4 Mart 2017 Cumartesi

Malatya'da kayısı işçiliğinden Dersim'de Munzur Festivaline, Adıyaman'da Nemrut Tanrılarından Gaziantep'te bir düğün halayına... tilili tilili...





13/ 07/ 2009
Vangölü Expresi 

Gün başka bir güne geçmek üzereyken Haydarpaşa’dan trenin kalkmasını bekliyoruz. Tren yolculuklarımda Haydarpaşa'ya çok öncesinden gitmek ve Haydarpaşa'da yolculuk eksenli insan öykülerini gözlemlemek, hissetmek en hoşuma gidenlerden. Yalçın ile erkenden Haydarpaşa'ya geldik. Amacımız Haydarpaşa'da vakit geçirmek. Yolculuğumuz Malatya Hekimhan'da Yalçın'ın ailesine kayısı işinde yardımcı olmak üzere başlıyor. Kayısı bahçelerinde çalışırken güneşten korunmak için Tahtakale'den aldığımız Meksika şapkalarımız da yanımızda.


Haydarpaşa Merdivenlerinde, Meksika Şapkalı Yorgun Bir Mevsimlik Amele

Kompartıman arkadaşımız gırtlak kanseri bir amca, delik olan boğazına bir alet tutarak iletişim kurmaya çalışıyor bizimle. Sonrasında bir üniversite öğrencisi daha geliyor kompartımana. Gece fazlasıyla ilerlediği için muhabbet uzamıyor, herkes uyuma derdinde, her zamanki gibi orta katta yatıyorum; köylerin, kırların, uzak ışıklı şehirlerin akışını yattığım yerden izliyorum. Gecenin bir vakti yağmur başlıyor, camlardan yağmur damlacıkları aşağılara süzülüyor. Ankara’ya kadar uyumuşuz, iki yolcunun gelmesi ile uyanıyoruz. Ankara’dan sonra muhabbet başlıyor, gırtlak kanseri amca mekanik sesiyle bir yarışma programı sunucusu edasıyla coğrafya, tarih bilgileriyle kompartımandakileri sınıyor. Bilgili bir amca, birçok ülkeyi gezmiş, birçok dil biliyor gel gör ki gırtlağından dolayı derdini anlatamıyor. 

Yalçın ile koridora çıkıyoruz. Pencereyi yarıya kadar indirip yüzümüze, doğaya uzanan kollarımıza vuran yaz yağmurunun keyfini çıkarıyoruz. Gökyüzü öbek öbek kurşuni bulutlarla kaplı, harika bir gökyüzü görünümü, karadan beyaza kadar tüm ara tonlar. 



Yaşamım Boyunca En Keyif Aldığım An; İndirilmiş Tren Penceresinden Coğrafyaları İzlemek

Çiftçilere, demiryolu işçilerine kolay gelsin diyerek aheste aheste ilerliyor tren. Sapsarı ovalar, akşamüstü güzelliğinde Kızılırmak, hasadı yapılmış veya hasat bekleyen tarlalar hep yanı başımızda. Bulutlardan dolayı akşam erken çöküyor. Kasabaların ışıkları bir bir yanarken Kızılırmak da ışıkları yüklenmiş gidiyor. Erkenden yatıyoruz, Sivas’ta çakan şimşeklerin sesleri kompartımanın içini dolduruyor. Sabah’ın 04.00’de tren karanlığın içinde duruyor ve ıpıssız bir istasyonda elinde fidelenmiş fıstık çamlarıyla iki kişi iniyor. İstasyonun bekleme salonunda Yalçın’ın babasını bekliyoruz. 

     
Trenimizin Ortasından Geçtiği Hasadı Yapılmış Tarlalar 



El Salladığımız Çiftçiler

Kolaylıklar Dilediğimiz Demiryolu İşçileri
   
Karanlık, köy yoluna düşüyoruz. Kimi zaman dağlara çıkarak, kimi zaman dağlardan inerek Salıcık köyüne ulaşıyoruz. Birkaç saat uyuyup kayısı işine başlayacağız. Sabah şıpır şıpır yağan yağmurun sesine uyanıyoruz. Köy, Salıcık Çayı'nın oluşturduğu vadiye kurulmuş, vadi yemyeşil, etrafımız çorak dağlarla çevrili. Yağmur yağınca iş yapamayacağımızdan yağmurun sesiyle uyuyoruz tekrar. 

Öğlende de kayısı işine başlayamadan evin ineği Sarı Kız kaçıyor. Yalçın Meksika şapkası kafasında, köy yollarında Sarı Kız’ın peşinde. Sarı Kız’ı ahıra bağladıktan sonra kayısı dökmeye başlıyoruz. Brandalar ağacın altına seriliyor, Yalçın çıkıp ağacı silkeliyor, biz de düşen kayısıları kasalara dolduruyoruz. İlk günden birçok çekirge, örümcek tanıdık oluyor. Normalde şehir yaşantısında çekindiğimiz böcekler içinde çalışıyoruz burada. Karıncalar her zamanki telaşında. Sabahları erken kalkıyoruz. Brandalar bir ağaçtan bir diğerine seriliyor, kayısılar tapır tapır dökülüyor, kasalara dolduruluyor, yokuş aşağı taşınıyor, islime koyuluyor. 


Kayısının Dalında Güzelliği


Toplanmayı Bekleyen Kayısılar


Kayısı, Eller ve Emek


İslim, iskeleti uzun tahtalardan yapılmış etrafı naylondan sarılmış, içine kasaların koyulduktan sonra kükürt yakılıp kapısı sıkıca kapandıktan sonra kayısıların yanan kükürt gazında pişmesini sağlayan, kayısıların uzun süreli saklanması için uygulanan bir yöntem.


Kasalar İslimin İçine Konulmuş, Ağzı Kumla Kapatılıyor
Kükürtle pişen ve terleyen kayısılar kasalarla tekrar dışarı çıkarılıp yere naylon muşambaların üstüne seriliyor ve güneşte kuruması bekleniyor. Kuruyan kayısılar kasalanıyor ve önümüze pırtlatmak yani çekirdeği çıkarmak için tekrar geliyor.

 İlk akşam Sarı Kız'ı ben sağmak istiyorum, bir heyecanla ama çok da beceremiyorum. Süt gelmiyor gelse bile az az, sağımda olması gereken ritmi tutturamıyorum. Oysa kerpiç evdeki anılarımdan bir tanesi de ineğimize dair. Kardeşimle annemin evde olmadığı zamanlar ineği sağıp sütünü satıp kendimize harçlık yapardık.

İneği Sağamayış Anım
Sabah kayısıları islimden çıkarıp güneşe seriyoruz, kuruması için. Gün içinde tekrar kayısı toplanacak ve kasa kasa islime yerleştirilecek.

 İslimden Çıkarılmış Kayısılar Güneş Altında Kuruyacak

Sarı Kayısılarla Köy Evi Daha Bir Güzel Sanki
Salıcık bir Türk Alevi köyü, ezan sesinin olmaması ilginç. Hane sayısı çok az köyde. Bakkal ve kahve yok. Köye gelir gelmez cep telefonunu işlevinin bittiği, alıcıların dağları aşıp da köye ulaşamadığı, teknolojiden uzak bir coğrafya. Herkes kayısı ile uğraşıyor; tarlalar, bahçeler, dağlar, taşlar, çatılar, yer gök hep kayısı. Yaşamın kayısı üzerinden değerlendirildiği bir zaman dilimi Salıcık’ta. 


Köy İçinden Görüntüler


Kayısı Emekçisi Bir Kadın


Babaannemiz, O da Kendine Göre Gün Kurusu Yapmış

Çatıda Güneşe Kayısı Açıyorum

Evin altından sulama yapmak için ark geçiyor. Kurbağa sesleri ile uykuya daldığımız, sivrisinek ve övezlerle uyandığımız ve harıl harıl kaşındığımız geceler. Övez, sivrisinekten daha küçük ve her yere girebiliyor, ısırdığında hem yakıyor hem de kaşındırıyor.


Cibindirik Dikiyorum, Dağlara Karşı, En Güzel Dikişlerimden


Kayısılara domuz dadanmış, kayısının dışını atıp çekirdeğini kırıp içini yiyor, ayı da dışını yeyip çekirdeğini atıyor. Aslında ikisi birlikte takılsa bir hayli karlı çıkarlar. Ayılar, domuzlar, sincaplar ve tavşanlar… 

Kayısıyı pırtlatma aşamasına geçtik. Ara ara misafirlerimiz geliyor, misafirler de çalışmaya katılıyor, otururken. Kürt Kızı misafirlerimizden, kayısı pırtlatırken yardım ediyor bize.


Köyün En Renkli Kadın Simalarından
Bir yandan ağaçları silkip bir yandan kayısıları islime atıyoruz, daha önceden islimden çıkarıp güneşte kuruyanları da geceleri pırtlatıyoruz. Ekmek de evlerde yufka şeklinde yapılıyor. Bir gün oturup sabahtan öğlene kadar ekmek yapıyoruz. Hala Sarı Kız’ı sağmaya çalışıyorum, ama çok yorucu ve başaramıyorum. 


Ekmek Yapıyoruz


Yalçın'ın Annesinin Ritmik Sağışı

Salıcık’ın  sokaklarında Mardinli ve Adıyamanlı mevsimlik işçiler koşuşturuyor. Geçen yıl bu zamanlar Diyarbakır’dan trenle gelirken tren yoluna kadar inen bu kayısı denizi beni çok şaşırtmıştı. Kayısı işçiliği pek bildiğim bir şey değildi ve bir yıl sonra o denizin içinde olacağımı da hiç tahmin edememiştim.

İşler biraz hafifleyince Salıcık’ın ilk yerleşim yeri olan dağ başındaki harabe şeklinde olmuş eski köye çıkıyoruz. Köy, Alevi olduğu için devletin baskısından dağlara sığınmışlar, sonra çayın geçtiği vadiye inmişler. Köyde kayısı içinde olduğumuz sürece bizi mahveden sıcaktan başka bir de sinirlerimizi alt üst eden yanı başımızdaki dağı delen aracın sesiydi. Pur denilen dağın yüzü bir şirkete satılmış ve şirket de oradan alçı, kireç malzemesi için kaya çıkarıyor. Her yer de toz toprak doğal olarak. 


Kayısı Ağaçlarının Kapladığı Vadiden Kıraç Kayalara


Vadideki Salıcık  

 Salıcık’ı Çevreleyen Kıraç Kayalar 
Vadiye inmeden önceki eski yerleşim olan dağın başında bir gün geçiyoruz, hem piknik yapıyoruz hem de mezarlık ziyareti.
Mezarlığa gitmek için güzel bir doğa yürüyüşü yapıyoruz çiçekler içinde. Etrafta renk renk çiçekler.


Çok Güzelsiniz



Çok Şirinsiniz


Rengarenk Varlığınızla İyi ki Varsınız


Ruhu Okşayansınız
Salıcık’tan bir sabah vakti ayrılıyoruz. Kayısı işi bitmiyor ama en yoğun zamanında işi kolaylaştırıyoruz.10 gün boyunca 40 derecenin altına inmeyen sıcaklıkta, yoğun ve gergin bir iş temposu içinde çalıştık. Bu günlerden Yalçın ile ikimize dair çatıda kayısı açarkenki halimizden güzel bir fotoğraf kalıyor.


Kayısı İşinin İçinden Çekilmiş Güzel Bir Fotoğraf
Otostopla Dersim'e 9. Munzur Doğa ve Kültür Festivaline gideceğiz. İlk aracımız mobilya taşıyan bir kamyonet, mobilyaların üzerine oturarak manzarayı izleyerek Arguvan’a ulaşıyoruz. Yolda Ballıkayalar var, sol yanımızda biraz uzakta dikit gibi gökyüzüne yükseliyor. Anlatılanlara göre önceden arılar bu kayalara petek yaparmış ve dikit gibi yarık kayaların arasından bal akarmış. 

Arguvan türküleriyle meşhur, birkaç gün önce de türkü festivali olmuştu da kayısı içinde olduğumuz için gidemedik. Arguvan’dan Malatya’ya giden birisinin aracına biniyoruz, çıplak dağların arasından geçiyoruz, yol ayrımında ıssız bir yerde inip dolmuşa biniyoruz. Başka bir yol ayrımında bir avukat alıyor bizi. Kafa dengi bir abi. Keban ilçesine girişte Fırat Nehri kıyısında alabalık ısmarlıyor bize. Fırat Nehri coşkun, Keban ilçesi köyü andırıyor. Etrafımız Keban barajıyla sarılı. Avukat bizi Elazığ’a kadar bırakıyor. Sokaklar tıklım tıklım insan dolu, evler üst üste yığılmış, biz ki günlerdir teknolojiden uzak 50 haneli bir köyde ne kadar uzaklaşmışız her şeyden. Kent merkezinde bir hayli bocalıyoruz, birkaç ihtiyacımızı aldıktan sonra Pertek feribotuna giden yola çıkıyoruz, öğretmenler toplanmış festivale gidiyor, biz de Yalçın’la ekleniyoruz onlara.

Doğuda feribota binmenin keyfi bambaşka, o çıplak coğrafyaya yakışıyor su. Keban barajının kıyısında değil, üstünde gidiyoruz bu defa. Pertek ilçesinden çıkıp kıvrılan yolları tırmanıp küçük köylerin arasından Munzur Dağları'na yaslanmış Dersim ve aşağılara akan Munzur Nehri karşılıyor bizi. 


Kıraç Kayalar ve Mavilik

Şehrin içinde inip kısa bir şehir turundan sonra vadiye inip Munzur Nehri'nin sesini duyabileceğimiz yakınlıkta bir yere çadırımızı kuruyoruz. 


Munzur Kıyısındaki Çadır Alanımızdan

Festivalciler çadırlarını çoktan kurmuş. Gece çadırların önündeki alanda İbrahim Kaypakkaya’ya dair sinevizyon gösterisini izliyoruz. Festival yarın başlayacak ama herkes gelip yerleşmiş. Gece soğuk oluyor, gürül gürül akan Munzur’un etkisiyle, battaniye olmasına rağmen perişan oluyoruz. 

Sabah bir sincabın çevikliği ile başlıyoruz güne. Çadır komşumuz Evrensel gazetesi yazarı Günay Abi ile yaktığımız ateşte pişirilen çayla kahvaltımızı yaptıktan sonra kalkan servislerle Mazgirt köprüsüne gidiyoruz. Amacımız Munzur’a Pedal grubunu karşılamak. Ankara’dan Dersim’e,  Munzur’a yapılması planlanan HES’leri protesto etmek için 10 gündür pedal çevirerek gelmişler, emekleri karşısında eğilmek gerekir. İstanbul’dan, Ankara’dan festivale gelen konuklar, türkülerle, halaylarla karşılandı. Kocaman halaylar kuruldu, DTP milletvekili Emine Ayna da karşılanan ve alaylara eşlik edenler arasındaydı, bir kez daha yaşayarak ve hissederek anlıyordum; burası Doğu’ydu. İnsanlarıyla, türküleriyle, halaylarıyla, dokunuşlarıyla, umutlarıyla…  


Buluşma... Halaylarla...

Konvoy oluşturulup Dersim’e yola düşülüyor. Konvoyun en başında Munzur’a Pedal. Araçların kornası şehri inletiyor, herkes balkonlarda, camlarda, gelen otobüslere el sallıyorlar. İlginç bir karşılama töreni oluyor, ilk defa böylesine bir coşkuya denk geliyorum. DTP milletvekilleri festival açılış konuşmaları yapıyor. Gece stadyumda farklı farklı sanatçılar sahne alıyor. Sezen Aksu son çıkan sanatçı. 
Çocukluğumuzun Minik Serçe’si gitmiş yerine düşüncelerini toparlayamayan, kendi şarkılarını dahi söyleyemeyen biri gelmiş. O da "Munzur Nehri'nde baraj yapılmasın" demek istedi ama düşüncelerini bir türlü toparlayamadı. 

Bir sonraki gün yine etkinliklerdeyiz. Resim sergisi, konserler...


Resim Sergisinden


Keman Konserinden

Munzur’a baraj istemediğimizi haykırdığımız uzun bir yürüyüş yapıldı vadi içinde. Vadinin içine, Munzur’un kıyısına etkinlik alanı kurulmuş, vadinin dik yamaçlarına uzun pankartlar asılmış; “Munzur özgürdür, özgür akacak.” İnsanlar vadinin yamaçlarına, kayalara oturmuş. Biz de kocaman bir kaya buluyoruz konseri seyretmek için. Kürsüye her çıkan Munzur Vadisi’nin eşsizliğini anlatıyor. 


Ah, Munzur!
Kürsüden Munzur Vadisi'ne dair öğrendiklerim bu eşsiz güzellikteki vadiye olan hayranlığımı daha da arttırıyor. Munzur Milli Parkı florasında 1518 bitki çeşidi varmış. Bunlardan 43 çeşidi Munzur Vadisi’ne, 227 çeşidi Türkiye’ye has endemik türlerden. Munzur Milli Parkı faunasında bulunan çengel boynuzlu keçi, bezuvar isimli dağ keçisi, ur kekliği, kırmızı benekli alabalık da vadiye has hayvan türlerinden. Ve bilim çevrelerince "allium tuncelianum" olarak adlandırılan, sarımsağın atası olarak kabul edilen bitki, dünya üzerinde sadece ve sadece Munzur Vadisi’nde bulunuyor. Bu nadide özelliklerinden dolayı da Munzur Vadisi'nde HES istemeyen halk, Munzur Vadisi Milli Parkı,  1. derece doğal SİT alanı olmasını istiyor. Buraya HES yapılmamasını gerektiren başka önemli bir sebep ise Munzur Nehri'nin Aleviler için kutsal sayılması. Ganj Nehri Hintliler için ne anlam ifade ediyorsa Munzur Nehri de Dersimli Aleviler için o anlama geliyor, tabi ki anlayana ve başka inançlara karşı empatisi, saygısı olana.

Gecenin karanlığında, vadinin içinde yürüyerek şehrin merkezine dönüyoruz. Kışla adı verilen yerde “Şavaklar” isimli bir belgesel var. Şavaklar, Dersim bölgesinde yaşayan, hayvancılıkla geçinen göçebe bir topluluk. Kışları köylerinin bulunduğu Pertek ve Çemişgezek bölgelerinde yaşayıp baharın ortasında yaylalara gitmek üzere yola çıkarlar. Bahar yağmurları altında başlayan bu yolculuk onların çetin günlerinin de başlangıcıdır. Dağlar hala bembeyazdır. Bu yüzden vadilerde mola vererek karların erimesine paralel olarak dağların zirvelerine doğru çıkarlar. Yazın en sıcak günleri geldiğinde, onlar dağların zirvelerindeki serin tepelerdedirler. Havaların soğuması ile birlikte aynı yolu geri dönecek yolculukları başlar. Sürülerin yol alma hızı ile ayları alan yolculuk bittiğinde kendi köylerine varmışlardır ve bu kışın kapıda olduğunun da habercisidir. Karlar yağmaya başladığında onlar kış uykusuna girmişlerdir. Çünkü önlerinde; yağmurlu, hareketli ve onları oradan oraya savuracak bir mevsim beklemektedir.

Sabaha kadar çadırın önündeki alanda türküler söylendi, halaylar çekildi. Ben içeride battaniyenin altında ısınmakla meşguldüm. Gün ışımıştı türküler, zılgıtlar hala geliyordu. Munzur Nehri geceleri kenti donduruyor. Sabah yine komşu çadırlarla odun ateşine çayımızı koyup kahvaltımızı yaptıktan sonra Pülümür yoluna çıkıp otostop çektik. Etrafta tur atan iki arkadaş aldı bizi, ağlayan kayalara gitmek istediğimizi söyleyince, onlarda gelmek istedi. Pülümür’e yakın yol kenarında kayalar ağlıyor. 


Ağlamayın Ne Olur
Dönüşte Kutu Deresi’nde durduk. Mesire yeri, herkes piknikte. Şehire yaklaşınca plaj var. Mayolarını giyen Pülümür Çayı'na girmiş, güneşlenenler, plaj voleybolu oynayanlar… 

Pülümür Çayı'nda Bir Plaj Havası

Plajı öğrendik ya günlerdir de çadırda kaldığımız için banyo yapmamıştık, sabunumuzu, havlumuzu kapıp sabahtan plaj köye geldik. Hava kapalı, bir grup plaj voleybolu oynamak için oyuncu topluyor, biz de katılıyoruz. Yağmurun altında voleybol oynuyoruz, oyun bitince de Pülümür Çayı'na giriyoruz. Nehir suyu soğuk, enfes, yağmur damlaları suda haleler oluşturuyor. Tertemiz, kaynak suyu ile yıkanıyoruz. Nehir suyuna girmeyi denize girmekten daha çok sevdim. Vücudun dinçleşiyor, suyun soğukluğu ile kendini daha canlı hissediyorsun. Hindistan’ın Ganj Nehri'ne girip yıkananlar ile bir an kendimi özdeşleştiriyorum, bu özdeşim güzel bir his oluşturuyor ben de. Festivale gelip çadırda kalanların yıkandığı yermiş burası, biz biraz geç öğreniyoruz. Nehirden çıkıp biraz daha voleybol oynadıktan sonra tekrar yollara düşüyoruz. Ovacık’a gideceğiz, Ovacık’ı sessiz haliyle görmek için festivalin geçmesini bekledik. Otostop çektiğimizde bizi alanlar, Ovacık yolu üzerindeki Halbori gözelerine gidiyorlarmış, bizi de davet ettiler. Mesire yeri, kayaların altından kaynayan su Munzur Nehri'ne ekleniyor. 


Halbori Gözeleri

Oradan biz yolumuza devam ediyoruz. Ovacık’ta krom ocağında çalışan bir abi alıyor bizi aracına. Ovacık yolu baştan başa 60 km. milli park alanı. Yüksek dağlardan oluşan bir vadi ve gürül gürül akan Munzur Nehri. Her türlü yabanıl hayvanı barındırıyor: ayı, kurt, yılan, geyik, tilki… Bir yan uçurumlu kayalar, bir yan Munzur Nehri. Büyülüyor insanı bu coğrafya. Ovacık'a girerken Munzur Dağı yanımızda ve karşımızda. Öğretmenevine gidiyoruz, çamaşırlarımızı ortak makineye atıyoruz, yemek yemeğe çıkacak halimiz yok. 5 gece çadırda yattıktan sonra yatağın rehavetine dayanamayıp erkenden uyuyoruz. Sabah da erken kalkmayı beceremiyoruz. Öğlende bir çay ocağında kürsülere oturarak tulum peyniri, bal ve tereyağ ile kahvaltımızı yapıyoruz. Ovacık'ın içinde geziyoruz, beni nedir bu Ovacık evlerinde büyüleyen? Çocukluğumun kerpiç evinin büyüsü... İçimden bu büyü hiç kaybolmadı...


15 Yaşıma Kadar Doğduğum ve Yaşadığım Ev, Çocukluğumun Büyüsü, Trakya


Ovacık'ın evleri, Kerpiçten


Ovacık'ın Evleri, Taştan

Gözelere gitmek istiyoruz. Munzur Dağı'nın eteklerinden Munzur Nehri'nin doğduğu gözelere... Aleviler açısından kutsal sayılan dağın ve nehrin ilk buluştuğu yere. Munzur Baba'nın bakracından sütlerin döküldüğü ve Munzur Nehri olarak suya dönüştüğü o buluşma noktasına...


Munzur Dağı'nın Eteklerinden Doğan Munzur Nehri

Gözelere girişteki anlatıdan
Dağın her yanından buz gibi su çıkıyor, etrafta Munzur Baba için adaklarını kesenler, Munzur Baba için mum yakıp dilek dileyenler. Mumlar taşlardan aşağılara doğru bir küçük lav nehri gibi akmış hatta suyun üzerinde mum donup ilginç şekiller oluşturmuş.


Mumdan Dilekler Suya Akmış

Yalçın, Munzur Dağı'na tırmanmaya gidince, ben aşağıda onu bekliyordum, bir aile çaya davet etti, onlarla çay içiyorum, adakları varmış ve Munzur Baba için kurban kesmişler. Kurban eti çıkarıyorlar. Dersim'e gideceklermiş, bizi de götürebileceklerini söylüyorlar.  Araçlarıyla o güzelim milli parkın içinden büyülenmiş bir şekilde Dersim'e geliyoruz. Vadi boyunca aklımdan Ahmed Arif'in şiiri geçiyor.

ANADOLU

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele güne karşı çıplak...
Üşür Fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma uzak.
Biliyor musun?



Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar,
Nazlı sabah-seher uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?




Nasıl severim, bir bilsen,
Köroğlu'yu
Karayılanı,
Meçhul Askeri
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini,
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından, 
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim
Duyuyor musun?




Öyle yıkma kendini, 
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne-üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni



Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,

Anlıyor musun?
                         Ahmed Arif



Gün batımında Pülümür Çayı'nda olmak istiyoruz, çaya girer de serinleriz diye ama daha önce yağan yağmurdan dolayı sel gelmiş ve çay bulanık akıyordu. Biz de çayın kenarına çadır kurup yarın sabah gireriz düşüncesiyle geceyi orada geçiriyoruz. Erkenden yatıyoruz, daha önce sesini hiç duymadığım bir kuşun sabaha kadar ötüşünde güzel bir uyku çekiyoruz. Sabah çadırın etrafında dolaşan bir ineğin gürültüsüne uyanıyorum. Bahçedeki hamakta biraz sabah keyfi, çay kenarında kahvaltı derken, plajcılar gelmeye başladı, su da durulmaya başladı. Çaya giriyoruz, buz gibi, ürperdikçe bağımlılık yapıyor, o ürpertiyi tekrar hissetmek için tekrar tekrar girmek istiyoruz. Kaç kez çaya girdik, çıktık, kaç set voleybol oynadık hatırlamıyorum. Söz de sabah çaya girip Adıyaman'a yola çıkacaktık. Akşam çoktan çökmüştü ve biz hala bir kez daha çaya girmek istiyorduk.

Yola çıktık, otostop çektiğimiz araç, Diyarbakırdan Ordu'ya fındık işçilerini götürmüş geri dönen bir araçtı. 4 araç birlikte dönüyorlarmış. Biz de rotamızı Diyarbakır'a çevirdik. Demek ki fındık işçileri yollara düşmüştü. 22 milyon yevmiyeyle bir ay boyunca çadırda kalarak, zorlu fındık işinde çalışacaklardı. Bindiğimiz araç bildiğimiz Elazığ- Diyarbakır yolundan gitmedi, dağ yollarına girdi. Yollar toz toprak, yollar uçurum kenarlarında. Dolunay'ın ışığında uçurum kenarlarından geçtiğimizi görüyorum. Karşımızdan da fındık işçisi taşıyan onlarca transit araç geliyor, üstleri eşya yüklü, içi; genci, yaşlısı, çocuğu ile işçiler dolu. Bir bir geçiyorlar yanımızdan, yol kestirme olduğu için bu dağ yolunu kullanıyorlarmış. Bu yolculuğun, ayışıklı gecenin içinden bir transitin uçurumdan yuvarlandığı haberi geldi. İşte 3. sayfa haberlerine düşen mevsimlik işçi kazalarının birinin içinden geçiyorduk. Fındık işinin zor bir iş olduğunu biliyordum ama fındık işçiliğine giden yol daha da zormuş. 

Diyarbakır bir gecelik konaklama kentimiz oluyor, gezme zamanımız olmuyor. Öğlene doğru Adıyaman'a yola çıkıyoruz, amacımız gün batımında Nemrut Dağı'nda olmak. Şehir dışında otostop çekiyoruz. Ne şanstır ki abi Adıyaman'a gidiyor. Birlikte yola koyuluyoruz. Siverek -Kahta'ya feribotla geçiyoruz. Feribottan, kıraç dağları ve maviyi seyrediyoruz, İstanbul Boğazı'ndan geçerken aldığım keyiften daha fazlasını alıyorum.


Baraj Üstünde Adacıklar
Bitlisli iki amca feribotta yol arkadaşımız oluyor, muhabbet muhabbet. Adıyaman'ın tarihi yerleri hakkında bilgi veriyorlar; "Cendere Köprüsü'ne gidin, Karakuş Tümülüsü'nü gezin" diye. Ayrılırken Yalçın'ın tabakasına Bitlis tütünü dolduruyorlar.


Sarı Otlarla Mavinin Buluşması


Dar Boğazlara Açılan Sular
Kahta şehir merkezine gelmeden, Diyarbakır'da otostop çektiğimiz abinin arabasından iniyoruz, Nemrut Dağı'na giden yol ayrımında. Fazla beklemeden Alman biri bizi alıyor, İngilizce'min yetersizliğinden yanlış anlıyorum arkadaşı ve Karadut köyünde iniyoruz. Yanımıza biraz yiyecek stoğu yapıp yola çıkıyoruz. Amacımız geceyi Tanrıların gölgesinde çadır kurarak geçirmek. Nemrut'a 8 km, gün batımına da çok az var. Bizi dağa çıkaracak kimseyi bulamıyoruz. Geçen araçlar ya dolu ya da etraftaki pansiyonlara giden araçlar. Ümitlerimiz, güneşin ışıklarının kaybolmasıyla iyice tükeniyor. Karadut pansiyonun bahçesinde çadır kuruyoruz.


Gecenin Karanlığında Çadırımız

Sabah 3.30'da kalkıyoruz, hayatımda ilk defa sabah karanlığının içinden 04.00'te otostop çekiyorum. Kayseri'den bir aile alıyor bizi. Her yer zifiri karanlık. Dolunay yolumuzu aydınlatıyor, biraz olsun. Dolunay ışığında Tanrıların yanına tırmanıyoruz. Hava aydınlandıkça Atatürk Barajı seçilmeye başlıyor. Güneş kendini dağların arkasından göstermeye başladıkça güneşe tezahürat artıyor. Aslında güneşin doğuşundan ziyade insanların içinde bulunduğu sosyolojik ve psikolojik durum daha ilginç. Sabahın karanlığında battaniyelerle gelip burada pür dikkat güneşin doğuşunu beklemek, heyecanlanmak ve güne, karanlığın içinden Tanrıların yüzüne doğan güneş ışıklarını gözlemleyerek başlamak...


Beklenen Gün Doğumu

Gün Tanrıların yüzünde doğdu, Zeus aydınlandı, Nemrut aydınlandı. Ama aydınlandılar, gün batımında Tanrıların yüzleri kızarıyor ve daha güzel görünüyordu. Gün doğumunun ışığı o kadar büyülü bir etki yapmadı.



Apollo


Güneşin Aydınlattığı Heracles'in Yüzü

Gidilmesi gereken zamanın gün batımı olduğunu anlıyorum. Gün doğumu ile gün batımı aynı etkiyi yapmıyor. Güneş yükselince biz de Tanrıların yanından ayrılıyoruz.

Kommagene Tyche

Tanrılara Veda

Karadut pansiyona inip uykuda kaldığımız yerden devam ediyoruz. Öğlende yollara düştüğümüzde hiçbir araç geçmediği için uzun bir süre bekliyoruz. Sabah ve akşam Nemrut'a çıkan trafikten eser kalmamış. Bir bakkalın önünde oturup bekliyoruz artık. Bakkallara, pansiyonlara piliç getiren abiye rica ettik de o bizi Kahta'ya getirdi. Abi de tütün içiyordu, o da Yalçın'ın tabakasına Adıyaman tütünü doldurdu. Tabaka içinde bölge kentlerinin tütünleri hemhal oldu. Abi yolda arabayı durdu ve bir ağacın altında kavun kesip kavun ikram etti bize. Birlikte ağaç gölgesinde kavun yedik. Kahta'da inip otostop çektik Adıyaman'a. Adıyaman'da müzeyi gezdik, çarşıda dolaştık. Baktık ki hava çok kötü bulutlanıyor. Dolmuşa atlayıp Besni'ye geldik. Besni'den de Tetirli köyü dolmuşuna bindik. Yol boyunca her yer Antep fıstığı. Git git Tetirli köyü bir türlü gelmiyor.

Üniversitede birlikte okuduğumuz, yaşamı, insanı, Anadolu'yu birlikte tanımaya çalıştığımız arkadaşım Aysel'in kınası var. 

Üstümüz, başımız perişan. Sırt çantaları, çadırlar sırtımızda. Toz toprak bulutu ile köye giriyoruz sanki. Aysel, hiç değişmemiş olduğuma şaşırıyor. Sırt çantamızda nasıl bir düğün kıyafeti olabilirse, bir şeyler uydurup kına gecesi için sokağa çıkıyoruz. Mahalle arasında elektro-bağlama ile yapılan bir kına gecesi.

Kırmızılar İçinde Güzel Arkadaşım

Yavuzeli'nde adlı halay müziği benim için geceye damgasını vuruyor. Onlarca kişinin katıldığı bir halaya durmuşuz, çok yavaş ilerleyen bir halay, müzik bir türlü bitmiyor "Yavuzeli'nde Yavuzeli'nde" nakaratı sürekli tekrarlıyor ve bende bir sonsuzluğa doğru halay çekme, sonsuzluğu sorgulama hissiyatı. Benim gibi bir Trakyalı için bu anlaşılmaz bir durum, biz de halaylar da roman havası da 2-3 dakika içinde başlar ve biter, her şey bir çırpıda olur. Kına gecesine katılan Doğu'nun yaşlı portreleri gözümden kaçmayan. Mananın yüze yansıdığı ifadeler...

Deneyimin Bakışlarına Sindiği Bir Kürt Kadını


Bastonuna Yaslanmış Sanki Sonsuzluğa Duruyor

Mahalle arasında kına bittikten sonra ben dama çıkıp da uyuyacağımızı zannediyordum. Oysa bahçede masalar kurulmuş, kadınlı -erkekli, sazlı-sözlü-içkili kına gecesinin diğer bölümü başlıyor. İlk defa böyle bir kutlama biçimine tanık oluyorum Anadolu'da, mutlu oluyorum. Hava aydınlanana kadar bahçede çalıp söylemişiz, damda yatma düşüm de havanın aydınlanması ile suya düşüyor, yatmaya dama gittiğimde gökyüzünde yıldız bile kalmamıştı.

Köydeki misafirlerin araçlarıyla Gaziantep'e gidiyoruz. Bakırcılar çarşısını geziyoruz.

Yüzlerce Yıllık Zanaatin Çocuk Çırağı

Çekiç seslerinin arasında belki 500 belki 1000 yıllık bir yolculuk. Bakır işlemeciliği Anadolu'da ne zaman yapılmaya başlamış ki? Çekiç sesinin zamanda yankılandığı bir atmosfer. Zamanı hissettiren çekiç seslerinin atmosferinden çıkıp başka bir zamansal boyuta geçiyoruz: Tahmis Kahvesi

Tahmis Kahvesi, Kendi Rutininde


Tahmis Kahvesi, Eski Tip Sandalyeleriyle

Türkmen Ağası ve Sancak Bey'i olan Mustafa Ağa tarafından Tekke'ye (Mevlevihane) gelir getirmesi amacıyla 1638'de yaptırılmıştır. İki büyük arasta yangınında yanmış, 1904 yılında Buğday Hanı, Tahmis Kahvesi ve 33 dükkan yeniden yaptırılarak, Mevlevihane'ye vakfedilmiştir.(1)


Ahşap Trabzanlarıyla

Tahmis Kahvesi'ne girer girmez, tarihi atmosfer girdabının derinliklerine düşüyorsunuz. Duvarlar, camlar, merdivenler, masalar, sandalyeler, artık zamanın kendisi olmuş amacalar...
Her şey sizi içine çekiyor. Kahveci, kahveye ait fotoğraf albümlerini masamıza getirdi, menengiç kahvesi içerken kahvenin içinde kahvenin fotoğraflarına baktık. Uzun soluklu oturmalı burda, hatta zamanın kendisi olmalı.



Tahmis Kahvesi'nde: Oturmak, Okumak, Düşünmek, Yazmak

Hava kararmıştı, öğretmenevine gittik, yer yoktu, bahçede çadır kurma izni aldık.  Yan lokalde bangır bangır düğün, düğünden çıkanlar da öğretmenevine giriyor. Neden yer bulamadığımız anlaşılmıştı, düğüne gelen misafirler burada kalacaktı. Öğretmenlerin 10 yıllardır hakkı olan, kazanımı olan bir mekan artık ticari bir otele dönüşmüştü. Bir hayli sinirlendik. O sinirle çadırımızı bahçeye kurduk ve bir süre sonra güvenlik geldi, çadırlarımızı kaldırmamızı istedi, kaldırmayınca polisi çağırdı. Polis geldi, gece vakti bir de polisle kavga ettik. Çadırımızı toplamak zorunda kaldık, sokaklarda o sinirle dolaşırken, kavşağı hızlı alan bir araç önümüzdeki iki gence çarptı, ikisi de bir yana fırladı. Ben çıldırmış bir şekilde ara sokaklardan birine kaçtım. Kan, yara, kırık yani insanın biyolojik yapısındaki deformasyonları psikolojik olarak kaldıramayan biri olarak şoka girmiştim. Büfedekiler beni sakinleştirmeye çalışıyorlardı, Yalçın, gençlerin yanına yardıma koşmuştu, geldiğinde üstü başı kandı, onun halini görünce yine şoka girdim. Köhne bir otel bulup sabaha kadar bacaklarımın zangırdamasını dindirmeye çalıştım.

Sabah güne geç başladık. 40 gündür yollardaydık, artık ne bedenim ne de ruhum yolculuğu kaldırabiliyordu. Gaziantep müzesine gittik, oldukça büyük bir müze. Bir zamanlar Fırat Nehri'nin kıyısında olan ama baraj yapılınca baraj suları altında kalmasın diye Zeugma antik kentinden sökülüp müzeye getirilen eserlerden oluşuyor müzenin büyük kısmı. Birçok eserin de sular altında kalıp yok olduğu söyleniyor.



Zeugma'nın Fotoğrafından Bir Fotoğraf


Antep Müzesi

Okeanos ve Tethys Mozaiği

Çingene Kız Mozaiği


Akratos Mozaiği

Antep'in taş evleri, taş sokakları...



Taş Evlerden Oluşan Mahalle


Ahşap Pencereden Taş Sokağa

Hamamlar, bir Ermeni kilisesi camiye dönüştürülmüş. Akşamın hüznünde, yaşlı bir bekçinin şalvarının cebinden çıkardığı anahtarla açtığı bu kiliseyi gezdik. Etkileyici bir binaydı.


Ermeni Kilisesinden Dönüşme Cami


Kilisenin İçi
Gece Aysel'in düğünü vardı, salon düğünüydü. Mahalledeki kına gecesi gibi dahil olamadık düğüne. Geceyi Aysel'in akrabaları misafir etti bizi. Yer yatakları açılmış, yer yatağı en sevdiğim şeylerden.

Gaziantep'te son günümüz. Düğüne katılan gençler olarak Medusa Cam Eserler Arkeoloji Müzesine gidiyoruz. Özel bir koleksiyoncunun müzesiymiş. Fırat Nehri kıyısındaki sirius kumundan yapılan cam eserler. Tıp malzemeleri, koku şişeleri, koku ölçüleri, sürahiler...



Camdan Süt Pompası

Son olarak Tahmis Kahvesi'ne gittik, uzun bir fıstık işçiliğinden bahsettik. Gece otobüsle başlayan ama 40 günlük bir yolculuğu bitiren uzun bir yolculuk ile bir yol hikayesi tamamlanmış oldu.



Mor; Trenle, Sarı; Otostopla, Turuncu; Otobüsle Gittiğimiz, Yeşil; Gezdiğimizdir

--------------------------------------------------------------------------------
(1) Tarihi Tahmis Kahvesi- Gaziantep, http://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/gaziantep/gezilecekyer/tarihi-tahmis-kahvesi, Erişim Tarihi: Mart 2017

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...