21 Şubat 2017 Salı

dağların arasında bir köy evinde kış tatili... Salıcık Köyü














23/ 01/ 2009
Güney Ekspresi

Karne telaşının ardından apar topar yapılan bir hazırlıkla çıkılan yolculuk. Benim gibi tren, yol, doğa sevdalısı arkadaşım Yalçın ile Haydarpaşa’dan yolculuğumuz başlıyor. Yaşamı, insanı, doğayı yolda, yolculuklarda tanıma derdindeyiz. Baktığımızda ne kadar edebi ve felsefi bir düşünce… Ama bu yolculukta, böyle düşündüğümüzden dolayı pişman olacağımız küçük bir velet ile karşılaşacak ve uzun bir süre bu yolculuk bize zehir olacaktı... 

Tanımaya, anlamaya çalıştığımız küçük insan Yusuf, 5 yaşında. Gece boyunca anlamasız istekleriyle bizi çileden çıkaracaktı; kompartımanda tüm kuralları o koyuyor, annesi ile babasını parmağının ucunda oynatıyor, hiçbir şekilde diyaloğa girmiyor, elindekini paylaşmasını bilmiyor, özür dilemesini ise hiç bilmiyor. Bu sebeplerden dolayı kimse onunla arkadaşlık da kurmuyormuş. Kitap okumak istiyoruz olmuyor, onu sakinleştirmek istiyoruz olmuyor. Kompartımanın altını üstüne getiriyor, yastıklar havada uçuşuyor. Çok da zeki bir çocuk… “Ben ağacım beni kesin” diyor. Annesi onu sakinleştirmek için; “hayır, biz senin o güzel meyvelerini yemek istiyoruz.” diyor. Asabiyetten ve saldırganlıktan hiçbir taviz vermiyor. 

Annesi renk oyununu başlatıyor, kompartımanın içinde sarıyı bulmasını istiyor. Renk oyunu benim de ilgimi çekiyor, ben de katılıyorum, bu oyunla da bu çocuğu sakinleştirip uyutmanın yolunu bulamazsak sabaha kadar perişan olacağız gerginlikten. Oyunu kompartımandan dışarıya taşıyoruz. Karanlık ve renk, biri varsa birinin olması mümkün değil ama Yusuf bize bunu da yaptırdı, karanlıkta renk arıyoruz. Neyse ki Yusuf söylediğimiz; yeşil, turuncu, kırmızı renkleri gösterebilmek için ışıklı köyleri, kasabaları, kentleri beklemek zorunda kalacaktı bu da bizi dinlendirecekti. En son moru sorduğumda dışarıda bulamayınca boyama kitaplarını çıkarıp orada bulduğu moru kabul ettirmeye çalışıyor. Sonra beyaz rengi soruyoruz ve bunu da rüyasında bulmasını istiyoruz, kabul ediyor, yatakları açıyoruz. Yusuf uyumaya çalışıyor. Uyandığımda Yusuf'u göremiyorum, rüyasında beyazı bulup bulamadığını da soramıyorum.

Eskişehir’de başka bir aile biniyor, hemşire bir kızın anne ve babasına sarılıp sarılıp “sizi çok özledim” sözleriyle uyanıyorum. Sabahı bu aileyle karşılıyoruz. Koridorda çaycı dolaşıyor. Kocaman alüminyum çaydanlıkta satılan çayın, böreklerimizin yanında kahvaltılık olarak iyi gideceğini düşünüp dumanı üstünde çaylarımızla Ankara’ya giriyoruz. Aile iniyor, endüstri mühendisliği öğrencisi bir arkadaş biniyor, onunla muhabbet tarım politikalarından açılıyor, uzun bir süre İsrail’in ürettiği hibrit tohumların zararı üzerine konuşuyoruz. 

Neolitik Çağ’dan beri yani 7.000 yıldır, Anadolu'nun ilk çiftçilerinden günümüze kadar gelen yerel tohumlarımız tehlike altında. Bu tehlike gerçekten çok fazla kaygı verici… Bu benim fazlasıyla üzüldüğüm bir konu. Kendimce buna naçizane bir önlem olarak -ki İstanbul gibi büyük bir metropolde yaşayan biri olmama rağmen- köylülerden topladığım tohumları köylülerin usulüyle çıkınlara koyup bir teneke kutuda saklıyorum. Mevsimi geldikçe de saksılarda yetiştirmeye çalışıyorum, 7.000 yıllık kültürün taşıyıcısı olmak ve Anadolu'nun kendi tohumuna sahip çıkmak için.

Öğrenci arkadaşımız Kayseri’de indi, Kayseri’de öğrenci Diyarbakırlı bir genç bindi. Tren yolculuğuna aşina. Hava kararmadan herkes zulasındaki yiyeceği çıkardı, Kayseri istasyonundan aldığımız haşlanmış yumurtalar sofrada, biberler de çok lezzetli. Kızılırmak yanımızda akıyor, o batıya biz doğuya. Anadolu coğrafyasında akan en uzun nehir…  Bize de Kırıkkale- Sivas arasında uzun bir süre eşlik edecek. Kitap okuduk biraz, sonrasında üç kişi film izledik. 

Filmi daha yarılamamıştık ki yaşlı bir amca ile oğlu geldi ve üç tane de çuval kompartımanın ortasında. Hatemi Amca 80’inde, oğlu da 25 yıllık öğretmen, bu çuvallardaki giyecekler de Kurtalan'daki öğrencilere gidiyormuş. Hatemi Amca hoşsohbet, eskilerden anlatıyor, ara ara Pir Sultan Abdal’dan şiirler okuyor. Öğretmen oğlu biraz garip, muhabbeti nasıl yapıyor ediyor, kendi çocuklarını övmeye getiriyor. Biz yaşlı amcayı dinlemek istiyoruz, muhabbet başka bir yere kayıyor yine. Hatemi Amca’yı dinleyemeyeceğiz anlaşılan, bir iki saat yatıyoruz. Hatemi Amca, Hekimhan'a gelince bizi uyandırıyor ve gecenin geç saatinde Karacaoğlan şiiriyle uğurluyor bizi. Hekimhan'a indiğimizde incecikten bir kar yağıyordu. Uzun dik bir yokuşu nefes nefese tırmanıyoruz. Gecenin 03.00’ü. Öğretmenevine gidiyoruz, sesimizi kimselere duyuramıyoruz. Uyanan kimse yok. 

Aslında sabahı beklemek, alışveriş yapıp köye öyle gitmek istiyoruz. Çünkü köyden sadece pazarın kurulduğu iki gün Hekimhan'a dolmuş kalkıyormuş. Ama kalacak bir yerimiz de yok. Taksi çağırıp köye yola çıkıyoruz,  yolun bir kısmında sis bastırıyor. Sis kalktığında Salıcık Köyü, bir çukurun içinde birkaç sokak lambasının ışığıyla karşımızda… Ama yol dolambaçlı, in in bitmiyor, iki yanı kavaklı bir köy yolundan giriyoruz. Taksi, etrafında ev olmayan iki katlı bir evin önünde duruyor. Sobayı yakıyoruz, içerisi ıssıcacık. 

Sabah uyandığımda perdeyi açıp da her yanımın dağ olduğunu görünce aklıma Cemal Süreyya'nın dizeleri düşüyor:
“Tanrım, siz Anadolu’yu çocukluk günlerinizde mi yarattınız?” 

Cemal Süreyya için Anadolu, bir çocuğun hayalleri kadar güzeldir ki benim için de öyle. Dağların içinde bir köyde uyanmak, benim için bir duygu karmaşası. İnsanın çocukluğundan beri dağlara uyanması nasıl bir duygu bilmiyorum. Ben hep ayçiçekli ovalara uyandım ve çocukluğumdan beri hep sonsuzluk duygusu büyüdü içimde. Peki, dağlara uyanmak bir çocuğun içinde hangi duyguları yeşertir, besler acaba, bileniniz var mı? 


Salıcık Köyü'nün Etrafını Çeviren Dağlar


Dağlara Yaslanmış Salıcık Köyü

Salıcık köyü, 20- 30 haneli bir köy ve bir vadinin birbirine bakan iki yamacına kurulmuş. Köy içinde geziyoruz. Köyde yaşam belirtisi yok neredeyse, zaten köylüler yazın kayısı işi için gelip kışın Mersin'e, Tarsus'a gidiyorlar. Bir kış günü köylülerden biri köye gelmiş ve köyde kimseyi bulamayınca köyün girişine "Satılık Köy" yazmış.


Kaldığımız ev vadinin bir yamacında;


Kaldığımız Köy Evi, Kayısı Ağaçları Arasında 


Kaldığımız Evin Alt Katı, Kapısına, Penceresine Kurban

Vadinin diğer yamacında teyzenin evine ziyarete gidiyoruz. Hava kararmaya yüz tutunca patika yoldan aşağıya iniyoruz. Vadiden, kışın da bereketiyle akan coşkun bir su… Raylardan yapılmış köprüden geçiyoruz ve taraçalandırılmış yamaçtan yukarıya tırmanıyoruz. Ayakkabılarımız tüm çamuru toplamış, koca bir top ayakla yokuşu da tırmanmak zor oluyor. Kayısı ağaçlarının arasından ilerliyoruz. Zifiri karanlığın içinde teyzenin evi. Gece taş oynayarak, muhabbet ederek geçiyor. Teyzenin oğlu Adış bizi el feneri ile geçirecek, bir hayli tedirginiz çünkü geceleri yaban hayvanların; ayıların, kurtların, domuzların köye indiğini biliyoruz. Fener sadece önümüzü aydınlatıyor, yanımızda yöremizde ne var görmek mümkün değil. Ana yola çıkınca biraz olsun aydınlanıyoruz.

Sabahın 06.00’sında kalkacak olan dolmuşla Hekimhan’ın pazarına gitmeyi düşünüyorduk ama geç saate kadar kitap okuyup da uykuya dalınca kalkamadık. Evde ekmek de yok, bir sonraki dolmuş beş gün sonra kalkacak. Öğleden sonra çörek yapmak için hamur tutuyorum, kabarması için de sobanın arkasına sıcak bir yere koyuyorum. Dışarıya, gezmeye çıkarken teyzenin oğlu Adış’la karşılaşıyoruz. Birlikte bahçelere, çaya, kuyulara, sazlıklara, eski değirmene, ağaçlara, çamur yollara gidiyoruz. Değirmenin kapısı kilitli, bir dönem insanların tahıllarıyla gelip un ile döndüğü yermiş. Eve döndüğümüzde kabarmış hamuru küçük küçük çörekler halinde yağda kızartıyoruz. Hekimhan'a gidene kadar ekmeğimiz bu oluyor.


Eski Değirmen

Değirmenin  Yanındaki Ağacın Kökü. Kök, Yavrusuna Kolunu Atan Anne Gibi


Değirmenin Suyunun Geldiği Dere  

Ne zaman şehirden köye gitsem iki dünya arasındaki uçurum beni allak bullak eder. Özellikle şehirdeki uyarıcı bombardımanından köydeki sessizliğe geçiş beni bir iki gün sarsar. Buraya gelince de aynı şeyi yaşıyorum, günlerimi daha çok içe kapanık bir eylemsizlikle ve uyuyarak geçiriyorum. Ev, köyün tek asfaltımsı yoluna bakıyor, bazen ellerinde sarkan tavşan ölüleriyle avcılar geçiyor. Bir akşamüstü köyün girişindeki kavaklıklı yola yürüyoruz. 


Etraftaki Köy Evleri


Ben de Köyün Çobanı Edasında

Yağmur da çiseliyor, aldırmadık. Kavakların arasında, yağmurun altında yürümenin keyfindeydik. Yağmur birden bastırınca sırılsıklam olduk. Bahçesinde bir şeylerle uğraşan bir amca bizi hemen içeriye aldı. Montlarımızı, çoraplarımızı sobanın etrafına koyup kurutmaya başladı. Eşi Göğer Teyze de çayla birlikte bir şeyler hazırlamış getirdi. İkisi de dünya tatlısı insanlar. Sonra okey masası kuruldu, Göğer Teyze de dâhil okeye oturduk. Salıcık Köyü’nde kahve yok, dolayısıyla evlerde oyun oynanıyor daha çok. Göğer Teyze köylü şivesi ile okey oynamaya çalışıyor, kocası Hüseyin Amca iyi oynayamadığı için kızdığında “ni idiyim taş gelmiy.” diye karşılık veren hali gerçekten keyifliydi. Kıyafetlerimiz kurumuş, karanlık çökmüş, akşam haberleri seyredilmiş, Hüseyin Amca’nın haberlerle ilgili muhalif yorumları dinlenmiş artık bizim de gitme vaktimiz gelmişti. 

   
Köyün Giriş Yolu


Köyün Girişindeki Kavaklı Yol 

Dağlara Doğru, Etraf Kayısı Ağacı, Baharı ve Yazı Bekliyor
       
Nihayet cuma günü geliyor, pazartesi sabahı Hekimhan'a kalkan köy dolmuşunu kaçırınca sabah erkenden köy durağındayız. Köy ahalisi ile ilk görüşmemiz, köy dolmuşu geliyor, doluşuyoruz. Haftada sadece iki gün ilçeye araba kalkıyor, onun dışındaki zamanda köy halkı dağlarıyla ve yaban hayvanlarıyla baş başa. Arguvan türküleriyle dağları tırmana tırmana yol alıyoruz. Çorbacıda kahvaltımızı yapıyoruz, öğretmenevinde sabah haberlerini dinliyoruz, biraz da kitap okuyarak zaman geçirdikten 



Hekimhan'ın Kerpiç Evleri


Kerpiç ve Yazı, Ne Kadar Yakışıyor Birbirine


Hekimhan'ın Sokaklarında Kış

Çarşıda dolaşırken gecenin bir vakti, birden gözüme dükkânlardan birinin üstünde Sümerbank yazısı çarpıyor, nasıl heyecanlanıyorum. 20 yılı geçkin bir süredir Sümerbanklar, Cumhuriyet tarihimizden silindi, tabelasının hala duruyor olması da Sümerbank tutkunu birinin tarihe sahip çıkma düşüncesi herhalde. 

Eğer 1933 ile 1987 tarihleri arasına giriyorsa yaşamınızın bir dilimi, Sümerbankların güzelliğine tanık olmuşsunuzdur. Atatürk’ün kurduğu en güzel endüstriyel kuruluşlardan biriydi Sümerbank ve Anadolu kadının dallı çiçekli basmalarının, Anadolu erkeğinin mavili-beyazlı çizgili pijamalarının satıldığı yerlerdi. Benim de çocukluğumun, Sümerbank’ın son yıllarına denk gelmiş olması şimdi düşündüğümde bana gerçekten çok fazla şey katmış. Babamın memur olmasından dolayı bayram alışverişlerimiz için bize verilen kuponlarla basma, divitin, pazen alabiliyorduk, bu kumaşların güzelliği bir yana bir de annemizin onları dikip bitirmesi için geceler boyunca Singer dikiş makinesinin başında heyecanla bekleyen halimiz, şimdi unutamadığım bir anılar demeti. 


Aynı zamanda ilkokula başladığımızda önlüklerimizin, okul ayakkabılarımızın alındığı ve şimdi bile hala kokusunun burnuma geldiği, top top kumaşların raflarda üst üste dizildiği mekânlardı. Cumhuriyet döneminin bu en anlamlı endüstriyel mirası da özelleştirmeler kapsamında yok edilenlerden. Aslında sadece Sümerbanklar gitmedi, Sümerbanklar ile birlikte bir yaşam felsefesi, bir hayata bakış anlayışı, bir sosyal ilişki tarzı tarihe karıştı.


Tabela Olarak Da Olsa, Cumhuriyet Tarihini Hafızalarda Canlı Tutuyor

Hekimhan’ın kış ortasındaki küçücük pazarına çıkıyoruz. Yağmurun altında sebze meyve alışverişimizi yapıyoruz. Köy dolmuşunun kalkacağı meydana geldiğimizde gözüme restorasyon halinde Taş Han çarpıyor, gezmemiz mümkün olmuyor. Dolmuşu beklemek için bakkala giriyoruz, bakkal sahibi dükkânın yarısını sedirlerle kaplayıp bekleme salonu yapmış, civar köylüler dolmuşlarını burada beklesinler diye. Farklı farklı köylerden insanlar burada bekleşiyor. Havadisler alınıyor, havadisler veriliyor. Köy dolmuşu yine yolda, Arguvan yolunda epey ilerledikten sonra sola sapıyoruz ve kavakların arasından köye giriyoruz. 

Köyde birkaç gün daha geçiriyorum. Kimi zaman kaldığımız köy evinin bulunduğu yamaca tırmanıp kayısı ağaçlarının altında oturup karşı dağları izliyoruz, kimi zaman vadiyi geçip karşı yamaçtaki teyzenin evinden batan güneşi seyretmeye gidiyoruz, kimi zaman köy evlerinde okey oynuyoruz ve benim geri dönme zamanım geliyor. Tek başıma döneceğim. Hekimhan’dan taksi çağırıyoruz. Hekimhan istasyonundayım. Trenin iki saat rötarlı olduğunu öğreniyorum. Bekleme salonunda sobanın dibinde oturup bekliyorum, sağ olsun istasyon görevlisi çay getiriyor. Gece ıssız, tren karanlığın içinden geliyor. Yerimi bulmaya çalışırken baktığım kompartıman içlerinde o kadar ilginç karelere tanık oluyorum ki; kimi ışığını söndürmüş yatmış uyumuş,  kimi ortaya sehpa yapmış yemeğini çıkarmış yiyor,  kimi ocağı ortaya koymuş, biber kızartıyor,  mis gibi bir biber kokusu sarmış ortalığı, kimi yere battaniye sermiş birbirine sarılmış uyuyor, kimi 6 kişilik yere 10 kişi sığışmış…  Kutu kutu odalar ve kimse birbirinden haberdar değil, raylar üzerinde gece vakti taşınan yaşamlar… Güney Ekspresi’nden insan manzaraları… İçim dolu dolu insan doldu…

Boş bir yer buluyorum, kondüktör Sivas'a kadar biletimi kesiyor, Sivas’ta inip biletimi alacağım. Uyumamam lazım, açıp kitap okuyorum. Gecenin yarısında ve soğuğunda inip biletimi alıp su dolduruyorum. Sabah uyandığımda uçsuz bucaksız çorak topraklardan geçiyorduk. Tren Ankara’dan sonra devam etmeyecekmiş, hızlı tren denemesi yapıldığı için. Ankara- İstanbul arası tüm tren seferleri iptal. Japon bir sevgili de İstanbul yolcusu, birlikte Ankara gardan çıkıp Ankara otogara gidiyoruz. Otobüs yolculuğu boyunca saçma sapan bir sürü dizi izlemek zorunda kalıyorum. Canım sıkılıyor. 



Trenle Gittiğimizdir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...