kadar havadisler varsa hepiciğini yazın deyon. bizim köyün çobanı mustafaali aben var ya, malları güdüvemeyo gari. zebebi de, geçenlerde iraz kızın kına gecesinde karılar toplandık, çengiler, çalgılar başladılar ünleşmeye, tüm garılar oynadılar gari. tam mustafali abeyinin garısı ayşe'ye gelmişti sıra, oyneycem diye kalkıvediydi, çengiler, çalgılar da susuvemedi mi, karıcağız ortalıkta sinek gibi kalıkaldı. sona ağlaya ağlaya eve gelmiş gari, ''biz çoban karısı olduysak, insan değil miyiz'' diye. mustafali abeyin de 'gız karı ne ağlıyon''demiş, o da anlatıvemiş.(1)

Pamukkale Ekspresi Son Seferi İçin Hareketi Bekliyor…    
      
                                                            
Gün Sapanca Gölü’nde Batıyor…

Yaz tatili benim için dinlenmekten çok zihin yorgunluğu oldu, zihnimde coğrafyalar birbirine karıştı; Toros Dağları Yıldız Dağı ile kardeş oldu, Fırat Nehri Meriç Nehrine karıştı, Konya Ovası Mezopotamya’ya eklendi. Yorulmuş zihnimde Anadolu coğrafyası başkalaşmaya başladı, Anadolu coğrafyası zihnimde başka bir jeolojik dönem yaşıyor sanki. Nehirler, dağlar, ovalar, insanlar, farklı kültürler… Bir Rum evinden çıkıp bir Ermeni evine giriyorum. Bir camiden çıkıp bir havraya, bir havradan çıkıp bir kiliseye… Muhabbetçilerim de Anadolu’da yaşayan tüm halklar... Anadolu tarihi ile coğrafyası ile ne kadar da bereketli. Ne de olsa bu coğrafyanın en eski Ana Tanrıçası Kibele’dir. Bereketin ve doğurganlığın simgesi.   

Ne zaman dalmışım bilmiyorum, gözlerimi açtığımda bir gün batımı yaşanıyordu. Gün hangi coğrafyada batıyordu çıkaramıyordum, sabahları kalktığımda “hangi kentteyim?” diye sorduğum çok olmuştur kendime. Yine o anlardan biri, evet bir göl, Sapanca Gölü olmalı.

Gecenin bir vakti Beşiro’nun Elfida adlı şarkısına uyanıyorum. Son gittiğimde Diyarbakır sokaklarında bangır bangır çalan hüzünlü bir şarkı. Hüzünleniyorum, Diyarbakır düşüyor aklıma gecenin bir vakti.

Afyon Garında iniyoruz. Pamukkale Ekspresi Afyon’da bizi indirdikten sonra Denizli’ye son kez gitmenin hüznünde… Elveda Pamukkale Ekspresi…

Karanlığın içinde bir türlü gelmeyen sabahın kahvaltısını yapıyoruz; simit ve ayran ile
                                      kaymaaaaaaaakkkkkkkkkkkkk       
sesleri arasında.

Meram Ekspresi de sabah ile birlikte geliyor, Sapanca Gölü’nde batan güneş bizi Afyon’da karşılıyor. Akşehir Gölü’nün kıyısından uzun bir süre gidiyoruz. Güneşin ilk ışıkları altında, Akşehir Gölü bitiyor, Konya Ovası başlıyor. Göz alabildiğine dümdüz. Hasat mevsimini atlatmış Konya Ovası. Hasat mevsiminden geriye tarlalarda tellenmiş saman balyaları kalmış. Meram Ekspresinin son durağı Konya’da iniyoruz. Otobüse binip para verme taraftarı hiç değiliz, şehir dışına çıkıp otostop çekiyoruz. Bir petrol tankeri duruyor, iki kardeş Adana’ya kadar bizi bırakacaklar. Muhabbet ede ede, müzik dinleye dinleye, coğrafyayı seyrede seyrede gidiyoruz. Konya Ovası kuzeyde uçsuz bucaksızken güneyde Toroslar’a dayanmış. Adana’dan sonra otobüse atlayıp İskenderun'a geçiyoruz. Diyarbakır’dan arkadaşımız Koçero, bizden önce gelmiş ve şehirde bizi karşılıyor.

Dolmuşla İskenderun’un en yükseğine çıkıyoruz. Özgürler’in evi hem İskenderun hem de deniz manzaralı. Bahçeli, iki katlı bir evleri var. Bahçesinde birçok bitki ve hayvan. İnsanın içinde huzur bulabileceği bir mesken. Ev sakinleri de sanırım bu huzuru hissedip de vazgeçemeyenlerden. Bahçelerindeki bitki ve hayvanlardan birkaçı;


Canras

                                                                                                                            
Kudret Narı  

                                                                                            
Güvercinler 
                                             

Kanaryalar


Ev sakinlerinden İsa Amcanın İskenderun'daki ziraat bahçesinde şoför olması tüm aileyi hem hayvanlara hem de bitkilere yakınlaştırmış. Özgür’ün de babasından dolayı hayvanları tanıması çocukluk yıllarına dayanır. Özgür’ün yaşama dair ilk gözlemlerinde hayvanların anlamı büyük. İlk beslediği hayvanlardan bir tanesi ipek böceği olmuş. Hayvanlara karşı yaptığı muzırlıklar da yok değil;
—Karıncalar sıra oluşturmuş, kış hazırlıklarını zor bela yuvalarına taşırken ben elime bir tokmak alıp karınca kervanının geçtiği sabit bir noktaya vururdum, tabi karıncalar ezilirdi, ama çocuk aklımla savunmam hazırdı; onlara ben vurmuyorum ki onlar gelip benim tokmağımın altından geçiyor.

Şimdilerde ise ne zaman karıncaların komün halde çalıştıklarını görse kolay gelsin demeden geçmez.

—Bir gün bir arkadaşla plajdaydık, karabiber ağacında bir bitbiti (dut kuşu) vardı. Arkadaşıma “bak şimdi” dedim ve kuştan dahi büyük olan taşı bir attım, kuşa tam isabet etti, yanına gittiğimizde kuş ölmüştü, gözünden bir damla yaş geldiğini fark ettim, bir çocuk olarak arkadaşıma karşı ilk şovumu yapmayı düşünürken bir ahlaki sorgulama gelip düşüncelerimi sardı, o gün bugündür hayvanları incitemiyorum.

İsa Amca’nın da hayvanlar ve bitkilerle ilgili öykülerinin tadı doyulamayacak cinsten. Bu öyküleri kayıt altına almak istiyorum onun ağzından ve kameranın düğmesine basıyorum. Bir hikâye ile başlamak istediğini söylüyor:
Günün birinde aslan ile kedi arkadaş olmuş. Aslan kediye demiş ki;
—Ya arkadaşım sen benim sıfatıma çok benziyorsun, pençelerin, bıyıkların, suratın aynı ama neden çok küçüksün?
 Kedi demiş ki;
—Ah arkadaşım ben insanoğlu eli altında yaşıyorum o yüzden 
küçük kaldım.
Aslan;
—İnsanoğlu mu dedin, o da kim?
Kedi;
—İnsanoğlunu bilmiyor musun yoksa sen, gel sana göstereyim.
Yola koyulmuş iki arkadaş, önlerine bir boğa çıkmış. Aslan;
—İnsanoğlu bu mu? diye sorunca
Kedi;
—Yok canım, insanoğlu bunu kesip etini yiyor.
Biraz ileriye gidince bakıyorlar ki bir at. Aslan;
—İnsanoğlu bu mu? diye tekrar sorunca
Kedi;
—Yok ya, insanoğlu bunun üstüne binip gezmeye gidiyor.
Biraz daha ileriye gitmişler ki bir fil. Aslan filin gücünü de görünce;
—Tamam, insanoğlu bu olmalı, diye düşünürken
Kedi;
—Yok yok, insanoğlu buna tüm eşyalarını yükleyip diyar diyar dolaşıyor, deyince
Aslan insanoğlunu iyice merak etmeye başlamış, tam o sırada karşıdan 80 yaşlarında, kamburu çıkmış, eli bastonlu bir insanoğlu gelir. Kedi;
—İşte insanoğlu bu, deyince
Aslan şaşırarak inanmak istemez.
—Ben bunu hemen pençelerim ile parçalarım.
Aslan insanoğluna yaklaşır ve insanoğlunu güreşe davet eder, insanoğlu da;
— Ben senin methini çok duydum, ormanlar kralısın, ama ben kuvvetimi evde unuttum, bilseydim seninle karşılaşacağımı kuvvetimi yanıma alırdım, şimdi gidip alsam sen kaçarsın.
Aslan;
— Olur mu öyle şey ben seni görmek için geldim buraya.
İnsanoğlu;
— Tamam, gidip getireceğim ama kaçmaman için seni bağlayacağım.
İnsanoğlu aslanı bağladıktan sonra aslanı dövüyor, dövüyor, bayıltıyor. Aslan kendine geldiğinde ise karşısına geçmiş, kıs kıs gülen kediyi görüyor. Kedi;
— İŞTE İNSANOĞLU BU, diye cevap veriyor.

Aslında sonrasında anlayacağız ki bu hikâye bir günah çıkarmadır. İsa Amca uzun yıllar evinde ceylandan leyleğe, yılandan kekliğe, kurbağadan kanaryaya, köpekten güvercine birçok hayvanı sevgiyle bakmasına rağmen hayvanları inciten yanlarına dair üzüntüsünü bu hikâye ile dile getiriyor. “Cehenneme gidersem kuşlar yüzünden gideceğim.” diyor İsa Amca. Yaşamda başka hiçbir incitmişliğinin olmadığını ve sadece kuşları incittiği için cehenneme gideceğini düşünmesi ne kadar ilginç İsa Amcanın. Böylesine naif bir ruh…

Cehennemde cezalandırılacağını düşündüğü davranışlardan bir tanesi;
Bir gün Antakya'daki ormanları dolaşıyor İsa Amca, ağaçlarda Arap Bülbülü yuvası arıyor, evinde Arap Bülbülü beslemek için. Bulduğu bir Arap Bülbülü yuvasını ağaçtan indirip üç yumurtası ile birlikte eve getiriyor. Arap Bülbülü yumurtalarını evdeki kanaryaların altına koyup onları yetiştirmeyi düşünürken bir kedi gelip yumurtaları kapıyor ve o kuş yuvası yumurtasız, kuşsuz tüm yalnızlığıyla ortada kalıyor. 

Kuş yuvasını Özgür görünce darmaduman oluyor; kızıyor babasına. Özgür; “o yuva benim ibretim oldu.” diyor. “Yuvayı ilk gördüğümde gözlerim doldu; yuvadaki emek ve sevgi karşısında. Kuş ilk önce kurumuş ince dallarla yuvayı daire şeklinde örmüş sonra dışına yeşil dallar eklemiş hem yuvayı serin tutsun hem de gizleyebilsin diye, sonrasında da yumurtalarını yumuşak yere yapabilmek için zeytin ağacının çiçeklerini getirip yuvanın içine koymuş.”

Özgür babasının bu öyküsünü anlattı ve sonrasında yuvayı getirip gösterdi, gözlerim doldu kuşun emeği, yuvanın güzelliği karşısında. İnsanoğlu ihanet duygusuyla her güzelliğin içini boşaltırken kendi yuvasının içini de boşalttı. Böylesine manidar bir yuva anlayışı gün geçtikçe insanoğlundan uzaklaşıyor.


 İsa Amca’nın Yumurtaları İle Birlikte Ormandan Getirdiği Arap Bülbülü Yuvası 

İsa Amca hayvanlarla ilgili öykülerine devam ediyor, bu defa bir hayvana ihanetini değil de bir hayvanın ona ihanetini dinleyeceğiz. Onun ağzından dinleyelim;
— Bir gün Arsuz civarında balığa gitmiştik, bir baktık ki sahilde kocaman bir kaya, "acaba bir yerden mi düştü?" diye düşünürken bir çakal geldi ve kayanın etrafında dönmeye başladı.  Bir oraya koşuyor bir buraya koşuyor, kokluyor derken taştan bir kafa çıktı ve çakalı tuttuğu gibi denize sürüklemeye başladı, meğerse kocaman bir kaplumbağa imiş. Çakal bir bağırıyor, bir bağırıyor, dedik "gelin bu hayvanı kurtaralım, bizim de hayatımız tehlikede." Biz de kayığa bindik açıldık ve dönüp denizden çakalı kurtarmak istedik, kayığın küreği ile kaplumbağaya vurup çakalı bırakmasını sağladık. Çakal baygın bir halde yatarken kuyruğundan çekip kayığın içine koyduk, biz balık avlamaya başladık. Arkadaş, yarım saat sonra bu bir canlanmadı mı, başladı bizim üzerimize atlamaya, kalktık hepimiz suya atladık, çakal kayıkta tek başına kaldı, yav ne yapalım, başladık tekneyi sahile doğru itmeye, sahile yaklaştığımızda çakal kayıktan atladı, kaçtı, gitti.

İsa Amca muhabbeti hayvanlardan Antakya'nın coğrafyasına getiriyor. Amik Ovasında önceden büyük bir kent varmış, o kent suyun altında kalınca Amik Gölü oluşmuş. Çok fazla kuşun konakladığı bir göl haline gelmiş. Göçmen kuşların da avcıların da uğrak yeriymiş; insanlar tekneler dolusu ördek, sakarca, bıldırcın avlıyormuş. Amik Gölü’nün en büyük su kaynağı taşan Asi nehriymiş. DSİ, Antakya’ya havaalanı yapılacak diye ve Afgan mültecilere yer vermek için bu gölü kurutmuş. Şimdi Amik Ovası Anadolu coğrafyasında en bereketli yerlerden; mısır, pamuk, kavun, karpuz… her türlü sebze ve meyvenin ekimi yapılıyor.

Akşamüstü terasta hamağa uzanmışım Özgür’ün küçücük yeğeni de kucağımda uyuya kalmış. Üstümde salkım salkım üzümler, bülbül asmada ötüyor, karşımda Amanos Dağları ve akşam tüm ıssızlığı ile çökmekte.

Sabahın altısında Arsuz’a doğru yola çıkıyoruz, bugün zorlu bir gün bizi bekliyor. Yol boyunca dolmuşta Arapça konuşuyorlar. Höyük Köyü’nde iniyoruz. Arap-Alevilerinin yaşadığı bir köy. Samimi bir halk. Köyün içinden geçtikten sonra uzun bir süre tarla yolundan ilerliyoruz, tarla yolu bitince kocaman kayalar ve doğal havuzlar başlıyor.

3 saat boyunca o güneşin altında kah kayadan kayaya zıplayarak kah kayalardan aşağı kayarak kah tırmanarak kah havuzlarda yüzerek kanyonun ulaşmak istediğimiz yerine geliyoruz. Abartısız irili-ufaklı milyonlarca taş. Enfes bir coğrafya. Kocaman, derin bir havuza geldik, öğle yemeğimizi yeyip uzun bir süre uçurumun altında dinlendikten sonra havuz yüzülerek geçilecek ve koca bir kaya tırmanılacak sonra esas mekâna, yerkürenin hangi katmanından geldiği bilinmeyen, şarıltı ile dökülen sıcak bir şelaleye varılacak. Boyumu geçen derinliklerde yüzemediğim için ekipten ayrılıyorum. Havuz başında koca bir kayaya oturup doğayı dinlemeye başlıyorum. Sanki o an bana fantastik bir dünya açıldı, kayalarda farklı ifadelerde, farklı yaşanmışlık öykülerini barındıran, farklı coğrafyalara ait yüzlerce yüz görüyorum. 

Yüzlerdeki öyküleri yakalamaya çalışıyorum; gülen kızlar, yavrusu ile yüz yüze vermiş babasını bekleyen eksik bir aile, acı çekmiş bir işçi, fesli ve Faslı bir amca… ve daha yüzlerce yüz ve yüzlerce öykü. Yoksa insanlık tarihinin içinden geçen hiçbir yüz, yeryüzünden silinmiyor mu, bu şekilde kayalarda rüzgârın, suyun aşındırması ile tekrar tekrar mı yeryüzünde yüzünü gösteriyor? 

Issız doğa beni fantastik bir dünyaya çekiyor. Hava serinlemeye başlayınca yine geyikleri taklide başlıyoruz. 3 saat geriye dönüş, kanyonun çıkışına gelince son büyük bir havuz var, yüzüp de öyle çıkalım istiyoruz. Suya sırtüstü yattığımda, kararmış gökyüzünün içinde Venüs gezegeni parlıyor. Kayaların, gökyüzünün, suyun sessiz dünyası ruhuma iyi geliyor. Uzun bir süre dinleniyorum, suyun üstünde. Tekrar yola çıkma zamanı geldiğinde ayaklarım havuzda bir türlü ilerlemiyor, çabalıyorum çabalıyorum bir türlü karaya varamıyorum, sanki canlının sudan karaya çıkışının tüm sancısını ben yaşıyorum. Ve canlılığın evriminde sudan karaya geçişin ne kadar zor olduğunu anlıyorum. Karanlıkta Höyük Köyü’ne giriyoruz, insanlar balkonlarda. “İyi akşamlar” dediğimiz herkes bizi buyur ediyor. Ama vakit geç oldu. Eve o yorgunlukla zor atıyoruz kendimizi.


İçinden Geçtiğimiz Dereler  

                                                                                                                                                                 
Enfes Renkleriyle Kayalar 

                                                                                                
İçinde Yüzdüğümüz Doğal Havuzlar
                                                                             
                                                                                     
 Sıcak Şelaleler 

                                                                                                                                                               
Aralarından Geçtiğimiz Kayalar  

                                                                                           
Şaşkın Bakışlı Bir Anne

 Sabah tek başıma Antakya’ya yola çıkıyorum. Belen Geçidi, Amik Ovasını seyrettiğimiz teraslardan. Ovaya inene kadar manzara kuşbakışı görünümde. Yıllar öncesinin Amik Gölü’nü ve çeşit çeşit kuşu hayal ediyorum inene kadar. Asi Nehri kentin ortasından geçiyor, önceden üzerinde yapılan taşımacılıkla ticarete katkı sunan Asi Nehri, şimdi ise lağım kokutuyor kenti. Nehirleri bu hale de mi sokacaktı modern insan? Yeme çılgınlığının atıklarıyla nehirleri kirletiyor. 

 Kentin Ortasından Geçen Asi Nehri

Ulu Cami’nin avlusunda oturuyorum. Cami avluları oturup düşünmek için, zamanı, yaşamı dinlemek için en sevdiğim mekânlardan. Caminin bir odasında kuran kursu var. Kurstan fırfırlı uzun etekli, takunyalı kız çocukları çıkıyor. Takunya sesleri avluyu dolduruyor. Caminin imamı gözüküyor kapıda; bir elinde kızılcık sopası bir elinde cep telefonuyla, caminin kapısına yaslanıp lakayt bir şekilde telefonla konuşuyor. 



Ulu Cami’nin Avlusu    

Kalkıp çarşıya dalıyorum, şalgam içiyorum kana kana. 


Çarşıda Satılan Kurutulmuş Sebzeler

Ortodoks kilisesini geziyorum, oradan Habibiye Camii’ni, havra kapalı, havrayı gezemiyorum.



Ortodoks Kilisesi    

Farklı dinlerin barışçıl beşiği Antakya...


Katolik Kilisesi ve Arkada Sarımiye Camii

Çarşıda Kurşunlu Hanı’nı buluyorum. Hayvanların bağlandığı alt kattan, insanların konakladığı üst kata çıkıyorum. Beyrut, Şam, Mekke, Medine, Filistin, Lübnan’dan gelip de Anadolu’ya, İstanbul’a giden kervanların duraklarından bir tanesiymiş, Kurşunlu Hanı. Han işlevini kaybettikten sonra dükkânlardan oluşan çarşıya dönmüş. Harabe haline dönen handa bir Ali Amca kalmış eskiyi ahşapla uğraşarak yaşatan. Önceden üst kat mobilya yapan dükkânlardan oluşurken alt kat elek yapan dükkânlardan oluşuyormuş ama şimdi handa bir Ali Amca kalmış tüm anıların yükü ile. 55 yıl öncesinden kalma ahşap oymalarını gösteriyor ve küçük bir parça oyma ahşabı da bana hediye ediyor. 


Kurşunlu Hanı   
Geniş avluların dar kapılarla dar sokaklara açıldığı eski Antakya yerleşiminde dolaşıyorum, kimi kendimi kaybederek kimi kendimi bularak kimi de bir kapı açılsa da kapı aralığından geniş avlulardaki yaşamları görebilsem merakıyla...


Eski Antakya Sokakları

Asi Nehri’nin kıyısındaki Arkeoloji Müzesi’ne dönüyorum. Mozaik koleksiyonu bakımından dünyada ikinci sırada yer alan bir müze. Harbiye’den gelen mozaiklerle dolu. Mozaikler Helenistik, Roma ve Bizans Dönemi’ne ait. Son olarak bulunan mermer lahit de müzeye getirilmiş. Lahitin üzerindeki oymalardan lahitin içindeki kişiye dair bilgi elde edilebiliyor.

                                                                       
MS IV. yy.da Harbiye Bulunmuş Okeanos Tethys Mozaiği  

                                                         
Süslemeleriyle lahit

Akşamüstü Payas’a yola çıkıyoruz, Sokullu Külliyesini görmek için. Mimar Sinan'ın harika eserlerinden biri. Külliyeler; hac yolcuları ve kervanlar için inşa edilen; yolcuların, barınma, temizlik, ibadet, alışveriş ve en önemlisi de güvenlik ihtiyaçlarını karşılayan karmaşık yapılar. Özellikle İstanbul-Mekke güzergâhında günlük yürüme yolu mesafesinde birer külliye inşa edilmiş. Sokullu Külliyesi; kervansaray, pazar, hamam, cami ve medreseden oluşan büyüleyici bir Osmanlı mimarisi. Dönemin insanlarının canlılığı ile külliyenin içini doldurduğu zamanları görmek isterdim.



Sokullu Külliyesi’nin Çarsısı
                                     

                                                               
   Hanı  

                                                                                                   
                                 Hamamı


                                                                                           
Cami ve Medresesi
                                                             
Sabahın erken saatinde dört arkadaş yola çıktık, amacımız Asi Nehrinin döküldüğü Samandağ'daki Aknehir Beldesi’ne gitmek. Antakya’da Asi Nehri kıyısında Fransızlardan kalma parkta kahvaltımızı yapıyoruz. Antakya’dan Samandağ tarafına otostop çekerken Suriyeli bir taksi  şoförü duruyor, Hüseyin Abi. Çok cüzi bir miktara bizi gün boyunca gezdirebileceğini söylüyor. Asi Nehri Lübnan’dan doğup Samandağ’dan Akdeniz'e dökülen bir nehrimiz.



 Lübnan ve Suriye’yi Dolaşan Asi Nehri 

Biz de bir gün boyunca Harbiye’den Samandağ'a kadar Asi Nehri’ne eşlik edeceğiz. Asi Nehri, vadiyi resmen coşturmuş, yemyeşil her yer. Bir asma köprü çıkıyor karşımıza. Keyfimize diyecek yok.


 Asi Nehri Üzerindeki Asma Köprü  
Hüseyin Abi bir de çok sevdiğim Lübnanlı müzisyen Feyruz’un kasetini takmadı mı, daha ne istenebilir ki! Asi Nehri Feyruz’un şarkılarının Arap ritmiyle akıyor. Samandağ'a gelince daha önce de gitmiş olduğumuz Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü’ne çıkıyoruz. Panos Amca ile tanışıyoruz. Dedelerinin dedeleri Osmanlı İmparatorluğundan beri bu topraklarda yaşamışlar, 1915 yılında birçok karışıklık yaşanmasına karşın bırakıp gitmemişler. Köy kahvesinde oturup çay içiyoruz. 


Kaygılı Bakışlarıyla Ermeni Bir Amca



Vakıflı Köyü’nden Ermeni Bir Teyze

O arada Panos Amca gidip evinden kendi yapmış olduğu duduğu getiriyor, Ermenilerin tüm acılarını içine üflediği o geleneksel çalgıyı. Ekibimize Panos Amca da ekleniyor, Hıdırbey Köyü’ne giderken araba içinde Panos Amca Ermeni ezgileri çalıyor bize. Hıdırbey Köyü meydanındaki asırlık çınarın altında oturup bir çay da orda içiyoruz. Panos Amca duduğu ile bize Sarı Gelin türküsünü çalıyor.


Ermenilerin Acılarını Soluk Olarak İçine Üflediği Duduk

 Pınar da Ermenice eşlik ediyor. 



 Panos Amca, Pınar ve Suriyeli Taksi Şoförü Hüseyin Abi

Yan taraftan akan dere, ağaçlar, meydan, köylüler ve biz. Dönüşte amcamızı köyüne bırakıyoruz, köye gidene kadar araba içinde Ermeni ezgileri devam ediyor, biz de ezgilerin nakarat kısmına eşlik ediyoruz;
  “hele hele hele  ninnayı
         hele hele hele ninnayı” diye sonrasında da kulaklarımızda çınlayan nakarat.
                  
  
Musa Dağından Çevlik’e iniyoruz. Manzaramız dağlar ve Akdeniz’den oluşuyor. Kayalara uyulmuş Beşikli Mağarasını ve kaya mezarlarını geziyoruz. Mezarlarda Romalılara ait 12 adet kral mezarı bulunmuş. Kral ailesine ait mezarların yanı sıra halka ait olanlara rastlanmış. Karanlıkta uzayıp giden Titus Tüneli’ne giriyoruz. Zamansızlıktan fazla ilerleyemesek de tünelin girişindeki gittiğimiz mesafe bile bizi heyecanlandırmaya yetiyor.



 Titus Tüneli, Bir Adam Karısını Alnından Öperken

                                                                                 
Gün batmak üzereyken tünelden çıkıyoruz, yolumuz Harbiye. Harbiye’nin eski adlarından bir tanesi de Daphne. Helenistik ve Roma dönemlerinde çağlayanlarıyla tanınan ve dünyaca ünlü bir sayfiye yeri olarak kullanılan Daphne, zengin halk kesimi tarafından yaptırılan çok sayıda köşk, tapınak ve eğlence yeriyle ünlüymüş.(2) Günümüzde Antik Dönem’den bir yapı dahi kalmamış sadece Harbiye’den çıkartılan mozaikler müzede sergilenmekte. Harbiye’de şelale şırıltılarının altında suya atılmış masalarda ayaklarımızı suya sokarak günün yorgunluğunu üstümüzden atmaya çalışıyoruz.
                                                                                                            
Mor; Trenle, Sarı: Otostopla, Yeşil; Gezdiğimizdir
                     
                                                                                                                         

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Özay Gönlüm, Ninenin Mektubu, http://hayatadairufakbilgiler.blogspot.com.tr/2009/06/ey-ozay-gonlum-duyuve-gari-ninemden.html, Erişim Tarihi: Haziran 2010  
(2) Antakya'ya Seyehat, https://likyagezi.wordpress.com/antakyayaseyahat/, Erişim Tarihi: Şubat 2017                                                                                                                                                     
                                                                                                                                                                                                                                            





16 Ocak 2015 Cuma

trenler için oyulmuş tünellerin renklendirdiği Toros Dağları ve Toroslar içinde iki istasyon kasabası: Belemedik-Hacıkırı















03/ 05/ 2008
Başkent Ekspresi

Bu yolculuk da diğer yolculuklarım gibi bir çemberdir, başlangıç ve bitiş noktasını elbette ki Haydarpaşa... Ve yaşamım, yıllardır,  Haydarpaşa’dan başlayıp Haydarpaşa’da son bulan bu çember yolculuklarla örülmüş durumda, en sonunda tüm çemberleri birbirine ekleyip zincir gibi bir ray uzatacağım önüme ve bu zincir raylar, içinden hep istasyon geçen kasabalara, kentlere dolanacak.

Benim en güzel öğretmenlerim, ustalarım; istasyonlar, trenler, raylar ve tren yolcuları oldu, en insancıl bilgiyi onlardan öğrendim, çünkü insanın yüreğinin bam teline dokunmasını biliyordu bu öğretmenler. Yıllardır hep bu öğretmenlerin yetiştirmiş olduğu öğrencileri aradım Tebriz, Floransa, Erzurum, Varşova, Selanik, Tahran, Baltimore, Diyarbakır istasyonlarında, ama yoklardı. “Olmalı” diyordum, “bu güzel öğretmenleri keşfetmiş birileri olmalı.” Neden bu kadar uzun sürdü bu öğrencilere ulaşmam? Bir gün, makinist Hasan Abi; “Elif, seni demir yolu sevdalıları ile tanıştırayım” deyince, “evet” dedim, “varlar ve birbirinden haberdarlar.” İşte böyle oldu demir yolu sevdalıları ile tanışmam. Kısa zamanda yazışmalarına katıldım, kısa zamanda da organize etmiş oldukları Hacıkırı gezisine davet edildim.


Trenimiz Başkent Ekspresi, çemberin başlangıç noktasında harekete hazır. Benimle birlikte harekete bu noktadan başlayacak Hazım Bey var, kendisi Haydarpaşa’da dispeçer yani trenlere sinyal açan, trenlere yol gösteren kişi, bulunduğu vagona gidiyorum tanışmak için;
—Hazım Bey siz misiniz? Evet, o an tanışırken, bilemezdim Hazım Bey’in zaman içinde Hazım Abi olacağını ve en önemlisi de gezide hayatımı kurtaracağını. Tabi bu hayat kurtarma öyküsüne gelene kadar yaşanan çok şey var, yaşananların akışına göre gitmeli. Tanıştık, restoranda birer çay içtik, “Ray Medeniyeti Dostları” grubuna dair konuştuk, ama Hazım Bey nöbetten çıkıp geziye katıldığı için fazla muhabbeti uzatmadık, nasıl olsa muhabbet edecek birkaç günümüz olacaktı. 

Ben vagonuma döndüm, yanımda bir üniversite öğrencisi, tek kelime muhabbetimiz olmuyor. Bir kez daha anlıyorum ki lüks trenler bana göre değil, yolculuğa dair hiçbir hareketlilik yok, ben Anadolu yolcusuna öylesine alışmışım ki, tren benim için birliktelik olmuş, her anlamda paylaşım olmuş, otobüste mi gidiyorum, trende mi anlamıyorum. Bu tür lüks trenlerin yolcuları trenin ruhuna yabancı, bu yolcular paylaşmak için binmemiş trene,  gidecekleri yere varmak için binmişler. Oysa benim için varmaktan ziyade hep; yol, yolculuk, insandı önemli olan. Ben en iyisi insan öykülerinden vazgeçip bozkırları, köyleri seyredeyim. Trende olduğumu, yolda olduğumu buralardan hissetmeye çalışayım. İşte bir köpek, köpek Başkent Ekspresi ile yarışa kalkıyor, o da benim gibi yanılıp Başkent Ekspresi’ne dair beklentiye girenlerden.

 —Köpekçik, mümkün değil geçemezsin, bu tren bu hattın en hızlı treni.

O da benim gibi hayal kırıklığı ile yarışı bırakıp Güney Ekspresi’ne ümitlerini saklayacak herhalde. Güney Ekspresi Anadolu'nun en naif, en bilge treni; herkese yol verir, köpekler onunla yarışa kalksa köpekleri kırmaz öncelik verir, kimi görse durur, dağda bayırda kalır, bu tökezleyişlerini onun yaşlılığına verip dalga geçse de insanlar, onun amacı doğada; kuşların, böceklerin, ağaçların arasında dinlenmektir.

Bu nasıl güzel bir tablo; tarlada bir çiftçi traktör ile tarlayı sürüyor, arkasında üç leylek sürülmüş topraktan çıkan solucanları yiyor, bu leylekler nerenin yolcusu? İnsanlar yıllardır bana “sen leyleği havada mı gördün, neden bu kadar çok geziyorsun?” diye soruyor. Evet, ben her bahar leyleği havada görmek istiyorum ama her bahar. Kılavuzum leylek olsun yeter ki ve ben dokuz köyden kovulayım. Bak bak, tren yolu dibindeki tarlada iki fare oynuyor, bu bir çizgi film karesi mi? Ve tarlaları sulayan fıskiyeden fışkıran sularda oyun oynayan kırlangıçlar. Trendeki insanlara küsüp doğaya sığındım ve trendeki insanların donuk yüzlerinden daha çok şey sundular bana. İnsan görmeye, öğrenmeye açık olunca eminim ki bir yılandan da, bir çiçekten de hakikate dair çok şey öğrenir. Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanı”ndaki Karayılan,  Karayılan olmazdan önce cesareti bir yılandan öğrenmedi mi, sonra korkarak saklandığı taşın arkasından çıkıp atılmadı mı dövüşe ve Antep halkını peşinden sürükleyip düşmanı yenmedi mi Antep ovalarında?


İlk çağ filozoflarının da öğrenme kaynağı doğa değil miydi? Ben ilk çağ filozoflarını, insanlık tarihinin çocukluk dönemi olarak görüyorum. Çocuklarımız sürekli bakarlar evrene ve bir karıncayı uzun süre izledikten sonra “ne olur uçma” diyebilirler, henüz gözlem aşamasındadırlar çünkü ve bizim de cevabımız hazırdır; “saçmalıyorsun yine.”

Öğretmenliğimin ilk haftası, Diyarbakır, Engin adlı bir öğrencim var. Engin en önde oturur, o kısa boyuyla ve şaşı gözlerinin tüm sevimliliği ile sürekli her soruma cevap vermeye çalışır. Kullandığı sözcüklerin hiçbirinin birbiriyle ilgisi yoktur ve ben de her defasında “Engin saçmalıyorsun yine ” diyerek çocuğu hayal kırıklığıyla yerine oturtuyorum. Bir gün yine istekle kalktı ve yine saçmaladı ve benden yine “saçmalıyorsun” lafını duyduktan sonra sırasından kalkıp yanıma geldi ve tüm sınıfın önünde kulağını yüreğimin üstüne koyup “örtmenim ses gelmiy” deyince, Engin bana belki öğretmenlik mesleğim boyunca öğrenemeyeceğim bir bakış açısını öğretti. Evet, çocukları anlamak için yüreğimden ses gelmiyordu, bunu bana Engin şaşı gözleriyle, şaşırarak baktığı dünyasından söylemişti. Öğretmenliğimin ilk haftasında öğrencilere dair öğrendiğim en güzel bilgiydi; onları daha çok dinlemeli ve daha çok anlamalıydım.

Eskişehir’den bizim grupla geziye katılacak olan biri emekli makinist biri de emekli demir yolcu biniyor, tren içinde buluşup tanışıyoruz;


Yusuf Abi; takım elbisesiyle geziye katılmış olmasından dolayı gezinin ciddi bir havada geçeceğini düşünüp endişelensem de gezi süresince hepimizi şaşırtıp içimizdeki en çocuk ruhlu kişinin o olduğunu anlayacaktık.

İbrahim Abi; tanıştığımız andan yolculuğun bitimine kadar sessizliğini hep koruyacak ve bu derin sessizliğinin altında aslında engin bir gözlem gücü olduğunu çektiği fotoğraflardan anlayacaktık.

Yolculuğumuza dört kişi devam ediyoruz, konuşulanlar benim bu gezide ve daha sonrasındaki paylaşımlarımızda trenlere dair çok şey öğreneceğimi gösteriyor. Muhabbetimiz Ankara’ya kadar devam ediyor. Muhabbet arasında geçen güzel bir öykü; bir köpek Ankara’da banliyö hattına giriyor. Köpek önde banliyö treni arkada, makinist düdük çalıyor köpeğe ama köpeğin umurunda değil, koca banliyö treni, köpeği takip etmek zorunda kalıyor. Tüm yolcular, bu yavaş ilerleyen yolculuğun sebebini öğrenmek için camlardan, kapılardan sarkınca hepsi ağız birliği etmişçesine makiniste bağırıyor; “ezme köpeği.” İşte, banliyö ile yapılan bir yolculuğu bir köpek böyle güzelleştiriyor.

Ankara’da diğer arkadaşlarla buluşma ve hazırlıklarımızın tamamlanması için iki saatimiz var. Bu geziyi düzenleyen Ankara’dan Bora arkadaşımızdı, haftalardır uğraşmış, salon vagon kiralamış ve vagonumuzun Çukurova Mavi Treninin son vagonuna eklenmesi için tüm hazırlıkları yapmıştı. Tren sevdalılarının en güzel muhabbetleri etmesi, üç gün boyunca istasyonlarla, doğayla iç içe olması için tüm hazırlıklar tamamdı, Bora arkadaşımın yüreğine, emeğine sağlık.

Evet, Çukurova Mavi Treninin son vagonuna eklenmiş salon vagonumuz, içinde mutfağından, duşuna, plazma televizyonundan, son sistem müzik setine kadar her şey var. En güzeli de vagonumuzun en arkada olması. İnsanın, doğaya açılan kapıyı açıp kapının eşiğinde ayaklarını sallaya sallaya tüm kentlerden geçesi geliyor. Bu duygunun içimde yer etmişliği çocukluğuma dayanır; babaannemle dedem kiraz toplamaya giderken bizleri de çağırırdı, dedemin avluda atı hazırlayışı hala gözümün önünde, biz de at arabasının tepesinde bir an önce hazır olsa da gitsek heyecanındayız. Sonra tarlaya gidene kadar en arkada, ayaklarımızı sallaya sallaya köy evlerinin arkada kalışını izlerdik. Bu duygu içimde yıllanmış öylece. Diyarbakır Bismil’de kız öğrencilerim sabah okula geliyor, öğleden sonra da pamuk tarlasında 10 milyon karşılığında çalışıyordu. Bir okul çıkışı yine tarlaya gitmek için yola koyulmuşlardı, ben de onlara biraz olsun yardım etmek istedim. Güneşin altında Batman yolunda yola koyulduk, o yöne at arabasıyla giden bir abi “sizi de götüreyim” deyince bir çırpıda arkaya atlayıp içimde yıllanmış olan o duyguyu bir öğretmen olarak Anadolu'nun yollarında da yaşama olanağı buldum. Bu hissi en arka vagonda da yaşamak en büyük hayalim.


Salon Vagonumuz


         Kız Öğrencilerimle Pamuk Tarlasına Giderken, Bir Gün Trenin En Arka Vagonuna Böyle Oturup Gitmek İstiyorum


Trenimizin kalkış saati geldi, herkes hazır, vagonumuzun içinde bir hareketlilik; tanışmalar, şakalaşmalar, heyecan…Vagonumuzun aşçısı Tarık, ondan yemeklerden ziyade arkeolojik kazılara olan merakını dinleyecektik. Belki de gezimiz boyunca aklımda kalan ve sürekli düşündüğüm şey bu öykü olacaktı; bir gece aşçımız Tarık'ın ve arkadaşlarının başına kazı aşkı vurur, gecenin bir vakti kazıya başlarlar alanda, sabaha kadar kazarlar ve bir mezardır kazdıkları, içinden kafatasları çıkmıştır, artık Tarık'ın yorgunluktan ve soğuktan dayanacak gücü kalmayınca, mezarın içine uzanıp kafataslarını da koynuna alır ve unutamayacağım şu cümleyi sarf eder; "o kadar sıcaktılar ki…"

O kafatasları kim bilir kime, kaç bin yıl öncesinin insanına ait. İşte biri toprak altında bin yıllardan beri gömülü olan, biri de toprak üstünde yaşayan bu iki insan, aralarındaki binlerce yıllık zaman farkını gözetmeden koyun koyuna yatabileceklerdi. Tarık'ın güzel servisleri ile yemeğimiz oval masanın etrafında başlıyor, masada kimler var şöyle bir bakalım. Sizlerle tanıştırmadığım Selami Şef’im var.

Selami Şef; Afyon İhsaniye İstasyonunda istasyon şefi yani trenlere elinde yeşil hareket diski ile geç işaretini veren dostumuz, ben kaygı krizi geçirirken olayın vahametini anlayamayacak ve sonra da gezi boyunca çektiği vicdan azabından, ne zaman fotoğraf çekmek için biraz ayrılsam, bir çalının arkasında beni bekler durumda bulacaktım. Dolayısıyla bu bekleyişleri, daha fazla sohbet etme imkânını doğuracaktı ve gezi boyunca birçok tiplemeye girip bizi gülme krizinden öldürecekti.

Barış Hocam; Burdur’da rehber öğretmen, onunla hem öğrencilerden hem de trenlerden konuşacaktık bol bol.

Ayhan kardeşimiz; bu geziye katılmak için Marmaris’ten kalkıp gelmişti ve aramızdaki en genç tren sevdalısı arkadaşımız oydu.

Mustafa ve Bayram; Konya’dan gezimize katılmış olan iki sağlıkçı arkadaşımız. Daha önce bu bölgede kamp kurduğu için Mustafa,  Toros Dağlarında rehberimiz olacaktı.

Can Abi;  mühendis, oğlu da bizimle birlikte gezideydi, babasına; “ baba arkadaşların sana ne kadar benziyor” demesiyle, bizlere dair gözlemlerini en iyi şekilde ifade edecekti.

Yemek sonrası herkes, arşivinden, demir yolu kültürüne dair çektiği fotoğrafları paylaşmaya başladı. Can Abi’nin, Doğu Ekspresi ile karlı bir günde lokomotifte Kars'a yaptığı yolculuğun video çekimleri “trende yolculuk halindeyken bile trenle yolculuğu özlediğimi” fark ettirdi bana. Trendesin ve trenleri özlüyorsun…      
 
Gece ilerliyor ama kimsenin kalkıp da yatası yok, yarına enerji depolamak için arkadaşlar birkaç saatlik de olsa yatmaya gidince, biz üç dört kişi güneşin doğuşunu izlemeye kararlıyız, işte vagonumuzun doğaya açılan kapısından Toros Dağları’na doğan gün;

Günün İlk Işıklarıyla Parlayan Raylar


Parça Parça Bulutların Ardından Doğan Güneş


Kızıla Dönmüş Raylar

Birbirinden güzel renkleriyle gün doğumunu izliyorum, bu arada yan tarafta tatlı bir koşuşturmaca var; aşçımız Tarık kahvaltımızı hazırlıyor. Yeni bir güne başlarken türkülerle birlikte kahvaltımızı yapıyoruz, yine trenler konumuz. Yolumuz az kaldı, bu güzelim yeşil yollardan Belemedik’e giriyoruz.


Toroslarda Dolanan Yollar



 Belemedik’e Yaklaşırken

                                                         


 Belemedik İstasyonu ve Buharlı Trenlerin Zamanında Su Aldığı Cendere

1888 yılında, II. Abdülhamit ile Alman İmparatoru, Haydarpaşa’dan Bağdat- Halep- Şam’a kadar uzanan bir demiryolu ağının kurulmasını planlanmışlar. Osmanlı bu planla asker, eşya, yolcu taşıyacak, Almanlar da petrol kaynaklarına ulaşacaktır. Bu demiryolu ağının en önemli ve en zor geçişi Belemedik’tir.(1)

Belemedik küçük bir istasyon, aralık ayında Adana dönüşü buradan geçerken bu coğrafya büyülemişti beni, iki dağ arasında küçük bir yerleşke ve küçücük, insanı sarmalayan bir istasyonu var, “evet” demiştim, “ben burada yaşamalıyım.” günlerce de oradan arazi araştırmıştım ve sanırım yaşlılığıma dair bir hayal olarak büyüteceğim içimde.

Belemedik’ten sonra trenimiz, 1905 yılında Almanlar tarafından yaptırılan 22 tünelin birinden çıkıp bir diğerine giriyor, tünellerde devam eden bir yolculuk.


                                                                                                        
  İç İçe Dört Tünel 
                                                                                                                                                               
      
Bir Tünelden Bir Diğerine
                                                                                                                                       

  Hacıkırı İstasyonu

Ve işte Hacıkırı, vagonumuz burada, Çukurova Mavi Treninden kesilecek ve akşama kadar bu küçük istasyonda bizi bekleyecek. İner inmez planımız tünellerden geriye yürümek ve ben illa ki Belemedik’e kadar tünellerden yürüme konusunda ısrar ediyorum. Demir yollarının bu coğrafyaya kattığı anlam beni öylesine etkiliyor ki, içimden gelen sese hiç kulak asmıyorum, o ses ki yıllardır ruhumda beni bekleyen sinsi bir düşman gibi sürekli pusuda. Bakın benimle Hacıkırı’ya kadar gelmiş ve şimdi tam da tünellerden yürüyüşe geçeceğimiz bir sırada “gitme” diyor, öylesine heyecanlıyım ki kaygımın sesine kulak verecek durumda değilim. İlk tünelimiz 3 km, karşıdan trenin geldiği haberini aldık telsizle, tren geçerken biz tünel duvarına yaslanacağız. Tünelden girdik, tünelin başından sızan ışık da kesilince zifiri bir karanlıkta ilerliyoruz, kaygım yükseliyor ben umursamıyorum, kaygım yükseliyor ve ben umursamıyorum, ben umursamıyorum, ben umursamıyoruuuuuuuuum derken bir bakmışım sağlıksız düşünceler kurmaya başlamışım; ya tren bizi fark edemez de bize çarparsa, ya tren geçerken trenin önüne katıp getirdiği akım  nefesimi keserse, ya tren geçerken duvara yaslandığımda başım dönerse ve geriye düşüp tren beni ezerse, ya…………….ya…………………..  diye uzayıp giden kaygı bozukluğunun oluşturduğu sağlıksız düşünceler. Baktım yanımda Selami Şef var, Selami Şef’e “dönelim” dedim,  ama ciddiyetimi anlayamadı herhalde, çünkü tünellerde yürüme konusunda en ısrarlı bendim, artık sesim ağlamaklı çıkıyor, karanlık olmasa ve yüzümün atmış rengini,  ifademi görseler sanırım ne kadar ciddi olduğumu anlarlardı. 

Ve bir ses; “haydi Elif çıkalım.” Bu Hazım Abi’nin sesi, yazının başında da söylemiştim ya Hazım Abi hayatımı kurtaracaktı diye. İşte bu cümle ile içim biraz olsun ferahlıyor, geriye dönüyoruz ikimiz, ama sağlıksız düşünceler peşimi bırakmıyor, ya tünelin içinde trene yakalanırsakla başlayan onlarca cümle, arkaya bakıyorum,  hızlı hızlı yürüyorum, yandaki duvarlara çarpıyorum, yüzümden soğuk terler akıyor, terlerimi silerken arkaya bakıyorum, koşmaya çalışıyorum, tökezliyorum, duvarlara çarpıyorum,
hızl
    çarp
        duva
ve ışık, dışarıdayım, tren henüz yok, ama Hazım Abi de yok,  tünelden çıktığımda duvarlara çarpmaktan Arap Bacı’ya dönmüşüm ve adım da sonra arkadaşlar arasında Arap Bacı olarak kaldı. Ama dışarıdayım ya, ışığı gördüm ya, nefesim kesilmedi ya bırak Arap Bacı'nın güzelliğini yaşayayım. Hacıkırı istasyonuna gidiyoruz, orada istasyon görevlileri ile oturup arkadaşların dönmesini bekleyeceğiz, istasyon görevlileri ile muhabbet, tabi çaylar demleniyor. Yavaş yavaş kaygım diniyor.


İstasyon Görevlilerinin Demlediği Çay

Toros Dağları’nın arasında bir tren istasyonunda çay içmek ne kadar güzel, hele de sabah vaktiyse…
    
Tarihi kaynakların söylediğine göre, 3 Nisan 1920 sabahı böyle güzel bir güne doğmamış Hacıkırı…
Fransızlar Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzaladıktan sonra 7. maddeyi bahane ederek Ocak 1919’dan sonra Adana, Antep, Urfa, Maraş’ı işgal etmeye başlamışlar ve Belemedik’e bir hastane ve onarım atölyesi kurmuşlar. Bu atölyelerde çalışan Fransız, Ermeni, Rum işçi ve ustalar varmış. Anadolu halkı bu haksız işgalleri protesto ederken bir yandan da Kuvayi Milliye’yi oluşturmaya başlamışlar. Belemedik, Fransız kuvvetlerinin ikmal ve irtibatı açısından önemli bir yermiş o zamanlar,  ta ki 3 Nisan 1920 sabahına kadar, 3 gün boyunca savaşılmış ve sonunda Milli Kuvvetler Hacıkırı’yı ele geçirmiş. Sonra Belemedik sonra da Pozantı ele geçirilmiş. Adana, Antep, Urfa, Maraş Karayılan gibi yürekli Anadolu insanınca işgal güçlerinden geri alınmış.(2)

Tüneli baştan sona gidip gelen arkadaşların, anlattıkları, gördükleri, yaşadıkları heyecan bir kez daha burktu içimi, bu arada zaman geçmiş günü ortalamışız. Şimdi pusulamız Varda Köprüsü’nü gösteriyor.

  Toros Dağları’ndaki Deniz Kabukları
       
Varda Köprüsü'ne doğru yürürken Toros Dağlarında bulunan deniz kabuklarından bahsediyorduk. "Etrafta bulunabilir mi?" düşüncesiyle birlikte ararken ve evet önümüzdeydi, gördüğümde o kadar heyecanlandım ki…Yıllardır okullarda Toros Dağlarının nasıl oluştuğuna dair öğretmenlerimiz bize hep şu bilgiyi vermiştir; “Anadolu, Tetis Denizinin tabanıydı, Afrika plakasının Avrasya plakasına hareketiyle Tetis Denizinin tabanında yer alan binlerce metre kalınlığındaki çökel tabakanın sıkışıp yükselerek dağ haline dönüşmesiyle oluşur.”diye anlatmıştır. Tabi ki bu bahsedilen 3. zamanda olmuştur. Farkında mısınız bilmemem ama biz 3. zamanda oluşmuş coğrafi şekillerin üzerinde dolaşıyoruz, Diyarbakır'ı anlatırken Karacadağ’ın da 3. zamanda püskürdüğünden bahsetmiştik. Ve insanlar milyonlarca yıl önce yerkürenin altından püsküren taşlarla hala evlerini yapmakta Diyarbakır’da. Ve insanların ruhları da bu coğrafi özelliklere göre şekillenmekte. Hacıkırı’da, çocukluğunda Toros Dağlarında çobanlık yapmış bir abiyle konuştuk, o da; “hayvanları otlatırken bir sürü deniz kabuğu bulur, bunları toplardık” dedi ve bizi daha da heyecanlandırdı. 

Bu deniz kabuğu heyecanının üstüne zakkumlar içinde, vadinin kayaları arasında Varda Köprüsü.. Haydarpaşa'dan sonra beni bu kadar heyecanlandıran bir yapı olmamıştı sanırım.




Varda Köprüsü
                                                                                                                                                   

Varda Köprüsü

II. Abdülhamit döneminde Almanlar tarafından yaptırılan mimari harikası bir köprü, mimarı olan kadın, köprünün yapımı sırasında düşerek öldüğü rivayet edilir, Haydarpaşa'nın akranı, yine Haydarpaşa gibi tüm emeğini trenler için üretmiştir. Uzun bir süre Varda Köprüsünde dolaşıyoruz, trenlerin köprünün üzerinden geçişini bekliyoruz, bu kadar dağın, kayalığın arasında 100 yıldan beri dimdik ayakta duran bir köprü, Toros Dağlarının yüreği. Üzerinden tren geçerken daha bir heyecanlanır, sığmaz içi içine. 


Eski Demiryolcular ile Yeni Demiryolcular           

Ne kadar çok şey öğrendim bu gezide, düşüncelerim bir tarihe gitti, bir coğrafyaya. Şimdi tekrar tarihe gidiyoruz. Hacıkırı köy kahvesindeyiz, Hacıkırı’ya bir grup misafirin geldiğini duyanlar kahveye geliyor,  köy erkekleri hep demir yolcu. Almanlar, Fransızlar, tarihte olup bitenler muhabbetimizin konusu.

Artık istasyona dönme zamanı, biraz dinlenip yola çıkacağız, istasyonda kız çocukları ile konuşuyorum. İlla ki fotoğraf makinesiyle çekim yapmak istiyorlar, Hacıkırı İstasyonu’nda onlara küçük bir fotoğraf atölyesi yapıp nasıl çekim yapılacağını gösteriyorum.



İşte Küçük Bir Kızın Gözünden Arkadaşları, Hacıkırı İstasyonu

Salon vagonumuz İç Anadolu Mavi Treni’ne eklenip Adana’ya gidecek ve sonra Adana’dan Toros Ekspresi’ne eklenip gezdiğimiz yerlerden dönüşe geçecek. Ama ben daha fazla uykusuzluk ve yorgunlukla mücadele edemeyip uyuyakalmışım, gözlerimi açıyorum Adana’dayız, gözlerimi açıyorum yemek hazır, akşam yemeğinden sonra kompartımana çekilip sabaha kadar deliksiz bir uyku çekiyorum. Konya’da iki arkadaşımız iniyor, kahvaltıdan sonra Selami Şef’imizi indiriyoruz ve sonraki istasyonlarda lokomotife, makinistlerin yanına gidiyoruz. Nasıl güzel yağmurlu bir hava ve lokomotifteyiz. İstasyonlar, köyler, insanlar… Ben makinist olmalıydım, sürekli yollarda olmalıydım. İşte lokomotiften kareler;


 Küçük Bir İstasyon , Yağmurda Tren Bekleyen Anne ve Kız

                                                                                                             
Yağmur Damlalı Bir Pencerenin Sıcaklığında Küçük Bir Ev   

                                 
Yağmurun ve Yeşilin Sıcaklığında Küçük Bir Köy

İşte yaşamın içinden manzaralarla Kütahya’ya kadar gidiyoruz. Kendi vagonumuza geçtiğimizde arkadaşları müzik dinlerken buluyoruz, Metallica’dan “Nothing Else Matters”ı en yüksek sese çıkarıp, pencereleri de açarak bangır bangır çalan bu melankolik parçayla köylerden geçiyoruz. Sonsuz evrende bir gezegen, gezegenin içinde Anadolu coğrafyası, Anadolu coğrafyasında Kütahya kenti, bu kentten çıkan bir tren, trenin vagonlarının bir tanesinden doğaya akan müzik…   Trenin pencerelerinden notalar uçuşuyor, notalar doğaya, kaynağına dönüyor. Bu şarkı bana Neyzen Tevfik’i çağrıştırmıştır hep, Neyzen Tevfik 14 yıl boyunca üzerinde Farsça “hiç” yazan bir tabela ile ney çalarak sokaklarda dolaşmıştır.

Enveriye İstasyonu’na geldik, Toros Ekspresi’nden vagon kesiliyor, arkadaşlar burada kalıyor, ben ve Hazım Abi İstanbul’a devam ediyoruz. Bir çember daha tamamlanmak üzere…




Trenle Gittiğim ve Döndüğümdür


-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Varda Köprüsü, http://www.vardaciftlik.com.tr/adanamiz/varda-koprusu.html, Erişim Tarihi: Mart 2010
(2) Hacıkırı Tarihi, http://hacikiri.com/cemal-arslan-ozgecmis/, Erişim Tarihi: Mart 2010

                                                                                                                 
                                                                                                                                                                                                                                              























Digital Photo Exhibition

Join Our Donation Campaign! Dear colleagues and students, We're excited to announce our latest initiative to support the Defne Women...