19 Şubat 2017 Pazar

trenle Ege yolculuğu; İzmir- Manisa

       
Trene


Vapurdan 



     













11/ 09/ 2008

Kadıköy’de, sarı balonun altında, Haydarpaşa’ya karşı feribotun kalkmasını bekliyorum. Feribotla Yenikapı’ya gidip başka bir feribota binerek Bandırma’ya yola çıkacağım. Feribotla başlayıp trenle Batı Anadolu’ya, Ege’ye devam edecek bir yolculuk.


Bu Defa Haydarpaşa’dan Değil, Haydarpaşa’ya Karşı Başlayan Bir Yolculuk

Yenikapı’dan kalkan feribottayım, yıllarca trenlere, trenlerle giden insan görünüşlerine öylesine alışmışım ki feribotu yadırgıyorum. Bana çok lüks geliyor, insanlar çok modern. Ellerinde magazin dergileri, muhabbetleri ya tüketim alışkanlıkları ya da modern iş dünyası. Trenlerdeki insanlara baktığımızda ise kıyafetleri yerel, konuşmaları kendi bölgesinin ağzı, geçim kaynağı ya çiftçilik ya hayvancılık ya da fabrika işçiliği. Ve bana Anadolu’yu anlatacak olan, yaşatacak olan bu insanlar. 

Dünyanın neresine gidersen git bu feribottaki burjuva alışkanlıklarına, hülyalarına sahip bu insanları görebilirsin ama dünyanın hiçbir yerinde Anadolu köylüsünün, emekçisinin benzerini bulamazsın.

Marmara Denizi’nin kuzeyinden güneyine ilerliyoruz, serpilmiş adaları ve gemileri bir bir geride bırakarak. İstanbul’u hiç bu kadar dışarıdan görmemiştim. İçindeki gürültü dışarıdan duyulmuyor. Bandırma İskelesi’nin yanı Bandırma Garı. Yeni yapılmış, estetikten ve yaşanmışlıktan yoksun bir yapı. 

Trenin kalkmasına da bir hayli var, istasyonun etrafında dolaşırken bağlama sesi duyuyorum, nereden geldiğini anlamak için etrafa baktığımda bir abi kürsüye oturmuş Pir Sultan Abdal türküleri söylüyor. Bir kürsü de ben alıp ilk önce dinlemeye sonra da yavaştan onlara eşlik etmeye başlıyorum. Alevi-Bektaşi türküleri çalıyor Ömer Abi. Kendisinin yazmış ve bestelemiş olduğu türküleri de dinliyoruz. Birlikte söylenen türkülerden sonra muhabbet Hallacı Mansur'a, Yunus Emre’ye, Hacı Bektaş Veli’ye geliyor. Bu önemli ozanlarımızın öğretileriyle büyümüş bir kültürün içine düşüyorum. Trenimiz gelmiş ve ben onlardan ayrılmak zorunda kalıyorum. Ama ruhum hala çalınan ve söylenen türkülerin güzelliğinde.


Ömer Abimizin Ellerine, Yüreğine Sağlık

                                  
19 Eylül Ekspresinin vagonları yeni vagon tipinde. Yani içi klimalı ve pencereleri de açılmıyor. Tren yolculuğunda pencereler açılmıyorsa, rüzgârı hissedemiyorsam yolculuğun güzelliğini doyasıya tadamıyorum. Rüzgâr iyice yüzüme çarpmalı, saçlarımı savurmalı, kirpiklerime bozkırların tozunu çalmalı. Kendimce çözüm yolları aramaya başlıyorum, arkaya doğru ilerleyince kondüktörlerin vagonuna geliyorum. Kondüktör bir abiden, kondüktör kabininde kalıp açılabilen pencerelerden fotoğraf çekebilmek için ricada bulunuyorum, trenin içinde görevde olacakları için rahat rahat fotoğraf çekebileceğimi söylüyor o da. Ve daha sonra da jeneratör vagonunun en arka kapısını açabileceğini söyledi. Yani en arkada trenden doğaya açılan kapı. Nasıl sevindim. Kapı kapanmasın diye de telle bağladı. Vagon çok sıcak ve çok gürültülü. Ama ben yine de en arka vagonda kapı açık bir şekilde gitmeyi tercih ettim. 

Raylar, istasyonlar, köyler, kentler önüme akıyordu. Öyle güzel ayrıntılar vardı ki; iki tarafı çamla kaplı yollardan geçiyorduk, çamların iğne yaprakları raylara dökülmüş sanki kahverengi bir örtü ile örtülmüş raylar, çam kokuları içeriyi dolduruyordu, sonra kavak ağaçları beyaz beyaz pamukçuklarını salmış sanki kar yağıyor sanırsınız. Bandırma’dan Balıkesir’e kadar tüm istasyon isimlerinin Osmanlıca yazılışlarının korunmuş olması beni çok sevindirdi. “Osmanlı dönemini hayal ediyorum bir an.

   
Ağaçlardan Oluşmuş Tünellerden Geçiyoruz, Raylar Kahverengi Bir Örtü İle Kaplı 


Susurluk İstasyonu, Anadolu’nun İki Farklı Tarihine Tanık
 
Manisa İstasyonu’ndayız,  yıllanmış çınar ağaçları var bu istasyonda, ne güzel. Bir de gövdeleri yarıya kadar kireçle boyanmış, daha da güzel duruyorlar. Annem de her baharda ağaçların gövdelerini kireçle badanalardı yarıya kadar, ağaçların badanalandığı o bahar günlerini çok severdim nedense. Manisa’dan sonra karanlık bastı, ben de kendi vagonuma geçtim, koltuğumdan kentlerin ışıklarını seyredebiliyorum sadece. 

Gece İzmir’de öğretmenevini arıyorum. Emekli öğretmenlerin kaldığı bir odada yer veriyorlar bana. Biraz sohbet ediyoruz, yorgunum ama. Sabah erkenciyim, öğretmen evinin denize bakan bahçesinde çay içiyorum. 



Öğretmenevi'nin bahçesinden

Aşağısı Odunkapı Mahallesi, olduğu gibi Rum evleri. Dikçe ve uzunca merdivenden Rum evlerinin arasına iniyorum. Evler eski ama hala dimdik ayakta, cumbalı, pencere demirlerine asılıp kurutulmuş biberler, Anadolu geleneğini yansıtıyor. Konak’a kadar etrafa baka baka iniyorum.


Ahşap Süslemeli Cumbalı Evler




Cumbadan Sokağa Bakan Kimse Kalmamış




İşçiliğin Güzelliği


Kurumuş Çiçek, Kurumuş Biber, Kurumuş Çamaşır


Aklıma Diyarbakır'da balkon demirlerinden kurutulan patlıcanlar geliyor ve kuru esen hafif rüzgârda o patlıcanların balkon demirlerine vurarak çıkardığı ses, bir Afrika kabilesinin müziği gibi gelir beni delirtirdi.

Vapur ile Karşıyaka’ya geçiyorum. Karşıyaka İstasyonu en sevdiğim istasyonlardan biriydi ama şuan metro çalışmasından dolayı yıkılmış, eski güzelim dokusu kaybolmuş. Çok üzülüyorum. İstasyonun yanındaki çay bahçesinde oturuyorum, bir abi Karşıyaka İstasyonu’nun eski ve güzel halini anlatıyor ve İzmir’in eski fotoğrafları görmem için Köfteci Erol’a gönderiyor beni, gidip dükkânı buluyorum, dükkân olduğu gibi İzmir’in eski halinin fotoğrafları ile dolu. Fotoğraflarla İzmir’in eski sokaklarında dolaşıyorum.

         
 İzmir, Türk Ocağı


  İzmir, Konak Meydan  

İzmir, Gümrük Caddesi
        
Köfteciden çıkmamla o dünya kapanıyor, ben yine modern İzmir’in sokaklarındayım, tekrar vapurla Konak’a geçiyorum, yük gemileri açıklarda. Bu kenti hiç sevmedim, bu kentte her şey tüketime yönelikmiş gibi geliyor bana, vıcık vıcık popüler kültür. Anadolu’da popüler kültürün hâkim olmadığı bir kent kaldı mı acaba, ana caddeler aynı, aynı tip alışveriş mağazaları, aynı tip restoranlar, yapay parklar, yapay ilişkiler, yapay insanlar…

Konak’tan Basmane’ye yürüyorum, Basmane 12 Eylül askeri darbesini protesto eden eylemcilerin buluşma yeri, hep beraber Gündoğan Meydanı’na yürüyoruz. Konuşmalar yapılıyor ve Nazım Hikmet’ten “Kadınlarımız” şiiri okunuyor.
            
       KADINLARIMIZ
Toprak öyle bitip tükenmez, dağlar öyle uzakta, 
sanki gidenler hiçbir zaman 
hiçbir menzile erişemeyecekti. 
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle 
Ve onlar 
ayın altında dönen ilk tekerlekti. 
Ayın altında öküzler 
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi 
ufacık kısacıktılar 
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında 
ve ayakları altından akan 
toprak, 
toprak, 
ve topraktı. 
Gece aydınlık ve sıcak 
ve kağnılarda tahta yataklarında 
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. 
Ve kadınlar 
birbirlerinden gizleyerek 
bakıyorlardı ayın altında 
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. 
Ve kadınlar 
bizim kadınlarımız: 
korkunç ve mübarek elleri 
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle 
anamız, avradımız, yarimiz 
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen 
ve soframızdaki yeri 
öküzümüzden sonra gelen 
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız 
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki 
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda 
ışıltısında yere saplı bıçakların 
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan 
kadınlar, 
bizim kadınlarımız 
şimdi ayın altında 
kağnıların ve hartuçların peşinde 
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi 
aynı yürek ferahlığı, 
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. 
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde 
ince boyunlu çocuklar uyuyordu. 
Ve ayın altında kağnılar 
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru. 

 “Kadınlarımız olduğu sürece daha nice Erdallar, Denizler, Mahirler doğacaktır.” umuduyla bitiyor miting. 

Mitingler aynı zamanda uzun zamandan beri göremediğim arkadaşlarımı görmem için de anlamlı oluyor. Seçkin ile buluşuyoruz, üniversitede birlikte okuduğumuz, siyah beyaz fotoğraf çekmeye ve tren yolculuklarına birlikte başladığımız, uzun ve yoğun bir arkadaşlık. Uzun süreden beri görüşmemiştik, muhabbet derinleşiyor. Ne zaman Seçkin ile buluşsak muhakkak birbirimiz için biriktirilmiş bir şeylerimiz olur, onlar verilir ayrılırken. Seçkin Muğla’ya dönüyor, ben de Akhisar’a. 

Üniversiteden başka bir arkadaşımın, Aysel’in yanına gidiyorum. Akhisar’da öğretmen. Üniversitede 1. sınıftan beri tanışıyoruz. Aysel, Adıyaman’ın Tetirli Köyü’nden çıkıp Ankara’ya gelmişti, üzerinde basma bir elbise, saçları iki belik, ayağında botlar ile çok orijinal bir görünümdeydi. Aysel sürekli şiir okurdu, Cemal Süreyya hastasıydı. Geç saate kadar muhabbet ediyoruz. En güldüğümüz anımız:

İkimiz de Anadolu'nun farklı bir köyünden çıkıp Ankara'ya gelmişiz. Bir gece Sakarya Caddesi'nde dolaşırken bara girdik. İkimizin de ilk bar deneyimi. Çay istedik, barmen, buranın bar olduğunu, çay bulunmadığını söyledi bize. Biz de cesaret edip birer bira söyledik. Biralar bitince sokağa çıktığımızda Aysel bağırıyordu: "Artık beni Ganj Nehri bile temizleyemez."


Sabah da özenle hazırladığı kahvaltıyı muhabbetle yapıyoruz. Öğleden sonra Akhisar’da dolaşmaya çıkıyoruz. Aysel’in en yakın arkadaşı kitapçı Osman Abi'ye uğruyoruz. Yaşı bir hayli geçkin olmasına rağmen yaşam dolu bir insan. 


Akhisar'da Bir Kitapçı, Yıllar Sonra Tekrar Kitapların Arasında

Akhisar İstasyonu’na geliyoruz, yan tarafta küçük bir çay ocağı. Çayımızı yudumlarken istasyonun önündeki buharlı trene gözüm ilişiyor. Boyanmış, yepyeni gözüküyor. Anadolu coğrafyasının emektar buharlı trenleri şimdi birçok Anadolu kentinin istasyonunda sergileniyor. Tren geliyor, istasyonlarda geride bıraktıklarıma hoşça kal demek için nakışlı mendilimi çıkarıyorum, Aysel mendilin sallandığını görünce basıyor kahkahayı. 

Tren hareket ediyor, ben kondüktör kabinine gidiyorum, bomboş, hava kararana kadar burada kalıyorum. Balıkesir’den Bandırma’ya kadar tüm istasyonlar taş bina. 


Taş Bir İstasyon ve Osmanlıca'nın Taştaki Estetiği


Trenimizin Geçişini Bekleyen Traktör Kasasındaki Küçük Kız

Kafamı camdan çıkarıp uzun bir süre batan günü izliyorum. Doğudan dolunay doğuyor. Ay, Manyas Gölü’nün üzerindeki yakamozları ile daha bir güzel görünüyor. Kuşları görmeyi çok isterdim, o uzun göç serüvenlerinin acaba hangi zaman diliminde gelip de burada konaklıyorlar?  Dışarıda lodos var, bu havada feribota binecek olmak tedirgin ediyor beni. Hareket ediyoruz, ama feribot öyle bir sallanıyor ki. Kısa süre sonra anonslar yapılmaya başlıyor doktor olup olmadığına dair. Neyse ki o ürkütücü lodosta İstanbul’a zor bela atıyoruz kendimizi.



Pembe; Feribotla, Mor; Trenle Gittiğim, Yeşil; Gezdiğimdir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...