16 Ocak 2015 Cuma

trenler için oyulmuş tünellerin renklendirdiği Toros Dağları ve Toroslar içinde iki istasyon kasabası: Belemedik-Hacıkırı















03/ 05/ 2008
Başkent Ekspresi

Bu yolculuk da diğer yolculuklarım gibi bir çemberdir, başlangıç ve bitiş noktasını elbette ki Haydarpaşa... Ve yaşamım, yıllardır,  Haydarpaşa’dan başlayıp Haydarpaşa’da son bulan bu çember yolculuklarla örülmüş durumda, en sonunda tüm çemberleri birbirine ekleyip zincir gibi bir ray uzatacağım önüme ve bu zincir raylar, içinden hep istasyon geçen kasabalara, kentlere dolanacak.

Benim en güzel öğretmenlerim, ustalarım; istasyonlar, trenler, raylar ve tren yolcuları oldu, en insancıl bilgiyi onlardan öğrendim, çünkü insanın yüreğinin bam teline dokunmasını biliyordu bu öğretmenler. Yıllardır hep bu öğretmenlerin yetiştirmiş olduğu öğrencileri aradım Tebriz, Floransa, Erzurum, Varşova, Selanik, Tahran, Baltimore, Diyarbakır istasyonlarında, ama yoklardı. “Olmalı” diyordum, “bu güzel öğretmenleri keşfetmiş birileri olmalı.” Neden bu kadar uzun sürdü bu öğrencilere ulaşmam? Bir gün, makinist Hasan Abi; “Elif, seni demir yolu sevdalıları ile tanıştırayım” deyince, “evet” dedim, “varlar ve birbirinden haberdarlar.” İşte böyle oldu demir yolu sevdalıları ile tanışmam. Kısa zamanda yazışmalarına katıldım, kısa zamanda da organize etmiş oldukları Hacıkırı gezisine davet edildim.


Trenimiz Başkent Ekspresi, çemberin başlangıç noktasında harekete hazır. Benimle birlikte harekete bu noktadan başlayacak Hazım Bey var, kendisi Haydarpaşa’da dispeçer yani trenlere sinyal açan, trenlere yol gösteren kişi, bulunduğu vagona gidiyorum tanışmak için;
—Hazım Bey siz misiniz? Evet, o an tanışırken, bilemezdim Hazım Bey’in zaman içinde Hazım Abi olacağını ve en önemlisi de gezide hayatımı kurtaracağını. Tabi bu hayat kurtarma öyküsüne gelene kadar yaşanan çok şey var, yaşananların akışına göre gitmeli. Tanıştık, restoranda birer çay içtik, “Ray Medeniyeti Dostları” grubuna dair konuştuk, ama Hazım Bey nöbetten çıkıp geziye katıldığı için fazla muhabbeti uzatmadık, nasıl olsa muhabbet edecek birkaç günümüz olacaktı. 

Ben vagonuma döndüm, yanımda bir üniversite öğrencisi, tek kelime muhabbetimiz olmuyor. Bir kez daha anlıyorum ki lüks trenler bana göre değil, yolculuğa dair hiçbir hareketlilik yok, ben Anadolu yolcusuna öylesine alışmışım ki, tren benim için birliktelik olmuş, her anlamda paylaşım olmuş, otobüste mi gidiyorum, trende mi anlamıyorum. Bu tür lüks trenlerin yolcuları trenin ruhuna yabancı, bu yolcular paylaşmak için binmemiş trene,  gidecekleri yere varmak için binmişler. Oysa benim için varmaktan ziyade hep; yol, yolculuk, insandı önemli olan. Ben en iyisi insan öykülerinden vazgeçip bozkırları, köyleri seyredeyim. Trende olduğumu, yolda olduğumu buralardan hissetmeye çalışayım. İşte bir köpek, köpek Başkent Ekspresi ile yarışa kalkıyor, o da benim gibi yanılıp Başkent Ekspresi’ne dair beklentiye girenlerden.

 —Köpekçik, mümkün değil geçemezsin, bu tren bu hattın en hızlı treni.

O da benim gibi hayal kırıklığı ile yarışı bırakıp Güney Ekspresi’ne ümitlerini saklayacak herhalde. Güney Ekspresi Anadolu'nun en naif, en bilge treni; herkese yol verir, köpekler onunla yarışa kalksa köpekleri kırmaz öncelik verir, kimi görse durur, dağda bayırda kalır, bu tökezleyişlerini onun yaşlılığına verip dalga geçse de insanlar, onun amacı doğada; kuşların, böceklerin, ağaçların arasında dinlenmektir.

Bu nasıl güzel bir tablo; tarlada bir çiftçi traktör ile tarlayı sürüyor, arkasında üç leylek sürülmüş topraktan çıkan solucanları yiyor, bu leylekler nerenin yolcusu? İnsanlar yıllardır bana “sen leyleği havada mı gördün, neden bu kadar çok geziyorsun?” diye soruyor. Evet, ben her bahar leyleği havada görmek istiyorum ama her bahar. Kılavuzum leylek olsun yeter ki ve ben dokuz köyden kovulayım. Bak bak, tren yolu dibindeki tarlada iki fare oynuyor, bu bir çizgi film karesi mi? Ve tarlaları sulayan fıskiyeden fışkıran sularda oyun oynayan kırlangıçlar. Trendeki insanlara küsüp doğaya sığındım ve trendeki insanların donuk yüzlerinden daha çok şey sundular bana. İnsan görmeye, öğrenmeye açık olunca eminim ki bir yılandan da, bir çiçekten de hakikate dair çok şey öğrenir. Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanı”ndaki Karayılan,  Karayılan olmazdan önce cesareti bir yılandan öğrenmedi mi, sonra korkarak saklandığı taşın arkasından çıkıp atılmadı mı dövüşe ve Antep halkını peşinden sürükleyip düşmanı yenmedi mi Antep ovalarında?


İlk çağ filozoflarının da öğrenme kaynağı doğa değil miydi? Ben ilk çağ filozoflarını, insanlık tarihinin çocukluk dönemi olarak görüyorum. Çocuklarımız sürekli bakarlar evrene ve bir karıncayı uzun süre izledikten sonra “ne olur uçma” diyebilirler, henüz gözlem aşamasındadırlar çünkü ve bizim de cevabımız hazırdır; “saçmalıyorsun yine.”

Öğretmenliğimin ilk haftası, Diyarbakır, Engin adlı bir öğrencim var. Engin en önde oturur, o kısa boyuyla ve şaşı gözlerinin tüm sevimliliği ile sürekli her soruma cevap vermeye çalışır. Kullandığı sözcüklerin hiçbirinin birbiriyle ilgisi yoktur ve ben de her defasında “Engin saçmalıyorsun yine ” diyerek çocuğu hayal kırıklığıyla yerine oturtuyorum. Bir gün yine istekle kalktı ve yine saçmaladı ve benden yine “saçmalıyorsun” lafını duyduktan sonra sırasından kalkıp yanıma geldi ve tüm sınıfın önünde kulağını yüreğimin üstüne koyup “örtmenim ses gelmiy” deyince, Engin bana belki öğretmenlik mesleğim boyunca öğrenemeyeceğim bir bakış açısını öğretti. Evet, çocukları anlamak için yüreğimden ses gelmiyordu, bunu bana Engin şaşı gözleriyle, şaşırarak baktığı dünyasından söylemişti. Öğretmenliğimin ilk haftasında öğrencilere dair öğrendiğim en güzel bilgiydi; onları daha çok dinlemeli ve daha çok anlamalıydım.

Eskişehir’den bizim grupla geziye katılacak olan biri emekli makinist biri de emekli demir yolcu biniyor, tren içinde buluşup tanışıyoruz;


Yusuf Abi; takım elbisesiyle geziye katılmış olmasından dolayı gezinin ciddi bir havada geçeceğini düşünüp endişelensem de gezi süresince hepimizi şaşırtıp içimizdeki en çocuk ruhlu kişinin o olduğunu anlayacaktık.

İbrahim Abi; tanıştığımız andan yolculuğun bitimine kadar sessizliğini hep koruyacak ve bu derin sessizliğinin altında aslında engin bir gözlem gücü olduğunu çektiği fotoğraflardan anlayacaktık.

Yolculuğumuza dört kişi devam ediyoruz, konuşulanlar benim bu gezide ve daha sonrasındaki paylaşımlarımızda trenlere dair çok şey öğreneceğimi gösteriyor. Muhabbetimiz Ankara’ya kadar devam ediyor. Muhabbet arasında geçen güzel bir öykü; bir köpek Ankara’da banliyö hattına giriyor. Köpek önde banliyö treni arkada, makinist düdük çalıyor köpeğe ama köpeğin umurunda değil, koca banliyö treni, köpeği takip etmek zorunda kalıyor. Tüm yolcular, bu yavaş ilerleyen yolculuğun sebebini öğrenmek için camlardan, kapılardan sarkınca hepsi ağız birliği etmişçesine makiniste bağırıyor; “ezme köpeği.” İşte, banliyö ile yapılan bir yolculuğu bir köpek böyle güzelleştiriyor.

Ankara’da diğer arkadaşlarla buluşma ve hazırlıklarımızın tamamlanması için iki saatimiz var. Bu geziyi düzenleyen Ankara’dan Bora arkadaşımızdı, haftalardır uğraşmış, salon vagon kiralamış ve vagonumuzun Çukurova Mavi Treninin son vagonuna eklenmesi için tüm hazırlıkları yapmıştı. Tren sevdalılarının en güzel muhabbetleri etmesi, üç gün boyunca istasyonlarla, doğayla iç içe olması için tüm hazırlıklar tamamdı, Bora arkadaşımın yüreğine, emeğine sağlık.

Evet, Çukurova Mavi Treninin son vagonuna eklenmiş salon vagonumuz, içinde mutfağından, duşuna, plazma televizyonundan, son sistem müzik setine kadar her şey var. En güzeli de vagonumuzun en arkada olması. İnsanın, doğaya açılan kapıyı açıp kapının eşiğinde ayaklarını sallaya sallaya tüm kentlerden geçesi geliyor. Bu duygunun içimde yer etmişliği çocukluğuma dayanır; babaannemle dedem kiraz toplamaya giderken bizleri de çağırırdı, dedemin avluda atı hazırlayışı hala gözümün önünde, biz de at arabasının tepesinde bir an önce hazır olsa da gitsek heyecanındayız. Sonra tarlaya gidene kadar en arkada, ayaklarımızı sallaya sallaya köy evlerinin arkada kalışını izlerdik. Bu duygu içimde yıllanmış öylece. Diyarbakır Bismil’de kız öğrencilerim sabah okula geliyor, öğleden sonra da pamuk tarlasında 10 milyon karşılığında çalışıyordu. Bir okul çıkışı yine tarlaya gitmek için yola koyulmuşlardı, ben de onlara biraz olsun yardım etmek istedim. Güneşin altında Batman yolunda yola koyulduk, o yöne at arabasıyla giden bir abi “sizi de götüreyim” deyince bir çırpıda arkaya atlayıp içimde yıllanmış olan o duyguyu bir öğretmen olarak Anadolu'nun yollarında da yaşama olanağı buldum. Bu hissi en arka vagonda da yaşamak en büyük hayalim.


Salon Vagonumuz


         Kız Öğrencilerimle Pamuk Tarlasına Giderken, Bir Gün Trenin En Arka Vagonuna Böyle Oturup Gitmek İstiyorum


Trenimizin kalkış saati geldi, herkes hazır, vagonumuzun içinde bir hareketlilik; tanışmalar, şakalaşmalar, heyecan…Vagonumuzun aşçısı Tarık, ondan yemeklerden ziyade arkeolojik kazılara olan merakını dinleyecektik. Belki de gezimiz boyunca aklımda kalan ve sürekli düşündüğüm şey bu öykü olacaktı; bir gece aşçımız Tarık'ın ve arkadaşlarının başına kazı aşkı vurur, gecenin bir vakti kazıya başlarlar alanda, sabaha kadar kazarlar ve bir mezardır kazdıkları, içinden kafatasları çıkmıştır, artık Tarık'ın yorgunluktan ve soğuktan dayanacak gücü kalmayınca, mezarın içine uzanıp kafataslarını da koynuna alır ve unutamayacağım şu cümleyi sarf eder; "o kadar sıcaktılar ki…"

O kafatasları kim bilir kime, kaç bin yıl öncesinin insanına ait. İşte biri toprak altında bin yıllardan beri gömülü olan, biri de toprak üstünde yaşayan bu iki insan, aralarındaki binlerce yıllık zaman farkını gözetmeden koyun koyuna yatabileceklerdi. Tarık'ın güzel servisleri ile yemeğimiz oval masanın etrafında başlıyor, masada kimler var şöyle bir bakalım. Sizlerle tanıştırmadığım Selami Şef’im var.

Selami Şef; Afyon İhsaniye İstasyonunda istasyon şefi yani trenlere elinde yeşil hareket diski ile geç işaretini veren dostumuz, ben kaygı krizi geçirirken olayın vahametini anlayamayacak ve sonra da gezi boyunca çektiği vicdan azabından, ne zaman fotoğraf çekmek için biraz ayrılsam, bir çalının arkasında beni bekler durumda bulacaktım. Dolayısıyla bu bekleyişleri, daha fazla sohbet etme imkânını doğuracaktı ve gezi boyunca birçok tiplemeye girip bizi gülme krizinden öldürecekti.

Barış Hocam; Burdur’da rehber öğretmen, onunla hem öğrencilerden hem de trenlerden konuşacaktık bol bol.

Ayhan kardeşimiz; bu geziye katılmak için Marmaris’ten kalkıp gelmişti ve aramızdaki en genç tren sevdalısı arkadaşımız oydu.

Mustafa ve Bayram; Konya’dan gezimize katılmış olan iki sağlıkçı arkadaşımız. Daha önce bu bölgede kamp kurduğu için Mustafa,  Toros Dağlarında rehberimiz olacaktı.

Can Abi;  mühendis, oğlu da bizimle birlikte gezideydi, babasına; “ baba arkadaşların sana ne kadar benziyor” demesiyle, bizlere dair gözlemlerini en iyi şekilde ifade edecekti.

Yemek sonrası herkes, arşivinden, demir yolu kültürüne dair çektiği fotoğrafları paylaşmaya başladı. Can Abi’nin, Doğu Ekspresi ile karlı bir günde lokomotifte Kars'a yaptığı yolculuğun video çekimleri “trende yolculuk halindeyken bile trenle yolculuğu özlediğimi” fark ettirdi bana. Trendesin ve trenleri özlüyorsun…      
 
Gece ilerliyor ama kimsenin kalkıp da yatası yok, yarına enerji depolamak için arkadaşlar birkaç saatlik de olsa yatmaya gidince, biz üç dört kişi güneşin doğuşunu izlemeye kararlıyız, işte vagonumuzun doğaya açılan kapısından Toros Dağları’na doğan gün;

Günün İlk Işıklarıyla Parlayan Raylar


Parça Parça Bulutların Ardından Doğan Güneş


Kızıla Dönmüş Raylar

Birbirinden güzel renkleriyle gün doğumunu izliyorum, bu arada yan tarafta tatlı bir koşuşturmaca var; aşçımız Tarık kahvaltımızı hazırlıyor. Yeni bir güne başlarken türkülerle birlikte kahvaltımızı yapıyoruz, yine trenler konumuz. Yolumuz az kaldı, bu güzelim yeşil yollardan Belemedik’e giriyoruz.


Toroslarda Dolanan Yollar



 Belemedik’e Yaklaşırken

                                                         


 Belemedik İstasyonu ve Buharlı Trenlerin Zamanında Su Aldığı Cendere

1888 yılında, II. Abdülhamit ile Alman İmparatoru, Haydarpaşa’dan Bağdat- Halep- Şam’a kadar uzanan bir demiryolu ağının kurulmasını planlanmışlar. Osmanlı bu planla asker, eşya, yolcu taşıyacak, Almanlar da petrol kaynaklarına ulaşacaktır. Bu demiryolu ağının en önemli ve en zor geçişi Belemedik’tir.(1)

Belemedik küçük bir istasyon, aralık ayında Adana dönüşü buradan geçerken bu coğrafya büyülemişti beni, iki dağ arasında küçük bir yerleşke ve küçücük, insanı sarmalayan bir istasyonu var, “evet” demiştim, “ben burada yaşamalıyım.” günlerce de oradan arazi araştırmıştım ve sanırım yaşlılığıma dair bir hayal olarak büyüteceğim içimde.

Belemedik’ten sonra trenimiz, 1905 yılında Almanlar tarafından yaptırılan 22 tünelin birinden çıkıp bir diğerine giriyor, tünellerde devam eden bir yolculuk.


                                                                                                        
  İç İçe Dört Tünel 
                                                                                                                                                               
      
Bir Tünelden Bir Diğerine
                                                                                                                                       

  Hacıkırı İstasyonu

Ve işte Hacıkırı, vagonumuz burada, Çukurova Mavi Treninden kesilecek ve akşama kadar bu küçük istasyonda bizi bekleyecek. İner inmez planımız tünellerden geriye yürümek ve ben illa ki Belemedik’e kadar tünellerden yürüme konusunda ısrar ediyorum. Demir yollarının bu coğrafyaya kattığı anlam beni öylesine etkiliyor ki, içimden gelen sese hiç kulak asmıyorum, o ses ki yıllardır ruhumda beni bekleyen sinsi bir düşman gibi sürekli pusuda. Bakın benimle Hacıkırı’ya kadar gelmiş ve şimdi tam da tünellerden yürüyüşe geçeceğimiz bir sırada “gitme” diyor, öylesine heyecanlıyım ki kaygımın sesine kulak verecek durumda değilim. İlk tünelimiz 3 km, karşıdan trenin geldiği haberini aldık telsizle, tren geçerken biz tünel duvarına yaslanacağız. Tünelden girdik, tünelin başından sızan ışık da kesilince zifiri bir karanlıkta ilerliyoruz, kaygım yükseliyor ben umursamıyorum, kaygım yükseliyor ve ben umursamıyorum, ben umursamıyorum, ben umursamıyoruuuuuuuuum derken bir bakmışım sağlıksız düşünceler kurmaya başlamışım; ya tren bizi fark edemez de bize çarparsa, ya tren geçerken trenin önüne katıp getirdiği akım  nefesimi keserse, ya tren geçerken duvara yaslandığımda başım dönerse ve geriye düşüp tren beni ezerse, ya…………….ya…………………..  diye uzayıp giden kaygı bozukluğunun oluşturduğu sağlıksız düşünceler. Baktım yanımda Selami Şef var, Selami Şef’e “dönelim” dedim,  ama ciddiyetimi anlayamadı herhalde, çünkü tünellerde yürüme konusunda en ısrarlı bendim, artık sesim ağlamaklı çıkıyor, karanlık olmasa ve yüzümün atmış rengini,  ifademi görseler sanırım ne kadar ciddi olduğumu anlarlardı. 

Ve bir ses; “haydi Elif çıkalım.” Bu Hazım Abi’nin sesi, yazının başında da söylemiştim ya Hazım Abi hayatımı kurtaracaktı diye. İşte bu cümle ile içim biraz olsun ferahlıyor, geriye dönüyoruz ikimiz, ama sağlıksız düşünceler peşimi bırakmıyor, ya tünelin içinde trene yakalanırsakla başlayan onlarca cümle, arkaya bakıyorum,  hızlı hızlı yürüyorum, yandaki duvarlara çarpıyorum, yüzümden soğuk terler akıyor, terlerimi silerken arkaya bakıyorum, koşmaya çalışıyorum, tökezliyorum, duvarlara çarpıyorum,
hızl
    çarp
        duva
ve ışık, dışarıdayım, tren henüz yok, ama Hazım Abi de yok,  tünelden çıktığımda duvarlara çarpmaktan Arap Bacı’ya dönmüşüm ve adım da sonra arkadaşlar arasında Arap Bacı olarak kaldı. Ama dışarıdayım ya, ışığı gördüm ya, nefesim kesilmedi ya bırak Arap Bacı'nın güzelliğini yaşayayım. Hacıkırı istasyonuna gidiyoruz, orada istasyon görevlileri ile oturup arkadaşların dönmesini bekleyeceğiz, istasyon görevlileri ile muhabbet, tabi çaylar demleniyor. Yavaş yavaş kaygım diniyor.


İstasyon Görevlilerinin Demlediği Çay

Toros Dağları’nın arasında bir tren istasyonunda çay içmek ne kadar güzel, hele de sabah vaktiyse…
    
Tarihi kaynakların söylediğine göre, 3 Nisan 1920 sabahı böyle güzel bir güne doğmamış Hacıkırı…
Fransızlar Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzaladıktan sonra 7. maddeyi bahane ederek Ocak 1919’dan sonra Adana, Antep, Urfa, Maraş’ı işgal etmeye başlamışlar ve Belemedik’e bir hastane ve onarım atölyesi kurmuşlar. Bu atölyelerde çalışan Fransız, Ermeni, Rum işçi ve ustalar varmış. Anadolu halkı bu haksız işgalleri protesto ederken bir yandan da Kuvayi Milliye’yi oluşturmaya başlamışlar. Belemedik, Fransız kuvvetlerinin ikmal ve irtibatı açısından önemli bir yermiş o zamanlar,  ta ki 3 Nisan 1920 sabahına kadar, 3 gün boyunca savaşılmış ve sonunda Milli Kuvvetler Hacıkırı’yı ele geçirmiş. Sonra Belemedik sonra da Pozantı ele geçirilmiş. Adana, Antep, Urfa, Maraş Karayılan gibi yürekli Anadolu insanınca işgal güçlerinden geri alınmış.(2)

Tüneli baştan sona gidip gelen arkadaşların, anlattıkları, gördükleri, yaşadıkları heyecan bir kez daha burktu içimi, bu arada zaman geçmiş günü ortalamışız. Şimdi pusulamız Varda Köprüsü’nü gösteriyor.

  Toros Dağları’ndaki Deniz Kabukları
       
Varda Köprüsü'ne doğru yürürken Toros Dağlarında bulunan deniz kabuklarından bahsediyorduk. "Etrafta bulunabilir mi?" düşüncesiyle birlikte ararken ve evet önümüzdeydi, gördüğümde o kadar heyecanlandım ki…Yıllardır okullarda Toros Dağlarının nasıl oluştuğuna dair öğretmenlerimiz bize hep şu bilgiyi vermiştir; “Anadolu, Tetis Denizinin tabanıydı, Afrika plakasının Avrasya plakasına hareketiyle Tetis Denizinin tabanında yer alan binlerce metre kalınlığındaki çökel tabakanın sıkışıp yükselerek dağ haline dönüşmesiyle oluşur.”diye anlatmıştır. Tabi ki bu bahsedilen 3. zamanda olmuştur. Farkında mısınız bilmemem ama biz 3. zamanda oluşmuş coğrafi şekillerin üzerinde dolaşıyoruz, Diyarbakır'ı anlatırken Karacadağ’ın da 3. zamanda püskürdüğünden bahsetmiştik. Ve insanlar milyonlarca yıl önce yerkürenin altından püsküren taşlarla hala evlerini yapmakta Diyarbakır’da. Ve insanların ruhları da bu coğrafi özelliklere göre şekillenmekte. Hacıkırı’da, çocukluğunda Toros Dağlarında çobanlık yapmış bir abiyle konuştuk, o da; “hayvanları otlatırken bir sürü deniz kabuğu bulur, bunları toplardık” dedi ve bizi daha da heyecanlandırdı. 

Bu deniz kabuğu heyecanının üstüne zakkumlar içinde, vadinin kayaları arasında Varda Köprüsü.. Haydarpaşa'dan sonra beni bu kadar heyecanlandıran bir yapı olmamıştı sanırım.




Varda Köprüsü
                                                                                                                                                   

Varda Köprüsü

II. Abdülhamit döneminde Almanlar tarafından yaptırılan mimari harikası bir köprü, mimarı olan kadın, köprünün yapımı sırasında düşerek öldüğü rivayet edilir, Haydarpaşa'nın akranı, yine Haydarpaşa gibi tüm emeğini trenler için üretmiştir. Uzun bir süre Varda Köprüsünde dolaşıyoruz, trenlerin köprünün üzerinden geçişini bekliyoruz, bu kadar dağın, kayalığın arasında 100 yıldan beri dimdik ayakta duran bir köprü, Toros Dağlarının yüreği. Üzerinden tren geçerken daha bir heyecanlanır, sığmaz içi içine. 


Eski Demiryolcular ile Yeni Demiryolcular           

Ne kadar çok şey öğrendim bu gezide, düşüncelerim bir tarihe gitti, bir coğrafyaya. Şimdi tekrar tarihe gidiyoruz. Hacıkırı köy kahvesindeyiz, Hacıkırı’ya bir grup misafirin geldiğini duyanlar kahveye geliyor,  köy erkekleri hep demir yolcu. Almanlar, Fransızlar, tarihte olup bitenler muhabbetimizin konusu.

Artık istasyona dönme zamanı, biraz dinlenip yola çıkacağız, istasyonda kız çocukları ile konuşuyorum. İlla ki fotoğraf makinesiyle çekim yapmak istiyorlar, Hacıkırı İstasyonu’nda onlara küçük bir fotoğraf atölyesi yapıp nasıl çekim yapılacağını gösteriyorum.



İşte Küçük Bir Kızın Gözünden Arkadaşları, Hacıkırı İstasyonu

Salon vagonumuz İç Anadolu Mavi Treni’ne eklenip Adana’ya gidecek ve sonra Adana’dan Toros Ekspresi’ne eklenip gezdiğimiz yerlerden dönüşe geçecek. Ama ben daha fazla uykusuzluk ve yorgunlukla mücadele edemeyip uyuyakalmışım, gözlerimi açıyorum Adana’dayız, gözlerimi açıyorum yemek hazır, akşam yemeğinden sonra kompartımana çekilip sabaha kadar deliksiz bir uyku çekiyorum. Konya’da iki arkadaşımız iniyor, kahvaltıdan sonra Selami Şef’imizi indiriyoruz ve sonraki istasyonlarda lokomotife, makinistlerin yanına gidiyoruz. Nasıl güzel yağmurlu bir hava ve lokomotifteyiz. İstasyonlar, köyler, insanlar… Ben makinist olmalıydım, sürekli yollarda olmalıydım. İşte lokomotiften kareler;


 Küçük Bir İstasyon , Yağmurda Tren Bekleyen Anne ve Kız

                                                                                                             
Yağmur Damlalı Bir Pencerenin Sıcaklığında Küçük Bir Ev   

                                 
Yağmurun ve Yeşilin Sıcaklığında Küçük Bir Köy

İşte yaşamın içinden manzaralarla Kütahya’ya kadar gidiyoruz. Kendi vagonumuza geçtiğimizde arkadaşları müzik dinlerken buluyoruz, Metallica’dan “Nothing Else Matters”ı en yüksek sese çıkarıp, pencereleri de açarak bangır bangır çalan bu melankolik parçayla köylerden geçiyoruz. Sonsuz evrende bir gezegen, gezegenin içinde Anadolu coğrafyası, Anadolu coğrafyasında Kütahya kenti, bu kentten çıkan bir tren, trenin vagonlarının bir tanesinden doğaya akan müzik…   Trenin pencerelerinden notalar uçuşuyor, notalar doğaya, kaynağına dönüyor. Bu şarkı bana Neyzen Tevfik’i çağrıştırmıştır hep, Neyzen Tevfik 14 yıl boyunca üzerinde Farsça “hiç” yazan bir tabela ile ney çalarak sokaklarda dolaşmıştır.

Enveriye İstasyonu’na geldik, Toros Ekspresi’nden vagon kesiliyor, arkadaşlar burada kalıyor, ben ve Hazım Abi İstanbul’a devam ediyoruz. Bir çember daha tamamlanmak üzere…




Trenle Gittiğim ve Döndüğümdür


-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Varda Köprüsü, http://www.vardaciftlik.com.tr/adanamiz/varda-koprusu.html, Erişim Tarihi: Mart 2010
(2) Hacıkırı Tarihi, http://hacikiri.com/cemal-arslan-ozgecmis/, Erişim Tarihi: Mart 2010

                                                                                                                 
                                                                                                                                                                                                                                              























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...