17/08/2008
Anadolu Ekspresi
Trendeyim, oda
arkadaşım 50 yaşlarında "kokoş" bir babaanne. Yol boyunca muhabbetimiz olmayacak
biliyorum. 3 yaşlarında, sarışın torunu da kompartımana kadar geçirmeye geliyor
modern nineyi. İki farklı kuşağın da trene ilk binişi. Modern nine trenle
gitmek istemiyor, torun trenden inmek istemiyor. Bir hengâme, ağlama nidaları
arasında tren hareket ediyor. Gitmek isteyen çocuk garda kalıyor, inmek isteyen
kadın trende yol alıyor. Gece uyuyarak geçiyor. Sabahın erken saatinde
Ankara’dayız.
Öğleden sonra Hacettepe Üniversitesi öğrenciliğime dair resmi bir işimi halletmek için 7
yılımın geçtiği Beytepe Kampusu’na geliyorum. Küçük bir kasabadan çıkıp da metropole üniversiteye giden biri olarak belki de gidebileceğim en pastoral kampusta
geçiyor öğrencilik yıllarım. Çocukluğumun geçtiği Kaynarca kadar yeşil en az.
Her türlü ağacın olduğu, baharda erikleri, dutları, vişneleri dalından
yediğimiz, bakkal tipi alış verişin yapıldığı güzel bir öğrenci kasabası. Kasabasıydı
demek daha doğru olacak sanırım.
Yıllardır gelmemiştim buraya, tam bir hayal
kırıklığı oldu benim için. Devasal alış veriş merkezleri yapılmış, popüler
eğlence anlayışının hâkim olduğu merkezler kurulmuş, güzellik solonu açılmış -
bir üniversitede ne işi varsa- kısacası
piyasacı zihniyet o güzelim, doğal Beytepe’ye de girmiş. Gençleri bilimden,
sanattan uzaklaştırıp onları güzellik merkezlerinde yeniden yarattıktan sonra
doğru eğlence merkezlerine gönderen zihniyetler yönetiyor üniversiteleri artık.
Günümüzde üniversite okumak maalesef bu anlama getirildi. Beytepe’yi bu haliyle
görünce çok üzüldüm.
Mezun olduktan
sonra kısa bir süre çalıştığım ancak çalışma etiği açısından daha fazlasına tahammül edemediğim
dershanenin sevdiğim öğrencileriyle buluştum. Şimdi hepsi üniversite öğrencisi. Hiçbiri
bıraktığım gibi değil. Gece Karabük’e gitmek için tren biletim var, ama öğrenciler beni bırakmıyor. Geceyi birlikte geçirelim istiyorlar. Ankara’da
Atakule’nin yakınında yaşayan öğrencime gidiyoruz topluca, geç saate kadar
muhabbet ediyoruz. Gecenin bir vakti Atakule’nin altındaki Botanik Parkı’na
çıkıyoruz. Atakule, Ankara’nın en anlamsız binalarından, tabii şunu da düşünmek
lazım; kapitalist mimari ne zaman estetik, anlamlı bir mimari inşa etti ki?
Estetik,
anlamlı binalar İlkçağ uygarlıkları döneminde ve Rönesans’ta kaldı. Atakule’nin
içine doldurmuşlar en lüks alış veriş merkezlerini, doldurmuşlar fast-
footları, sinemaları. “Tüketin” diyorlar, “tüketin, tüketin.” Kapitalist bir
zihniyet, ‘tüketim’ üzerine kurulduğu için ne beklenebilir ki…
Botanik Parkı, Ankara’nın en sakin ve insanı derinliklerine
çeken mekânlarından, biz de yeni bir günün karanlığında parkın büyüsüne
kapılmış bir şekilde bitkilerin arasında dolaşıyoruz. Kayseri de Kore dilinde
okuyan öğrencim Emrah, Mevlana’nın Mesnevi adlı eserinden açıyor bahsi.
Defalarca okumuş, Botanik Parkı’nda yapılabilecek en anlamlı muhabbet belki de.
Emrah öğrencimken daha çok bir öğretmen bilgisiyle anlatıyor, ben de bu konudaki
cahilliğimle bir öğrenci gibi can kulağıyla dinliyorum.
Birçok bitkinin
arasında Mevlana’nın alegorik öykülerinin anlatımı, anlamı, bizdeki çağrışımı
sabaha kadar sürüyor. Sabah kitapçıların açılmasını bekliyorum,
Mevlana’nın Mesnevi’sini ve Mercan Dede adlı ney çalan müzisyenin Mevlana’nın
800. doğum günü anısına çıkardığı albümü alıyorum. Mevlana ile büyülenmiş bir
şekilde Safranbolu’ya giden otobüse biniyorum. O kadar yorgunum ki geçtiğimiz
yolları izleyemiyorum, yolculuklarda en sevdiğim şey dışarısını izlemek
olmasına rağmen uyuyorum yol boyu.
Öğleden sonra Safranbolu’dayım. Safranbolu'nun yeni yerleşimi burası, bildiğimiz diğer kent merkezleri gibi günlük
alışkanlıkları. O yüzden çok fazla zaman harcamaya değmez diye düşünüyorum, öğretmen
evine eşyalarımı bırakıp biraz da dinlendikten sonra akşamüstünün serininde 300
yüzyıllık Safranbolu’yu gezmek için dikçe bir yokuşu iniyorum.
Safranbolu’ya İnen Yokuştan Genel Bir Bakış |
Yokuş Aşağı İnerken Tanıştığım Ailenin Güzelliği |
Kendimi sokaklara
bırakıp tarihi evlerin arasında dolaşıyorum. 2000 geleneksel Osmanlı evinden
bahsediliyor. 18. ve 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlarında yapılmış evler. Evlerin büyük
bir kısmı yasal koruma altında. Arnavut kaldırımı sokakları ile başka bir
zamanın belleğinin taşıyıcısı olduğu apaçık.
Yüzlerce Yıllık Safranbolu Evleri |
Safranbolu Evleri |
Modern Safranbolu'dan geleneksele geçişte indiğim yokuştan görünen kuşbakışı Osmanlı mimarisinin ayrıntılarını yakalamak için sokak aralarında dolaşıp, evlere bakıyorum tek tek, sıkılana kadar. Sıkılmak ne mümkün, baktıkça bakasın geliyor. Yorulana kadar demeliydim. Pencerelerin ahşap panjurlarına, ahşap süslemeli kapılara, dış cephelerin renk renk boyalarına...
Arnavut Kaldırımı Sokaklarıyla, |
Safranın Sarısına Boyanmış Evleriyle, |
Süslemeli Kapılarıyla, |
Kimisi Açık Kimisi Kapalı Geleneksel Panjurlarıyla; Safranbolu |
Sokaklarında, el
işlerinin satıldığı arastasında dolaştıktan sonra arastanın bitişiğinde bir
cami avlusuna çıkıyorum. Camiler; geniş, ferah avlularıyla, yıllanmış
ağaçlarıyla akşamüstüleri oturmayı sevdiğim mekânlardan. Bu cami bahçesinde
biraz oturup sokaklarda dolaşmaya devam ediyorum.
Bir antikacı dükkânına
giriyorum tesadüfen. Amacım biraz soluklanmak iken dükkân sahibi Süreyya Ağabey’in
hoşsohbet bir insan olmasından dolayı muhabbet bir hayli uzuyor. Eskiden günlük
yaşamda kullanılan ve artık ya hurdacılarda ya da antikacılarda karşımıza çıkan
eşyaların ruhundan bahsediyoruz. Süreyya Abi, yıllardan beri, dükkâna gelen
konukların dükkânı ile ilgili hislerini yazabilecekleri bir defter oluşturmuş.
Safranbolu’ya gelen birçok sinema oyuncusunun, müzisyenin, yazarın antika ile
ilgili düşüncelerini okuyorum sararmış sayfaların arasında. Ben de naçizane
düşüncelerimi yazıyorum.
O Anki Ruh Halime Dair |
Safranbolu başlı başına bir zaman tüneliyken soluklanmak için gittiğim antikacı dükkânı, zaman tünelinin içinde bir zaman tüneli oluyor benim için. Yıllarca biriktirmiş Süreyya Abi, üst üste, iç içe, yan yana yüzlerce eşya; tarihin içinden, kimlerin öykülerini taşıdığı bilinmeden bu dükkânda sıralanmış. Tarihi kentlerin içinde antikacılar daha bir anlam buluyor. Muhabbet uzayıp gidiyor ama Süreyya Abinin çıkması gerekiyor, dükkânın dışındaki eşyaları toplamak için ben de yardım ediyorum. Dükkânın dışında, camın önünü dizilmiş 1950’li yılların renk renk ayakkabılarını kucaklayıp taşıyorum içeriye, bu ayakkabılar 60 yıl önce kapanan bir fabrikadan kalanlar iken, şimdi sinemacıların kiraladığı kostümler arasındaymış. Büyük tahta kepenkleri de kapattıktan sonra, eskileri tamamen koruma altına alıyoruz.
Safranbolu’da
evler iki ayrı kesimde gruplanmış; biri şehir olarak bilinen ve kışlık olarak
kullanılan kesim, diğeri de bağlar olarak bilinen ve yazlık olarak kullanılan
kesim. Süreyya Abi de ayrılırken beni evine davet ediyor. Geleneksel yapıya
uygun bir bağ eviymiş. Normalde reddetmeyeceğim bir davet ama günlerdir içimde
bir suskunluk var ve ben bu suskunluğun, bu yalnızlık hissinin kalabalık bir
aile yapısı içinde yitmesini istemiyorum o yüzden öğretmen evinin yolunu tutup
yalnızlığımla baş başa geçiriyorum geceyi.
Antikacı Dükkânı ve Dışındaki Renk Renk Ayakkabılar |
Gramofonlar ve Eski Radyolar |
Eski Sandıklar, Testiler ve Kavanozlar |
Sabah erkenden
çıkıyorum. Gezmeyi istediğim yerler var. Osmanlı döneminde İpek Yolu güzergâhında
bulunan Safranbolu, ticaretin en canlı zamanlarını yemeniciler çarşısı,
demirciler çarşısı, semerciler çarşısı, hayvan pazarı gibi mekânlarda ve
dericilik, ağaç işçiliği, dokumacılık, baharatçılık gibi zanaat kollarıyla
yaşamış, bu dönemlerin en yorgun tüccarları da Cinci Han’da konaklamış. Cinci
Han 48 odasıyla, hamamıyla restorasyon çalışmasından sonra sapasağlam ayakta.
Hanları çok seviyorum, çünkü çok uzun yolların yolcularını ve uzun yolların
yorgun hayvanlarını konaklatırlar. Hanın alt katı, develerin bağlandığı yer, çok
yüksek yapılmış, bu yükseklik de ayrı bir mimari yapıyı oluşturmuş, üstte de
yolcuların kaldığı küçük küçük odalar.
Anadolu coğrafyasında, Selçuklu
döneminde, Osmanlı döneminde yapılan belki yüzlerce han var iken, çok azı
günümüzde hala ayakta. Birçoğu bakımsız, birçoğu otopark olarak kullanılıyor ve
birçoğu da restore edildikten sonra restoran olarak kullanılmaya başlanmış.
Cinci Han da restoran olarak kullanılan hanlardan biri. Aslında baktığımızda
üretimin, ticaretin, yolculukların tarihini barındıran bu yapılar neden
anlamına uygun kullanılmıyor, ya bir müze ya bir kültür merkezi ya da bir sergi
salonu olarak?
Cinci Han’ın Dış Duvarları |
Hamamı |
Yolcuların Konakladığı Yerler |
Hanın içini
gezdikten sonra antikacı dükkânının sokağına çıkıyorum, Süreyya Abi de
dükkânı açmaya yeni gelmiş. Tekrar yardım etmek istiyorum, dün akşam
kapattığımız tahta kepenkleri açıyoruz, 1950’li yılların modeli olan
ayakkabıları tekrar kucaklayıp camın önündeki rafa, birbirinin eşi olanlar yan
yana gelecek şekilde diziyorum. Birlikte çay içiyoruz ve Süreyya Abi, dükkânı
kapama ve açma yardımlarımdan dolayı olsa gerek beni Kaymakamlar Müze Evi’ne
götürmek istiyor. Burası da geleneksel Osmanlı evi, bu evi müze kılan dönemin
günlük yaşantısı, tüm katlarda ve odalarda mankenler aracılığıyla canlandırılmış
olması. Zamanında bir Safranbolulu ailenin nasıl yaşadığı ilgi çekici bir
şekilde anlatılmış. Ev haremlik ve selamlık olarak iki bölümden oluşuyor, her
odada sedirli oturma düzenleri var, yer sofrasının etrafına aile bireyleri
dizilmiş, haremde kına gecesi yapan kadınlar canlandırılıp, günlük yaşamdaki
birçok ayrıntı görsel bir şekilde anlatılmış. Bu müze gezisinden sonra zamanın
Safranbolu’su zihnimde daha bir anlam buluyor.
Yer Sofrasında Zamanın Araç Gereçleri ile Yemek Vakti |
Evin Gelini Bebeğini Uyuturken |
Haremde Kına Gecesi Eğlencesi |
Öğleden sonra Safranbolu’dan Karabük’e
geçiyorum. Karabük’ten Zonguldak’a gidecek olan bölgesel treni beklerken trenin
makinisti Celal Abi ile tanışıyorum ve markizde yolculuk yapmak istediğimi
söyleyince sağ olsun kırmıyor beni. Celal Abi, Karabük İstasyonu alanındaki
buharlı lokomotifi gezdiriyor. Buharlı lokomotif yağmurun, güneşin, rüzgârın
aşımı ile yıpranmış her yerinden.
Karabük İstasyonundaki Buharlı Lokomatif |
Trenimiz hareket ediyor, treninin en önünde makinistlerle güneşe doğru gidiyoruz. Güneşten dolayı çok fazla fotoğraf çekemeyeceğim, şanssızlığa bak.
Markizin Kırık Camından Karabük İstasyonu |
Bu hattın yemyeşil olduğunu duymuştum. Gerçekten de dağlar ve ağaçlardan
oluşmuş dar koridorlardan, taş köprülerden geçerek Ilgaz ve Köroğlu Dağlarından beslenip Filyos’tan Karadeniz'e dökülen Filyos Çayının (Yenice
Irmağı) eşliğinde enfes bir yolculuk geçiriyorum.
Karabük- Zonguldak Yolu |
Özellikle Yenice Ormanı
içindeki Kayadibi İstasyonu, Karadeniz halkının Gavlan Ağacı dediği devasal
çınar ağaçları arasında çınar ağaçlarının sessizliğine bürünmüş hali ile
büyülüyor beni. Kayadibi İstasyonu’nun önündeki raylar sararmış, kurumuş çınar
yaprakları ile kaplanmış, bir de huzme halinde rayların üstüne düşen ışık,
ortamı daha da bir güzelleştiriyor. Tren bu büyünün içinde durup birkaç
yolcusunu bıraktıktan sonra yoluna devam ediyor.
Kayadibi İstasyonu, Devesal Gavlan Ağaçlarının Altında |
Gavlan Ağaçlarının Kurumuş Yaprakları Raylar Üstünde |
Tren yolu kenarında salça
kaynatan kadınlar çarpıyor gözüme, tren kimi yerlerde hafif bir sisin içinden
geçiyor, Filyos’tan sonra denize paralel gidiyoruz, üstleri evlerle dolu uzun
tünellerden geçiyoruz. Hava kararırken Zonguldak’a giriyoruz.
Zonguldak’ta fazla kalmadan Akçakoca’ya
giden otobüse biniyorum. Otobüste cam kenarına oturup karanlık Karadeniz’i
izliyorum. Karadeniz kıyısındaki birkaç ilçeden geçiyoruz. Akçakoca’da öğretmen
arkadaşım gecenin bir vakti beni karşılıyor. Birkaç gün Akçakoca’da kalacağım.
Arkadaşımın evi boş bir alana bakıyordu, evde kaldığım süre içerisinde bu
alanda çalışan fındık işçilerini izleme fırsatım oldu. Toplanmış fındıkları
çuvallarla getirip kuruması için bu alana seriyorlardı. Mevsimlik işçiydiler.
Küçük çaylarda yıkanıyorlardı.
Akçakoca’daki Fındık İşçileri |
Burası tipik bir
sahil kasabası. Ceneviz Kalesi’ne gidiyoruz; bir kale ve kale içinde su sarnıcından
oluşan tarihi yapı, günümüzde mesire yeri olarak kullanılıyor. Biz de plajı
için geldik buraya, Karadeniz’in haşin dalgalarıyla boğuşurken bir yandan da denizin
içinde tanıştığım down sendromlu Şeyhmus’tan dalmayı öğrenmeye çalışıyorum.
Akçakoca'da Balıkçılar |
Sabahın erken bir saati Akçakoca’dan ayrılıyorum. Bulutlar, dağların arasından
akan nehirler gibi görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder