Otobüsten |
Bu defa yolculuğun
tekerleğinin döndüğü yer Haydarpaşa değil. Otobüsle İstanbul’dan çıkıyorum, Ankara
Gar’dan 23.00’te kalkacak olan Karaelmas Ekspresi’ne yetişmem gerekiyor. Sabah,
güne erken başladığım için otobüse biner binmez uyumuşum. Gözümü açtığımda İzmit’in
Dilovası İlçesinden geçiyorduk. Dilovası, sanayi bölgesinde yer alıyor. Üretim
yapan fabrikalarda arıtma tesislerinin yeterli bir şekilde kullanılmamasından dolayı
zehrin bulut olarak havada uçuşup ciğerleri doldurduğu ve son dönemde kanser
vakalarının en fazla arttığı yerlerden biri. Dilovası; denizinden toprağına,
karıncasından insanına kadar sanayileşmenin kangrenleşmiş bir sorunu olarak
karşımızda duruyor. Hereke’den geçiyoruz, Hereke’yi neden bu kadar seviyorum
diye düşündüğümde sanırım el emeği halılarıyla bilinen, tanınan bir yerleşim yeri
olması beni etkiliyor.
Akşamüstünün ışığı
tüm doğaya hâkim olmuş durumda. Denizin rengi bir başka güzel, kentlerin rengi
bir başka hoşlukta. Otobüsün penceresinden görünen doğa tamamen pastel renklere
bürünmüş. Işık, ışığın yaratmış olduğu renkler, deniz beni sarhoş ediyor ve bu
sarhoşlukla bedenimi otobüs koltuğunda bırakıp da ruhumla görünen coğrafya
üzerinde bir gezintiye çıkıyorum sanki. Uçma hissi rüyalarımdan bildiğim, bana
fazlası ile aşina ve fazlasıyla sevdiğim bir his. Evet, bir kelebeğim sanki, parıltılı denizin, dalgaların, balıkçı teknelerinin, koca koca gemilerin
üzerinden karşıya geçmeye çalışıyorum, denizin üstünde hafif bir esinti ile
uçuyorum. İzmit Körfezinden karşıya geçip uzun süre sonbaharın kendini
hissettirmeye başladığı ormanda uçuyorum, uçuyorum, uçuyorum… bir kelebek
olarak…
Bedenim ise otobüs ile tünellerden geçiyor. Birinden bir
diğerine, İzmit’e kadar. İzmit- Adapazarı arasındaki sonbahar beni büyülüyor.
Toprağın üstü rengârenk yaprak örtüsü ile kaplı. Doğaya birbirinden güzel renkler
hâkim. Özellikle kavak ağaçları; alt kısımları yeşil, üstleri ise sarı. Doğa
bir renk cümbüşünde. Sanki bir ressamın fırçasından tuvale dökülmüş gibi.
Büyüleniyorum.
Sonbahar ve
ilkbahar; doğanın ölüm ve dirilişi üzerine düşünürken edebiyat öğretmeni olmaya
karar verdiğim anı hatırlıyorum. Lise sıralarında bir öğrenciyim, başımı sıraya
yaslamış uyumak üzere iken, edebiyat öğretmenimin Hasan Ali Yücel’in şiirinden
okuduğu iki satırlık alıntı ile irkiliyorum;
“Öldükten sonra
yakın beni savurun dağlara küllerimi
Her ilkbaharda
döneceğim size…”
Yaşamdaki döngü büyüleyici. Evren öylesine güzel bir ahenk
içinde ki. Ve Nazım Hikmet’in Afrikalı bir kadına seslenerek anlattığı bu
ahenk;
Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların
türküsünü dinleyebiliriz...
öyle güzel
öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların
türküsünü dinleyebiliriz...
Yaşamak ne güzel şey
TARANTA - BABU
yaşamak ne güzel şey...
Anlıyarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
YAŞAMAK...
Yaşamak:
birer birer
ve hep beraber
ipekli bir kumaş dokur gibi...
Hep bir ağızdan
sevinçli bir destan
okur gibi
YAŞAMAK…
TARANTA - BABU
yaşamak ne güzel şey...
Anlıyarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
YAŞAMAK...
Yaşamak:
birer birer
ve hep beraber
ipekli bir kumaş dokur gibi...
Hep bir ağızdan
sevinçli bir destan
okur gibi
YAŞAMAK…
Doğa, yaşamak öylesine güzel ki ama maalesef biz insanlık
tarihi boyunca bu yaşamı adil bir şekilde paylaşamadık, paylaştıramadık.
Hava kararıyor,
sonbaharın renkleri kayboluyor, biz Bolu Dağını tırmanmaya başlıyoruz. Trenin
kalkışına yetişemeyeceğim düşüncesinin gerilimiyle uyuyamıyorum da.
Yetişemeyeceğim anlaşılınca başka planlar çizmeye başlıyorum. Ankara’ya girer
girmez iniyorum, trenin kalkmasına 20 dakika var, gara da 20 km var. Taksi şoförüne
rica üstüne rica ediyorum ve 150
km hızla beni yetiştirmeye çalışıyor.
Sabah, kardeşime,
ölünce kalbimi üç parçaya ayırmalarını; bir parçasını doğduğum ve tarihte
birçok acının yaşanmış olduğu kasabamız Kaynarca’ya, diğer bir parçasını yakın
tarihte birçok acının yaşanmış olduğu Diyarbakır'ın Kulp İlçesi’ne, diğer bir
parçasını da Hicaz Demiryolu’nun Toros Dağlarında uzandığı 100 metre yüksekliğindeki
Varda Köprüsü’nün üzerindeki rayların arasına gömmelerini söylediğimi
hatırlıyorum. 150 km
hızın içinde kardeşime söylediğim bu cümleler aklıma gelince “vasiyetimi de
söyledim, herhalde bu hızla bir kazaya kurban giderim” diye düşünüyorum.
Sağ salim gara geliyoruz. Aklımda kardeşimin verdiği cevap "Abla bizi dirinle bir hayli uğraştırdın, bir de ne olur ölünle uğraştırma!" Hatırlayınca yine gülüyorum. Neyse şimdilik dirimle uğraşmaya devam etsinler.
Tren sevdalısı arkadaşlar beni
bekliyor, trenin kalkmasına az bir süre kalmış, biz de yerimizi alıyoruz. Bir
yandan muhabbet ediyoruz, bir yandan da kafalarımızı camdan çıkarmışız
gökyüzünü seyrediyoruz. Her yer pırıl pırıl yıldız. Hayyam’ın dizeleri düşüyor
aklıma;
Bu yıldızlı
gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Ülker Takım Yıldızı gökte
yüzyıllardan beri asılı. Denizcilere şans getiren bu yıldız, tren sevdalılarına
şans getirecek mi acaba? Gece yataklarımızda muhabbet ederken daha Kırıkkale
İstasyonu’na varmadan uyumuşum. Sabah 06.00’ydı uyandığımda. Karabük Demir
Çelik Fabrikası’nın içindeki Ülkü İstasyonu’ndaydık. Fabrikanın içinde, işçilerin inip bindiği bir istasyon. Raylar, yük taşıma amaçlı fabrikanın
içinden geçiyor.
Karabük İstasyonundan sonra en sevdiğim tren istasyonları
yeşilliğin içinde sıra sıra dizilecek. Ben de en arka vagona gidiyorum. En arka
vagonda, sağımda ve solumda rahatlıkla açacağım kapılardan sabahın seherinde
doğayı ve küçük yerleşim yerlerini seyredip fotoğraflayacağım. Gavlan (çınar) ağaçları arasındaki Kayadibi İstasyonunu görmeyi, fotoğraflamayı beklerken bu istasyonu kaçırmış olmama çok üzüldüm.
Filyos Çayı yol boyu bizi yalnız bırakmadı, sabahın serinliğine daha bir
serinlik kattı. Daha önce birlikte yolculuk yaptığımız Celal Abi karşıladı
bizi. Zonguldak’ın içinde kömürün temizlendiği yapıları, buharlı trenleri
gezdirdi.
Filyos Çayı Üzerindeki Küçük Köprüler |
En Son Vagondan Doğaya Açılan Pencere |
Yeşillikleri Dolanan Raylar |
Zonguldak limanında oturuyoruz kahvaltı için,
karşımızda “Erdeniz” adlı tren feribotu var, kocaman. Yüklü tren vagonları bu
feribota bindiriliyor ve Ereğli’ye deniz yoluyla taşınıyor. Yolculuğumuzun
birinci bölümü olan Ankara- Zonguldak arası tren yolculuğu ve Zonguldak şehir
turu bitmiş durumda. Otobüse binip Ankara’ya geliyoruz. Yolculuğumuzun ikinci
bölümü olan Ankara- Sivas arası gece tren yolculuğu için zamanımız var. Biz de
Ankara Gar’ındaki Buharlı Lokomotif Müzesi’ni geziyoruz. Lokomotif Müzesi’nden
birkaç kare;
Kömür Kazanına Kömür Dolduran Aracıyla, Buharlı Lokomotif. |
Kim Bilir Anadolu’nun Hangi Dağlarını Aştı Da Geldi? |
Kim Bilir Kaç Ateşçi, Kaç Makinist Bu Lokomotifte Çalıştı? |
Ve Ankara Garından ray görüntüleri, envai çeşit geometrik şekille...
Rayların Oluşturduğu Şekillerle Kelebek Figürü |
Birleşen Raylar… |
İç İçe Geçmiş Raylar… |
Hava karardıktan
sonra 4 Eylül Mavi treni hareket ediyor, üç arkadaş kaldık. Bir mühendis
arkadaşımız da İstanbul’dan Kayseri’ye uçakla gelecek ve bizim trene Kayseri’de
binecek. Bu tren yolculuklarını yapabilmek için otobüsleri, uçakları trenin
hizmetine koştuk. Kırıkkale’de yine uyuyakalmışım. Sabah uyanmak için 06.00’ya
kurmuştum saati. Erkenden de kalkıyorum.
Gün doğarken Sivas’ı görmek istedim, en
arka vagonda kapılardan birini açtım ve uyuyan Sivas’ı seyre koyuldum, henüz
bozkır ortasındaki küçük kasabalardan geçiyorduk. Bir kolumu, düşmemek için,
yolcuların trene binerken kullandığı demire geçirdim, bir elimle de doğan günün trenin pencerelerindeki, kasabalardaki renklerinin fotoğraf
çekiyorum.
Doğan Günün Işığında Yol Alan Trenimiz… |
Trenden sarkan bir halim var. Jack London’ın “Demiryolu Serserileri” adlı kitabından çıkmış bir karakter gibi hissediyorum kendimi. Biraz sonra yaşanacak olan olay, beni başkalarının da böyle algıladığını gösterir nitelikte. Bir süre sonra bozkırın ıssızlığında tren durdu ve lokomotiften inen biri arka vagona doğru koşmaya başladı, ben üstüme alınmadan fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Kondüktör dikiz aynasından en arka vagonda sarkan birini görmüş ve trenden sarkan bana, fırça atmak için treni durdurup gelmiş. İlk önce kulağımı aradı, saçlarımın altında kalmış kulağımı bulamayınca burnumu tuttu ve bana bir güzel fırça attı. Öğretmeninden azar işiten bir çocuk gibiydim. Trenleri çok sevdiğimi, amacımın doğanın, köylerin fotoğrafını çekmek olduğunu söyleyince biraz yumuşadı ve beni alıp makinist kabinine götürdü.
Ceza Olarak Getirildiğim Lokomotifin Penceresinden |
Bu ne güzel bir ceza idi, Kızılırmak'ı, bozkırı, Sivas'ın kavaklarını doyasıya seyrediyordum. Sivas'a makinist kabininde çayımı yudumlayarak giriyordum. Bir yandan da dikiz aynasına bakarak en arka vagondan sarkan beni hayal etmeye çalışıyordum.
Ah! Kızılırmak, Ah! |
Sivas'ın Bozkırı |
Düşündüğümde ruhumun Jack London’ın ruhuna ne kadar yakın olduğunu anlıyorum. “Demiryolu
Serserileri” Jack London’un otobiyografik bir romanı olarak geçer ve bu
romanında Jack London’ın bir yere bağlı kalamamak, yeni yerler görmek, yeni
insanlar tanımak, tren memurları, köylülerle kurulan iletişimler,, onların anlattığı hikayeler, macera arayışı, toplumu anlamaya çalışarak sosyolojiyi özümsemek gibi
düşüncelerini ileri sürerek böyle bir tarzda yaşadığından bahseder.
Baktığımda yolculuk yapma nedenlerimiz ne kadar da birbirine benziyor.
Sivas Garı’na
girerken ben çayımı yudumluyordum. Garda arkadaşlarla buluştuk. Sivas
çarşısında gezerken yol bizi Sivas Kongresinin yapıldığı binaya çıkardı, çok
büyük, çok güzel taş bir bina. Cumhuriyet’in kararlarının alındığı bu yerin
önemini hissetmeye çalıştık, hafızalarımızda kalan bilgilerle. Cumhuriyet de Anadolu’ya
buharlı trenlerle yayıldı. Atatürk’ün, buharlı bir lokomotifin çektiği, pencereleri
yarıya kadar inen bir vagonun camından Cumhuriyet’e bakan fotoğrafını hepimiz
hatırlarız herhalde.
Sivas Kongresinin Yapıldığı Bina |
Atatürk'ün Cumhuriyet'i Anadolu'ya Trenle Götürdüğü Anlardan Biri (1) |
Yolculuğumuzun
üçüncü bölümü için tren kalkmak üzere. Sivas- Samsun treninin en arka pulman
vagonundayız. Bu güzergâhta ilk defa yolculuk yapacağım. Vagonda bizden başka
hiç kimse yok, biz de istediğimiz gibi hareket ediyoruz. 22 binlik makine rampa
çıkarken çıkardığı sesle tüm ovayı dolduruyor. Tren çok uzun bir süre S çizerek
ilerliyor ovada. S çizerken de birçok kar tünelinden geçiyor. Bu bölgede çok
fazla kar tüneli var, kuytu yerlerde kar demiryolunu kapamasın diye yapılmış.
İstasyonlar, bekleyen yolcu kalabalıkları ile bir bir fotoğraf makinemin
hafızasında dondurulmuş birer kare olarak kalıyor. Yolculuğu sanki trenin dışında
yapıyoruz. Vagonun yarıya kadar indirilmiş penceresinden sarkmışız, ağaçların
dalları yüzümüzden geçiyor. Hızın yarattığı rüzgârın bir gün
yüzümü felç edeceğinden korkmama rağmen yıllardan beri açık tren camından başımı
çıkarıp doğayı seyretmeyi çok seviyorum.
Karadeniz’e yaklaştıkça demiryolunun
iki yanı yeşilleniyor. Kurplar (viraj) daha bir güzellik katıyor yolculuğumuza.
Amasya’dan geçiyoruz. Türkiye’de yolumun ilk defa düştüğü bir kent. Amasya İstasyonunda gözüme bir ray otobüsü
çarpıyor. Amasya ile Havza arasında çalışan bir otobüs. Otobüs ama karayolu
için değil demiryolu için. Bana şaşırtıcı geldi, ilk defa görüyorum.
Köy Sapağında Trenden İnen Yolcular |
Turhal’da Vagonlarda Yaşayan Demiryolu İşçilerinin Kış Hazırlıkları |
Turhal’da Treni Bekleyenler |
Yolculuk bitmek üzere ve ben her tren yolculuğu bitişinde hüzünlenir, içime dönerim. Yansımalara, çağrışımlara, yankılara... Yine oldu.
Tren Hangi Yola Sapacak? |
Trenin Aynasında Saçlarını Düzelten Ağaç |
Kayadan Yüzler Trenin Aynasında İzliyor Kendini |
İftar vakti
Samsun’a geliyoruz, hava kararmış, şehrin meydanındaki iftar çadırında yemek
kalmamış. Biraz sonra Rize’den gelecek olan otobüs bizi alacak İstanbul’a yola
çıkacağız. Yemek yemek için zamanımız yok. Otobüse bindiğimizde muavine yiyecek
bir şeyler sorduğumuzda bize iftar pidesi uzatıyor.
(1) Atatürk'ün Anıları, http://dauadk.blogspot.com.tr/p/ataturkten-anlar.html, Erişim Tarihi: Şubat 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder