28/ 03/ 2009
Bisikletle ilk şehir dışı yolculuğum, yanımda Yalçın. Sabah, Kartal’dan kalkıp Yalova’ya giden feribottayız. Yarım saatlik bir yolculuk sonrası, İstanbul tam karşımıza düşüyor. Yalova’da şehrin içinde fırın arıyoruz, Sudüşen Şelalesi’ne varınca ekmek arası bir şeyler yiyebilmek için. Şehir içi trafiğinden kurtulup bir süre deniz kenarında gidiyoruz, deniz kenarında bisiklet kullanmak da ayrı bir keyif. Sahilden ayrılıp Termal yoluna sapıyoruz. Yolun iki tarafında yıllanmış çınar ağaçları, biz de çınar ağaçlarının altında, kaldırımın üstünde pedal çeviriyoruz. Sıra sıra müstakil evlerin, baharda ekilmek için hazırlanmış fidan seralarının önünden geçiyoruz.
Gözlüklerim Tabi ki Bisiklet Gözlüğü Değil |
Dağlara |
Tırmandığımız rampanın yorgunluğunu atmak için kışın çıplaklığını taşıyan bir ormana giriyoruz. Gökçe Barajı’na doğru inişe geçtiğimizde yol kenarında bir grup gence selam veriyoruz, arkamızdan gençlerden biri bağırıyor:
—Siz bisikletle Hindistan’a giden çift değil misiniz?
Ağzından bal damlıyor, bu ne güzel bir benzetme, birden içimi umut ve mutluluk kaplıyor, bu duygularla arkaya dönüp sesleniyorum:
—Biz değiliz ama amacımız o.
Evet, hayalimiz bisikletle Dünya turu. Yani bu gezegeni kendi emeğimizle, kendi bedenimizin ve ruhumuzun gücüyle dolaşmak… Kara parçalarında yaşayan tüm canlıları görmek, tüm kokuları koklamak, tüm tatları tatmak ve bu gezegenden evrene koro şeklinde yükselen tüm dillerin içinden geçmek… Bisikletle…
Yolun daha çok başındayım, bisikleti alalı daha birkaç gün olmuş ve Kartal’ın dümdüz sahil yolunun dışında bisiklete çocukluğumdan beri doğru düzgün hiç binmemişim.
Girdiğimiz Ormanda Bisikletlerimiz De Dinleniyor |
Yol Kenarından Topladığımız Çiçekler de Bagajımızda |
Barajın kıyısından gidiyoruz bir süre. Oradan zorlu ilk tırmanışla Üvezpınar mahallesine çıkıyoruz. Çarşının içinde yol üçe ayrılıyor, hangi yöne gideceğimizi bilmiyoruz, bakkala sorduğumuzda bize yokuşlu yolu gösteriyor, bu da benim psikolojik olarak çöküşüm oluyor, fiziksel çökmeyi ise ilerleyen süreçte yaşayacağım.
Bisikletten inip bisiklet elimde yokuşu çıkmaya çalışıyorum. Bu böyle kilometrelerce sürüyor. Bir yandan sıcak, bir yandan yokuşun yorgunluğu, bir yandan bisikletle yokuşu çıkamıyor oluşumun bende yarattığı moral bozukluğu ama en kötüsü de ben bisikletle çıkmaya çalışırken, nefessizlikten ciğerlerim patlayacakken Yalçın'ın yokuşu en tepeye kadar çıkması sonra inmesi sonra tekrar çıkması, daireler çizerek etrafımda dönmesi beni çileden çıkarıyor. Kendimi son nefesini vermek üzere olan biri gibi hissediyorum, Yalçın da etrafımda son nefesimi bekleyen akbaba gibi. Yalçın benimle bir hayli dalga geçiyor, ama yılmamam lazım. Saçlarım rüzgârla uçuşup gözüme, ağzıma giriyor. Bu yorgun ve sinirli halimle saçlarıma düşman kesiliyorum, bir makas olsa kısacık keseceğim onları. Bisiklet elimde tırman tırman bitmiyor. Yolda bir araçla karşılaşıyoruz, şelaleye ne kadar kaldığını sorduğumuzda, daha yolun olduğunu ve vazgeçmemizi salık veriyorlar. Hayır bu ilk bisiklet yolculuğumda vazgeçmek sonrası için bende cesaretsizliğe yol açabilir o yüzden devam etmeliyim.
Tırmandığımız Bir Yokuşun Manzarası |
Yeni Filiz Vermiş, Yeşillenmeyi Bekleyen Ağaçlar |
Düğüm Gibi |
Upuzun öldüren yokuşun ardından upuzun bir iniş geliyor. İşte bisikletin keyfi, rüzgârı tüm vücudunda hissediyorsun, kokular harmanlanmış olarak beynime ulaşıyor. Ormanda ilerliyoruz sürekli. Baharın kendini hissettirmesiyle ağaçlar filiz (murç) vermiş, bu yüzden de sanki bordo renginde bir örtü kaplamış ormanın üstünü. Tepelerde hala kar var. Bir çeşmede mola veriyoruz, su içiyoruz kana kana. Kimi yokuş, kimi iniş Sudüşen Şelalesi’ne varıyoruz. Şelalenin altına giden köprüyü su alıp götürmüş, şelaleye yaklaşamıyoruz. Şelaleden gelen derenin kenarına oturuyoruz, etrafa suyun gök gibi gürüldeyen sesi hâkim. Oturduğumuz dere kenarında ağaçlar hep yosunlu. Yalçın ateş yakmaya çalışıyor, bir şeyler pişirmek için, ama dallar, yapraklar ıslak, yanmıyor. Açlığımızı peynir, ekmekle bastırıyoruz. Şelalenin döküldüğü üst kısma çıkıyoruz patika bir yoldan, yukarıdan gelişi pek coşkun değil ama dökülürken çok ses çıkarıyor.
Sudüşen Şelalesi |
Apak Sudüşen Şelalesi |
Şelalenin Deresi ve Yosunlanmış Kayalar |
Kayaları, suyun dökülüşünü seyrettikten sonra yola çıkıyoruz. Gelirken bana işkence gibi gelen yokuşlar, şimdi ormanı doyasıya seyrettiğim, rüzgârın serinliğini tüm vücudumda hissettiğim yerler oluyor. Kana kana su içtiğimiz çeşmeye geliyoruz, önünde küçük de olsa bir alan. Ateş yakmaya çalışıyoruz, taşlarla küçük bir alanı örünce, içini kuru dallarla ve yapraklarla dolduruyoruz ve bir kıvılcım ile güzel bir ateşimiz oluyor. Yaş bir dalı da çakımızla yonttuktan sonra sucukları şişe geçirir gibi geçiriyoruz.
Sucuk Ustamız Yalçın |
Yediğim bu ekmek arası sucuk dünyadaki en leziz tat gibi geldi bana. Yemeğin rehaveti ve yorgunluk ile yüzüstü çimlere uzanıyorum. Burnumda mis gibi bir çim kokusu, etrafta kuş sesleri, ıssıcacık bir bahar güneşi. Ruhum sağalıyor. Sanki doğanın bir parçasıyım; çimlenmiş bir toprak, rüzgârda hafif hafif sallanan bir kavak, akan bir dere, uçuşan bir bulut, kırda mis gibi kokan bir papatya… gibiyim. Bu yolculuk ruhuma çok iyi geldi, şu an yorgunluktan bedenimi topraktan ayıramasam da.
Güneş iyice inmeden tekrar yola koyuluyoruz, inişi bol bir yol. İnişin ve hızın rüzgârında ilerliyoruz. Dönüş daha kolay oluyor ama yine de karanlığa kalıyoruz. Yalova’ya gelir gelmez deniz otobüsü hareket ediyor, Kartal’dayız. 40km’lik bir yol ile ilk yolculuğu sonlandırıyoruz. O yorgunlukla kendimi eve, yatağa nasıl attım bilmiyorum.
Dönüş yolunda karşımıza çıkan eşsiz manzaralar ve renkler;
Her Bir Yanından Filiz Vermiş Ağaçlar |
Gökçe Barajı’nda Gün Batımı Renkleri |
Gökçe Barajı'na Yansıyan Dağlar, Bulutlar |
Pembe; Feribotla, Mavi; Bisikletle Gittiğimizdir |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder