24 Şubat 2017 Cuma

bisikletlerle Batı Karadeniz yolculuğu; Şile- Ağva-Kefken-Karasu- Akçakoca...

                                 
                                                                                                         
17/ 05/ 2009               

Yalçın ile sabah 05.00’te yola çıkmayı planlarken ancak saat 09.00’da çıkabildik. Kartal sahilden Pendik sahile giderken -ki daha 10 dakika bile olmamıştı- Yalçın’ın bisikletinin ön tekerleği patladı, sahilde bisikletin tekerleğine yama yaptık. Biraz ilerlemiştik ki Yalçın’ın bisikletinin arka tekerleği patladı. Ancak bu kadar aksilik olabilirdi, her şey ters gidiyordu. Zaten yola geç çıkmıştık, bu gidişle Pendik’e varamadan dönmek zorunda kalacaktık. Yola gergin başlamamak için kendime moral veriyordum. Neyse arka tekerleğe de yama yaptıktan sonra, Pendik trafiğinin ortasına düştük, bu trafiğin içinde uzun bir yokuş çıkmak zorundaydık. Öğle sıcağı bastırmak üzere ve ben moral olarak çöküyordum. Çık çık bitmiyor. Yokuş bittiğinde bir börekçiye oturduk kahvaltı yapmak için. Ne olduysa ben kendime güvenimi yitirdim, yola devam edemeyeceğimi hissediyordum, dönmek ve başarısızlığımı kabul etmek de benim kaldırabileceğim bir durum değildi. Çünkü en büyük hayalim bisiklet ile Dünya turu iken bu hayalin ilk adımlarında korkarak vazgeçmek kabul edilebilir bir şey değildi benim açımdan. Bu yüzden kendime güvensizliği yenme zamanıydı. “Haydi Yalçın, yola çıkalım.” dedim. Pendik’ten Kurtköy’e geçtik. Formula pistini de geçtikten sonra nihayet İstanbul’un keşmekeşinden çıkıp doğaya bırakıyoruz kendimizi.

Yanımızda Anadolu coğrafyasını köy köy gösteren ayrıntılı bir harita var. İlk köyümüz Göçbeyli. Köye doğru girişte seraları görüyoruz sonra arı kovanları çarpıyor gözümüze ve sonra da derede çocukların balık tuttuğunu görüyoruz. Biz de dere kenarında mola veriyoruz, bisiklet heybelerimizden yiyeceklerimizi çıkarıp piknik yapıyoruz. Biraz da uzanıp dinlendikten, güneşin yakıcı ışınları da kaybolduktan sonra tekrar yola çıkıyoruz. Bıçkıdere adında bir dağ köyüne pedal çeviriyoruz. 

Yolumuz dağların, ormanların, ağaçların, rüzgârların, içinden geçiyor. Doğanın lirik ruhunun tadını çıkara çıkara, yollarda şımara şımara gidiyoruz. Nasıl olsa yollar bizim, trafik yok geçerse birkaç traktör geçiyor. Yolun iki tarafı da orman, bir de akşamüstü güneşi ağaçların arasından huzme olarak düşüyor üstümüze, bu ne keyif. En büyük sıkıntımız yokuşlar, yarım saatte çıktığımız yokuşun inişi ve keyfi beş dakika sürüyor sadece. 

Bıçkıdere’ye adını veren ve Ömerli Barajı’nı besleyen Bıçkıdere Çayı’nın kenarında dinleniyoruz. Önümde dikilen bir yokuş var, kara kara "bu yokuş nasıl çıkılacak?" diye düşünüyorum. Bisiklet elimde yürüyerek çıkıyorum. Bir genç bize rota çiziyor, Bıçkıdere’ye girmeden Oruçoğlu’na sapıyoruz. Oruçoğlu rotamızın biraz daha oturduğu, üzerimizdeki gerginliğin biraz daha kalktığı, köy halkı ile biraz daha temasa geçtiğimiz, fotoğraf çekmeye başladığımız köy oluyor. Karadeniz’in yeşilin içindeki iki katlı ahşap evlerinin fotoğrafını çekmeye başlıyoruz.



İçinden Geçtiğimiz Köylerin Evleri  



Harabeye Dönmeye Yüz Tutmuş Da Olsa, Hala Çok Güzel


Bahçesiyle uğraşan bir amca ile muhabbetimiz uzuyor, vedalaşırken bahçesinden kopardığı bir gülü uzatıyor bana. Köy kahvesinde oturan amcalardan biri bizi kahveye davet ediyor, çaylarımızı içerken amcanın öz yaşam öyküsünü dinliyoruz. Köy kahvelerine bayılırım, burası da öylesine güzel bir kahve ki… 

Akşamın serinliğinde ağaçlı upuzun yollarda bisikletimizi sürüyoruz. Şile’ye doğru yaklaştıkça düzleşiyor coğrafya. İçinden geçtiğimiz yerleşim yerleri çok hoş yeşilin içinde. Neredeyse 80 km. yolu tamamlamak üzereyiz, Şile’ye karanlık ile birlikte giriyoruz. Bir yerlerde yemek yemek için yürümemiz gerekiyor. Yürümek benim için garip bir eyleme dönüşüyor, sanki adım atarken de pedal çevirmem gerekiyormuş gibi. Bir kamp alanı bulup, ağaçların arasına çadırımızı kuruyoruz. O yorgunlukla, çadırın sinekliğinden giren serin havanın hafifliğiyle uyuya kalmışım. Sabah tertemiz bir havanın güzel kokusu, kavak ağaçlarının yapraklarının hışırtısı ile uyanıyorum. Ağaçların altında bankta kahvaltımızı yapıyoruz.  

               
80 km'lik Yoldan Sonra Şile’de İlk Kampımız


Kahvaltı sonrası, yola düşüyoruz, puslu bir Karadeniz sabahı. Yol ikiye ayrılıyor; biri sahilden giden ve araçların kullandığı yol, diğeri de dağların arasından giden ıpıssız orman yolu. Biz tenha olandan pedallamaya devam. Yol kenarlarındaki çeşmelerde kana kana su içiyoruz. Yolu yarılarken Teke denilen bir yerde, çardak şeklinde bir dinlenme alanı, gelin ile kayınvalide semaverde çay, sacda gözleme yapıyor. Öğle yemeği mola yerimiz oluyor burası. Bahçeden taze soğan ve sarımsak da koparıp güzel bir yemek yiyoruz. “Kadın ve Emek” konulu fotoğraf çalışmama burada, nadirde olsa geçen yolculara semaverde yaptığı çayı ikram eden bu teyze ile başlıyorum. 

Bisikletlerimizi çardakta, teyzelerin yanında bırakıp biz biraz daha içerilere gidip matlarımızı serip birkaç saat uyuyoruz. Hava serinleyince tekrar yollardayız, yollarda o kadar fazla yavru yılan ölüsüyle karşılaşıyoruz ki, yumurtadan yeni çıkmışlar ve yollarda ezilmişler. Gökmaslı’ya gelince bir çocuk da küçük bisikletiyle ekleniyor bizim ekibe, uzun bir süre bize eşlik ediyor. Göksu Nehri’nin üzerindeki bir köprüde mola veriyoruz. Coşkun Göksu’nun içinde onlarca ağaç kalmış.



Göksu Nehri, Yeşillerle Güzel

Ağva’ya Roman mahallesinden giriyoruz, bir sürü Roman çocuk peşimize takılıyor, bizi soru yağmuruna tutuyorlar, hepsi birbirinden sevimli… Romanların barakadan evleri Göksu Nehri’nin kıyısında, enfes manzaralı yerler, meskenleri. Ne de olsa Dünya’nın en ehl-i keyif halkı. 



Çevremizi Saran Roman Çocukları, Bir Tanesinin Sümükleri Akmış, Ama Onlar Öyle Güzel



Şu İfadelerin Güzelliği


Göksu Nehri, tüm yeşili ile sarp kayalara yaslanarak dökülüyor Karadeniz’e. Tekneler açılıyor kurşuni Karadeniz’den Göksu’nun yeşiline… Günbatımını sahilde yakalıyoruz. Göksu’nun denize döküldüğü bir yerde kızıl yansımalarla gün bitiyor. 



Ağva’da Günbatımı

Çadırlarımızı sahile, çam ağaçlarının altına kuruyoruz. Sakin bir köpek bizi sahiplenip gece boyu bekçilik yapıyor çadırlarımıza. Gece beşik gibi sallanan çadırın içinde, çadırın muşambasına vuran iri yağmur damlalarının sesine uyanıyorum. Çadırda yağmurun sesini dinlemek ne kadar hoş… Sabah Karadeniz’in haşin dalgalarının sesi ve hareketi ile güne başlıyoruz.

Kahvaltı yapmadan Kandıra yoluna düşüyoruz. Göksu Nehri kıyısında çimenlerin üzerine çekilmiş bir sürü balıkçı teknesinin olduğu güzel bir alan çarpıyor gözümüze, mola verip kahvaltı yapıyoruz.



Kahvaltı İçin Göksu Nehri Kıyısında Mola, İndirilmeyi Bekleyen Ağlar 


Tekneler Sadece Maviye Değil, Yeşile De Yakışıyormuş

Kandıra’ya doğru dağlar seyrekleşiyor ovada gitmeye başlıyoruz. Yemyeşil ovaya serpiştirilmiş dağınık evler. Bir yokuşu tırmandığımızda Celepköy’e geliyoruz. Köyün kadınları bir evde toplanmış topraktan bir fırında mancarlı pide pişiriyor. Köyde ovaya nazır bir çınarın altında pidelerimizi yiyoruz. Köylü teyzelerimizin elleri dert görmesin, pideler nasıl lezzetli geliyor.



Teyzeler İmece Usulü Pide Yaparken

Bir sonraki köy olan Akıncı köyünün dayanışma derneğinin önünde çay molası veriyoruz. Köyün çocukları etrafımızı sarıyor ve yine bir soru yağmuru. Akçaova’da bir çoban keçilerini, koyunlarını yeşilliğe yaymış, çan seslerinin doğaya fon olduğu bir anın içinden geçiyoruz. 


Sen Nasıl Güzel Bir Şeysin

Sonrasında sık bir orman başlıyor, ağaçların türünü bir türlü çıkaramadık. Kandıra büyük bir yerleşim. Öğle yemeğini şehir merkezinde yiyoruz. Kerpe’ye ilerliyoruz. Bir yokuşu soluk soluğa çıktığımızda traktörlü bir amca ile karşılaşıyoruz, selamlıyor bizi, bu sıcak selamlaşma birden yorgunluğumu alıveriyor. Bir de yol kenarında kendi ürettiklerini satan kadınlar... Anadolu'nun emek kokan kadınları...


Teyzemin Yüzü, Başörtüsü Aynı Babaannem


Babannem de Kırçıllı Hırkalar Giyerdi ve Onun da Elleri Hem Kınalı Hem de Nasırlıydı

Kerpe’ye son 5 km’lik yol, iki yanı orman ve upuzun dik aşağı denize kadar uzanıyor. Basıyoruz pedallara yeşilin içinden denize doğru.
                                               
5 km'lik Orman Bir Yolda Dik Aşağı, Denize Bisiklet Sürmek


Kerpe, küçücük bir sahil kasabası, rengârenk çatılarıyla bir Avrupa kasabası sanki. Kerpe’den Kefken’e giden kısa yoldayız. Gece kamp kurmak için ormana girdiğimizde Kefken’deki bir ilköğretim okulu öğretenlerinin pikniğinin ortasına düşüyoruz. Bizim de öğretmen olduğumuzu öğrenince muhabbete ve yemeğe davet ediyorlar. Tuğrul adında bir müzik öğretmeni bisikletle yolculuk yapmamızla bir hayli ilgileniyor ve bisiklet yolculuğu muhabbeti etmemiz için akşam misafiri olmamızı istiyor. Onları piknikte bırakıp biz Kefken’in içine devam ediyoruz. Balıkçıların akşam telaşına tanık oluyoruz, büyük teknelerin onarımını yapan işçilerle muhabbet ediyoruz, güneşi tekne direklerinin arından batırıp evlerine dağılan balıkçılarla biz de köhne bir köftecide akşam yemeğimizi yiyoruz. Kefken limanında geçirdiğimiz bir akşamüstü zamanı keyifli renklere ve hareketlere sahne oluyor.

        
Tekne Bakım İşçileri  

Kayalıklarda Günbatımı 

            Balıkçı Teknelerinin Üstünde Günbatımı



Balıkçıların Rengârenk Ağları  


Rengârenk Balıkçı Tekneleri 


Bu Renkler, Hareketler İçinde Bizim Hareketliliğimiz


Tuğrul Öğretmen ile araşıyoruz hava kararınca, çatı katındaki evinde bisiklet ve müzik dolu bir gece bizi mutlu ediyor.  Sabah çatıdaki güvercin sesleri ile gün başlıyor. Balkondan denize karşı yapılan kahvaltıdan sonra tekrar yollardayız. 

Karasu’ya gideceğiz ama içeriye girip Kaynarca üzerinden değil de kestirmeden deniz kenarındaki köylerden yolumuza devam edeceğiz. Geçtiğimiz köylerde, bahçelerinde otları orakla biçen köylülerle muhabbet ediyoruz. İşte bisikleti bu yüzden çok sevdim; insanların günlük yaşamlarının tam içinden geçiyorsun, bir sıcak selam verip sıcacık bir muhabbete başlayabiliyorsun. 


  Bahçesindeki Otlarla Uğraşırken  Selamlaştığımz Bir Teyze  

Başoğlu köyünden çıkarken yağmura yakalanıyoruz, yeşil, uzun balıkçı yağmurluklarımızı giyip yağmurda yola devam ediyoruz, nasıl bir keyif…  Pedal çevirdikçe, bisikletin rüzgârının getirdiği, toprakta yağmur kokusu…  Bir süre sonra deniz solumuza düşüyor, küçük bir göl de sağımıza. 

Bir göl ki, daha önce hiçbir gölü gördüğümde bu kadar mutlu olmamıştım, üstü kocaman yapraklarla dolu, biraz daha yaklaşınca gölün üzerinin silme nilüfer çiçeği olduğunu görüyoruz. Nilüfer çiçeğini ilk defa canlı görüyordum, çok heyecanlandım. Gölün kenarında bir de dibi biraz su dolu bir kayık vardı, Yalçın kayıkla açılıp bir nilüfer çiçeği koparmak istedi, açıldı da, ben de kayık su alıyor diye ortalığı velveleye verince dönmek zorunda kaldı. 



Suyun Üstünde Çiçek, Hep Toprak Olmayabilir Tarlamız



Sen Nasıl Narin Bir Şeysin



Yaprağı Ayrı Güzel, Çiçeği Ayrı Güzel

Nilüferlere, o kocaman, yuvarlak yaprakların içindeki narin nilüferlere bayıldım. İstemeye istemeye bu nilüfer tarlasını geride bırakıyoruz. Bir çölün içine düşüyoruz, tahmin ettiğimiz kadarıyla denizin dalgaları önceden daha içerilerdeymiş, şimdi çekilmiş ve çekilen yer çöl olmuş, biz de dikenli çöl bitkilerinin arasından, kumulların üzerinden zorlanarak bisikletimizi sürüyoruz. Çölün bir insana hissettirebileceği yalnızlık hissini gerçekten yaşıyoruz burada. 

Camitepe köyüne varıyoruz, çöl ıssızlığından sonra. Bakkalda soluğu alıyoruz, barbunya pilaki ve ton balığı konservelerini afiyetle yan taraftaki kahvede yiyoruz. Kahvenin önündeki çeşmeden suyumuzu doldurup yola devam ediyoruz. Bu kaçıncı çeşme suyunu içtiğimiz bilmiyorum, Karadeniz’in taşının, toprağının suyunu kana kana içiyoruz. Son köyde köy okulunun duvarına oturmuş, bize “Hello, Hello” diye laf atan okullu çocuklara “Merhaba” ile karşılık verince birden yüzleri düşüyor, yabancı olsak daha çok hoşlarına gidecek sanki. Yedikleri eriklerden bize de veriyorlar, yolculuğumuz üzerine sordukları soruları cevaplıyoruz. 



Köy Yollarında Bizi Bisikletlerle Gören Çocukların Meraklı ve Utangaç Bakışları 

Arkamızdan İngilizce laf atan o kadar çok meraklı çocukla karşılaşıyoruz ki, özellikle bir kare beni çok etkiliyor; bir çocuk evinin önünde duruyordu, bizi görünce hemen koşmak istedi, terliklerini giymeye çalışıyor ama bize bakıp “Hello, Hello” diye bağırdığı için terliğini giyip de bize koşamıyor. Çocuğun yaşadığı an benim öylesine iyi bildiğim bir andı ki… Hatta bir an “bisikletle yolculuk eden mi,  yoksa terliğini giymeye çalışıp da bisikletlilerin arkasından koşmak isteyen çocuk mu benim?  diye düşünüyorum. Bizim köyümüz de Yunanistan ve Bulgaristan’dan gelip İstanbul’a giden karayolunun üstündeydi, çocukluluğumdan beri ben de bisiklet ile yolculuk edenlerin maceralarını hep merak etmişimdir. Kaç defa onları yakından görebilmek için yola koşmaya çalışırken terliğimi giymek bana vakit kaybettirmiş ve yetişemeyip hayal kırıklığı ile arkalarından baka kalmışımdır. 

Çocuk! Senin heyecanını, merakını ben kendimden çok iyi biliyorum, aslında sen bize yetiştin…  Sen hep benim  içimdesin.

Köy yollarından Kaynarca- Karasu anayoluna çıkıyoruz. Nilüfer çiçekleriyle dolu göl sürprizinden sonra bizi bekleyen başka bir sürprizden habersiz çeviriyoruz pedallarımızı. Yolumuza bir nehir çıkıyor, sorduğumuzda Sakarya Nehri olduğunu öğreniyoruz ve hemen yanı başımızdan Karadeniz’e dökülüyor. Demek ki yıllarca bana İstanbul- Ankara arası yaptığım tren yolculuklarında eşlik eden Sakarya Nehri’nin macerası burada bitiyormuş ve yıllarca coğrafya derslerinde ezbere öğrendiğimiz Sakarya Nehri Karadeniz’e dökülür bilgisi benim için kuru bir bilgiyken burada birden ruhumda bir tohum gibi patlayıp filizleniyor. Hemen bisikletlerimizi iki suyun birleştiği yere çekiyoruz, harika… 

Tekneler denizin haşin dalgalarından korunmak için nehrin içlerine çekilmiş, balık avlanacağı zaman nehrin durgun sularından hırçın dalgalara açılıyor. Bu buluşma noktasında birçok çay bahçesi var, oturup çayımızı yudumluyoruz. Karasu’ya yaklaştık diye acele de etmiyoruz, zamanı yaydıkça yayıyoruz

       
Sakarya Nehri’nin Karadeniz’e Kavuştuğu Andır  



 Balıkçı Tekneleri Nehirden Denize Açılıyor
      
Akşam, karanlığını hissettirmek üzereyken vızır vızır bir akşam trafiği stresinde Karasu’ya giriyoruz. Birden taciz edici bakışların hedefi oluyoruz, geçtiğimiz onca köy de bile böyle bir şey hissetmemişken burası bizi rahatsız ediyor. Öğretmenevinin anlaşmalı olduğu bir otele yerleşiyoruz. Otel bizim için fazlasıyla lüks. Benim bisiklet yolculuğunda son günüm. Akçakoca’dan sonra yola devam etmeyeceğim ama Yalçın, Bolu Yedigöller’e kadar devam edecek. Karasu’dan çıkınca düz bir yolda yanımızdan hızla geçen arabaların stresinde ilerlemeye çalışıyoruz. Romanların çadırlarını görüyoruz, bisikletlerimizi oraya sürüyoruz. Bizi çok fazla misafirperver karşılıyorlar. Çaylar koyuluyor, birlikte içiyoruz. Bizi bir gece çadırda misafir etmek istiyorlar ama biz yola koyulmalıyız. Oysa çok isterdim bir gece Çingenelerin çadırında geçirmeyi.



Roman Teyzemiz Odun Ateşinde Pilav Pişiriyor   

Melenağzı köyüne ilerliyoruz, burası bir Çerkez köyü imiş, köy Melen Çayı’nın Karadeniz'e döküldüğü yere kurulmuş. Bu köy de çok hoş, nehir ile denizin buluştuğu yere gidiyoruz, manzarayı seyretmek için. Ateş yakıp sucuk ekmek yapıyoruz. O anda bizi heyecanlandıran bir şey oluyor; bir çift yunus Melen Çayı’ndan denize doğru, suların üstünden atlaya atlaya yüzüyor, nasıl güzeller.


                                İki Yunus, Melen Çayı’ndan Karadeniz'e                                       

 Bu köyden sonra yol yokuşlar ile devam ediyor, tırman tırman nefes yetmiyor, bu yolculukta ilk kez bisikleti elimde taşımaya başlıyorum. Yemyeşil fındık ağaçlarının yanından sürüyoruz bisikletlerimizi. Fındık ağacını ilk görüşüm desem…  Buradaki yeşillik fındık ağaçlarından, yemyeşil her yer.


Karadeniz’in Yeşilliğinin Üstüne Çökmüş Sisi
                              
Akçakoca’dayız, yağmurun altında banklara oturmuş denizi seyrediyoruz. Bismil’den öğretmen arkadaşım Sedat Hocalara geçiyoruz. Oğlu Arda büyümüş, emeklerken bırakmıştım, şimdi yürüyor. Sabah Yalçın Yedigöller’e yola çıkıyor, ardından bakan Arda’ya el sallayarak. Ben bir gün burada dinleniyorum. 

Akçakoca’dan Adapazarı’na otobüsle, Adapazarı'ndan Kartal'a trenle geliyorum. Bisiklet de bir otobüste bir trende yolculuk yapıyor benimle birlikte. Bu yolculukta kendimden beklediğimin üstünde bir performans gösterdim, bu da Dünya turuna çıkabileceğime dair umut verdi bana. 

Yol arkadaşımın akıbetine gelince bir gece bir köyün dışında çadırını kurmuş, dışarıda köpeklerin bekçiliğinde rahat uyumuş ama köyde yemek bulamadığı için geceyi aç geçirmiş. Yedigöller’in tırmanışı bir hayli zormuş, gitmemiş olduğuma seviniyorum, beni aşacaktı büyük olasılıkla. Yalçın'ın yolculuğundan kareler; 


Yedigöller’e Çıkan Dağlar 



Üstü Yaprak Kaplı Göller  


           Karadeniz’in Bizi Sulayan Çeşmeleri               


Mor; Bisikletle Gittiğimizdir


                   
                                                                                               

21 Şubat 2017 Salı

bir aşk, iki bisiklet ve dağ yolları; Sudüşen Şelalesi-Yalova


                                                                                                                

28/ 03/ 2009

Bisikletle ilk şehir dışı yolculuğum, yanımda Yalçın. Sabah, Kartal’dan kalkıp Yalova’ya giden feribottayız. Yarım saatlik bir yolculuk sonrası, İstanbul tam karşımıza düşüyor. Yalova’da şehrin içinde fırın arıyoruz, Sudüşen Şelalesi’ne varınca ekmek arası bir şeyler yiyebilmek için. Şehir içi trafiğinden kurtulup bir süre deniz kenarında gidiyoruz, deniz kenarında bisiklet kullanmak da ayrı bir keyif. Sahilden ayrılıp Termal yoluna sapıyoruz. Yolun iki tarafında yıllanmış çınar ağaçları, biz de çınar ağaçlarının altında, kaldırımın üstünde pedal çeviriyoruz. Sıra sıra müstakil evlerin, baharda ekilmek için hazırlanmış fidan seralarının önünden geçiyoruz. 


Gözlüklerim Tabi ki Bisiklet Gözlüğü Değil


Dağlara

Tırmandığımız rampanın yorgunluğunu atmak için kışın çıplaklığını taşıyan bir ormana giriyoruz. Gökçe Barajı’na doğru inişe geçtiğimizde yol kenarında bir grup gence selam veriyoruz, arkamızdan gençlerden biri bağırıyor:
—Siz bisikletle Hindistan’a giden çift değil misiniz?
Ağzından bal damlıyor, bu ne güzel bir benzetme, birden içimi umut ve mutluluk kaplıyor, bu duygularla arkaya dönüp sesleniyorum:
—Biz değiliz ama amacımız o.
Evet, hayalimiz bisikletle Dünya turu. Yani bu gezegeni kendi emeğimizle, kendi bedenimizin ve ruhumuzun gücüyle dolaşmak… Kara parçalarında yaşayan tüm canlıları görmek, tüm kokuları koklamak, tüm tatları tatmak ve bu gezegenden evrene koro şeklinde yükselen tüm dillerin içinden geçmek… Bisikletle… 

Yolun daha çok başındayım, bisikleti alalı daha birkaç gün olmuş ve Kartal’ın dümdüz sahil yolunun dışında bisiklete çocukluğumdan beri doğru düzgün hiç binmemişim. 

     
Girdiğimiz Ormanda Bisikletlerimiz De Dinleniyor


Yol Kenarından Topladığımız Çiçekler de Bagajımızda
    
Barajın kıyısından gidiyoruz bir süre. Oradan zorlu ilk tırmanışla Üvezpınar mahallesine çıkıyoruz. Çarşının içinde yol üçe ayrılıyor, hangi yöne gideceğimizi bilmiyoruz, bakkala sorduğumuzda bize yokuşlu yolu gösteriyor, bu da benim psikolojik olarak çöküşüm oluyor, fiziksel çökmeyi ise ilerleyen süreçte yaşayacağım. 

Bisikletten inip bisiklet elimde yokuşu çıkmaya çalışıyorum. Bu böyle kilometrelerce sürüyor. Bir yandan sıcak, bir yandan yokuşun yorgunluğu, bir yandan bisikletle yokuşu çıkamıyor oluşumun bende yarattığı moral bozukluğu ama en kötüsü de ben bisikletle çıkmaya çalışırken, nefessizlikten ciğerlerim patlayacakken Yalçın'ın yokuşu en tepeye kadar çıkması sonra inmesi sonra tekrar çıkması, daireler çizerek etrafımda dönmesi beni çileden çıkarıyor. Kendimi son nefesini vermek üzere olan biri gibi hissediyorum, Yalçın da etrafımda son nefesimi bekleyen akbaba gibi. Yalçın benimle bir hayli dalga geçiyor, ama yılmamam lazım. Saçlarım rüzgârla uçuşup gözüme, ağzıma giriyor. Bu yorgun ve sinirli halimle saçlarıma düşman kesiliyorum, bir makas olsa kısacık keseceğim onları. Bisiklet elimde tırman tırman bitmiyor. Yolda bir araçla karşılaşıyoruz, şelaleye ne kadar kaldığını sorduğumuzda, daha yolun olduğunu ve vazgeçmemizi salık veriyorlar. Hayır bu ilk bisiklet yolculuğumda vazgeçmek sonrası için bende cesaretsizliğe yol açabilir o yüzden devam etmeliyim.

   
Tırmandığımız Bir Yokuşun Manzarası   


Yeni Filiz Vermiş, Yeşillenmeyi Bekleyen Ağaçlar 

Düğüm Gibi
           
Upuzun öldüren yokuşun ardından upuzun bir iniş geliyor. İşte bisikletin keyfi, rüzgârı tüm vücudunda hissediyorsun, kokular harmanlanmış olarak beynime ulaşıyor. Ormanda ilerliyoruz sürekli. Baharın kendini hissettirmesiyle ağaçlar filiz (murç) vermiş, bu yüzden de sanki bordo renginde bir örtü kaplamış ormanın üstünü. Tepelerde hala kar var. Bir çeşmede mola veriyoruz, su içiyoruz kana kana. Kimi yokuş, kimi iniş Sudüşen Şelalesi’ne varıyoruz. Şelalenin altına giden köprüyü su alıp götürmüş, şelaleye yaklaşamıyoruz. Şelaleden gelen derenin kenarına oturuyoruz, etrafa suyun gök gibi gürüldeyen sesi hâkim. Oturduğumuz dere kenarında ağaçlar hep yosunlu. Yalçın ateş yakmaya çalışıyor, bir şeyler pişirmek için, ama dallar, yapraklar ıslak, yanmıyor. Açlığımızı peynir, ekmekle bastırıyoruz. Şelalenin döküldüğü üst kısma çıkıyoruz patika bir yoldan, yukarıdan gelişi pek coşkun değil ama dökülürken çok ses çıkarıyor. 

           
Sudüşen Şelalesi   


Apak Sudüşen Şelalesi  

  Şelalenin Deresi ve Yosunlanmış Kayalar
   
Kayaları, suyun dökülüşünü seyrettikten sonra yola çıkıyoruz. Gelirken bana işkence gibi gelen yokuşlar, şimdi ormanı doyasıya seyrettiğim, rüzgârın serinliğini tüm vücudumda hissettiğim yerler oluyor. Kana kana su içtiğimiz çeşmeye geliyoruz, önünde küçük de olsa bir alan. Ateş yakmaya çalışıyoruz, taşlarla küçük bir alanı örünce, içini kuru dallarla ve yapraklarla dolduruyoruz ve bir kıvılcım ile güzel bir ateşimiz oluyor. Yaş bir dalı da çakımızla yonttuktan sonra sucukları şişe geçirir gibi geçiriyoruz. 



Sucuk Ustamız Yalçın

Yediğim bu ekmek arası sucuk dünyadaki en leziz tat gibi geldi bana. Yemeğin rehaveti ve yorgunluk ile yüzüstü çimlere uzanıyorum. Burnumda mis gibi bir çim kokusu, etrafta kuş sesleri, ıssıcacık bir bahar güneşi. Ruhum sağalıyor. Sanki doğanın bir parçasıyım; çimlenmiş bir toprak, rüzgârda hafif hafif sallanan bir kavak, akan bir dere, uçuşan bir bulut, kırda mis gibi kokan bir papatya… gibiyim. Bu yolculuk ruhuma çok iyi geldi, şu an yorgunluktan bedenimi topraktan ayıramasam da. 

Güneş iyice inmeden tekrar yola koyuluyoruz, inişi bol bir yol. İnişin ve hızın rüzgârında ilerliyoruz. Dönüş daha kolay oluyor ama yine de karanlığa kalıyoruz.  Yalova’ya gelir gelmez deniz otobüsü hareket ediyor, Kartal’dayız. 40km’lik bir yol ile ilk yolculuğu sonlandırıyoruz. O yorgunlukla kendimi eve, yatağa nasıl attım bilmiyorum. 
Dönüş yolunda karşımıza çıkan eşsiz manzaralar ve renkler;


Her Bir Yanından Filiz Vermiş Ağaçlar 


Gökçe Barajı’nda Gün Batımı Renkleri 

Gökçe Barajı'na Yansıyan Dağlar, Bulutlar
    

Pembe; Feribotla, Mavi; Bisikletle Gittiğimizdir




Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...