18 Şubat 2017 Cumartesi

Safranbolu'nun tarihi dokusunda ve Yenice Ormanlarında kendimi arayışım...










17/08/2008
Anadolu Ekspresi

Trendeyim, oda arkadaşım 50 yaşlarında "kokoş" bir babaanne. Yol boyunca muhabbetimiz olmayacak biliyorum. 3 yaşlarında, sarışın torunu da kompartımana kadar geçirmeye geliyor modern nineyi. İki farklı kuşağın da trene ilk binişi. Modern nine trenle gitmek istemiyor, torun trenden inmek istemiyor. Bir hengâme, ağlama nidaları arasında tren hareket ediyor. Gitmek isteyen çocuk garda kalıyor, inmek isteyen kadın trende yol alıyor. Gece uyuyarak geçiyor. Sabahın erken saatinde Ankara’dayız.

Öğleden sonra Hacettepe Üniversitesi öğrenciliğime dair resmi bir işimi halletmek için 7 yılımın geçtiği Beytepe Kampusu’na geliyorum. Küçük bir kasabadan çıkıp da metropole üniversiteye giden biri olarak belki de gidebileceğim en pastoral kampusta geçiyor öğrencilik yıllarım. Çocukluğumun geçtiği Kaynarca kadar yeşil en az. Her türlü ağacın olduğu, baharda erikleri, dutları, vişneleri dalından yediğimiz, bakkal tipi alış verişin yapıldığı güzel bir öğrenci kasabası. Kasabasıydı demek daha doğru olacak sanırım. 

Yıllardır gelmemiştim buraya, tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. Devasal alış veriş merkezleri yapılmış, popüler eğlence anlayışının hâkim olduğu merkezler kurulmuş, güzellik solonu açılmış - bir üniversitede ne işi varsa-  kısacası piyasacı zihniyet o güzelim, doğal Beytepe’ye de girmiş. Gençleri bilimden, sanattan uzaklaştırıp onları güzellik merkezlerinde yeniden yarattıktan sonra doğru eğlence merkezlerine gönderen zihniyetler yönetiyor üniversiteleri artık. Günümüzde üniversite okumak maalesef bu anlama getirildi. Beytepe’yi bu haliyle görünce çok üzüldüm.
           

1999 Baharı, Beytepe 


2000 Kışı, Beytepe

Mezun olduktan sonra kısa bir süre çalıştığım ancak çalışma etiği açısından daha fazlasına tahammül edemediğim dershanenin sevdiğim öğrencileriyle buluştum. Şimdi hepsi üniversite öğrencisi. Hiçbiri bıraktığım gibi değil. Gece Karabük’e gitmek için tren biletim var, ama öğrenciler beni bırakmıyor. Geceyi birlikte geçirelim istiyorlar. Ankara’da Atakule’nin yakınında yaşayan öğrencime gidiyoruz topluca, geç saate kadar muhabbet ediyoruz. Gecenin bir vakti Atakule’nin altındaki Botanik Parkı’na çıkıyoruz. Atakule, Ankara’nın en anlamsız binalarından, tabii şunu da düşünmek lazım; kapitalist mimari ne zaman estetik, anlamlı bir mimari inşa etti ki? 

Estetik, anlamlı binalar İlkçağ uygarlıkları döneminde ve Rönesans’ta kaldı. Atakule’nin içine doldurmuşlar en lüks alış veriş merkezlerini, doldurmuşlar fast- footları, sinemaları. “Tüketin” diyorlar, “tüketin, tüketin.” Kapitalist bir zihniyet, ‘tüketim’ üzerine kurulduğu için ne beklenebilir ki…

Botanik Parkı, Ankara’nın en sakin ve insanı derinliklerine çeken mekânlarından, biz de yeni bir günün karanlığında parkın büyüsüne kapılmış bir şekilde bitkilerin arasında dolaşıyoruz. Kayseri de Kore dilinde okuyan öğrencim Emrah, Mevlana’nın Mesnevi adlı eserinden açıyor bahsi. Defalarca okumuş, Botanik Parkı’nda yapılabilecek en anlamlı muhabbet belki de. Emrah öğrencimken daha çok bir öğretmen bilgisiyle anlatıyor, ben de bu konudaki cahilliğimle bir öğrenci gibi can kulağıyla dinliyorum. 

Birçok bitkinin arasında Mevlana’nın alegorik öykülerinin anlatımı, anlamı, bizdeki çağrışımı sabaha kadar sürüyor. Sabah kitapçıların açılmasını bekliyorum, Mevlana’nın Mesnevi’sini ve Mercan Dede adlı ney çalan müzisyenin Mevlana’nın 800. doğum günü anısına çıkardığı albümü alıyorum. Mevlana ile büyülenmiş bir şekilde Safranbolu’ya giden otobüse biniyorum. O kadar yorgunum ki geçtiğimiz yolları izleyemiyorum, yolculuklarda en sevdiğim şey dışarısını izlemek olmasına rağmen uyuyorum yol boyu.

Öğleden sonra Safranbolu’dayım. Safranbolu'nun yeni yerleşimi burası, bildiğimiz diğer kent merkezleri gibi günlük alışkanlıkları. O yüzden çok fazla zaman harcamaya değmez diye düşünüyorum, öğretmen evine eşyalarımı bırakıp biraz da dinlendikten sonra akşamüstünün serininde 300 yüzyıllık Safranbolu’yu gezmek için dikçe bir yokuşu iniyorum. 

Safranbolu’ya İnen Yokuştan Genel Bir Bakış



Yokuş Aşağı İnerken Tanıştığım Ailenin Güzelliği

Kendimi sokaklara bırakıp tarihi evlerin arasında dolaşıyorum. 2000 geleneksel Osmanlı evinden bahsediliyor. 18. ve 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlarında yapılmış evler. Evlerin büyük bir kısmı yasal koruma altında. Arnavut kaldırımı sokakları ile başka bir zamanın belleğinin taşıyıcısı olduğu apaçık.
   
            
Yüzlerce Yıllık Safranbolu Evleri


 Safranbolu Evleri  

Modern Safranbolu'dan geleneksele geçişte indiğim yokuştan görünen kuşbakışı Osmanlı mimarisinin ayrıntılarını yakalamak için sokak aralarında  dolaşıp, evlere bakıyorum tek tek, sıkılana kadar. Sıkılmak ne mümkün, baktıkça bakasın geliyor. Yorulana kadar demeliydim. Pencerelerin ahşap panjurlarına, ahşap süslemeli kapılara, dış cephelerin renk renk boyalarına...

           
 Arnavut Kaldırımı Sokaklarıyla, 


Safranın Sarısına Boyanmış Evleriyle,


Süslemeli Kapılarıyla,


Kimisi Açık Kimisi Kapalı Geleneksel Panjurlarıyla; Safranbolu

Sokaklarında, el işlerinin satıldığı arastasında dolaştıktan sonra arastanın bitişiğinde bir cami avlusuna çıkıyorum. Camiler; geniş, ferah avlularıyla, yıllanmış ağaçlarıyla akşamüstüleri oturmayı sevdiğim mekânlardan. Bu cami bahçesinde biraz oturup sokaklarda dolaşmaya devam ediyorum. 

Bir antikacı dükkânına giriyorum tesadüfen. Amacım biraz soluklanmak iken dükkân sahibi Süreyya Ağabey’in hoşsohbet bir insan olmasından dolayı muhabbet bir hayli uzuyor. Eskiden günlük yaşamda kullanılan ve artık ya hurdacılarda ya da antikacılarda karşımıza çıkan eşyaların ruhundan bahsediyoruz. Süreyya Abi, yıllardan beri, dükkâna gelen konukların dükkânı ile ilgili hislerini yazabilecekleri bir defter oluşturmuş. Safranbolu’ya gelen birçok sinema oyuncusunun, müzisyenin, yazarın antika ile ilgili düşüncelerini okuyorum sararmış sayfaların arasında. Ben de naçizane düşüncelerimi yazıyorum. 


O Anki Ruh Halime Dair

Safranbolu başlı başına bir zaman tüneliyken soluklanmak için gittiğim antikacı dükkânı, zaman tünelinin içinde bir zaman tüneli oluyor benim için. Yıllarca biriktirmiş Süreyya Abi, üst üste, iç içe, yan yana yüzlerce eşya; tarihin içinden, kimlerin öykülerini taşıdığı bilinmeden bu dükkânda sıralanmış. Tarihi kentlerin içinde antikacılar daha bir anlam buluyor. Muhabbet uzayıp gidiyor ama Süreyya Abinin çıkması gerekiyor, dükkânın dışındaki eşyaları toplamak için ben de yardım ediyorum. Dükkânın dışında, camın önünü dizilmiş 1950’li yılların renk renk ayakkabılarını kucaklayıp taşıyorum içeriye, bu ayakkabılar 60 yıl önce kapanan bir fabrikadan kalanlar iken, şimdi sinemacıların kiraladığı kostümler arasındaymış. Büyük tahta kepenkleri de kapattıktan sonra, eskileri tamamen koruma altına alıyoruz.

Safranbolu’da evler iki ayrı kesimde gruplanmış; biri şehir olarak bilinen ve kışlık olarak kullanılan kesim, diğeri de bağlar olarak bilinen ve yazlık olarak kullanılan kesim. Süreyya Abi de ayrılırken beni evine davet ediyor. Geleneksel yapıya uygun bir bağ eviymiş. Normalde reddetmeyeceğim bir davet ama günlerdir içimde bir suskunluk var ve ben bu suskunluğun, bu yalnızlık hissinin kalabalık bir aile yapısı içinde yitmesini istemiyorum o yüzden öğretmen evinin yolunu tutup yalnızlığımla baş başa geçiriyorum geceyi.

     
              
Antikacı Dükkânı ve Dışındaki Renk Renk Ayakkabılar 


Gramofonlar ve Eski Radyolar   


Eski Sandıklar, Testiler ve Kavanozlar


Sabah erkenden çıkıyorum. Gezmeyi istediğim yerler var. Osmanlı döneminde İpek Yolu güzergâhında bulunan Safranbolu, ticaretin en canlı zamanlarını yemeniciler çarşısı, demirciler çarşısı, semerciler çarşısı, hayvan pazarı gibi mekânlarda ve dericilik, ağaç işçiliği, dokumacılık, baharatçılık gibi zanaat kollarıyla yaşamış, bu dönemlerin en yorgun tüccarları da Cinci Han’da konaklamış. Cinci Han 48 odasıyla, hamamıyla restorasyon çalışmasından sonra sapasağlam ayakta. Hanları çok seviyorum, çünkü çok uzun yolların yolcularını ve uzun yolların yorgun hayvanlarını konaklatırlar. Hanın alt katı, develerin bağlandığı yer, çok yüksek yapılmış, bu yükseklik de ayrı bir mimari yapıyı oluşturmuş, üstte de yolcuların kaldığı küçük küçük odalar. 

Anadolu coğrafyasında, Selçuklu döneminde, Osmanlı döneminde yapılan belki yüzlerce han var iken, çok azı günümüzde hala ayakta. Birçoğu bakımsız, birçoğu otopark olarak kullanılıyor ve birçoğu da restore edildikten sonra restoran olarak kullanılmaya başlanmış. Cinci Han da restoran olarak kullanılan hanlardan biri. Aslında baktığımızda üretimin, ticaretin, yolculukların tarihini barındıran bu yapılar neden anlamına uygun kullanılmıyor, ya bir müze ya bir kültür merkezi ya da bir sergi salonu olarak?

 
Cinci Han’ın Dış Duvarları


 Hamamı


Yolcuların Konakladığı Yerler
     
Hanın içini gezdikten sonra antikacı dükkânının sokağına çıkıyorum, Süreyya Abi de dükkânı açmaya yeni gelmiş. Tekrar yardım etmek istiyorum, dün akşam kapattığımız tahta kepenkleri açıyoruz, 1950’li yılların modeli olan ayakkabıları tekrar kucaklayıp camın önündeki rafa, birbirinin eşi olanlar yan yana gelecek şekilde diziyorum. Birlikte çay içiyoruz ve Süreyya Abi, dükkânı kapama ve açma yardımlarımdan dolayı olsa gerek beni Kaymakamlar Müze Evi’ne götürmek istiyor. Burası da geleneksel Osmanlı evi, bu evi müze kılan dönemin günlük yaşantısı, tüm katlarda ve odalarda mankenler aracılığıyla canlandırılmış olması. Zamanında bir Safranbolulu ailenin nasıl yaşadığı ilgi çekici bir şekilde anlatılmış. Ev haremlik ve selamlık olarak iki bölümden oluşuyor, her odada sedirli oturma düzenleri var, yer sofrasının etrafına aile bireyleri dizilmiş, haremde kına gecesi yapan kadınlar canlandırılıp, günlük yaşamdaki birçok ayrıntı görsel bir şekilde anlatılmış. Bu müze gezisinden sonra zamanın Safranbolu’su zihnimde daha bir anlam buluyor.

             
Yer Sofrasında Zamanın Araç Gereçleri ile Yemek Vakti  


Evin Gelini Bebeğini Uyuturken


Haremde Kına Gecesi Eğlencesi

Öğleden sonra Safranbolu’dan Karabük’e geçiyorum. Karabük’ten Zonguldak’a gidecek olan bölgesel treni beklerken trenin makinisti Celal Abi ile tanışıyorum ve markizde yolculuk yapmak istediğimi söyleyince sağ olsun kırmıyor beni. Celal Abi, Karabük İstasyonu alanındaki buharlı lokomotifi gezdiriyor. Buharlı lokomotif yağmurun, güneşin, rüzgârın aşımı ile yıpranmış her yerinden. 


Karabük İstasyonundaki Buharlı Lokomatif

Trenimiz hareket ediyor, treninin en önünde makinistlerle güneşe doğru gidiyoruz. Güneşten dolayı çok fazla fotoğraf çekemeyeceğim, şanssızlığa bak. 


Markizin  Kırık Camından Karabük İstasyonu 

Bu hattın yemyeşil olduğunu duymuştum. Gerçekten de dağlar ve ağaçlardan oluşmuş dar koridorlardan, taş köprülerden geçerek Ilgaz ve Köroğlu Dağlarından beslenip Filyos’tan Karadeniz'e dökülen Filyos Çayının (Yenice Irmağı) eşliğinde enfes bir yolculuk geçiriyorum. 


Karabük- Zonguldak Yolu

Özellikle Yenice Ormanı içindeki Kayadibi İstasyonu, Karadeniz halkının Gavlan Ağacı dediği devasal çınar ağaçları arasında çınar ağaçlarının sessizliğine bürünmüş hali ile büyülüyor beni. Kayadibi İstasyonu’nun önündeki raylar sararmış, kurumuş çınar yaprakları ile kaplanmış, bir de huzme halinde rayların üstüne düşen ışık, ortamı daha da bir güzelleştiriyor. Tren bu büyünün içinde durup birkaç yolcusunu bıraktıktan sonra yoluna devam ediyor. 


Kayadibi İstasyonu, Devesal Gavlan Ağaçlarının Altında 


Gavlan Ağaçlarının Kurumuş Yaprakları Raylar Üstünde

Tren yolu kenarında salça kaynatan kadınlar çarpıyor gözüme, tren kimi yerlerde hafif bir sisin içinden geçiyor, Filyos’tan sonra denize paralel gidiyoruz, üstleri evlerle dolu uzun tünellerden geçiyoruz. Hava kararırken Zonguldak’a giriyoruz.

Zonguldak’ta fazla kalmadan Akçakoca’ya giden otobüse biniyorum. Otobüste cam kenarına oturup karanlık Karadeniz’i izliyorum. Karadeniz kıyısındaki birkaç ilçeden geçiyoruz. Akçakoca’da öğretmen arkadaşım gecenin bir vakti beni karşılıyor. Birkaç gün Akçakoca’da kalacağım. Arkadaşımın evi boş bir alana bakıyordu, evde kaldığım süre içerisinde bu alanda çalışan fındık işçilerini izleme fırsatım oldu. Toplanmış fındıkları çuvallarla getirip kuruması için bu alana seriyorlardı. Mevsimlik işçiydiler. Küçük çaylarda yıkanıyorlardı.

    
  Akçakoca’daki Fındık İşçileri

Burası tipik bir sahil kasabası. Ceneviz Kalesi’ne gidiyoruz; bir kale ve kale içinde su sarnıcından oluşan tarihi yapı, günümüzde mesire yeri olarak kullanılıyor. Biz de plajı için geldik buraya, Karadeniz’in haşin dalgalarıyla boğuşurken bir yandan da denizin içinde tanıştığım down sendromlu Şeyhmus’tan dalmayı öğrenmeye çalışıyorum. 

Akçakoca'da Balıkçılar

Sabahın erken bir saati Akçakoca’dan ayrılıyorum. Bulutlar, dağların arasından akan nehirler gibi görünüyor.
               

Mor, Trenle, Turuncu; Otobüsle Gittiğim, Yeşil; Gezdiğimdir

                                                                                              

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...