24 Ekim 2017 Salı

kış mevsiminde bir bisiklet yolculuğu denemesi; Antalya




                                                                                   


19/10/2012

Samsun'dan bisikletleri otobüse koyacağız, bir gece öncesinden iki bisikleti de parçalara ayırıp kutulara yerleştiriyoruz. Ama Gerze otogarına gelince ceviz çuvalları, elma çuvalları, yoğurt, peynir bidonları otobüslere yüklenmeyi bekliyordu. Bayram öncesi Samsun otogarını düşünemiyordum. Giresun'dan kalkan otobüs Samsun'a geldi. Otobüsün bagajı fındık çuvalları, ceviz çuvalları, balık kasaları ile tıka basa dolu, en sona bizim biçimsiz bisiklet kolileri kaldı. Bisikletlerimizi almamakta ısrar ediyorlar, bir sürü tartışma yaşıyoruz "yarın akşamki otobüs ile göndeririz" diyorlar. Biz kabul etmiyoruz, neyse ki sıkış tıkış da olsa bisikletleri koyuyoruz.

Kısa bir süre sonra uykudaydım, gözlerimi Toros Dağlarında açtım, Kıraç, kayaç Toroslardan geçiyorduk. Serik otogarına geldiğimizde bisikletleri çıkardık,  o tıka basa bagajda dağılan bisikletleri toparlamak için saatlerce uğraştık, otogarın ağaçlarının altında. Bisikletlerle yola çıktığımızda öğle yemeği için  kamyoncuların çoğunlukla geldiği bir çorbacıya oturduk. Alanya yolu üzerinde otoban trafiğinde 15 kilometre gidince Belkıs ören yeri tabelasından köy yollarına saptık. İşte bisiklet için en güzel yollar, köy yolları... Karşımıza tarihi Aspendos Köprüsü çıktı. Bir yanda Aspendos Köprüsünün altından geçen Köprüçay'ın koyu mavi sularının güzelliği, tarihi köprünün sarısına karışmış, diğer yanda ise söğüt ağaçları suyun ve köprünün ruhunu okşuyor... Nasıl huzurlu bir ortam...


Tarihi Aspendos Köprüsü

Zamanında üzerinde halk pazarı kurulduğu için adı Köprüpazar çayı olarak da geçiyor 

Aspendos ören yerine geldik, tam bir antik kent planı. Çeşme, pazar, pazarda dükkanlar... Antik kentin yüksek noktasından görülen su kemerleri harika, tarlaların ortasında kalmış... Antik kent yukarıda kalıyor, su kemerleri aşağıda. Kuş bakışı izliyoruz kemerleri ve Bazilikayı... Bazilika devasalığı ile büyülüyor. 


Bazilika

Çeşmelerin kurnaları

Su kemerleri

Yeni yapılaşmanın içinde kalmış su kemerleri

Tarlaların arasında kalmış su kemerleri

En son Aspendos tiyatrosunu gezdik, büyüleyici, seni sarıp sarmalıyor ve sanki o çağda ve o yaşam içindesin... Tıpkı Efes kütüphanesi ve tiyatrosu, Millet tiyatrosu ve Apollon Tapınağı gibi...  Bu tarihi yapıların içinde, aradan binlerce yıl geçmesine rağmen hala seni saran o zamanın ruhu var. Aspendos tiyatrosu tek parça ayakta ve hala konserler yapılıyor. Tiyatronun basamaklarına oturup oradaki ruhu derinleştirmek istiyorum. Shopokles'in Euripides'in tiyatrolarıyla arınan, arındıkça eğitilen Yunan toplumunu düşünüyorum. Bu tiyatro basamaklarında oturan insanları hayal ediyorum. Anadolulu bir teyzem de şalvarıyla gelmiş ve ön basamaklara oturmuş, çok hoş görünüyordu, muhtemelen 3000 yıl öncesinden bir soylu kadının protokol yerini kapmıştı.


Dışarıdan Aspendos Tiyatrosu


En üst basamaklarından Aspendos Tiyatrosunun sahnesi

Aspendos Tiyatrosu içinde Anadolulu bir aile
Bisikletlere atlayıp su kemerlerinin yanına gidiyoruz, gün batımı ışığında... Nar ve turunç bahçelerinin, pamuk tarlalarının arasından gidiyoruz. Güneş batmada... Mısır tarlalarının, pamuk tarlalarının içinde kalmış su kemerleri... Batan güneş ışığının fonunda görüyoruz kemerleri, yan tarafta tarlaların sulanması için su kanalı açılmış, modern su kanalına yansıyan antik su kemerleri...


Mısır tarlalarının içinde kalan su kemerleri

Pamuk tarlalarının içinde kalan su kemerleri

Köylülerin sulama kanalına yansıyan su kemerleri

Su kemerlerinin bir bölümü de köyün içinde kalmış, köyün içine çıkmak için bir amcaya yol soruyoruz, sazlıkların arasından bir traktör yolunu gösteriyor, dalıyoruz sazlıkların arasına, bisiklet için gerçekten keyifli bir yol. Köyde akşam telaşı, toplanan pamuklar ev altlarında bekletiliyor, amcalar şalvarlı, daha çok Adana köylülerini hatırlatıyor, turistlere nar suyu satan teyzeler, köy turist kafilelerinden geçilmiyor .


Köyün içinde kalmış su kemeri
Bisikletlerimizi köy yolundan Serik tarafına sürüyoruz, Serik'te kalacak yer yok, turizm merkezi olan Belek'e gidiyoruz. Karanlıkta arabaların vızır vızır işlediği bir trafikte, turizm merkezi Belek'e geliyoruz. Herkes yabancı, bir otel bulup yerleşiyoruz, meteoroloji gün boyu şiddetli yağış uyarısı yapıyor, gerçekten de sabaha karşı yağmur patlıyor. Sabah Bellek'in içini geziyoruz, denize ulaşabileceğimiz hiçbir yer yok, her yer lüks hotellerle çevrilmiş, yabancı turistler bizden çok daha rahatlar, yabancı bir ülkede gibiyiz. Zar zor bir halk plajı bulduk, halk plajının girişi bile ücretli. Belek'ten çıkıyoruz, hava felaket dolu, patladı patlayacak. Yağmur bastırdığında sığınıyoruz bir yerlere. Aksu'ya doğru bir ana caddede yağmur ve  trafiğin stresinde sürüyoruz bisikletlerimizi. Aksu'daki Perge antik kentini yağmurun altında geziyoruz. Gerçekten büyüleyiciymiş,  mermer sütunlar tüm görkemiyle ayakta. Çeşme, su kanalları, pazar yeri... Tiyatroda çalışma var, gezemiyoruz. 


Perge stadyumu

Çeşme kurnaları

Hamamın bir bölümü

Hamamın farklı bölümleri

Alttan ısıtma sistemi

Şehrin kapıları

Şehrin sokakları

Şehrin sokaklarından başka bir görünüm

Akropol Çeşmesi
Havanın kararmasına az kaldı, bisikletlerimize atlayıp Antalya'ya sürmemiz lazım. Bisikletlere biniyoruz, Yalçın'ın tekerleği patlıyor, şişiriyoruz olmuyor, diken batmış her yere, belki on tane yama yapıyoruz. Hava iyice karardı, yola çıkıyoruz ama nasıl gideceğiz. Bir benzinliğin yanına pikap geliyor, ona rica ediyoruz, bisikletleri pikabın arkasına atıp patlıcan çuvallarının üstünde, yağmur altında gidiyoruz. Bizim için çok büyük şans oldu, yoksa o kadar yolu, o trafikte, o karanlıkta, o yağmurda gitmemiz mümkün olmayacaktı, bizi bir benzinlikte bırakıyorlar. Öğretmen evine de daha dünyanın yolu var, şehrin girişleri ve çıkışları bu konuda çok tehlikeli, ben kilitleniyorum, devam edemeyeceğim, taksi çağırıyoruz bisikletleri benzinlikte bırakmaya karar veriyoruz, şans o ki taksi büyük bagajlı, bisikletleri de alıp öğretmen evine gidiyoruz.

Yarınsı, Antalya merkezde geziyoruz, Antalya müzesi, Perge antik kentinin heykelleriyle dolu, Perge o haliyle bile büyüleyiciyken bir de müzedeki heykeller ile birlikte hayal edince ihtişamı, büyüsü daha da şaşırtıyor insanı. Tanrılar ve tanrıça heykelleri İ.S. 2. yüzyıla ait, ve bu coğrafyada hala Hristiyanlık yok, çok Tanrılı Yunan mitolojisine ait bu heykeller, Perge'de ait olduğu yerde kalsaymış, kim bilir ne güzel olurmuş. Müzedeki sunumu, bu coğrafyada insanlık tarihinin ürettiği en ilkel araçtan, 20. yy'a kadar getirmişler.


Müzedeki Tanrı ve Tanrıça heykelleri

Mermer lahitler

Lahitin hem kapağında hem de sandığında süslemeler

Lahitte anlatılan nasıl bir öykü bilemiyorum

Ölen kişinin biyografik öyküsü mü acep, anlatılan
İlk uygarlıkların yeri nedense içimde ayrı bir güzel, sanatsal üretimleri, estetik algıları, doğal yaşamları... Müzedeki mermerden lahitlerin figüratif öyküleri... Bu üretilenlerin hissinden insanlığın geldiği noktaya bakıyorsun, derinliği ve doğallığı olmayan bir yaşam... Kale içinde geziyoruz akşamüstü, hafif yağmur çiseliyor.Yelkenler liman içinde, eski Antalya evleri, daracık sokaklar... Tabii bu tarih, turistlerin hizmetine sunulmuş, her yer restoran ve pansiyon, bu güzel tarihi mekanların keyfini çıkaran, tarihini ruhunu satın alan da parası olan yabancı turistler. 


Antalya limanına sığınmış tekneler

Gökyüzü yağmur bulutlarıyla şişmiş yine
Öğretmen evine dönerken hava durumuna bakmak için internet kafeye gidiyoruz, yağmurlu ve şimşekli bir kaç gün, çıkacağımız yüksekliğin 1600-1700 metre olduğunu düşününce, gözüm iyice korkuyor. İlk önce yaylaya tırmanacağız ve sonra Alakır Vadisi'ne inceğiz. İstanbul'un yabancılaşmış yaşantısından kaçan ve Alakır Vadisi'nde topraktan ev yapıp doğal yaşamı tercih eden Birhan ve Tuğba'yı köyünde ve evinde ziyaret etmek istediğimiz için bu yola bisikletle çıkmıştık. Bu çiftle çok fazla tanışmak istememe rağmen ben bu yolculuktan vazgeçiyorum.

Sabah kalktığımızda da yağmur sağanak şeklinde yağıyor, bisikletleri öğretmen evinde bırakıp yanımıza aldığımız birkaç parça eşya ile Olimpos yoluna düşüyoruz. Yağmur devam ediyor, Olimpos'a inmek için dağın tepesindeki terasta oturup aracı beklerken Kumlucalı bir abi ile muhabbet ediyoruz, dağ manzarasında yeşil mi yeşil dağlar... 

Olimpos'a iniyoruz. Olimpos, ıssız, yağmurlu, çamurlu... Kadir'in yerine yerleştik, aceleyle antik kentin içinden geçip Çıralı Koyu'na indik. İnsanlar denize giriyor, çok kalabalık değil, sonbaharın keyfi ve sakinliği... Akşam yemeği için pansiyona dönüyoruz. Bu defa Çıralı Koyu'na karanlıkta ateş yakarak şarap içmeye iniyoruz, bizden başka kimse yok. Yolda gelirken topladığımız defne dalı ve çalı çırpıdan güzel bir ateş yakıyoruz. Dağların silüeti, dalgaların sesi ve ateş etrafında iki gölge, bir yandan içinde bulunduğum ortamdan keyif alıyorum, bir yandan tedirgin oluyorum. Doğanın içinde yapayalnızız, ateşin etrafında muhabbet... ateşimiz sönünce yavaştan çamur yollardan dönüyoruz bungalov odamıza. 

Kadir'in Yeri'nden bungolov evler

Sıradışı bir bungolov

Antik kent Olimpos'u ikiye bölen nehir

Çıralı Koyu sonbahar ıssızlığında
Kadir'in Yeri'nde ateş yakılmış, birkaç grup ateş başında muhabbet ediyor, biz de bir bank bulup oturuyoruz, şarapla kaldığımız yerden devam, herkes yavaş yavaş odasına çekiliyor. Yan tarafta yalnız bir genç kalıyor, telefonundan film izliyor, ilginç ki insanlar doğanın  içine gelmiş, laptopunu da getirmiş, laptoptan film izliyor, facebooka giriyor.  Biz de nasıl olduysa Yalçın'la ilginç bir yola girdik muhabbette, edebiyat, felsefe, toplum... Belki de 4 yıllık birlikteliğimizde ilk defa böyle keyifli bir muhabbet ediyorduk, muhabbetin keyfine doyamadık, geç saate kadar ateşin başında oturduk, içtik, konuştuk. 

Sabah kahvaltıdan sonra Olimpos antik kentini gezdik, ilk defa bir nekropol (mezarlık) geziyorum. Yamaca yapılmış kaya mezarları, lahitler var, lahitler mermer değil de taştan. Antik tiyatro bütünlüklü durmuyor, tiyatronun o görkemli havasını sezemiyorum. Antik Olimpos, güney ve kuzey olarak ayrılmış, arasından nehir geçiyor. Güney kenti gezdik, Çıralı Koyu'nda Yalçın yüzerken, ben şarabımı içmeye devam ettim. Koyda, taşların üstünde yürüyoruz. Doğanın, odun parçaları üzerine, kendi el yazısıyla yazdığı mektupları buluyoruz, taş topluyoruz, odun parçaları topluyoruz. Burası  Caretta carettaların yumurtlama alanı ve kapitalist turizm anlayışının sömürüsüne karşı zafer kazanılmış bir direniş yeri... 


Nekropol

Taş lahitler
Dönüşte kuzey Olimpos'u gezdik, ilginç yapılar vardı, günümüz hippi mekanı Olimpos'un tek sokağını boylu boyunca yürüyüp yürüdük, kasabanın dışına çıktık  ama Kaş için tüm ulaşım araçlarına geç kalmışız. 


Antik Olimpos'un kuzey yakası
Sabah otostop çektik, arkadaşlar Kumluca'ya gidiyormuş, köy yollarından Kumluca tepesine çıktık, her yan sera. Seraların naylonları ayna gibi parlıyor ovada. Kumluca'dan otostop çektik ama bizi otostopta aracına alan olmadı, Kaş arabasına atladık, uzun virajlı yollardan sonra Kaş'tayız. Kaş, küçük taş evleri, çiçekleri, sokak restoranları, denizi  ile sarmalıyor bizi... Antik tiyatroyu, limanı ve bir fotoğraf sergisini gezdik, gündüzden yağmurun altında daracık sokaklarını gezerken içmeye başlamıştık. Gece de bir sokak barında devam ettik. 


Yağmur bulutlarının ışığında Kaş

Kaş limanı

Kaş sokakları
Sabah erkenden Antalya, öğleden sonra Samsun arabası ile dönüş yolculuğu. Olimpos, Kaş, Perge ve Aspendos çok güzel olmasına rağmen bisiklet yolculuğu olmadı bu... İçim buruk...


Mavi bisikletle; krom sarısı otobüsle; sarı otostopla gittiğimiz, yeşil de gezdiğimiz yerlerdir




27 Eylül 2017 Çarşamba

Doğu Anadolu'nun en güzel kentleri; Van- Malatya- Dersim


07/07/2012

Gerze'den Ankara'ya gece otobüs yolculuğu... Yazın otobüsler Ilgaz Dağı'nı tırmanmıyor, Boyabat-Durağan ve Saraydüzü güzergahını kullanıyorlar. Bu yol üzerindeki yerleşimleri pek bilmiyorum, Kızılırmak'ın kolu Gökırmak'ın bu güzergahtan geçtiğini ve bundan dolayı pirinç tarlalarının bol olduğunu biliyorum, bir de leyleklerin göç yolu olduğu için elektrik direklerindeki leylek yuvalarını... sulu pirinç tarlalarında yansımaları ile gezip solucan arayan leylekleri... Ancak gece bir şey görmek pek mümkün olmuyor. Sabahın ilk aydınlığında Çankırı'da biçilmiş buğday tarlalarının sarısı harika görünüyor, tepelerde ekenekler... Van Gogh sarısı renkler... Doğaya çok yakışıyor, sarı buğday tarlaları, kırmızı ekenekler... 

Ankara'da uykusuz ve keyifsiz dolaşıyoruz. Kızılay'da kahvaltı yapıyoruz ama yediğimiz hiçbir şeyin tadı yok. İnsanıyla, mekanıyla kirlenmiş bir kent. Tren garında biraz vakit geçiriyoruz, tren 11.30'da kalkacak. Ben uzun bir aradan sonra, yıllardan sonra tekrar trendeyim. Bu çok güzel bir duygu. Kırıkkale'nin kıpkırmızı toprakları mest ediyor bizi, Kırıkkale civarında buğdaylar biçilmiş, tepe diklerine kadar çıkan sarı saman sapları. Tarlalarda traktörler, biçerdöverler... Biçerdöverlerin arkasında leylekler, topraktan çıkan solucanları yiyorlar. Güvercinler, buğday yığınlarının üzerinde, sanki buğday yığınlarını bitirme telaşındalar, telaşla yiyorlar.

Kayseri'ye yaklaşırken pancar tarlaları başlıyor, pancar işçileriyle el sallaşıyoruz, dörtlü bir sokak lambasının üstünde leylekler yuva yapmış, gagalarını şakırdatıyorlar. Yanımızda nane ve çikolata likörü var, onu içiyoruz. Karadeniz'den sonra buraları çok kıraç geliyor. Anadolu'nun toprak ve taş evleri hala ayakta, birbirinden güzel bu evler. Anneannem de anlatır, kerpiç evlerin nasıl çamurla her yıl sıvandığını. Anadolu'nun güzelim geleneksel evleri, bizim de kerpiç evimiz vardı. Çocukluğumun geçtiği, tahta kapısının bir de kocaman demir anahtarı vardı, o anahtarı nasıl kaybettik hala üzülürüm. Bu yolculuk aslında Anadolu coğrafyasını, Anadolu insanını bir kez ama bir kez daha selamlama şeklinde oldu. Kayseri'den çıktıktan sonra patates tarlaları, yine kırmızı topraklar... Buğdaylar biçilmemiş daha buralarda, demek ki buraları daha yüksek. Sarı buğday tarlaları ve kırmızı toprak yan yana, nasıl da güzel duruyor. 


Biçilmeyi Bekleyen Buğday Tarlaları

Kızılırmak akmaya başlıyor bizden ters yöne doğru, Kızılırmak'ın üzerinde taştan çok gözlü bir köprü görünüyor. Biraz ilerisinde Tuzluca Gölü kıyıları bembeyaz, tuz... Büyük bir göl değil ama karşıdan hoş görünüyor. Elif Ana'nın anlattığı göl ve köprü demek buralardaymış, Ayten Abla'nın annesi, daha önceki tren yolculuklarımın birinde yol arkadaşımdı. Tam Kızılırmak'ı izleyeceğimiz zaman, güneş battı, karanlık çöktü. Kızılırmak şimdi yanı başımızda dolana dolana akıyordur. 

Sabaha doğru yatağımdan pencereye baktığımda, kayısı ağaçlarının silüeti ile uyandım. Ufuk ağarmış ve kayısı ağaçları da bu ışımada silüete dönüşmüş, binlerce kayısı ağacı...  Malatya'da kayısılar silkelenmiş, kimisi islimde kimisi de islimden çıkarılmış güneşe serilmiş, sapsarı buğday tarlalarının güzelliğinden sonra yerlere serilmiş parça parça turunculuklar, turunculuklar da nasıl güzel görünüyor.

Karakaya Barajı'nın üzerinden geçiyoruz, kıraç topraklar, sonra Elazığ... Elazığ'da inip bir şeyler alıyorum, ıssız bir gar, sadece birkaç express duruyor, o yüzden de pek bir şey bulamıyorum büfede. Keban Barajı kıyısından gitmeye başlıyoruz, burasını daha önceden görmüş ve büyülenmiştim, yine beğenerek büyülenerek bakıyorum suya. Normalde barajları sevmem, karşıyım politik olarak ama kıraç sarı tepelerin su ile oluşturduğu manzara insanı büyülüyor. Balıkçı tekneleri suda, kıyıda balık tutanlar...


Anadolu coğrafyasının güzelliği...

Balıkçı tekneleri ve martılar

Girinti ve çıkıntılarıyla kara ve deniz

Farklı toprak çeşitleri

Palu'dan sonra Murat Nehri eşlik ediyor bize, derin vadilerin içinden... Murat Nehri'ne paralel ama ters yönde yol alıyoruz. Murat Nehri'nin vadisi, insanı kendine kilitliyor, en ufak ayrıntıyı kaçırmak istemiyorsun. Kayalıklardan oluşuyor vadi, Divriği'de Fırat'ın aktığı vadi gibi... Kaya, uçurumlar ve suyun birleşimi... Murat'ın geniş yataktan aktığı yerler leylek cenneti, vadiden direkt Muş Ovası'na çıkıyoruz. Muş Ovası'nda nehirle ayrı düşüyoruz, göz alabildiğine engin bir ova...


Yolumuzun üzerinde leylek yuvaları

Gölde avlanan leylekler

Murat Nehri

Derin vadilerden akan Murat Nehri

Ekime, hayvancılığa çok müsait Muş Ovası... Kalabalık inek, koyun, keçi sürüleri görüyoruz. Envai çeşit kuş, balıkçıl, leylek... Muş Ovası'nda çocuklar defalarca treni taşladı, Hepsi de ufak tefek sevimli mi sevimli. Dün de bir tanesi pipisini çıkarmış, pipisini trene doğru sallıyordu. Buranın çocukları gerçekten bambaşka, şehir bebelerine benzemiyor, yoksulluğun, dışlanmışlığın içinden asi bir damar doğurtmuşlar. Kondüktör ön camdan onlara enerji ile ilgili dergiler attı, çocuklar da nasıl koşuyor, işe yarar bir şey attığını zannettiler herhalde. Kondüktörün bir oyalama taktiğiydi sanırım.

Muş Ovası'nda göğsü turkuaz mavisi bir sürü kuş, Muş'tan sonra tekrar dağlık bir bölgeye giriyoruz, her yan taş, Nemrut Dağı olmalı. Genç'ten beri hava puslu, kum fırtınasının pusuna benziyor. Nemrut'un eteklerinde bir sürü geleneksel evden oluşan köy var,  Sıcaksu köyü, sarı kıraçlığın içinde, sarı toprak ve taştan yapılmış, bir sürü de eski güzel köprü gördük. Eski mimarinin, eski köprülerin olması betonlaşan yaşama karşı bir umut. Toprak ve taş evler, insanın insan yanını, sıcaklığını hatırlatan yapılar...


Nemrut Dağı'nın eteklerindeki toprak köyler

Nemrut'un eteklerine tırmandı tren, İkizdere gibi dağın doruklarından gelen köpüklü küçük dereler akıyor, ama yeşilliğin içinden değil de kıraç tepelerin arasından akan. Nemrut dağının eteklerinden Tatvan'a indik, kum fırtınası iyice kendini hissettirdi, güneş, toz bulutlarının arkasında, çok ilginç bir hava var. Diyarbakır'dan bildiğim bir hava ama Suriye'den kum fırtınasının buralara kadar gelmesi şaşırtıcı.

Kum fırtınasında gün batımına hazırlanan güneş

Tesadüf  o ki, Tatvan'dan Van'a iki saat içinde feribot kalkacakmış, geldiğimiz trenle iskeleye gidiyoruz, tren vagonlarını yüklüyorlar feribota, feribotla yola çıkıyoruz, uzun süredir istediğim bir yolculuktu ama geceye denk gelmesi kötü oldu. İskeleden ayrılırken sadece Tatvan'ın ışıklarının rengarenk yansımasını görüyoruz, sonra koca bir karanlık. Bu yolculuğu gündüz yapmayı çok isterdim, Yaşar Kemal de röportajlarında, Van Gölü üzerindeki feribotla yaptığı bir yolculuğu, yolculuklarla yaşadıklarını anlatır.

Yolcu olarak da feribotta sadece Yalçın'la ben varız, 10 kişilik de personel. Yalçın'la Van Gölü'ndeki yerleşim yerlerini izleyemediğimiz için, yolcu salonunda scrabble oynuyoruz, sonradan da koltuklara yatıp uyuyoruz, gecenin 2.30'da personel uyandırdı, Van'a gelmişiz. Demiryolu misafirhanesi yakınmış, prefabrik evde bize iki yatak verdiler, bir seccade ve bir battaniye var yatakların üstünde, uyku tulumlarını çıkarıp uyuyoruz.

İskeleden dolmuşa binip şehir merkezine gidiyoruz, yol boyunca deprem harfiyatlarını, çatlamış, boşaltılmış binaları görmek, depremin yıkıcı varlığını hissetmek mümkün. Çarşıya inince her şeyin normale dönmüş olduğunu görüyoruz, insanlar günlük koşuşturmacasında, şaşırıyoruz. Kahvaltı salonlarının olduğu sokağa gidiyoruz utana sıkıla, büyük bir deprem yaşanmış biz nasıl kahvaltı yapmaya gideriz utancındayız ama ilginçtir ki sokak tıka basa insan dolu, oysa insanlar çok normal, günlük yaşantısında. 

Van kahvaltısı yapıyoruz, çok meşhur otlu peynir yiyoruz. Van Büyükşehir Belediye Başkanı Bekir Kaya tutuklanmış, sokaklarda ona dair pankartlar asılı "İrademe Dokunma" diye. Doğal afetler, sosyal afetler... Van'ın başına gelmedik kalmadı bu son dönemde. Depremzedelerin üzerine gaz atılıp, su sıkıldı, bunu da gördük ya... Bunu da gördü ya bu halk...

Halkevi ile Van Belediyesinin ortaklaşa kurduğu Van Çocuk Evi'ne gidiyoruz. Duhok adı verilen prefabrik konutlar, çadır kentin girişinde çocuklar karşılıyor bizi, "yeni öğretmenler misiniz?" diye sorup hepsi sarılıyor, öpüyor, elimizi tutuyor. Çocukların hepsi birbirinden güzel görünüyor, bir tanesi "hocam derse hemen başlama, ayakkabılarımı değiştirip hemen geliyorum, beni bekleyin" demez mi! Hepsi çok güzeller, öğleden sonra kadınlara Kürtçe okuma yazma kursu veriliyor. Kursa katıldık, kadınlar harfleri öğreniyor, x,q,w... Çocukları da yanlarında, anne defterine harfleri defalarca yazıyor, çocuk da sıranın üstünde, daha büyük çocuklar camda annenin derslikteki halini merakla izliyor, çok ama çok enteresan bir ortam. 


Annesinin öğrenme sürecini camdan izleyen çocuklar

Anneler Kürtçe öğrenirken küçük çocukları sıranın üstünde oturuyor.

Çarşıya alışverişe indik, akşam döndüğümüzde oyun oynamaya çıktık, belki 20-30 çocuk vardı. Her kafadan bir ses çıkıyor, elimizi tutmak için çocuklar birbirini dövüyor, oyunu uzun süreli oynamak mümkün değil bu koşullarda, çocukların arasında şiddet çok yaygın. Kaotik bir ortam var ve biz de bir düzen kuramadık. 5 yaşlarında İsmail zafer işareti yapıp,  "hocam siz bizden misiniz?" diye sordu. "Polisle kavga ediyoruz" dedi. Beş yaşında bir çocuk, çok şaşırdım. 

Okuma yazma kursuna gelen kadınlardan biri çaya çağırdı bizi, depremi anlattılar, normale dönmüş günlük yaşamlarının altında tramvalar hala devam ediyor, insanlar hala ciddi sıkıntılarda, uzun süre, doğal ve siyasi afetlerden kaynaklı acılarını paylaşıyoruz. Gece öğretmenler için ayrılmış prefabrik eve geçiyoruz, sabah ilginçtir ki çocuklar baskın yapıp bizi uyandırmadı. Öğleden sonra üç sinemacı geldi, gelir gelmez de çocukları iki gruba ayırdılar, bir grup belgesel çekip bir grup seslendirme yapacak. Çocuklar, Necati adındaki belgeselci arkadaşa aykırı tipinden dolayı kötü davranıp yüzüne karşı "kahpe" diyor. Moralim çok bozuldu, bir gün önce oysa böyle davranmamışlardı bize, öğretmenlerin kaldığı konutlara gittik, çocuklar da geldi ve ne saygısızlık ne saygısızlık kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Onların sosyal ve doğal sebeplerden dolayı yaşadığı travmaları anlayabiliyorum ama bu travmaları paylaşabilmenin başka bir yolu olmalı. Bu çocuk tipi Bismil'de çalıştığım yıllardan bildiğim bir tipolojiydi, Bismil'de de zaman zaman yaşadığım çaresizlikle birlikte duyduğum öfkeyi bu çocuklarla da yaşıyordum şimdi. Sevgi işe yaramıyor, kızıyorsun işe yaramıyor, moralim çok bozuldu. Çocuklarla oyun oynamaya çıktık, sonra haksızlık yaptığımı, onların durumunu, içinde bulunduğu ortamı düşündüm, haksızlık zaten yapılıyordu bir de ben yargılarım ile haksızlık yapıyordum. Çocuklar gerçekten çok asi... Akşamüstü top alıp oynayalım istedik, okuma yazma öğrenmeye gelen kadınlardan biri çaya çağırdı, prefabrik evlerinin önünde oturduk. Depremi onlar da anlattılar, kadının kocası ceza evindeymiş. Ne perişanlık ne perişanlık, çok üzüldüm. 

Gece Malatya'ya yola çıktık, hava aydınlanırken çok güzel kıraç dağlardan geçiyorduk, ama uykudan gözümü açamıyordum. Barajlar ve kıraç topraklar... Malatya'da kayısılar dökülmüş, güneşe serilmiş, turuncu turuncu her yan. Kürt işçiler kayısı bahçelerinde 30 liraya çalışıyorlar, halleri perişan. Çay işçiliği 75 TL, Gürcülerin emeği Kürtlerin emeğine göre daha değerli. 

İlk önce işe vişne ile başladık, vişneleri açmak tam da deliye posteki saydırmak, aç aç bitmiyor, iki gündür kayısı işine başlayamıyoruz, tam kayısı işine başlayacaktık köyde yaşlı biri öldü, kayısı zamanı düğün, doğum, ölüm yasak! 

Üç gündür sabahtan kayısı dökmeye başladık, bu yıl motivasyonum çok düşük, kayısı dökerken dağların üzerinde kocaman bir kuş uçuyordu, beni alsa da Kaf Dağı'na götürse... Hekimhan ağzındaki bazı sözcüklerle eğleniyorum. "De haydi" "soyka"  "carı carı" "neeeeeeeeeeeyyyyyyyyyy"  "hotik sokasıca" "evvvvvvvvvv" kendime, bana yabancı gelen bu sözcüklerden ve ünlemlerden eğlence buldum.

Kayısılar bu yıl tam olmamış, ağacın başına gidiyoruz bakıyoruz ki ham, biraz döküp başka ağaca geçiyoruz, bir ağacın başına iki üç defa gitmek gerekiyor böyle bir durumda. Köye işçiler geç geldi bu yüzden, sabah transitlerle Kürt işçiler geldi, vadinin diğer yamacına gitti araçları. Tıka basa eşyalarla geldiler, eşyalarını boşaltıyorlardı, yolculuklarında çektikleri eziyeti, geçtikleri ıssız dağ yollarını hayal edemiyorum... 

Şimdi çadırlarını kurup burada kayısı işi bitene kadar çalışacaklar. 40 derecenin altında mal sahibinin psikolojik baskılarıyla 30 TL'ye... On beş günde 450 lira. Vay anam vay... Yaşar Kemal'in, Orhan Kemal'in romanlarındaki pamuk işçilerini, ırgatları nasıl anlıyorum. İnsanın sinirleri yıpranıyor, ben yine sesimi çıkarıp sorgulayabiliyorum ama işçiler ne yapsın, hiç seslerini çıkarmıyorlar. Havanın sıcaklığında ve bedenimin tükenmişliğinde, kayısı göleklerinde kayısı toplarken sinirlerim iyice geriliyor. Bu yıl kayısı işine gelmek istememiştim zaten, yaz tatiline aksilikler zinciri ile başladık. Bu süreçte kendi içime döndüm Edip Cansever'i çok özledim. Keşke yanımda bir şiir kitabı olsaydı. 

Biz kayısı toplarken ağacın tepesinden vadinin karşı yamacına gelen işçi arabasını gördük. Hatice Anne'yle Yalçın koşarak bize yardımcı olsunlar diye işçi bakmaya gittiler. Biz de vadinin bu yakasında olan biteni gözlüyoruz. İşçiler, transit araç ile gelmişlerdi, bir sürü eşya getirmişler, onları indiriyorlar, topluyorlar, taşıyorlar, yüklüyorlar. O kadar içe dokunur bir tablo vardı ki, çok uzaktan bile perişan halleri görünüyordu. Yakından ise daha içler acısıymış, o perişanlığın içinde yeni doğmuş bebekleriyle gelmişler. Saatler sonra Yalçınlar dört işçi ile geldi, işçiler çadır kurma çabasına girdiler, eşyalarını yerleştirdiler. Mersin'den sera işinden geliyorlarmış. On ay serada sebze işçiliği yapmışlar, kayısıya gelmişler, sonra da fındık işine gideceklermiş. Kızlarla kaynaştık, birbirimizi sevdik. Bana çalışırkenki fotoğraflarını gösterdiler, mevsimlik işçilik kölelik devrinden daha kârlı geliyor patrona, yeme, barınma, eğitim, sağlık masrafları yok patron için. Mevsimlik işçilik ve esnek çalıştırma, modern kölelik...


Meksika şapkalarıyla iki mevsimlik kayısı işçisi, özgür anlarında

Mevsimlik işçi üretimin yükünü taşıyan gölgedir sadece...

Çantalarımızı alıp işçilerle vedalaşıp yola çıktık, köyün içinden Arguvan yoluna kadar sıcakta yürüdük, köyün çıkışında Arguvan yolunda tabelaların altında araç beklerken, kendimi inanılmaz özgür hissediyordum, 10 gündür sanki çıkılamayacak bir kuyunun içinde ve sanki o kuyudan hiç çıkamayacakmış gibiydim. 


Küçücük bir ağacın gölgesinde otostopta araç beklerken

Ballıkayalar'a kadar bir abi aldı bizi aracına, Ballıkayalar  yine büyüleyici gözüküyordu. Ballıkayalar'dan sonra traktöre denk geldik, traktörün kasasında, çuvalların üzerinde, etrafı izleye izleye Arguvan'a geldik, Arguvan festivali yeni bitmiş. Etraf kıraç topraklarla çevrili ve birkaç kayısı bahçesi ile manzaralı. Arguvan'da yemek molası verdik, şehirde bir abi, çarşıdan çıktığımızı görünce, yolda bizi aldı, Elazığ-Malatya yol ayrımına bıraktı. Yol ayrımında nasıl bir çöl rüzgarı, sıcaktan nefes alınmıyor, leylek yuvası her zamanki gibi o yol ayrımında, bu defa başka bir direğe yapmış yuvasını.

Biçerler çalışıyor, sapsarı her yan, bir araç durdu Elazığ'a gidiyormuş. Adamın tipi, mafya tipi. Bir hayli gerildim, Elazığ'da mafyanın yaygın olduğunu bildiğim için. Ortamı yumuşatmak için Yalçın'a sürekli etrafı gösterip muhabbet açıyorum. Yol üstünde, kırmızı toprağın olduğu bir bölge var, kırmızı topraktan bir köy kurmuşlar .Anadolu'da belki de salt kırmızı topraktan yapılan tek köy. Bu yolculukta geleneksel evler dikkatimi çok fazla çekti ve kültürel miras, doğayla barışık yaşam için bu evlerin, köylerin önemlerini çok fazla anladım, betonlaşmaya karşı önemli bir karşı duruş... O yerin malzemesi ile köylünün ihtiyacına göre yapılmış geleneksel evler, bu köyü çok seviyorum. 

Keban'a gelince hava serinledi, biçilmiş buğday kokusuna yağmur kokusu da eklendi, havaya biçilmiş buğday ve yağmur kokusundan oluşan güzel bir koku yayıldı. Elazığ'da çarşıda indik, ortam çok gergin. Ramazan ayı, sıcak, açlık ortaya inanılmaz bir gerginlik çıkarmış. Su içmeye bile korkuyoruz, Hozat garajına girince suyumuzu çıkarıp içmek cesaretini bulabiliyoruz. Dersim dolmuşuna binince iyice rahatladık, Pertek feribotuyla bir süre yol alıyoruz. Bu feribot yolculuğunu çok seviyorum, mavi ve sarı çok yakışıyorlar birbirine, mavi suyun etrafını sarı tepeler kuşatmış, manzara doyumsuz. 


Keban Barajı

Sarı ve mavinin doyumsuz güzelliği

Keban Barajı'nın ortasında kale ada

Dağın tepesinden Dersim'e inerken baraj dikiliyor karşımıza. Tam da Munzur Nehri'ni ilk gördüğümüz, akışını geniş yatağında hissettiğimiz ilk yerde, kocaman, durgun pis bir su birikintisi... Moral bozukluğu başlıyor, Dersim'deyiz kalacak yerimizi Sağlık Müdürlüğünün misafirhanesinden ayarlıyoruz, çarşıda bir tur atıyoruz. Festivalin başlamasına daha dört gün olmasına rağmen, çok kalabalık. Bu yılki festival "38 bir soykırımdır, barajlar da ikinci 38" sloganı ile düzenleniyor. 


Dersim, mavi demir köprüye doğru

Dersim'de kürsülü kahvelerin olduğu bir ara sokakta kahvede kahvaltı yapıyoruz, yan taraftaki bakkaldan tulum peyniri çökelek, tereyağı, bal alıp yiyoruz. Kahvenin ruhuna uygun olsun diye de, kahvaltı sonrası domina oynuyoruz. Öğleden sonra Ovacık yolundayız, otostopta iki genç duruyor, arabada içki içip bir yandan da yol alıyorlar. Muhabbet bir anda koyulaşıyor, Munzur Vadisi harika, arkadaşlar kafa dengi, Torunoba köyünden bize de bira alıyoruz,  arkadaşlardan bir tanesi İstanbul Üniversitesi felsefe bölümünden terk. Yalçın'la felsefeden bahsetmeye başlıyorlar, bu coğrafyada felsefe hoş gidiyor. Ben de konuşmalarını takip ettiğim kadarıyla haz alıyorum. Biralarımızı içip, muhabbet edip, müzik dinleyip yol alıyoruz. Ovacık'a yaklaşırken,  Munzur Nehri üzerindeki asma köprünün yanında durup, biralarımızı bitirip öyle yolumuza devam ediyoruz. Araçlarla da asma köprüden geçildiğini fark ediyoruz. Yan tarafımızda su gürül gürül akıyor, Munzur'un akışı, akışının sesi, hareketi... Ovacık'a yaklaştıkça vadideki dağlar biraz açılıyor, Ovacık görünüyor. Adını bu coğrafyanın fiziksel yapısından almış, dağların arasında küçük bir ova. Arkadaşlarla Ovacık'ta bir kahvede çay içiyoruz, bizi Munzur Nehri'nin gözelerine bırakıyorlar. 


Ovacık'a doğru
Arkadaşlarla gözelerde de birer bira içip felsefe ve HES'ler üzerine muhabbet ediyoruz. Onlar 3000 metrede içmeye gidiyor, biz de Munzur Baba'nın koynunda felsefe konuşmaya devam ediyoruz, bir yandan içiyoruz. Her yanımız güzel güzel Munzur, büyük bir uğultuyla akıyor, suyun kaynağına çok yakınız. Çadırımızı, nehrin suyunun vurmadığı kuytu bir yere kuruyoruz. Geceyi, Munzur Baba'nın koynunda geçirecek olmanın heyecanı var, su gürül gürül, o kadar yüksek sesle akıyor ki... Su sesinin ninnisinde uykuya dalmışız. Gece fenerlerle dolaşan çok az kişi var, sabah lavaboya gittiğimde aynada Munzur Dağı'nı görüyorum, kaynaklarıyla gözleriyle... 


Aynada Munzur Dağı

Sabah erkenden kurban kesmeye gelenlerin, yer tutma telaşı, gürültüsüyle uyanıyoruz. Bir kasaba tanık oluyorum, kurban keserken masumiyetten uzak, canice davranışı beni üzüyor. Munzur Baba'nın mekânının, sevgisinin, onun için yapılan bir kurban töreninin hiç farkında değil sanki. Belediye işçileri bizi kahvaltıya davet ediyor, çok erken saatte hemen doluyor her yan, et için ateşler yakılıyor.  Gözelerin yanından daha yukarılara çıkıyoruz. Munzur Dağı'nın eteklerinden sarı çiçekler topluyorum, otostop ile Ovacık'a gidince, PTT'den, topladığım çiçekleri Gerze'deki adresime gönderiyorum. 


Munzur Dağı'nın eteklerindeki gözeler

Munzur Dağı'nın eteklerinde çiçek topluyorum


En başlangıçta gözelerden küçük  derelerle gelen serinlik ve güzellik

Ovacık birbirinden güzel, taş toprak evlerle dolu, insanlar hala yaşıyor bu evlerde, evler ne güzel. İçinde yaşaması zordur, ama iyi ki varlar. 


Kapının güzelliğine hele...

Kerpicin sıcaklığı...

Taş ve kerpiç, sıcacık...

Hozat yolundan, Munzur kıyısına iniyoruz, yüzmek için. Yüzenler de çok fazla, biz de giriyoruz ama bir türlü yüzecek uygun yeri bulamıyoruz. Dersim merkeze yakın, Munzur kıyısındaki plaj köye gitmeye karar veriyoruz. Otostopta iki memur alıyor bizi. Etrafta arıcılık, hayvancılık çok yaygın, yol boyunca etrafımız arı kovanları ile dolu. Yemek kültürlerine de arıcılık, hayvancılık fazlasıyla yansımış. Munzur Vadisi büyüleyici, bu yolu kaç defa geçtim ama bir türlü doyamıyorum. 

Venk bölgesi Ermenilerin yaşadığı bir yerleşim bölgesiymiş. Şimdi ise definecilerin talanına uğramış. Munzur kıyısındaki plaj köyde denize giriyoruz, güneş dağların arasında kayboldu. Su çok soğuk ama çok hoş, çok... Donuyoruz ama tekrar tekrar girmek istiyoruz, gece Sağlık Müdürlüğünün misafirhanesinde kalıyoruz. 

Sabah erkenden kalkıp Düzgün Baba etkinliğine gidiyoruz. Nazimiye dolmuşuna denk gelip, Nazimiye'ye dolana dolana bir türlü bitmeyecekmiş gibi gelen nice yollardan sonra ulaşıyoruz. Nazimiye Belediyesi CHP'li bir belediye. Belediye bahçesinde kahvaltı veriliyor konuklara, Munzur Nehri gözelerinden Ovacık merkeze gitmek için otostopta bizi alan çift ile karşılaşıyoruz, onların aracıyla Düzgün Baba cem evine çıkıyoruz. Yol uzun, dik, dolambaçlı. Cemevi dolu, kurban kesiliyor. Düzgün Baba'nın ziyareti, koskocaman bir yamacın ardında. İnsanlar karınca gibi küçük ve vızır vızır çıkıyor, iniyor. Benim gözüm kesmiyor gidebileceğimi, biraz yola koyuluyorum, ama mümkün değil, gözümde çok büyüyor.

Aleviler inançları konusunda nasıl tutkulu, nasıl kan ter içinde çıkmaya çalışıyorlar. Bir abla ile karşılaşıyoruz, ona soruyorum "abla çıkabilecek misin?" diye, "çıkmam lazım çok önemli bir dileğim var" diyor. Çok etkileniyorum, insanların dilekleri için çıktıkları bu zor yol, Yalçın devam ediyor, ben dönüyorum. Cemevinin içinde Yalçın'ı bekliyorum. Cemevi, cami gibi keskin kuralların olduğu bir yer değil, insanlar yatıyor, çocuklar oyun oynuyor, insanlar evinde gibi davranabiliyor, uzun süre oturuyorum, teyzelerle muhabbet ediyorum. 


Cemevinden, Düzgün Baba

Cem bağlanacak diye dışarı çıkıyoruz, yaşlı bir amcanın Zazaca, Aleviliğin tarihçesinden bahsettiğini tahmin ediyorum. Sonrasında saz ile deyişlere geçildi, onu pek anlayamıyorum. Sonra lokma, yani kurban etleri dağıtıldı, kazanlardan tabaklara, ama nasıl bir izdiham... İtiş kakış, abinin biri bağırdı:" Bu görüntü Afrika'da dahi yok." diye. Alevilik felsefesine aykırı bir durumdu olan, ama demek ki yoksulluk Alevi kültürünü de bu hale getirmişti.

Lokma yeyip yola çıktık, aklım hala Düzgün Baba'nın mekanındaydı, şimdi çıkamamıştım ama bir dahaki sefere tırmanacaktım. Yalçın'ın anlattığına göre babalar sırtında çocuklarını da çıkarmış, bu güneşin altında nasıl çileli bir yolculuk. Bir babanın sırtında oğlu, adı Zerdüşt, ilk defa Zerdüşt ismini duyuyordum. Cemevi içinde bir hayli muhabbet ettiğimiz teyzelerin aracına denk geliyoruz, bizi de araçlarına alıyorlar, yolda döne döne Nazimiye'ye gidiyoruz.

Peri Suyu'nda öğleden sonra Pembelik Barajı'na karşı yürüyüş var, Doluca Köyü halk yürüyüşünü ve akşamki konserlerini yapacak. Peri Suyu üzerinde Pembelik Barajı yapan Limak şirketi, Türkiye'de belki de enerji sektöründe özel güvenliklerini halkın üstüne ateş açtıran ilk şirket, bugün büyük bir olayın yaşanacağı belli ama yine de köy dolmuşuna biniyoruz, dağlardan tırmanıyor, iniyor köylerden geçiyoruz. Köy evlerinde MLKP, DHF yazılamaları var. Dersim'in ilginç coğrafyalarından biri. Vadiye iniyoruz, çantaları bırakmak için kahve-bakkal karışımı bir yere giriyoruz. Kahvede oturanlar ramazan ayında bira içiyor, bir göz oda kahve, bir göz oda bakkal, aynı zamanda meyhane, topraktan tavanda da koca koca kalaslar. Gerçekten otantik, doğalında, hiç dokunulmamış, çantaları bırakıp Peri Suyu'nun üstündeki köprüde toplanmış halka katılıyoruz. Köy gerçekte Elazığ Kovancılar'a bağlı ama kültür olarak Dersim kültürüne daha yakın. Yürüyüş başladı, köy yolundan şantiyeye yürünecek, şirket arazisinin etrafına dikenli tel çekmiş. Eylemciler yanlarında getirdikleri makaslarla telleri kesip bir kenara attılar, şantiyenin içine girdiler. Ben cesaret edip devam edemedim, yine ve yeni bir kaygı krizi ile karşı karşıyayım, benim gibi cesaret edemeyen, türlü mazeretleri olan on on beş kişi geride kaldı, kitle aldı başını gitti, şantiye alanı kocaman bir arazide, yürünecek çok yol var, ileride bir hengame başladı, ama anlam veremiyoruz, şantiyenin önüne kadar gittiler, Sonra döndüklerini gördük, arazi içindeki bazı yapılara saldırmaya başladılar. Özel güvenlik de ateş açmaya başladı. Bir hayli kaygılandım ben. Kitleye mi ateş açıyordu, yoksa havaya mı? Kimseyi de göremiyoruz, gençler etrafa saldırmaya, kırmaya, dökmeye başladı. Bizim tarafa doğru çılgın gibi bir araç geliyor, meğerse gençlerden biri şirketin arabasını çalmış, arabayı bizim tarafa getirdi. Kitle tamamen dönünce, biz de onlarla köye geldik. Geriye baktığımızda şantiyeden kapkara dumanlar yükseliyor, çaldıkları arabayı da yakmışlar. Hiçbir şey olmamış gibi köye dönüldü, kahve-bakkal-meyhaneden biralar alındı. Peri Suyu kenarında içilmeye başlandı, Peri Suyu da öyle ufak tefek bir su değil Munzur'dan daha geniş ve derin. 

Biz de biralarımızı aldık, ayaklarımızı suya soktuk, içiyoruz. Gece boş bir köy alanında konserler oldu, Metin Kahraman, Pınar Sağ, Grup Yorum sahne aldı. Biz yorgunluktan ölüyoruz. Matlarımızı açıp, yıldızların altında yatıyoruz. Yan tarafımızda konserler devam ediyor. Biz gecenin karanlığında kırlara uzanmışız, bir ara kalkıp halay çekiyorum. Oldukça garip bir gün ve geceydi. Konserler bitince otostopa durduk. Metin Kahraman, otostobun başındaydı, bir araç hepimizi aldı. Nazimiye'den de Dersim arabasına biniyoruz, yolda karanlıkta önümüzden bir vaşak geçiyor. Biz, Kutuderesi mevkiinde Sinan köyü plajında inip çadır kuracağız, gecenin 01.00'i, dolmuş bizi tesislere kadar getirdi, bıraktı. Tesislerin içinden bir elinde fener bir elinde kocaman bir silah olan, biri çıktı. Ben 10-15 saniye dondum kaldım, sonra Yalçın plaj köyün sahibi abiyi tanıdı ve nihayet ortam yumuşadı. Abi felaket sarhoş, ama bize dair tüm ayrıntıları hatırlıyor, muhabbet ettik biraz, gece çadırı kurduk. Abi kaç defa yardım edeyim derken, çadıra kapaklandı, sonra silahını kaybetti. Gecenin bir vakti ağaç diplerinde, karanlık  köşelerde silah aradık, sabah etrafımızda otlayan ineğin boynundaki çan sesi ile uyandık. Bu nasıl bir keyif, köpek yavruları etrafımızda, öğlende nehri yüzmeye gidiyoruz,  su harika, sudan çıkıyoruz halay çekmeye duruyoruz, plaj voleybolu oynuyoruz. Pülümür kıyısındaki bu plaj köy, çok ilginç bir eylemlilik içinde. Davul zurna geldi bir ara, davul zurna ile halay çektik. Nehrin karşı kıyısında yamaç var, yamaçta bir patika, sık sık patikadan keçiler geçiyor. Biz de altta yüzüyoruz, farklı bir coğrafya, bu coğrafyada tatil yapmak, doğayı ve insanı gözlemek de ayrı bir keyif. Kıl kilimlerle plaja gelmişler, serip oturmak için. 


Pülümür Çayı

Sinan köyü plajında voleybol keyfi

Pülümürde yüzmenin keyfi

Burası gerçekten başka bir dünya sanki, iki gün plaj köyde takıldık. Geceleri stadyumda konserlere gittik, gece stadyum üzerinden helikopterler uçuyor, insanlar nasıl yuhhh! çekiyor. Çadırı plaj köyden Dersim'de Munzur Nehri'nin kıyısında mavi demir köprünün oraya getirdik. Sabah Munzur Dağı aktivistleri ile Mercan Vadisi'ne ve göllere gideceğiz. Nasıl da yorgunuz, sabah uyanamayacağız düşüncesiyle vazgeçiyoruz, sabaha doğru bir gürültü bir patırtı kopuyor, ona bakmak için kalkınca uyanmış da oluyoruz. Apar topar kafileye yetişiyoruz. Fatma Ana ziyaretinde mola veriyoruz. Ovacık yolu üzerinde, vadi içinde biraz dolaşıyoruz. Vadi her zamanki gibi büyüleyici. 

Ovacık'ta kahvaltı yapıp, Ovacık'tan çıkıp köylerin arasından Mercan Vadisi'ne geliyoruz. Mercan suyu masmavi, pırıl pırıl, bu suya yapılmış HES şantiyesi... Tırmanmaya başlıyoruz hava deli gibi sıcak, iki adım atıp oturuyorum bir ara dönmeye karar veriyorum. Sonra yavaş yavaş tepenin ucuna çıktıktan sonra, aşağı inmesi kolay oluyor. Vadi ağaçların içinde, masmavi de bir su akıyor. Patika yol var, patika yoldan gidiyoruz ama patika hep ufalanmış kaya parçaları, yürümesi o kadar zor ki... İki tarafda da devasa dağlar, bu dağların arasında nokta olarak yürüyoruz. 


Mercan Vadisine giriş

Mercan  Vadisinin suyu, cam gibi

Mercan Dağlarında, müthiş

Dağlar birbirine büküle büküle ilerliyor

Mercan Vadisinin flora ve fuanası
Mercan'ın kaynaklarından biri şelale olarak geliyor, hızını alamayan arkadaşlar şelalenin altına girip serinledi. Kaynakta oturduk dinlendik biraz. Kaynaktan sonra su da bitti vadi de. Sonra verdik ufalanmış taşlara, yürü yürü bir sürü boğazı geçtik. Göller karşımıza çıkmıyor bir türlü. Bereket bulutlu bir havada yürüyoruz, ilk göl küçüktü, dağın yansıması düşmüş içine, hiç dinlenmeden ikinci göle yürümeye başladık. İkinci gölde, göle akan bir kaynak suyu var, onun etrafında yemek molası verdik. Bir saat durduk ya da durmadık, gölün o enfes manzarasında yüzenler oldu. Yürüdüğümüz yerler harikaydı, dağların devasalığına şaşırıyordum. 

Dağların yansıması göle vurmuş

Dağlara dağlara doğru

Vadiye inerken keyiflendiğim yokuş, şimdi tırmanmayı bekliyordu. Perişan oldum çıkarken, indiğimde de Mercan Nehri'nin kıyısında soluklandık, ayaklarımızı suya soktuk, şoförler çay hazırlamış onları içtik. Birkaç gün daha festival havasında geçti, İstanbul Üniversitesinde öğrenci olan Yağmur da bizimle Dersim çıkışından otostop çekti, kimse durmuyor. Hava sıcak Malatya'ya giden bir abi durdu, muhabbet ede ede Kovancılar tarafından geldik. Elazığ'dan da Samsun otobüsüne binip, bir yolculuğun daha sonuna geldik. 


Krom sarısı otobüsle; mor trenle; pembe feribotla, sarı otostopla gittiğimizdir











Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...