14 Mart 2017 Salı

Rumların tarihinden Çingelerin tarihine kısa bir yolculuk; Kırklareli


Kardeşim ve Ben, Motosiklette














06/ 08/ 2008 

Kardeşimle çantalarımızı toplayıp gecenin bir vakti İstanbul’dan ayrılıyoruz. Gece trafik olmaz diye 04.00’te motosikletle yola koyulduk. İstanbul'u bir baştan bir başa geçeceğiz. Yollar tenha. Boğaz Köprüsü’nden geçerken deniz; karanlık ve esintili, yalılar; ışıklı, derin, yıllanmış bir sessizlikte. Esintinin içinden sarsılarak geçiyoruz. İki yanımızda da manzara büyüleyici. İstanbul, derin uykuda. Git git bitmiyor İstanbul, hareketsiz oturmak da fazlasıyla yoruyor insanı. 

Güneş arkamızdan doğmaya başlıyor, hasadı yapılmış bir ekin tarlasında bir grup leylek kahvaltı telaşında. Trakya’da ilerliyor olmanın keyfini günebakanlar her an hissettiriyor. Otobandan çıkıp köy yollarına sapıyoruz, köyler yeni uyanıyor, insanlar daha sokaklara düşmemiş. Kaynarca’nın altındaki tarlalara sapınca Kaynarca yaslandığı tepe ile tam karşımızda. Çok seviyorum bu ezeli kasabayı.


Ayçiçekler Güne "Merhaba" Derken

Pınarhisar'a gitmeden Kaynarca köy yoluna saptığımızda karşımıza Sıçan Adnan çıkıyor. Her yerleşimin olduğu gibi Kaynarca'nın da şahsına münhasır tipleri var. Sıçan Adnan bunlardan biri. Genelde at arabasını deli gibi kullanması ile bilinir ve sokakta yürüyerek gördüysen kollarını iki yana sarkıtmıştır ve kendini sanki sürükleyerek yürür.


Kaynarca'nın Renkli Simalarından Sıçan Adnan

Kardeşimle bahçemizden topladığımız domates, biber, kavun, soğan, erik, elma ne varsa motosikletin sepetine dolduruyoruz ve kısa bir Trakya turuna çıkmak istiyoruz. Amacımız Dupnisa Mağarası’na gitmek oradan da kuzeye, Karadeniz’deki sahil kasabalarını dolaşmak. Kaynarca’dan çıkınca köy yollarından geçerek Üsküp’e vardık. Meydanda, çınarlar altında köy kahveleri var, oturup sabahın ilk çayını amcalarla içiyoruz. Çınar ağaçları, küçük yerleşimlere çok güzel yakışıyor. Üsküp de tarihin Rum kasabalarından, kilisesinden eser kalmamış ama Rum evleri duruyor. 


Üsküp’te Asmalarla Kaplı Bir Rum Evi  

Köyden köye, köyden köye devam ediyoruz. Bir sonraki mola yerimiz yine bir köy kahvesi, üç amcanın misafiri oluyoruz.
                                   
Çınarlar Altında Bir Balkan Köyü Kahvesi

Balkan köylerinden geçerek Dupnisa Mağarası’na geliyoruz, yeşillik bir alandan yürüyoruz, mağaraya ulaşmak için. “Mağaranın içinde ve çevresinde içki içmek yasaktır.” yazılı bir tabela çarpıyor gözümüze. Eminim ki dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uyarı bulunmaz. Tabi Trakya topraklarında olunca iş değişiyor, Trakyalılar ne zaman küçük bir su birikintisi görse oraya çilingir sofrasını kurar. 

Trakya topraklarının içki ile bağlantısı biraz araştırılınca MÖ’ye, Şarap Tanrısı Dionysos’a kadar uzanır. Peki, Dionysos kimdir, o dönemin önemli tiyatro muharririnin kaleminden öğrenelim. Euripides “Bakkhalar” adlı tragedyasında Dionysos’un özelliklerini şu şekilde dile getirir; 
Dionysos, Trakyalı bir doğa tanrısıdır. Topraktan fışkıran bitkileri ve bu bitkiler arasında insanı en çok etkileyenleri, insan yaşamına yön verenleri, doğanın mevsim mevsim değişmesini kişiliğinde simgeler. Onun simgelediği asıl büyük kuvvet, doğanın kendisi değil, insanla doğa arasındaki ilişki, insanı doğanın sırlarına erdiren büyülü bir güçtür. Doğanın sırlarına ve gücüne ermek, yani tanrılaşmak, insan için ulaşımı en çok özlenen bir aşamadır. Bu yol, şarap ve sarhoşluktur. İnsan ancak şarabı elde ettikten sonradır ki yaratıcılığın kökeninde bulunan değişim yapma gücüne kavuşacaktır. 

Dionysos; Heykellere, Resimlere, Mozaiklere Konu Olmuştur

Farklı Dionysos Sunumları

İşte Dionysos içkinin, sarhoşluğun felsefesini bu şekilde oluşturmuş ve bunu bağbozumu şenliklerinde en uç noktalara taşımıştır. Bu şenliklerde Bakkha adı verilen kadınlar, Dionysos’un eşliğinde toplanırlar. Kadınlar ellerinde sarmaşık sarılı sopaları, vahşi, çılgın haykırışları ile Dionysos’a tapınırlar. Bu sırada evli kadınlar, gruplar halinde kurban sunarlar, kendilerini Dionysos cümbüşüne kaptırırlar ve genellikle Dionysos’a ilahiler söylerler. İşte bu bağbozumu şenliklerinden de insanlık tarihi için önemli olan, insanın kendini, doğayı, inançlarını yansıttığı, tekrar tekrar yaşattığı ‘tiyatro’ sanatı doğmuştur.

Yaşlı Bir Dionysos Tasviri

Dupnisa Mağarası, turizme yeni açılan bir mağaralara. Ancak yarasaların çiftleşme döneminde mağara bir süreliğine turizme kapatılıyormuş. Bilim insanlarının araştırmalarına göre 3–4 milyon yıllık bir oluşumun içerisinde. Mağaradan girer girmez, mağaranın içinden akan yer altı nehrinden dolayı soğuk bir hava karşılıyor bizi, mağaranın her yerinde damlayan, akan yer altı sularının kireçtaşını aşındırması ile binlerce insan, hayvan, bitki figürü ortaya çıkmış. Sanki başka bir gezegene düşmüşüz gibi. Yerden akan soğuk suyun buharından dolayı mağarayı kaplayan pus, uçuşan yarasalar ve yarasaların sesleri insanı iyice sarmalayıp başka bir dünyanın içine çekiyor. Korktum, şaşırdım, büyülendim.
     
Dupnisa Mağarası’nda Aşağıya Sarkmış Bir Yüz


Bir Dikit


Kireçtaşının Kolayca Şekillenen Yapısı

Yola devam ediyoruz, Yıldız Dağları’ndaki Istıranca Ormanları’nın içinden Demirköy’e doğru ilerliyoruz, böğürtlen, kızılcık yiye yiye. Böğürtlen toplayan köy kadınlarını selamlıyoruz, saatlerce meşe ormanlarının içinden ilerliyoruz. Karadeniz'e yaklaştıkça ormanlar sıklaşıyor, biz de dağlara tırmana tırmana ilerliyoruz. Odun tomrukları simetrik bir şekilde üst üste yığılmış, yığın yığın tomruklar. Demirköy’de bir kahvede çay molası veriyoruz. Bir de bakıyoruz ki kahvede Kaynarca’dan Roman komşumuz Turan Abi. Geçici olarak Demirköy’de odun işinde çalışıyormuş. Bizi görünce çok mutlu oluyor. 


Roman Komşumuz Turan Abi

Turan Abi Kaynarca’nın renkli simalarından, genelde hamallık yaparak para kazanan ve kazandığı parayı da olduğu gibi içkiye yatıran kasabanın sayılı alkoliklerinden. Romanların felsefelerinden bir tanesi de bu; günü yaşamak…

Evimiz, Kırklareli'ne giden ana caddenin alt tarafında, üst tarafı ve evimizin karşısı da Roman mahallesi. Çocukluğum Romanları gözlemlemekle geçti. Turan Abi, annesi Necibe Abla Roman mahallesinin vazgeçilmezlerinden. Birlikte çok iyi komşuluk yaptık. 


Turan Abi'nin Annesi Necibe Abla

Demirköy’den İğneada’ya devam ediyoruz. Bulgaristan’a sınırı olan küçük bir Karadeniz kasabası, Karadeniz’in dalgaları haşin.



 Bir Karadeniz Kasabası; İğneada

Ne zaman bir deniz kıyısında otursam içime bir anlamsızlık duygusu çöker ve gitmek isterim. Denizi anlamlandıran bir insan değilim ben. Bu ova çocuğu olmamla ilgili bir şey sanırım. Yine aynı anlamsızlık geldi çöreklendi yüreğime, normalde bir gece burada kalmayı planlarken geri dönmeye karar veriyoruz. Dönüş yolumuz farklı bir güzergâh, gün batmak üzere. Ormanın arasından, dönemeçli yollardan devam ediyoruz. Güneş ışıkları huzme halinde ormana sızıyor. Gözü okşayan bir görüntü. Kısa aralıklarla sıralanan çeşmeler, bir çeşme başında mola veriyoruz. İki abi, çilingir sofrasını kurmuş, akşamın serinliğinde demleniyor. Sepetimizdeki sebze ve meyveleri çıkarıp akşam yemeğimizi onlarla yiyoruz. 
                        
12/ 08/ 2009
     
Aylardan beri, Kars’tan başlayıp da Anadolu’nun kırktan fazla kentini dolaşan Hürriyet Treni bu akşam Kırklareli'ndeydi. 25 yıl aradan sonra Kırklareli İstasyonu’na ilk defa bir yolcu treni geliyordu. Trenlerin bu istasyondan kalkıp da İstanbul’a gittiği dönemler siyah-beyaz fotoğraflarda kaldı artık. 

Hürriyet Treni’nin kente geliyor oluşundan dolayı dünyaca ünü olan Roman müzisyen Burhan Öçal konsere geldi. Burhan Öçal ve ekibi, asma davul ve zurna ile Jazz ritimlerinin en güzel örneklerini çaldı. Tabi Romanların keyfine diyecek yoktu. 9-8’lik ritimlerle en güzel göbekleri attılar. Hürriyet Treni bir hayli geç geldi, trenin düdüğünün duyulması ile konserdeki herkes trene akın etti ve Roman çocukları, o coşkuyla trenin tırmanmadık bir yerini bırakmadı, en keyifli görüntü buydu, ne yapsın çocuklar hiç tren görmemişler ki…

Kırklareli İstasyonu, En Az 25 Yıl Öncesi, İstanbul-Kırklareli Ekspresi
   

Hürriyet Treni’nin Süslenmiş Vagonları 


Hürriyet Treni İçin Süslenmiş Kırklareli İstasyonu

Hürriyet gazetesinin 60. yıldönümü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabulünün 60. yıl dönümüne denk geliyor diye Hürriyet gazetesinin organizasyonu olan Hürriyet Treni, “Hürriyet Hakkımızdır, Tren Özgürlüktür” sloganıyla yola çıkıp gittiği her kentte insanlara “İnsan Hakları Beyannamesi”nin ilkelerini ulaştırmak gibi bir amaç gütmüş. 

Medyada aylarca yazıldı, çizildi bu konu üzerine. Yıldıray Oğur adlı bir gazeteci şu soruyu soruyor Hürriyet gazetesine; “60 yıldır Anadolu coğrafyasında her gün basılan Hürriyet gazetesi, 60 yaşındaki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ihlal edilmedik herhangi bir maddesini bıraktı mı acaba?   

Gazeteci hem beyannameden hem de gazetenin yapıp ettiklerinden örneklerle ihlalleri su yüzüne çıkarıyor. Onun kaleminden bir bakalım:

Beyannamenin 2. maddesi şöyle der: “Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Gazeteci en büyük ihlalin Hürriyet gazetesinin logosu ile yaptığını vurguluyor. “Kürtlerin, Arapların, Lazların, Çerkezlerin yaşadığı bir ülkede 60 yıldır logosunun altında “Türkiye Türklerindir” sloganıyla çıkan bir gazete 60 yıllık bu maddeyi her gün hem de basılan her sayısında binlerce kez ihlal etmektedir.”

Yani Hürriyet Treni, Hürriyet gazetesinin içini dolduramadığı bir reklamdan ileriye geçmiyor eleştirel düşünen bireyler için. 

Bir gün de Kırklareli'ne Rumlardan kalan evleri bulmak, gezmek, olabiliyorsa içlerine girmek için gittim. İlk gittiğim yer Kırklareli'nin girişindeki   Kocahıdır İlköğretim Okuluna gittim. İki katlı, sütunlu, taş bir bina. Hala ayakta ve hala çok güzel.


Sütunlarının Güzelliğiyle Kocahıdır İlköğretim Okulu


Kocahıdır İlköğretim Okulunun Giriş Kapısının Süslemeleri

Sanırım Rumlar zamanında da bu bina okul olarak kullanılıyormuş. Çünkü giriş kapısının üstündeki süslemelere baktığımızda süslemelerin içinde dünya, kitap, deney malzemelerini gösteren küçük heykelcikler var.


Okul Olduğunu Gösteren Eğitim Araçları

Arastanın oradan yukarıya çıkıyorum. Rumlardan kalan evlerden oluşan bir mahalle, aynı zamanda Romanların yaşadığı mahalle. Birbirinden güzel Rum evleri var.                    


Taştan Ağır Bir Yapı ve Rumca Birlikte


Taş, Ahşap, Metal, Süslemelerle

Bazı evlerin içine girme fırsatım oluyor. İçeride gördüklerim de ayrı büyülüyor beni. Tavan süsleri, resimlerle...



Bir Odanın Tavanından


Başka Bir Odanın Tavanından


Her Odada Farklı Bir Kompozisyon


Bu Tavan Süslerine Bakıp Uyumak ve Rüyanda Bu Yelkenlilere Binip Gitmek

Tavan süsleri kadar girdiğim evlerde tavan lambalarının süsleri de çok hoştu. Ahşap işçilik ağırlıklı. Rumlar ne kadar da estetiğe önem veriyormuş. Ellerine, emeklerine, kültürel birimlerine sağlık...                                                     
                               

Lambanın Estetikliği İçin Harcanan Emek


Serpiştirilmiş Yapraklar


Ne Güzel İnsanlarmışsınız Siz

İnilesi, Çıkılası, Oturalısı, Üzerinde Düşünelesi Trabzanlı Ahşap Merdivenler
Kaynarca'da son gecemde Turan Abi'ye dair ömrüm boyunca unutamayacağım bir monoloğa tanıklık ettim. Gecenin ilerlediği bir vakitte ana caddeye bakan odamda yol hazırlığı yaparken Turan Abi’nin konuşmasını duydum, Turan Abi her zamanki gibi işçilikle kazandığı -ki Demirköy’de odun işçiliğindeydi en son-  parayla içkisini almış ve ana caddenin kıyısındaki eşek arabasına dayanarak içmeye başlamış, bir yandan içip bir yandan da kendi kendine konuşuyor. Belki de Trakya topraklarında Dionysos’un ruhunu en fazla yâd eden kişi ve belki de Dionysos’un mirası olan tiyatroyu her gece tek başına tekrar tekrar oynayan kişi. Bu gece Turan Abi “insanlığın trajedisini” oynuyordu. Konuşmalarına kulak kabarttım ve duyduğum beni insan olarak çok incitti:

— Biz çingene değiliz, hayatta kabul etmem bunu. Kim demiş biz çingeneyiz diye?

Bu aşağılanmışlık hissi bilinçaltının hangi katmanından geliyordu da içki içtiğinde dayanılmaz bir acıya dönüşüyordu? Neden bu gezegende, bu coğrafyada nüfus olarak azınlık halklar sığıntı durumunda ve bilinçaltları hep bu şekilde darmaduman?


Kırmızı; Motorsikletle Gittiğimiz, Yeşil; Gezdiğimizdir





13 Mart 2017 Pazartesi

Kaynarca, nam-ı diğer Yene; su kaynağı







08/ 07/ 2008      

Sirkeci Garı  
Trakya bölgesel trenindeyim. Yolculuğumuz başlar başlamaz, yan kompartımandan gelen Roman müziği ile ruhunu buluyor. Yolculuk yaptığım kompartımana bir aile geliyor, 3 yaşlarında bir kız çocuğu var, ağlıyor; trene ilk defa bindiği için. Oysa ne kadar şanslı; 3 yaşında trenle tanıştığı için. Tren bu defa Anadolu coğrafyasında değil de Trakya coğrafyasında ilerliyor. Doğduğum kasabaya, ailemin yanına, Kaynarca’ya gidiyorum. Tren, göz alabildiğine uzanan sapsarı ayçiçeği tarlalarının içinden ilerliyor. Bu tarlalara bakıp da insanın Can Yücel’i hatırlamaması imkansız. O ayçiçeğine “Günebakan” derdi. Ve şiirlerinde de günebakan imgesini kullanmayı çok severdi. İşte bu günebakanlar o hiciv ustasına hediyem olsun.


Göz Alabildiğine Günebakan


Güneşe Dönmüşler Yüzlerini


Yüzün Hep Güne Dönsün

Trakya’nın o güzelim Ergene Nehri, sanayinin atıklarıyla kimyasal çöplüğüne dönmüş durumda, nehir kırmızı akıyor. Ergene Nehri’nin üzerinden geçtiğimiz her bir kolundan yayılan kimyasal atıkların kokusu, trenin içini dolduruyor. Biz sadece buradan geçeniz ya bu bölgede yaşayan insanların sağlığı? Kimin umurunda ki!
     
Tarlalarda uçuşan onlarca kelebek, bu kelebekler bu kimyasalların kokusundan rahatsız olmuyor mu? Lüleburgaz istasyonunda iniyorum. Eski, iki katlı ahşap bir istasyon, şehir dışında. 


Ahşap Tren İstasyonu

İki dolmuş değiştirip Kaynarca’ya geliyorum. Balkonumuzdan, gökyüzüyle birleşen ovaya bakıp derin derin nefes alıyorum. Sapsarı her yer. 


Evimizin Balkonundan Kaynarca


Uçsuz Bir Ovaya Açılan Görüntümüz

Gelir gelmez, kulağıma, Ramadan Ağa’nın demirci dükkanından gelen kaynak sesi çalınıyor. Evet, evimizin fon müziği çocukluğumdan beri hep aynı; kaynak sesi; cııııııııııııııızzzzzzzzzzz, çıııııııııtrrrrrrrrrr…

Evimiz, Kırklareli’ne giden ana caddenin alt tarafında, caddenin üstü ise Roman mahallesi. Ramadan Ağa da Roman komşularımızdan. İki kardeş; Ramadan ve Hamit, yan yana açtıkları demirci dükkanlarıyla çocukluğumdan beri ekmek parası kazanırlarken bir yandan da mahalleye çekiç, örs, kaynak sesi ile müzik oluştururlar. Ramadan Ağa, kardeşine göre daha ilginç bir karakterdir; ne zaman ki iş araç gereçlerinin sesi kesilse, bu defa ıslığıyla bir şarkı tutturur ve uzun uzun çalar şarkılarını…

On gün burada kalacağım, birlikte zaman geçirmek için anneannem bize geliyor. Yani on gün boyunca günlük yaşamın seyrine, gelen haberlere, yaşananlara ve en önemlisi de birbirimize, üç kuşak -anneannem, annem ve ben- üç farklı bakış açısıyla bakacağız. Ne zaman anneannemle uzun süre birlikte kalsak, uzun uzadıya yaşadıkları göçü ve sonrasını anlatır. 

Anneannem, 85 yaşında. 15 yaşına kadar Romanya’da, Silistre’nin bir köyünde yaşamış. 1938’de nüfus mübadelesiyle Türkiye’ye gelmişler. Oradaki bahçelerini, evlerini bırakmışlar. Anneannemin annesi sadece kilim tezgahını, birkaç büyük baş hayvanını ve köpeğini almış. Sonradan anneannem, arkalarından bakakalan kediyi de alıp koynuna saklayınca yükleri bir can daha artmış. Köstence’ye vardıklarında büyük bir geminin kendilerini götürmek için hazır beklediğini söyler anneannem. Tüm insanlar, hayvanlar, eşyalar gemiye yerleştirilmiş ve gemi hüzünle uzun uzun düdük çalarak limandan ayrılmış. Ne zaman ki hava durumu sunumlarında Köstence’nin ismini duysam,  geminin uzun hüzünlü düdüğü ile limandan ayrılışı gelir aklıma. Yerinden yurdundan ayrılan bu insanları sanki ben uğurlarım ve arkalarından da oturup ağlarım Köstence limanında.

Gemiyle Tekirdağ’a geldikten sonra, yapılan dağıtımda anneannemler Kaynarca’ya yerleştirilmiş. Kaynarca, Balkanlar’daki birçok ülkeden gelen insanlar için yerleşime açılan bir kasaba olmuş. Anneannemin kocası olan dedem de 1920’lerde Yunanistan’ın Selanik kentinden gelmiş. Yine babaannemler, Bulgaristan’ın Kırcaali kentinden yürüyerek yola çıkmışlar ve Bulgar askerleri izlerini sürmesin diye katırların ayaklarını ters nallamışlar. Günlerce süren zahmetli bir yolculuk sonrası, Kaynarca, suyu açısından zengin diye buraya yerleşmişler. Diğer dedem de Makedonya- Tikveş göçmeni. Bu farklı farklı coğrafyaların insanları gelmiş ve Kaynarca’ya yerleşmiş ve sonra da kız alıp vermeye, komşuluk yapmaya başlayınca kaynaşmışlar.

İşte ben de bu farklı coğrafyaların, kültürlerin esintilerini, öykülerini getirmiş insanların torunu olmayı büyük bir zenginlik olarak görüyorum. Kaynarca, kısaca bahsettiğim üzere, renkli bir kültüre sahip; Pomakça, Arnavutça, Boşnakça, Bulgarca konuşulan, farklı anatomik yapılara, farklı kişilik özelliklerine sahip insanların birlikte yaşadığı bir kasaba. Bu farklı kültürlerden gelen ve günlük yaşama yansıyan ilginç sözcükler de vardır;

 Açan: O zaman, hani, mademki
 Adaş: Samimi arkadaş (erkekler arasında)
 Aret: Samimi arkadaş (kızlar arasında)
 Bre: Erkeklere seslenme ünlemi 
 Mari: Kızlara seslenme ünlemi
 Çıprıka: Kekik türü bir çeşit baharat
 Duduruşka: Arkadaş
 Fıta: Kadınların mutfakta kullandığı önlük 
 İstani: Uyan
 Kadam: Kardeşim
 Kakarazka: Saksağan
 Kukumavka: Baykuş
 Kustiriçka: Kertenkele
 Metla: Süpürge
 Pança:  Avuç
 Peçka: Bir çeşit soba
 Şopraviş: Nasılsın?
 Kurmit: Soğan
 Voda: Su
 Kaksi: Nasılsın? 
 De ka: Nereye gidersin?
 Yalatuka: Gel buraya
 Sol: Tuz
 Tatu: Abla

Balkan Savaşlarından sonra Kaynarca, etnik- kültürel yapı bakımından böylesine bir çeşitlilik gösterir. Kaynarca'nın tarihine baktığımızda MÖ’ye dayandığını görürüz. Kaynarca Helenistik Dönem’de kurulmuştur ve Kaynarca'nın Hellence adı Yene’dir. “Su kaynağı” anlamına gelmektedir. Trakya bölgesinin en eski yerleşim merkezidir. Tarihte, mitoloji kahramanı Trakya Kralı Tearos’un sayfiye yeri olarak da kaynaklarda geçmektedir. (1) 


Kışın Sıcak, Yazın Buz Gibi Akan Kaynak


Kaynağın Devam Ettiği Dere


Tarihin babası Heradot, MÖ 513 yılında Pers hükümdarı Darius’un İskit seferi için Kaynarca’dan geçtiğini ve Kaynarca'daki su kaynaklarında üç gün geçirdiğini ve bir sütün diktirerek; “BEN DÜNYAYA, KAYNARCA EN GÜZEL SULARA SAHİP.” diye yazdırdığını, tarihin sayfalarına düşmüştür.(2)


Doğalında Balıkların Yüzdüğü Kaynayan Havuzlar

Osmanlı Dönemi’nde İstanbul’dan Avrupa’ya giden ve "sağ kol" olarak bilinen ana güzergâh; Çatalca, Saray, Vize, Pınarhisar, Kaynarca, Üsküpdere, Kızılcıkdere ve Kırklareli’nden geçerek, Babadağ-Varna yolu ile Deliorman ve Dobruca’dan (3) Sofya’ya, oradan da Avrupa’nın içlerine doğru uzanmaktadır. 1529 yılında Viyana üzerine sefer yapan Kanuni Sultan Süleyman’ın geçtiği rivayet edilen, günümüzde "Sultanlar Yolu" olarak adlandırılan bu güzergâh, Istranca Dağları’nın en alçak eteklerindedir ve dağların doğrultusuna paralel olarak uzanır. Bu yüzden Kaynarca, tarihte önemli olaylara ve ünlü kişilere tanıklık etmiş olan bir yerdir. (4)  


Sultanlar Yolu'nun Tüm Güzergahı


Kaynarcayı da Gösteren Sultanlar Yolu
 
Kaynarca, tarih içerisinde Dorlar, Akalar, Frigler, Traklar, İskitler, Persler, Makedonyalı Helenler, Romalılar, Hunlar, Bizanslılar, Osmanlılar ve diğerleri ile onların vârisleri için her dönemde bir etkileşim, geçiş, mücadele ya da egemenlik alanı olmuştur. (5)

1662'de Sofya'dan İstanbul'a giden Evliya Çelebi "Sultanlar Yolu" üzerindeki Kaynarca’ya uğrar  ve güzelim Kaynarca hakkında Seyahatname’sine şu notları düşer: 
Kurucusu Tekfur Kral’dır. Rum dilinde "yene", su kaynağı olan yere derler. Kasaba içinde abı hayat (benzeri) bir su, kayadan kaynayıp bu yörenin bağ ve bahçelerini sular. (Öyle) saf bir sudur ki, sanki kevser içkisidir. Bütün tarihçiler ve ölümlü bilgeler, "Bu tatlı su kaynağı Tuna’dan gelir." diye yazmışlar ve yaşlılar böyle aktarmışlardır. 1100 adet bağlı, bahçeli ve kiremitli evlerdir. Tamamı bir adet mihraptır, ayrıca mescitlerdir. İki adet hanı ve küçük hamamı vardır. Bağ ve bahçeleri ile abı hayat (benzeri) suyuna aşk olsun. (6)               
1869 yılında at sırtında Kaynarca’ya yolculuk yapan Alman jeolojist Ferdinand Von Hochstetter’in o günkü gözlemlerine göre; 
Kaynarca’da 20 Türk, 150 Rum ve 50 Bulgar evi bulunmaktadır. Köyün etrafında bol bol mısır yetiştiren tarlaları vardır ki, insanın gözlerini okşuyor ve hayranlık duymasını sağlıyor. (7)

Kaynarca’da yaşayan Bulgarlarla ilgili neredeyse hiçbir anlatıya rastlanmazken, Rum sakinler hakkında az da olsa bir takım bilgilere ve anılara ulaşılabilmiştir. Cumhuriyet dönemindeki "Yene" ile ilgili anlatılanlara göre; Rumların çoğunluk olarak yaşamış olduğu kasabada, bir kilise, kilisenin yanında bir Rum okulu, bahçeli güzel evler, hemen her evde şaraphaneler ve mahzenler, 50 civarında bedesten, mağaza ve dükkân, bir un fabrikası, bir şayak fabrikası ile bağlık, tarlalık ve ormanlık araziler varmış. Bağlarında çok güzel üzümler yetişirmiş.(8)


Kilise Etrafındaki Duvarlardan Biri


Rumlardan Kalma Yıllanmış Çınarların Altında Dereler,
Dere Kenarlarında Kahvehaneler


Kaynarca Sakinlerine Göre Rumlardan Kalma Şaraphane Binası


Rumlardan Kalma Şarap Çömlekleri



Rumlardan Kalma Şarap Çömlekleri

Burada yaşayan esnaflık ve ticaretle uğraşan zengin Rumlar varmış. Bununla birlikte, Kaynarca’da yaşayan Papa ve Gavril isimli Ruslar, kendi kurdukları un fabrikasını işletirlermiş. Beş Çeşmeler’in yanında bulunan fabrikada arpa, buğday, çavdar ve mısırdan has un yapılırmış. Un öğütmek için Kaynarca’ya Trakya’nın birçok yerinden günde 50-100 tane araba gelirmiş.(9)

2005-2006 yazında Kaynarca'ya ailemi ziyarete geldiğim yazlarda Balkan göçmenlerinin öykülerine merak sarmıştım. Kaynarca'nın dede ve nineleriyle birçok görüşme yapmıştım. Öyle hoş, halkların birlikte barış içinde, kardeşçe yaşadığına dair göz yaşartan öyküler.
Istirika ve Berka komşularımızdı. Bir Rum ailenin kızlarıydı. Onlarla tanıştık, sıkı fıkı olduk. Ben hiç unutmam o günleri. Onlarla karpuz tarlasına giderdik, ip atlardık, kaydırak oynardık… Yazın gene harmanlarda koşardık. Mısır soymaya, gündendi dövmeye giderdik. O kadar güzel anlaşırdık, o kadar güzel oynardık ki... Bir defasında o Istirika, (Sağ ise kulağı çınlasın, öldüyse Allah rahmet eylesin!), o kadar iyidik ki, kardeş gibiydik! Bir defasında karpuz tarlasına gittik; ona dedik ki, "Al sizden de bir çuval, size de toplayalım!" Aldı, ordan gittik tarlaya. O karpuzları aldı şimdi, sırtına koycak da arabaya taşıycaz! Bir kösteklendi, düştü. Karpuzlar hepsi kırıldılar. "Ay" der, "hepsi kırıldı şimdi, bize götürmeycez." Tekrar gene doldurduk bi çuval, getirdik. Onlar mandırada çalışırdı. Biz de süt dökeriz oraya işte, peynir falan yapılır… Babam çağırır onları ikide bir, "Buyrun gelin yemeğe!" diye. Yani davet ederdik. Biz onlarla o kadar güzel komşuluk yaptık ki, derim ya, hiç yani, belki de Türkle yapamazdın o kadar iyi komşuluk… Ben olsam olsam 8-9 yaşındaydım, Istirika da öyleydi. Ama ablası biraz daha büyüktü, 11-12 yaşlarındaydı. Çeşmelere giderdik, o koca kaynaklara girerdik, gezerdik, ne delilikler yapardık! Küçük kaynaktan su taşırdık… Ceviz ağacına pineriz, ayva ağacına pineriz, herşeyleri yapardık. Bir mağara vardı oraya girerdik. Yumbaç oynardık, saklambaç oynardık. Annelerimiz çamaşır yıkardı derede, dereye kazan kurardılar, giderdik; onlara odun taşırız, çamaşır götürürüz… Çok güzel geçerdi günlerimiz. Onların güzel evi vardı, mandırası vardı, un değirmeni vardı… Değirmen çok büyük bir değirmendi, şu anki değirmenin yerindeydi ama çok büyük bir değirmendi. Has un çıkarırdı işte, temiz un çıkarırdı. Onlar çalıştırır ya, o değirmenin içinde oynardık, un olurduk, her tarafımız un olurdu, o olukların altına girmek isterdik, bağırırdı babası bize, rahmetli, insancık bize derdi ki: "Boğulacanız" derdi, yarı Türkçe yarı Rumca "Öleceniz" derdi, "Çıkın ordan!"… Onlar güzel bir börek yaparlardı, güzel yemekleri vardı. Annesi ne zaman yapardı, beni de çağırırdı Istirika. Istirika’yla Berka’yla o kadar güzel geçinirdik ki, o kadar güzel oynardık… Ondan sonra o değirmenleri, şeyleri aldılar ellerinden, çetelikle aldılar… Hep babama gelirdi o adam (Allah rahmet eylesin!), "Ah" derdi, "Ferhat Ağa, bak siz ne güzel malınıza sahip çıkmışınız, satmışınız. Bizimkiler yaptı mı size öyle?" derdi. Yok derdi babam, "Allah razı olsun, bizi falan yere kadar geçirdiler!"derdi. Yani "Biz görmedik!" derdi. "Ama bu çete" derdi babam, "hırsızlık" derdi. Sonra dayanamadı insanlar, gittiler burdan. "Dayanamayız artık" dediler, "Kendi malımıza, kendimiz çırak olduk!" dediler. Hiç unutmam, geçirdik onları gittiler. Ağlamak ama nasıl! Ama sıfır gitti insanlar. En sonunda dayanamadılar, aldılar kendilerini gittiler. Bir de bir yorgan, anneme bir güzel yorgan verdi. Üstü hep böyle simli, simliydi. Ondan sonra ablamlara birer hediye öyle, dantelli bir şeyler verdi. Annem ölünceye kadar hep anardı o kadını…(10)                

Yaşlı başka bir teyze de çocukluk anılarının içinden Rum arkadaşları ile, Rumca sözcükleri de hatırladığı paylaşımlarını bulup anlatıyor:
Biz geldiğimizde burada Rumlar vardı, beraber yaşadık. Çiftçisi, bahçıvanı, bakkalı, bezirgânı, kasabı vardı. Ayrı ayrı zanaatları vardı. Domuz sürüleri gelirdi otlamaktan. Vork, vork, vork diye ses çıkarırlardı domuzlar. Rumlar bizden daha iyi Türkçe konuşurlardı. Ben bütün gün Rum kızlarıyla dururdum. Dört taş oynarlardı. Teknenin içine atarlardı dört köşe taşları, türlü türlü gelirdi o taşlar. "Sopiya, Sopiya" derdim; "Ben de oynayayım kız!" "Sen bilmez, Fatme" derlerdi. Akşam sefasına çıkarlardı yola, yürüyüş için... Abadan dokunmuş kırmızı kıyafetleri vardı, etek-ceket giyerlerdi. Biz fakirdik; başak toplardık, orak biçerdik. Bayırdan sırtla odun taşırdık. Kapı kapı dolaşıp, "Sirva! Sirva! Sirva!" diyerek Rumlara odun satardık. Bir Rum da demezdi ki; Türkler böyle kötü diye. Ben yetimlikle büyüdüm. Rum kızlarıyla kardaşlık tutunurduk; "Gel Fatme, gel kardaş yemek yiyeceksen!" derlerdi. Bana üç öğün yemek verirlerdi. Çok iyi geçinirdik…

Fatma Teyze, 97 yaşına rağmen, Rum kızlar oyun oynarken saydığı sayılardan öğrendiği Rumca rakamları sayıyor: ena, duo, tria, tesera, pente, eksi, efta, ohto, ennea, deka, dodeka... Özlemle andığı anılarını taşıyan hafızasının canlılığı beni şaşırtıyor.

İktidarların resmi tarihinin maddelerine sıkıştırılmış mübadele konusu, neden ve sonuçlarıyla teknik bir bilginin soğukluğundadır. Ezilen halkların sözlü tarihine baktığımızda, dostluğun, paylaşımın, kardeşliğin, barışın, dayanışmanın, acının, yoksulluğun duygusunu görebiliyorsun.

Yazları Rum gençleri gelir ve babaannelerinin, dedelerinin öykülerinin izlerini sürer. Göç hikâyelerinin tarih içindeki yankısı hala devam ediyor. 


En Son, Bu Evde Yaşayan Rum Ailenin Torunları Bu Evi Görmeye Geldi


Evin Giriş Kapısı


Üst Kattaki Oda Kapılarından


Duvar Süslemeleri

Rum evleri yıllanmışlığı ile hala kasabaya hakim. Papazın kaynağın başında yaşadığı ev, oğullarının evleri hala Kaynarca'nın ruhunu şekillendiriyor.


Koca Kaynağın Başındaki Papazın Evi


Papazın Bu Merdivenlerden Kiliseye Gitmek İçin İnişinin Hayali

Papazın iki oğlu olduğu biliniyor. Bir oğlunun evinin tavan süslemeleri hala insanın ruhunu besliyor. Eve dışarıdan baktığımızda yıkıldı yıkılacak. Tarih bilincimiz, 'mekanın belleği olduğu' bilincimiz olmadığı sürece bu güzelim hafızalar bir bir yıkılacak. 


Papazın Oğlunun Evi


Evin İçinden Tavan Süslemeleri


Ahşap Çıtaların Üstüne Yapılan Kerpiç Sıva ve Kerpicin Üstüne Tavan Süsü


Tavan Süslemesi


Duvar Süslemeleri


Katlar Arasında Merdivenler

Papazın diğer oğlunun evi diğerine göre hala sağlam, içinde yaşayan olduğu için bakımı yapılmış. Ama içine girme fırsatım olamıyor.


Papazın Diğer Oğlunun Evi


Sardunyalar Tarihe Ne Güzel De Yakışıyor

Evliya Çelebi'nin de bahsettiği Rum evleri, kimisi yıkılmaya yüz tutmuş kimisi içinde oturanların bakımından dolayı hala betonlaşmaya karşı umut olmakta. İçinde oturan olduğu için hala güzelliğini koruyan bir ev. Dışa açılan merdivenleri insanların oturup dinlendiği, sokağı izlediği bir yerdi çocukluğumuzda. Okuldan çıkan çocuklar da otururdu, biz de oturup arkadaşlarla muhabbet ederdik.


Birçok Muhabbetin Tanığı Merdivenler


Ahşap ve Demirin İşçiliği


Demir Süslemelerdeki İşçilik


Kapı Kolları İşlemeleri


Kapı Kolu İşlemeleri


Evin İçinden, Salon Kapısı


Evin İç Merdivenleri, Ahşap ve Kilimin Uyumu

Hala ayakta olan başka bir ev, ahşap gömme dolapları, ahşap rafları, ahşap tavan süslemeleri ile farklı bir örnek.



Taş, Ahşap, Kerpiç ve Süsleme


Ahşap Tavan Süslemeleri


Tavan Süslemesi


Duvarlarda Ahşap Raflar

Koca kaynağın karşısına düşen, benim de çocukluk arkadaşımın evi olan başka güzel bir ev. Çocukken içine girmişliğim vardı, bahçesi de oyun, muhabbet mekanımızdı.

Bir Zamanlar Zenginliğin Yaşantısının Mekanıyken Şimdi Terk Edilmişliğin


Alt Katın Pencereleri


Pencere Çürümeye Yüz Tutsa da Uzanan Yeşil Bir Dal Umut


Ev İçinden Kapı


Pencerenin Güzelliği


Evin Giriş Kapısının Süsü

On günlük Kaynarca ziyaretimde sabahları erkenden anneannemin bahçesini sulamaya gittim, su değince mis gibi kokan domates- biber fideleri ruhumu ihya etti. Çarşıdaki su kaynaklarının, eski Rum evlerinin arasında dolaştım. Kahvelerde güne erken başlayan amcalarla çay içip sohbet ettim. Öğleden sonraları da daha çok kendi bahçemizde, meyve- sebzelerimizle uğraştığım bir zaman dilimi oldu. Tarih ve doğa arasında geçen bir Kaynarca ziyareti.


Bahçemizden, Akşamüstü Suladığım Sebzeler


Bahçemizden


17/ 07/ 2008
Sabah erkenden işçi servisi ile Kaynarca’dan ayrılıyorum. Servis ilk önce Pınarhisar’a gidip işçileri alıyor oradan da Lüleburgaz’a devam ediyor. Pınarhisar’dan çıkarken Kaynarca sağ tarafa düşüyor, bu güzelim kasabaya böyle tam karşıdan bakmak, onu tüm tarihiyle, acılarıyla, kendi hatıralarımla birlikte uzaktan düşünmek en hoşuma giden şeylerden.

Lüleburgaz istasyonundayım. Trenin gelmesine daha var. Doğan güne karşı, günebakanlar gibi açıp kitabımı okuyorum. Hayatımda en sevdiğim şeylerden biri de küçücük istasyonların ıssızlığında kitap okuyarak tren beklemek. İşte trenimiz de geliyor. 


Trakya Bölgesel Treni 


 İstanbul- Kapıkule- İstanbul

Bu yolculuk benim için çok zor geçecek çünkü güneş tam da kompartımanın içine giriyor. En nefret ettiğim şey de gündüz yaptığım tren yolculuklarında uykumun gelmesi. Uyukluyorum, ara sıra gözümü açtığımda etrafa bakıyorum; bir leylek, kırmızı boyalı akan Ergene Nehri’nin kıyısında, kanatları düşmüş, kimyasallardan zehirlendi herhalde. Uyukluyorum, zar zor gözlerimi açıyorum; yan kompartımanda çiftçilerin buğday ve ayçiçeği fiyatlarını konuştuğunu duyuyorum. Uyuyorum, bir türlü kaldıramadığım göz kapaklarımın arasından; göçebe çingenelerin bir düzlüğe çadırlarını kurmaya çalıştığını görüyorum. Romanlar, Trakya’nın gülü. Teoride anarşizmi bilmeseler de pratikte özel mülkiyete uzak duruşları ile belki de dünya üzerindeki tek anarşist halk. İyi ki varlar, yaşam ile kurdukları ilişkiyi çocukluğumdan beri hep sorgulamışımdır ve bu sorgulayış bana çok şey kazandırmıştır.                      


Mor; Trenle, Turuncu; Otobüsle Gittiğim, Yeşil; Gezdiğimdir

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Nazif Bozkurt "Göçmen Kimliği Bağlamında Kişilerarası İletişim Dinamiklerinin İncelenmesi: Türkiye'deki Balkan Göçmenleri Üzerine Bir Araştırma" Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2013 
(2) Kaynarca, Pınarhisar, https://tr.wikipedia.org/wiki/Kaynarca,_P%C4%B1narhisar, Erişim Tarihi: 13.03.2007  
(3) Efe'den akt. Nazif Bozkurt "Göçmen Kimliği Bağlamında Kişilerarası İletişim Dinamiklerinin İncelenmesi: Türkiye'deki Balkan Göçmenleri Üzerine Bir Araştırma" Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2013 
(4) Nazif Bozkurt "Göçmen Kimliği Bağlamında Kişilerarası İletişim Dinamiklerinin İncelenmesi: Türkiye'deki Balkan Göçmenleri Üzerine Bir Araştırma" Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2013 
(5) Karaçam'dan akt.  Nazif Bozkurt "Göçmen Kimliği Bağlamında Kişilerarası İletişim Dinamiklerinin İncelenmesi: Türkiye'deki Balkan Göçmenleri Üzerine Bir Araştırma" Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2013 
(6) Evliya Çelebi'den akt. Nazif Bozkurt "Göçmen Kimliği Bağlamında Kişilerarası İletişim Dinamiklerinin İncelenmesi: Türkiye'deki Balkan Göçmenleri Üzerine Bir Araştırma" Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2013     
(7) Karaçam'dan akt.  Nazif Bozkurt "Göçmen Kimliği Bağlamında Kişilerarası İletişim Dinamiklerinin İncelenmesi: Türkiye'deki Balkan Göçmenleri Üzerine Bir Araştırma" Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2013       
(8) Hasan Çalışır (82), Kaynarca, 2006
(9) Hasan Çalışır (82), Kaynarca, 2006
(10) Saniye Oğlu (63), Kaynarca, 2005
(11) Fatma Karataş (97), Kaynarca, 2006                                                                                          

                                                                                                                                   







Digital Photo Exhibition

Join Our Donation Campaign! Dear colleagues and students, We're excited to announce our latest initiative to support the Defne Women...