15 Nisan 2018 Pazar

bu kent, sokaklarına kendini bırakınca daha da güzel... Bratislava/Slovakya

Ağustos 2015

Ormanları ve gölleri gördüğümüz üç saatlik bir tren yolculuğundan sonra Bratislava'dayız. Yine son anda Couchsurfing'den davetimizi kabul eden Katarina'nın adresini bulmak için epey bir dolanıyoruz. Katarina, güleryüzle karşılıyor bizi. Kendisi bir o kadar güzel ve bir o kadar samimi. Katarina'ya vardığımızda öğleden sonraydı, biraz dinlendikten sonra birlikte şehri gezmeye çıkıyoruz, hafta sonu olduğu için şehrin sokakları sakin. Etrafı izleye izleye yarım saat yürüyerek eski şehre varıyoruz. Çok sakin, insancıl, sanatsal, barışçıl bir kent. Huzurluyum. Neyin ne olduğunu bilmeden gezmek, şehirde kaybolmak ve şehri hissetmek istiyorum. Tarih insanı ezmiyor burada hatta tarihsel dokuyla bir bütün olabiliyorsun. Bazı binaların avlularını geziyoruz,  avlularında heykeller var genelde,  ahşap kapıların zanaatkar ustalığını inceliyoruz,  eski evlerin camlarına,  kapılarına yapılmış iç ısıtan resimlere bakıyoruz. 
Binaların iç avluları,  Katarina ve Yalçın


Binaların altından geçen sokaklar,  Katarina ve ben

Zanaatkarların emektar ellerinden çıkan kapılar

Heykel Cumil
Şehir insanı dinlendiriyor. Bahçeli, eski eşyalardan dekorasyonu olan bir bara oturuyoruz. Katarina sempatik ve konuşkan. 'Work away' adlı organizasyondan bulduğu Antalya Çıralı'da bir otelde ve Bodrum'da bir ekoloji çiftliğinde eylül ayında ikişer haftalık gönüllü çalışma planından bahsediyor. Barınma ve beslenme karşılığında çalışmış olacak ve o yerin kültürünü tanıyacak. Farklı bir deneyim olsa gerek. Devasa çınarların altına atılmış ahşap masa ve sandalyelerle peşi sıra gelen barlar.... İnsanlar hafta sonu tatili rahatlığında. Çınarların altı esiyor efil efil, biz de bu efilliğin içinde yürüyoruz.
Çınarların altında barlar

Tuna Nehri'nin üstündeki köprülerden birindeyiz. Tuna Nehri eski şehrin dışında, eski şehre kattığı çok bir anlam yok. Kendi halinde üzerinde sevimsiz birkaç köprüyle akıyor. Akşamı bu sevimsiz köprülerin birinin üzerinde karşılıyoruz. Üstümüzden altımızdan trafik akıyor.
Tuna Nehri'nde akşam üstü


Evin yolunu tutuyoruz, yürüye yürüye. Katarina, soslu, peynirli makarna yapıyor, bir de yanına kofala. Kofala kolanın farklı bir çeşidi. Katarina'nın samimiyetinden kendimizi evimizde gibi hissediyoruz. İnsanın sarılası ve öpesi geliyor. Yorgunuz, kozel biralarımızı içip yatıyoruz. Sabah yine güler yüzlü bir günaydın :) Özenle kahvaltı hazırlıyoruz. Farklı bir kahve makinesi ile yapılan Slovakya kahvesi içiyoruz. Bizi evin yakınında içinde göl, gölün içinde ördekler, balıklar, kaplumbağalar olan bir parka götürmek istiyor Katarina. Birlikte yürüyor, izliyor, oturuyor, dondurma yiyoruz. Parklar, Avrupa'da bize göre çok daha fazla anlam ifade ediyor; koşanlar, bisiklete binenler,  piknik yapanlar, bikinileri ile güneşlenenler, uyuyanlar, uzanıp kitap okuyanlar, sevişenler, köpeğini gezdirenler, bebeğini gezdirenler, yogo yapanlar, jimnastik yapanlar, futbol, voleybol, hentbol, frizbi oynayanlar, içki içenler... Kimse de kimseyi taciz etmiyor. Eylemler uzayıp gidiyor, bizde ise kültürel baskı dolayısıyla bu eylemlerin sayısı yarıya düşüyor. Bizdeki durum oldukça can sıkıcı. 

Katarina parktan eve geçiyor, biz de eski şehre geçiyoruz. Burada da toplu taşıma araçları kişinin oto-kontrolüne bırakılmış. Biz de ise böyle bir oto-kontrol sorumluluğu yok. Risk alıyoruz her defasında yakalanırsak kişi başı 40€ ceza ödeyeceğiz. Tramvayla şehri seyrede seyrede eski şehre geliyoruz. Birkaç kilise geziyoruz, pazar ayini var, kaleye çıkıyoruz, kaleden gözüken Tuna Nehri ve arkasındaki devasa apartmanlar oldukça keyifsiz bir manzara.

Bratislava'da tüm önerilen gezilecek yerlerin listelerini bir kenara bırakıp bir söğüdün altındaki banka oturup söğüdün sallanan dallarını dinlemeyi, bir taş duvara sırtımızı yaslayıp etraftaki binaları izlemeyi,  vintage dekorasyonlu dükkanları gezmeyi, çınarların altında bira içmeyi tercih ediyoruz.
Taş duvarların ve taş sokakların keyfi

Bir de tütün keyfi

Bratislava sokaklarından

Bratislava sokakları


Şenlendirilmis bir evin kapısı

Bir galerinin balkonu

Kapılar...

Sokakların samimiyetinden

Bu şehir, sadece sokaklarında kaybolarak hissedilmeli... Biz de onu yaşıyoruz. Akşam üstü Katarina ile bakır cezvesinde Slovak kahvesini Türk kahvesi tarzında pişirip son kahvemizi de içtikten sonra vedalaşıyoruz, biraz hüzünlü bir vedalaşma. Katarina'nın ruhu da tıpkı Bratislava'nın ruhu gibi insanı sarıp sarmalıyor.  Edip Cansever diyor ya;


İnsan yaşadığı yere benzer  
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer  
Suyunda yüzen balığa  
Toprağını iten çiçeğe  
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine  
Konyanın beyaz  
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer  
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir  
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları  
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına  
Öylesine benzer ki  
Ve avlularına  
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)  
Ve sözlerine   
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)  
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer  
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne  
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına  
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına  
Minibüslerine, gecekondularına  
Hasretine, yalanına benzer


...hoşçakal güzel şehir, hoşçakal Katarina...

13 Nisan 2018 Cuma

Bir squat mekân olarak Szimpla Kert, harika bir ruin bar... Budapeşte/Macaristan

Temmuz 2015

Yunanistan'dan Budapeste'ye uçakla geçiyoruz. Daha önce Gerze'de Couchsurfing aracılığıyla ağırladığım Macar çift Reni ve Zoli bizi havaalanından alıyor. Evleri tek odalı ve aynı odayı 4 kişi paylaşıyoruz. Gece birkaç çeşit içki ve yemek hazırlıyorlar. Sabah Reni bizi gezdirmek için diretiyor biz de onun gününü yememe derdindeyiz. Hep birlikte Kahramanlar Meydanına ve meşhur caddeleri Andrassy'e gidiyoruz. 
Kahramanlar Meydanı

Budapeşte'yi Buda ve Peste olarak ikiye bölen Tuna Nehri'nde tekne turu yapıyoruz. Şehre hakim olan tüm görkemli yapıları görüyoruz. Parlamento binası,  Buda kalesi, kiliseler, birbiri ardına farklı dizaynlarda sıralanmış köprüler... Tuna Nehri oldukça geniş ve yemyeşil akıyor.
Tekne gezisinden, Parlamento binası

Buda kalesine yakın bir yerde inip kaleye tırmanıyoruz.  Bazı yerleri restore edilmiş, gözetleme kuleleri orjinalliğini koruyor. Şehir manzarasına bir de yukarıdan bakıyoruz. İmparatorluğun görkemi hala ayakta...
   Buda Kalesi'nden Budapeşte

Buda Kalesi'nden, ardarda sıralanmış köprüler

Reni bizden akşama buluşmak üzere ayrılıyor. Biz de yolumuz üzerindeki ilginç merdivenlerden oluşan ve şehir manzaralı Balıkçılar Tabyası'na ve Matyas Kilisesi'ne gidiyoruz.
Balıkçılar Tabyası ve Matyas Kilisesi

Buda'dan Peşte'ye Chain Köprüsü'nden yürüyerek geçiyoruz. Peşte tarafında Aziz Stephan Bazalikası var. Parlamento binasına gelmeden Tuna Nehri kıyısında, yaşanmış hazin bir öyküyü hatırlatmak için tasarlanmış ayakkabılardan oluşan bir kompozisyonun kıyısına gidiyoruz. Kadın, erkek, çocuk ayakkabılarından oluşuyor. II. Dünya Savaşı yıllarında,  Tuna Nehri kıyısında, Nazi askerleri Yahudilere ayakkabılarını çıkartıp  -o yıllarda ayakkabı bulunmaz ve pahalı olduğu için-  Yahudileri katletmişler. Tuna Nehri kıyısındaki bu ayakkabılar, ayakkabıları alınarak katledilen Yahudileri simgeliyor.
Kadın ve çocuk ayakkabıları

Katledilen Yahudilerin anısına


Çok etkileyiciydi, insanı direkt yaşanmış bu acının içine çekiyor. Şimdiye kadar iktidarların, gücün, bilginin simgesi olan kaleleri, kuleleri, kiliseleri, bazalikaları gezdik, evet hepsi çok görkemliydi, gücüyle insanı ezen bir yanları vardı ama hiçbiri yüreğimi Tuna Nehri kıyısındaki bu ayakkabılar kadar darmadağın etmedi. İktidarların tarihi değil de iktidarlar tarafından ezilen halkların tarihi beni etkiliyor. Bu darmadağın ruh hali ile parlamento binasını geziyoruz, evet çok görkemli ama seçilmiş tüm politikacıların sürekli politika ürettiği bu mekanların varlığı sayesinde de dünya bu kadar berbat bir yer. Eduardo Galeano'nun dediği gibi "Seçimlerle dünya değişseydi, seçimler illegal olurdu."  Evet, parlamento binalarında üretilen politikanın dünyayı daha güzel bir yer haline getiremeyeceği için, bu yapıları sevmiyorum. 

Margarita Köprüsü'nden şehri izleyerek ve imparatorluğun iktidarlarının görkemi altında ezilerek yürüyoruz. Sanat tarihçileri bu şehir için bir Ortaçağ kenti diyor. Margarita Adası'na gidiyoruz, Tuna Nehri'nin ortasında, müzik eşliğinde dans eden fıskiyeler var, herkes gibi onları seyrediyoruz. Ormanlık bir ada. 

Reni ve Zoli ile buluşuyoruz. Bizi Yahudi gettosuna götürüyorlar. Zamanında Yahudilerin bu mahallelerden çıkartılıp toplama kamplarına götürüldüğü yerler. Mahallede devasa bir sinagogu ve sokaklarda geleneksel haliyle dolaşan Yahudileri görüyoruz.
Sinagog
Aynı zamanda burası barların eğlence mekanlarının olduğu bir yer. Gitmeden önce ruin bar olarak Szimpla Kert'i duymuştum. Bir harabe bina işgal edilmiş, dekorasyonu atık malzemeleriyle oluşturulmuş ruin bar... Tek kelime ile ruhu harika... Çok kalabalıktı, yer bulamadık,  Zoli bizi el yapımı bira servis eden başka bir bara götürdü.
Zoli için küçük bir doğum günü partisi

Muhabbetimizi Ermeni yazar William Saroyan süsledi. Bira da muhabbet de keyifliydi. Geceyi yine dört kişi aynı odada geçirdik. Yalçın da Zoli de horluyor,  oda çok sesli bir koroya dönüştü. Zoli sabah Almanca kursuna biz de yollara düştük. Reni ve Zoli bizi müthiş ağırlıyor. Onları tanımıyor olsaydık muhtemelen perişan olacaktık, hosteller, kamp alanları hep dolu. Budapeşte'de yollardayız, gece Bratislava'ya geçip geçmeme konusunda kararsızız, ben Szimpla Kert ruin bara gitmek istiyorum.  Akşam kalabalıktan keyfini çıkaramamıştık. Oradayız ve mekân sakin, etrafı doyasıya geziyorum.
Szimpla Kert, ruin bar

Her yer atık malzemelerden dekore edilmiş

Bisiklet ve kıyma makinesi kombinasyonu

Üst katın görünüşü

Teras kat

Yalçın bir köşede

Üst kat

Yanımızda ucuza aldığımız bir şişe likörümüz var. Yavaştan onu içiyoruz, karışan da yok, keyfimiz çıtır. Bratislava otobüsü de gitti, burdayız ve başımızın çaresine bakmalıyız. Hostel arıyoruz, her yer dolu, bulduğumuz bir yere de kıl payı yerleşiyoruz. Bizden kısa bir süre sonra altı sırt çantalı gezgin geliyor ve yerlere ek yatak yaparak onları da yerleştiriyorlar. Hostele yerleşmenin rahatlığı ile kendimizi geceye bırakıyoruz. Köprülerden birinden şehrin ışıklı halini seyrediyoruz.
Gece şehrin görünümü

Margarita Köprüsü

Budapeşte
Sonra pubların olduğu yere gidiyoruz. Çok kalabalık,  Amsterdam olmaya yakın. Publar tıka basa dolu. Ruin barda bir köşeye sıkışıyoruz ama giren çıkan yoruyor bizi. Hostelin yolunu tutuyoruz. Bir odada sekiz kişiyiz, envai çeşit milletten gezgin. Sabah otobüs terminaline gidiyoruz, otobüslerde yer yok, tren için Nyugati istasyonuna gidiyoruz meğerse Bratislava treni Keleti istasyonundan kalkıyormus, iki istasyon da görülmeye değerdi.

Nyugati  tren istasyonu

Keleti tren istasyonu

Budapeşte'de göze çarpan en büyük sosyal problem evsiz insanlardı. Banklarda,  parklarda,  apartman girişlerinde uyuyan insanlar... Bir de Suriyeli göçmenler eklenince evsiz insanlar sayısı iyice artmış.




12 Nisan 2018 Perşembe

mübadele torunlarının tesadüfen buluşması... Selanik... Atina...

24 Temmuz 2015

Trakya'da uzun bir gün, bir türlü işimizi halledip sınıra yönelemiyoruz.  Aksilikler içinde daralan ruh halimizi sapsarı ayçiçeği tarlaları güzelleştiriyor ve bir de çingeneler... Lüleburgaz'da dolmuşa binen bir şopar kızan (çingene çocuğu) şoföre rol kesiyor, abartılı hareketlerle şortundaki cepleri arıyor ve cepsiz şort giydiğine inanamıyor, tabi cebi olmayınca para da bulamıyor. Para vermeden dolmuşa binmesi normalmiş gibi bir de şoförün arkasına oturup muhabbet ediyor ineceği yere kadar. Ah! Bu çingeneler, dünyanın tek anarşist halkı, hiç bir otorite umurlarında değil. Keşan'a kadar dolmuştan izliyoruz ayçiçeği tarlalarını ve batmak üzere olan güneşi... 

İpsala sınır kapısına giden yönde otostop çekiyoruz. Bizi alan arkadaş kısa bir süre sonra başka bir otostopçuyu daha alıyor. Fransızmış, Etiyopya'dan uçakla İstanbul'a gelmiş ve Afrika kıtasından sonra iki ay da Balkanlar'da gezecekmiş. Bizi arabasına alan kişi İpsala'da bizi indirip başka yöne gidiyor, yol kenarında sivrisinek ordusunun içine düşüyoruz.  Üçümüz de dans eder pozisyondayız. Meğerse devasa bir çeltik arazisinin içine düşmüşüz. Bölge, Türkiye pirincinin 3/2'sini karşılıyormuş. Dans ederek sineklerle mücadele ettiğimizi gören bir abi bizi sınıra bırakmak istiyor, çok seviniyoruz. Ama esas facia sınır kapısında bizi bekliyor, Fransız arkadaşımız Baltazar dayanamıyor ve üstüne çantasında vücudunu kapatacak ne kadar kıyafet varsa giyiyor. Yunanistan tarafına yürüyerek gidemezmişiz, Yunan askerleri tampon bölgesinde bizi vurabilirmiş, Baltazar o arada sivrisineklere dayanamayıp gümrükteki ofise geçiyor,  bizi de tampon bölgeden geçmek için otostop çekiyoruz, genç bir mimar alıyor, muhabbet muhabbeti açınca bizi Gümülcine'ye (Komotini) bırakıyorlar. Onlar da Tasos adasına devam ediyor. 

Gümülcine
Meydanda devasa çınarların altındayız. Çingene çocukları etrafımızda ya dileniyor ya da bir şeyler satarak para kazanıyor. Arkamızdaki meyhanede rakı masasına iki çingene klarnet ve darbuka çalarak aldırma gönül ile eşlik ediyor. Biz de nereye gideceğimizi bilmeden bir bara oturuyoruz. Etraf çok tanıdık, Türkçe konuşanlar, Türkçe şarkı söyleyenler hatta bir ara bir köpeğe "çü be" diyeni bile duyuyorum. Trakya'da kullanılan ama Anadolu'da pek bilinmeyen bir köpek kovma ünlemi. Üniversiteye gittiğimizde arkadaşlarımız tarafından dalga konusu olmuştuk. Gün başka bir güne dönerken biz hala nerede kalacağımızı bilmiyoruz. Gümülcine'nin kuzeyindeki dağlara yöneliyoruz kamp kurmak için, şehirde yürürken kocaman bahçeli, panjurları kapalı bir ev görmüştük, muhtemelen sahipleri uzun süreli yoktur diye düşünüp bahçesine girip çadırımızı kuruyoruz. Kocaman çam ağaçlarının altındaydı küçücük çadırımız. Sabah güneş doğarken gugucuk (biz Trakya'da gugute diyoruz) kuşlarının ötüşü ile uyanıyoruz. 
İlk sabahımız

Konu komşuya görünmeden güne başlamak istiyoruz. Akşam bir cami görmüştük, oraya gidip sabah temizliğimizi yapıyoruz. Caminin avlusunda lavaboyu bulamayınca Türkçe konuşan iki kişiye soruyoruz, verdikleri cevap; "a be tii orda." Çocukluğum Trakya'da geçmesine ve konuşmalar bana çok aşina olmasına rağmen yine de  komik geliyor. Biz temizlik yaparken iki kişi geldi, çıkarken de Yalçın'a "var orda sabun, git yıkan be" diye öneride bulundular. Aslında yolculuğumuzun başındaydık, halimiz çok mu perişandı, anlayamadık. Yine bir abi ile günaydınlaşıyoruz, Mustafa Abi. Caminin arkasındaki eski çarşıda dükkanı varmış, sabah kahvesine davet ediyor bizi. 

Sabah Türk bir esnafla Gümülcine kahvesi
Dükkanda bir yandan muhabbet ediyor bir yandan da dükkanın önünü güne hazırlıyoruz.  Azınlık olarak Türkler'in 3 milletvekili ile Çipras' a verdiği destekten bahsediyor. Sevindirici bir haber. Dükkanda güğümler dikkatimi çekiyor.
Çocukluğumun güğümleri

Çocukluğumuzda annemin sağdığı sütü kardeşimle iki yanından tutarak mandıraya götürürdük. Dirgenler, çapalar, sobalar, fenerler... Her şey ama her şey çocukluğuma aitti ve bir sürü anıyı canlandırıyordu bende... 
Eski çarşı

Eski çarşı kültürel varlık olarak koruma altındaymış. Keyifli bir sabah,  ordan kalkıp kahvaltı için alışveriş yapıp bir parka gidiyoruz. Kamp için mutfak malzemelerimiz yanımızda. Parkta kahvaltımızı hazırlıyoruz. Yumurta dahi kızartıyoruz. 
Yalçın kahvaltı hazırlıyor
Selanik'e gitmek için tren istasyonuna gittiğimizde trenin kalkmasına dört saat var. Otostop çekelim diyoruz, iki saat otobanda sıcağın altında bekleyince Avrupa'da otostopun çok da mümkün olmadığını anlıyoruz. Tekrar tren istasyonuna dönüp treni beklemeye devam ediyoruz. Kavala tarafı tütün tarlaları ile dolu, hatta Kavala'da tütün müzesi bile varmış. Yolculuk sessiz, sakin, keyifli geçiyor. 

Selanik
Gece, Coucsurfing'den davetimizi kabul eden Dimitris' teyiz. Motorsikletli bir Alman gezgin daha var, Armin. Yunanistan sırt çantalı Couchsurfing kullanan gezginlerle dolu. Kalacak yer bulmak çok zor. Tanışma muhabbetimizin içinde Dimitris ile hüzün dolu ortak bir öykümüz ortaya çıkıyor. Onun babaannesi benim doğduğum yer olan Kırklareli'den Selanik'e göç etmiş, benim dedem Dimitris'in doğduğu Selanik'ten Kırklareli'ne göç etmiş. Yani mübadele etmiş iki ailenin torunlarının buluşmasıydı gece, çok hüzünlendim. Sabah Armin'in kahvaltısıyla güne başlıyoruz.
Kahvaltı sonrası, balkonlar bitkilerle dolu
Gezmek için Armin de  bize katılmak istiyor. Birlikte Beyaz Kaleyi,  Aya Sofya'yı geziyoruz. Ve tarihi turistik yerleri gezen otobüs ile şehri dolaşıyoruz. 
Beyaz Kale
Küçük Aya Sofya

Türk hamamı

Armin yorulup evin yolunu tutuyor, biz Yalçın ile iflah olmaz iki gezgin. Bir Osmanlı hamamını geziyoruz ve barların olduğu sokakta akşam üstünü bira içerek karşılıyoruz. Sonra da deniz kenarından Dimitris'in evin yolunu tutuyoruz. Deniz kenarı akşamüstü turu atanlar ile tıklım tıklım dolu. Mısır, pamuk şekeri, kuru yemiş satanlar... Türkiye'den bir deniz şehri manzarası gibi... Dimitris evde yok, Armin ile vedalaşıp ayrılıyoruz. Okuyarak, yazarak gidebileceğimiz keyifli bir tren yolculuğu düşlerken biletimizin kompartımana kesilmiş olduğunu fark ediyoruz. Kompartımanda bir Yunanlı,  bir Pakistanlı bir de biz varız. Selanik treninde Türk bir abla, Yunanistan'da ekonomik krizden dolayı göçmenlerin çok fazla hırsızlık olayına karıştığı ve dikkatli olmamız gerektiği konusunda bizi uyarmıştı, tüm keyfimiz kaçıyor ve gece boyu çantalarımızı koruyacağız diye diken üstünde uyuyoruz. 

Atina
Sabah erkenden Atina istasyonundayız. Davetimizi son anda kabul eden Suzanne'in evini bulmak için adres peşine düşüyoruz. Suzanne işe gitmeden sırt çantalarımızı evine bırakmamız lazım. Suzanne 45 yaşlarında, Finlandiyalı, işe bisikletle giden bir kadın. Güzel Sanatlar Fakültesi'ni bitirmiş. Çöplerden atık nesneleri toplayıp onlara sanatsal anlamlar katıp evine dekorasyon yapıyor. Kargalakları toplayıp onlardan ilginç tasarımlar yapmış. Kısa bir tanışmadan sonra biz şehri tanımaya o da bisikletiyle işe gidiyor. Yunanistan'da genellikle scooter tarzı motosikletle işe gidiyor insanlar hem kadınlar hem erkeklerde çok yaygın ama bisiklet o kadar yaygın değil. Akropolis'i gezmeye gidiyoruz. Dionysos adına antik tiyatro, Zeus adına devasa tapınak. Tabi ki çağrışımlarıyla insanın ruhunu besliyor. Ama Antik Yunan'a dair eserlerin çoğu Anadolu'nun Ege kıyılarında sanırım, biz de onları iyi koruyamamışız. Tüm günümüz antik kenti gezerek geçiyor.
Dionysos Tiyatrosu

Zeus Tapınağı

Akropolis

38 derece sıcak bizi bir hayli yoruyor. Geceyi Suzanne ile balkonda geçiriyoruz. Atina'da ikinci günümüz Sokrates'in kaldığı hapishaneyi gezmekle başlıyor. Sonra tavernaların olduğu Plaka bölgesindeki sokakları ve anarşistler tarafından iktidardan kurtarılmış mahalleyi geziyoruz. Rojava için dayanışma afişleri var duvarlarda.
Senato binası, Çipras da içerde olmalı

Tavernalar

Anarşist mahalleden
Yunanistan'a dair en güzel şeylerden biri, balkonların çoğu büyük bitkilerle dolu. Sanırsın ki evlerden orman fışkırıyor. Beton şehirlere biraz olsun ruh katmış bu balkon peyzajları. Kıbrıs Rum kesiminden bir gezgin daha geliyor, Yunanlılar sağ olsun gezginleri dışarıda bırakmamak için tüm olanaklarını zorluyor. Dimitris de Suzanne de son dakika davetlerimizi kabul edip bizi ağırladılar. 

Gece konser varmış,  Suzanne konsere hem Kıbrıslı Lubna'yi hem bizi davet ediyor. Lubna gitmek istiyor, biz ise hem çok yorgunuz hem de ikisi o kadar iyi İngilizce konuşuyor ki gece boyu muhabbetin içinde ezileceğimizi düşünüp evde kalmayı tercih ediyoruz. 

Üç sabah, Suzanne işe gidince biz de mahalledeki parka kahvaltımızı yapmaya çıktık. Bu sabah da Suzanne' in Yunan kahvesini içtikten sonra sırt çantalarımızı alıp vedalaşıyoruz. Bu tanıdığım ikinci Finli kadın ve ikisi de günlük yaşam kültürü bakımından birbirine çok benziyor. Bisikletle işe gitmeleri, ikinci el eşyaları alıp kullanmaları, çöpe atılmış nesnelerden dekoratif süslemeler üretmeleri... Kapitalizmin dayattığı tüketim çılgınlığına karşı bir felsefi duruş olarak kendilerini bu çılgınlıktan uzak tutmaya çalışıyorlar. Suzanne'ye yanımdaki tek kitabım Mine Söğüt'ün "Deli Kadın Hikayeleri"ni hediye ediyorum. Dilini anlamıyor ama çizimleri çok beğeniyor. Daha önce, tüm kütüphanesini komün bir yaşam pratiğine verdiğini, yeniden kütüphane oluşturmaya başladığını söylemişti,  ben de en güzel hediyenin bu olabileceğini düşündüm.

Sabah kahvaltı için parkın yolunu tutmuşken pazarın içine düşüyoruz. Biraz zeytin, birkaç yumurta almak istiyoruz, pazarcılar. para almıyor bizden,  iki komşu ilkenin misafir kültürü ne kadar da benziyor diye düşünüyoruz. Son gün zamanımızı plajda geçirmek istiyoruz. Plajlar çok kalabalık değil ve halka açık. 

Atina'da ulaşımda kart kullanmak kişinin oto-kontrolüne bırakılmış, bilet alıp almaman sana kalmış yani ama yakalandığında cezası oldukça fazla. Halk genelde sorumluluk bilinciyle bilet alıyor biz de paramız bitmesin diye almadan kullandık toplu taşıma araçlarını. Bir saatlik hava alanı yolunda tedirgin olsak da yakalanmadık. Yunanistan bizim için çok pahalıydı. 
Turuncu otobüsle, sarı otostopla, mor trenle gittiğimiz, yeşil de gezdiğimizdir

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...