2 Nisan 2018 Pazartesi

Bir asra yaklaşan memleket özleminin izinden; Paisievo/Bulgaristan

3 Ekim 2014

Trakya'dan Balkanlara geçiyoruz, ovada tarlayı süren bir traktörün arkasında topraktan çıkan solucanlar için üşüşen öbek öbek martıların görüntüsü...  bir kısmı da denizden bu ziyafete koşarak geliyordu. Trakya'nın düzlüğünde ayrı bir ışıkta gün batımı... Bu ovadaki ışık, tüm coğrafyalardan farklı, belki de bu ışıkta çocukluğum gizli... 

Trakya'ya gelen sonbaharın simgesi, sararmış yapraklar... sarısı aşina hem de çok... Yalçın'ın bir hafta sonu askerlik kaçamağında, Edirne'de gelip oturduğumuz pub kapanmış, eylemleri geçicileştiren hız, mekanları da geçicileştiriyor. Bir mekanın belleği artık uzun süreli olamıyor. Kapanan barın karşısında bir meyhane vardı, oraya geçiyoruz. Bir yıl önceki askerlik anılarımıza bir de karşıdan bakıyoruz. Terasta bira içerken hızla değişen yaşamı ve anıların yok olması ile anlamsızlaşan modern insanı konuşuyoruz. İnsan belleğini kaybedince yalnızlaşıyor, güvende hissetme çemberini kaybediyor ve yabancılaşıyor.

Sınır kapısının yolunu tutuyoruz, Meriç Nehri'ne geldiğimizde Pazarkule Yunanistan tabelasını görünce yanlış sınır kapısına yöneldiğimizi fark ediyoruz, yönümüzü Kapıkule'ye çeviriyoruz. Saat 21.00, Kapıkule'ye giden dolmuşlar çoktan bitmiş, şehrin bittiği yerden otostop çekiyoruz. Neyse ki Kayserili bir genç alıyor,  26 kilometrelik sınır kapısına götürüyor bizi. Karanlıkta yol kenarında grup olarak yürüyen birileri var. Kayserili arkadaş, onların İran'dan, Irak'tan gelen ve sınırı illegal yollarla geçmeye çalışan mülteciler olduğunu söylüyor. Tam bir insanlık dramı... Polisler yakalıyormuş, bir süre içeride tutup tekrar bırakıyorlarmış, tekrar geçmeye çalışıyorlarmış, tekrar yakalanıyorlarmış böyle bir kısır döngüden bahsetti arkadaş. 

Sınırda bırakıyor arkadaş bizi, yürüyerek geçiyoruz sınırı... Ne taksi ne otobüs gece saat 23.00. Sadece İstanbul'dan Romanya'ya giden otobüslerin hengamesi var, otobüsleri didik didik arıyorlar, insanlar ve eşyaların perişanlığı birbirine karışmış ve etrafa saçılmış. Otostop çekiyoruz ama ümitsiziz, hiç kimse almıyor bizi. Bir süre sonra bir çift duruyor, Sofya'ya değil ama Haskova'ya gidiyorlarmış, olsun yolumuzun yarısı... Bindik keyifli bir muhabbet sürüyor arabada, genç kadının Türkiye'de adı Emel ama Bulgaristan'da Emy'miş, Haskova'da yaşayan bir Türkler'denmiş, Lüleburgaz'danmış kocası yani şoförümüz. Bulgaristan'dan Türkiye'den karşılaştırmalarla muhabbetimiz ilerliyor. İki tarafı ağaçlı koridor şeklindeki yoldan arabada bir sessizlikle ilerledik uzun bir süre. 

Haskova
Haskova'ya geldiğimizde bizi uygun fiyata bir otele yerleştirdiler, çantalarımızı bırakıp sokaklara bırakıyoruz kendimizi. Haskova küçük bir kent, ferah, beton yığını değil. Gecenin geç bir saatinde hareketlilik başlayıp sabaha kadar eğlence devam ediyormuş. Sokaklarda biraz dolaştıktan sonra, bir gece kulübüne giriyoruz. Bangır bangır müzik geliyor dışarıya, kapıyı açmamız ile birlikte yanıp sönen ışıkların altında yüksek bir sahne üzerinde dans eden dansçı kadınlarla karşılaşıyoruz. Sahnenin etrafı bar gibi, sahneye doğru oturup içki içiliyor, muhabbet ediliyor. Baştan nereye geldik olsak da  herkesin çok normal davrandığını, çok normal eğlendiğini, kimsenin kimseyi rahatsız etmediğini hatta açık kıyafetleriyle dans eden kadınları dahi rahatsız etmediğini fark ettik. Piste çıkıp dansçı kadınlar ile dans eden erkekler vardı, onlar da oldukça seviyeliydi. Erkek grupları kadın grupları gayet kendi hallerinde rahatça eğleniyorlardı. Çok ilginç bir mekandı, farklı bir eğlence anlayışı... Kadınların pist üzerinde, yanan sönen spot lambalarının altında oldukça şuh kıyafetlerle dans etmesi bize pavyon kültürünü çağrıştırsa da pavyondaki gibi yoz bir kültür yoktu. Sadece Yalçın ve ben kadınlardan gözümüzü alamıyor ve etraftaki erkeklerin bu kadar seviyeli olmasına oldukça şaşırıyorduk.  Birey olabilmek, herkesin sınırlarını bilmesi böyle bir şey herhalde.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Bulgaristan'ın ekonomik olarak kaosa sürüklenmesi Bulgar kadınlarını evde nesi var nesi yoksa ikinci el eşya satıcısı olarak Trakya pazarlarına sürmüştü. O zamanlar ben ortaokul öğrencisiydim.  Bulgar kadınlarının tezgahları çok ilgimi çekiyordu, yere, bir bezin üzerine serdikleri tezgahlarında çok farklı objeler vardı; porselen takımlarından tamir işlerinde kullan alet edevata kadar geniş bir yelpazeye yayılıyordu. Onların tezgahlarından farklı araç gereçleri öğrenmek, farklı şeyler var mı diye merakla her hafta onların tezgahlarının başına annemi sürüklemek... Zenith fotoğraf makinelerini hatırlıyorum şimdi.  Bir anda, ilçemiz Pınarhisar'ın pazarı, meraklı bir çocuk gözüyle farklı ürünlerin satıldığı tezgahlarla farklı kadın portrelerinin göründüğü renkli bir yere dönüşmüştü. Bulgar kadınların bir birey olarak davranışları, kendine güvenleri, yabancı erkeklerle kurduğu ilişkilerin rahatlığı, erkeklerden çekinmiyor, kaçmıyor oluşları, onların kadın erkek ayrımı yapmadan çevrelerine insan gibi davranmaları, onların 'orospu' olarak etiketlenmesine sebep olmuştu yerel halk tarafından. Trakya'da böyle güçlü kadın karakter yoktu çünkü ve bu kadınların yaşamda kalma mücadelesi bizler tarafından etiketleniyordu.

Kaldığımız otelin yere kadar inen penceresinin önünde, oturduğum koltuktan bu satırları yazarken ve sokaktan geçen kadın portrelerini gözlemlerken çocukluğumda Pınarhisar pazarında ilk olarak karşılaştığım Bulgar kadın portreleri düştü aklıma. 25 yıllık bir geçmişi hatırladım ve hala Bulgar kadınların rahatlığı, birey halleri beni şaşırtıyor.

Haskova'da sabah, bu küçük kentin sabah hareketliliğini anlamaya çalışıyoruz. Tarihi ve postmodern mimariye sahip kulelerini, cami ve kiliselerini, uzadıkça uzayan sebze-meyve  pazarını dolaşıyoruz. Küçük bir parkın içinde yaşlı teyze ve amcaların evden getirdiği ikinci el eşyaları ve el örgüsü çetikleri sattığı bir pazarda oyalanıyoruz. Çocukluğumun Bulgar pazarı işte bu küçük pazar ve bu pazarda gördüğüm, insanların yoksulluktan veya yaşlılıktan kullanamadığı araç gereçleri getirip satma çabası... El işi dokuma bir kırmızı fıta (mutfak önlüğü) aldım ve üzerinde yelkenli bir resmin olduğu sigaralık tabakası... Teyzeler ve amcalar çok güzelsiniz. 
İşte Haskova'da çocukluğumun pazarlarını ve teyzelerini buldum

Bir yer tezgahında birbirinden alakasız, ikinci el eşyalar

Bir tepenin üzerinde yükselen kiliseye ve çan kulesine çıkıyoruz, çan kulesinden tüm Haskova görünüyor. Sovyetler'den kalma blok halinde binaları görüyoruz, Gürcistan'da Rusya'da da benzerlerini görmüştük. İnsanların içine tıkıldığı hissini uyandıran, tek tip bloklar ve bloklardaki tek tip evler... Soğuk, yaşam belirtisi olmayan, dış görünüşleri dağınık ve yoksulluğu çağrıştıran binalar... Mutluluğa dair hiçbir iz yok. Haskova'nın üst mahalleleri sanki Anadolu'ya ait, topraklı kiremitli köy evleri.
Çan kulesinden Haskova

Haskova'nın gecekondu mahallesi

Sofya'ya gitmek için otagara gidiyoruz. Kürdzhali (Kırcaali) dolmuşunu görüyorum. Çok etkileniyorum, orası da babaannemin memleketi, anneannemin köyüne gitmeye çalışırken babaannemin köyüne mi gitsem diye şüpheye düşüyorum. Şoföre babaannemin köyü İğridere'yi soruyorum, köyün adı "Adrino" olmuş. Orada sarsılıyorum, çocukluğumuzdan beri nine ve dedelerimizin özlemiyle bizim de hayallerimize giren bu mekanlar, farklı adlar ve kimliklerle karşımıza çıkıyor. 

Sofya'ya giden otobüs eski bir otobüs, geçmişe ait bir ana yolculuk yapıyorum sanki. Haskova'nın çıkışı Sovyetler döneminden kalma bloklar ile dolu. Başkente gittiğimiz yol, bir köy yolu, öyle dar, öyle sakin, öyle pastoral... Köylerin içinden akıp gidiyorsun, tarlalarda anızları yakmışlar, coğrafya olarak Trakya'ya çok benziyor, ovalık... Ovadaki küçük köyler, köylerde gördüklerim beni köklerime daha çok yaklaştırıyor. Bir teyzem yol kenarında duvar dibindeki uzun tahta oturağa oturmuş, oturağın etrafı mısır taneleri ile dolu. Çocukluğumuzda biz de mısır koçanlarını birbirine sürtüp mısır tanelerini ayırırdık ve etrafımızda büyük bir mısır kupası olurdu... evlerin bahçesindeki kuyular, neredeyse her evde kuyu var ve evlerin önünde sundurmalar ve sundurmalarda günlük yaşamın orada da sürdüğüne dair eşyalar, minderli oturma düzenleri... ahşap merdivenler tıpkı anneannemlerin köyümüzde yaptığı gibi evlerin yanına asılmış yatay bir şekilde... bahçe kullanım şekilleri, bahçe düzenlemeleri de çok benziyor, kuyu kapaklarının üstüne canlı çiçekler koymuşlar. Ayçiçek tarlaları, mısır tarlaları, lahana bahçeleri... günlük yaşama kapitalizmin bulaşmadığı bir yaşam... kendi halinde, pastoral, kendi köklerimi bulduğum bir yaşam. Buralarda günlük yaşam anneannemin bıraktığı gibi bıraktığı yerden devam etmiş ve anneannemler bu bıraktıkları yaşamın aynısını Trakya'da yeniden kurmaya çalışmışlar, mümkün olduğunca aratmayacak ve özletmeyecek biçimde ama anneannem buna rağmen hep anlattı memleketini... 

Duygularım karmakarışık, kendimi Trakya'ya hiçbir zaman ait hissetmemiş olduğumu fark ediyorum ve şimdi, ilk defa görmeme rağmen kendimi bu topraklara ait hissediyorum, ağlıyorum. 75 yıllık özlem ve 35 yıldır benim dinlediğim memleket özlemi hikayeleri, anneannemin annesi Saliha Nine'nin Köstence'den gemiye bindirdiği kilim dokuma tezgahının anneanneme kalması ve kilim dokumak, anneannemin bir geçim kaynağı iken tezgahın yan tarafındaki tahtaya oturup 3-5 yaşımdan beri dinlediğim memleket hikayelerine 35 yıl dinlediğim memleket özlemine adım adım yaklaşıyordum. Kendimi bu coğrafyaya, bu kültüre ait hissediyordum. 
Anneannemin ekmek teknesi, çocukluğumda  bu tezgahın kenarına oturup memleket dinlerdim
Köy sokakları aynı Kaynarca sokaklarına benziyor, benzer bir sonbahar savruluşu var etrafta. Çınar yapraklarının kahverengi, sarı, kurumuş, güneşli ve soğuk bir havada, Bulgar evlerinin diplerine savruluşu, sanki çocukluğuma savruluşu... bu eski otobüsün camından dışarıya bakarken beni duygulandırıyor.

Ah! O çınarların ışıldayan sarı yaprakları, şair Metin Altıok diyor ya:

Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.

Omuzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar... 
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.

Benim de aynı böyle çınarlara seslenesim var...

Çocukluğumda, yaşadığımız köy Kaynarca'nın evlerinin hep bizden ayrı ve hüzünlü bir geçmişi olduğunu düşünürdüm, başkalarının ve acı çekerek gitmiş birilerinin anılarıyla doluydu sanki, bunu çocuk ruhumda hissederdim. Şimdi Sofya'ya giderken bu geçtiğimiz köylerin de aynı hüznü barındırdığını düşünüyorum nedense... Buralardaki bu hüzün de benim köklerime ait hüzünler. 

Kaynarca'da bulduğumuz bize ait olmayan, acı dolu hikayelerle köklenmiş günlük yaşantıya sarılmayı denemiş anneannem, ama olmamış, tutmamış ki ben gelip buralara 75 yıllık bir hikayenin peşine düşmüşüm. 

Ayçiçeklerini nedense biçmemişler, tarlalarda ayçiçek kafaları kurumuş, her kafanın üstünde bir güvercin, bir gugute var, kafalarda ayçiçekleri yiyorlar. Ayçiçek tarlası, güvercin, gugute tarlası sanki, ilk defa böyle bir şey görüyorum. Akbabalar, şahinler uçuyor etrafta, bazı ağaçlara da tünemişler.

Sofya
Sofya'ya geldik kendimi psikolojik olarak çok kötü hissediyorum. Anneannemin köyüne gitmeye cesaretim yok. Sofya'ya yaklaşırken geçtiğimiz orman içlerini, çamları, dağları izlerken artık kendimi kaybetmiş hüngür hüngür ağlıyordum. Sofya'da yürüyecek halim yoktu, bacaklarım titriyordu, sinirlerim boşalmış gibiydi, sinirlerimi kontrol edemiyordum, bir travma ile yüzleşmenin gerilimiydi yaşadığım.

Rüzgarda yere düşen ve yere düşünce kabuklarından ayrılan at kestanelerinin hem ritimsel hem sessel güzelliği, eski geleneksel Bulgar mimarisine ait evleri, Arnavut kaldırımları, çınar ağaçları... hepsi beni çepeçevre sarıyor. Taksiyle Couchsurfing'ten hostumuz Gülcan'a geçiyoruz. Bulgar iç mimarisi, gömme dolaplı bir oda, Gülcan da 89'da göçmeni. Ailesi Türkiye'de yaşıyor, Gülcan Sofya'ya diş hekimliği okumaya gelmiş. "Ben kendimi buraya ait hissediyorum" diyor. Muhacir olmanın bizdeki etkileri üzerine konuşuyoruz, hiçbir şeyi atamamamızdan, her şeyi biriktirme özelliklerimizden bahsediyoruz. Sabah, kahvaltı için sanayağ ve salça çıkarıyor Gülcan, bir de ekmekleri kızartınca üzerine yağ ve salça... İşte bu muhacir garibanlığı, tıpkı çocukluğundaki gibi... yine duygusala bağlıyorum. Gülcan, daha birkaç aylık bebekken göçmüşler, yolda annesinin sütü kesilmiş. Annesi Bulgaristan'da hemşireyken İstanbul'da temizliğe gitmeye başlamış. Çok aç kalmışlar, "açlık nedir bildiğimiz için şimdi hiçbir şeyi çöpe atamıyoruz" diyor. 

Soğuk bir Sofya sabahı, sabahta Kars, Kaynarca, Mürefte kokusu var. Sofya'yı adım adım gezdiğimiz bir gün, at kestanesi ağaçlarının dallarında kurumuş uzun yaprakları, yerlerde kabukları parçalanmış at kestaneleri... geniş caddeler... Arnavut kaldırımı sokaklar... sokakların ortasında patlayan at kestaneleri aklımı başımdan alan düşüş sesi... 

Elimizde Sofya haritası, müzelerin, heykellerin, kiliselerin, camilerin izini sürüyoruz. Sovyetler zamanında yapılan ama mimari  olarak çok da ilgi çekici olmayan kültür sarayına gidiyoruz, tüm dünyadan çocuklar gelsin ve dans etsinler diye yapılmış. Kiliseleri, katedralleri, Mimar Sinan'ın 1567'de yaptığı, dış cephesi tuğla ve taş karışımı olan Kadı Seyfullah Efendi Camiini, kapalı olan bir havrayı geziyoruz.  Hepsi aynı muhitte,  ilk defa tuğladan kilise görüyorum, hem de birkaç tane. Kırmızı, ince, uzun tuğlayı mimaride çok seviyorum. 
Bir Mimar Sinan eseri, Kadı Seyfullah Efendi Camii

Sveta Nedelya Kilisesi 14.yy'da ahşap mimariden taş mimariye çevrilmiş

Sveta Nedelya Kilisesi

Aziz George Kilisesi, 4.yy Roma İmparatorluğu zamanından kalma
Aziz George Kilisesinin içi, muhteşem

Aziz George Kilisesi'nde günlük akış

Bugün Sofya'da seçim olduğunu öğreniyoruz. Bakanlıklar, tüm devlet kurumları belli bir bölgede toplanmış. Büyük tuğladan bir kilisede düğün ve ayine katılıyoruz, müzelere gidiyoruz ama arkeoloji ve etnografya müzeleri seçim olduğu için sanırım kapalıydı. Bir sanat müzesi gezdik, Michelangelo'nun portresi dışında ilgi çekici bir şey yoktu. 






Ulu Camii, 15.yy., şuan Arkeoloji Müzesi olarak kullanılıyor

Ulu Camii, 15.yy., şuan Arkeoloji Müzesi

Alexander Nevski Katedrali

Akşamüstü bir parkın içinde antika pazarı kuruluyor, tezgahlar yeni yeni açılıyordu; akordiyon, daktilo, envai çeşit fotoğraf makinesi, dürbün, sigara tabakaları, küçük Lenin, Stalin büstleri, Nazizm işaretli nesneler... Uzun bir dönem dünya tarihini etkileyen faşizm ve komünizm figürleri bir antika pazarı tezgahında çok basit nesneler gibi öylece elalade duruyor, oysa ki bu iki düşüncenin çatışması onlarca yıl birçok insanın acısının müsebbibiydi. Sofya'nın ayaz bir sonbahar gün batımında, bir antika pazarında, yerlerini almışlar, tarihin belleğine bir bit pazarı tezgahında düşmüşlerdi. 
Parka kurulan bir antika pazarı

Faşizm ve komünizmin sembolleri aynı tezgahta
Senato binasının yanında  tuğladan ve hala kullanılan bir kiliseye giriyoruz, ses tonundan dedikodu yaptığını düşündüğümüz yaşlı iki teyzenin  yanındaki sandalyelere oturup eski tuğlaların ruhuna sinmiş, Hristiyanlığı hissetmeye çalışıyoruz, Sofya Üniversitesi'ni geziyoruz, Avrupai tarzda bir mimarisi var, hava kararırken üniversiteden aşağıya yol boyunca yürüyoruz, Happy'de akşam yemeğimizi yiyoruz. Rusya'da genç çiftlerin boy boy çocukları varken her yan çocukken Bulgaristan'da yaşlı nüfus göze ciddi bir şekilde çarpıyor. Bulgaristan'da insanların evlenecek ve çocuk yapacak parası yokmuş, ikinci el eşya bile çok kıymetliymiş, genel olarak yoksulluk göze çarpıyor, çok zengin ve çok fakir yok, aşağı yukarı eşit gelirde insanlar. Bulgaristan hala komünist rejimin etkisinde gibi...
Bulgaristan nüfusunda yaşlıların yoğunluğu dikkat çekiyor

Entelektüel bir yaşlı profili
Sınır kapısından bizi otostopta alan arkadaşın önerisiyle Sin City (Günah Şehri) adlı gece kulübünü araştırıyoruz, SSCB döneminde de açık bir gece kulübüymüş, erkek dansçılar da sahne alıyormuş. Sin City'i buluyoruz ama genel seçimler olduğu için kapalı, nasıl bir hayal kırıklığı oluyor. O can sıkıntısıyla bulvar boyunca yürüyoruz, kahve çok meşhur Bulgaristan'da, her yerde kahve satılıyor, kağıt bardağın dibinde azıcık sert bir kahve... 
Sin City'den (Günah Şehri) günaha çağrı
Hostumuz Gülcan'a geldik, Gülcan evde yoktu,gömme dolaplı odada sıcacık yatağımda kendimi ısıtmaya çalışırken nasıl da kendimi buraya ait hissettiğimin huzuruyla uyumuşum. 

Gülcan'da kargaları seyrederek kahvaltı yaparken, sanayağ, kızarmış ekmek, salça ve çayın tadında aslında biz muhacirlerin de yazgısının Ermeni ve Kürtler gibi Fransız İhtilali ile dünyaya yayılan milliyetçilik akımı ile çizildiğini, acı bir his ile o an farkına varıyorum. Milliyetçiliğin salgın bir hastalık gibi hızla yayıldığı bir tarihsel süreçte imparatorluklar içindeki farklı milletler tek tek bağımsızlığını kazanıyor. 1908'de Bulgaristan da Osmanlı'dan ayrılıp bir ulus devlet oluyor. Biz de bu salgın hastalığın ruhsal sakatlığını yaşayan torunlarıyız.

Gülcan'ın kaldığı apartmandan çıkarken, bir at kestanenin yere düşüş sesini duydum, hemen dönüp baktığımda yere düştükten sonra parçalanmış kabukların çatırdayan ve her bir parçanın havadan yere düşüşünü, at kestanelerinin düşüşü, bambaşka bir ruh katıyor Heraklitos'un akışına... Sofya'nın çınarlar ve at kestaneleri ile  kaplı Arnavut kaldırımlı sokakları...  Sofya'ya vardığımızda at kestanelerinin düşüşü ile merhaba demiştik  Sofya'dan ayrılırken de yine at kestaneleri ile veda..  Sabah hava hafif kurşuni ve karasal bir coğrafyaya ait sonbahar ayazı, ucuz bir taksi ile Sofya otogarına gidiyoruz. Kiril alfabesiyle Sofya- Silistre yazan bir otobüs ile yeni bir yolculuk...
Sofya-Silistre otobüsümüz
Sofya'dan bir köy yolu ile çıkıyoruz. Bulgaristan'da inşaat sektörü bizdeki gibi gelişmemiş, binalar ya Osmanlı döneminden ya da Sovyetler döneminden kalma, bu dönemlerden kalma geleneksel Bulgar evleri kırık dökük, Arnavut kaldırımları şehre ayrı bir hava katıyor. Otoban yok, Sofya'dan sonra ormanlar başlıyor. Çam ağaçları dağları kaplıyor, sonbahar sarı ve kızıl tonları ile ormanların üstünü bir örtü gibi örtmüş. Sıra sıra dağlar, üstleri ormanlarla kaplı ve ormanlar arasında güzel mi güzel köy yolları, kıvrıla kıvrıla coğrafyanın içinde akıyor. Otobüs eski model 302'ler gibi ve eski zamanın akışına göre ilerliyoruz, bu ülkede hız yok gibi, her şey sakin, yavaş, kendi akışında. Küçük dereler sonbahar ağaçlarının altında, at arabası günlük yaşamın hala bir parçası, hatta trafik levhalarında bile işaret olarak at arabası yer alıyor. 
Arasından, 302 otobüsler ile yavaş yavaş aktığımız dağlar
Devasa üzüm bağları, babaannemin üzüm bağına götürüyor beni. Babaannemler de bağındaki üzümleri sıra sıra çekilmiş tellerin üstüne sararlardı. Tuna Nehri kıyısında, Romanya sınırında Rusçuk'ta (Ruse) kahve molası veriyoruz. Genç oğlunu uğurlayan anne,  oğlunun dudağından öpüyor, genç de kız kardeşini dudağından öpüyor.  Rusçuk'ta Sovyet blokları yükseliyor. Tuna Nehri üzerindeki trafiği gösterdiğini düşündüğüm feribot levhası gözüme çarpıyor. Tuna Nehri kıyısına kurulmuş bir sanayi hattı dikkat çekiyor, termik mi nükleer mi devasa bacaların olduğu bir santral görüyoruz. 

Silistre'ye yaklaşırken bir baba-oğul kurumuş gündendi (ayçiçek) kafalarını çuvallara topluyordu, tıpkı bizim çocukluğumuzda yaptığımız gibi... Biçerdöverler tarihsel sahnede yerini almadan  önce gündendi kafaları çuvallara toplanır, sonra o kafalar bir taşa yatırılır ve bir sopayla dövülerek, gündendi hasadı yapılırdı imece usulü. Bu iş yaparken siyah gündendi yığınlarının ortasında yapılan muhabbetin de keyfi bir başkaydı. Boşalan kafalar sobayı tutuşturmak için de birebirdi, bir de kuzine içinde tepside bol tuzla kavrulan gündendiler... 25 yıl önceki tarihimin içinden bir kareydi bu gündendi tarlasındaki baba ve oğlun çabası. Tarlaları köstebekler kabartmış, etrafta tütün hevenkleri, kuşburnu tarlaları, kiraz, şeftali, ceviz, elma ağaçları... İlginç bir bitki görüyoruz, yaprak yaprak yukarı dikeliyor ve üstünde eflatun çiçekleri... bir insan boyu...sonra tütün olduğunu tahmin ediyoruz, ilk tütün bitkisini görüşümüz. Çok fazla tütün tarlası var etrafta ve çok fazla tütün hevengi, at arabası mısır saplarıyla dolu, mısır saplarının üstüne bir adam oturmuş arabayı sürüyor. Bu kadar pastoral ve lirik bir günlük akıştan sonra kapitalizme ait güneş panelleri tarlalarını görüyoruz, bu doğallığın içinde enerji üretiminde son teknoloji, doğa dostu mu? Bilemiyorum, hep birlikte sonuçlarını göreceğiz.
Tütün tarlası ve tütün hevenkleri

Güneş panelleri tarlası

Silistre
Soyağacı köklerimin  derinleştiği topraklarda adımlıyorum. Çocukluğumdan beri hayallerimi süsleyen kent Silistre'deyiz. Dulova arabasını soruyoruz, şoför Ata Demirer gibi konuşuyor, daha doğrusu Ata Demirer buranın insanları gibi konuşuyor ve çok komik geliyor bize. Sözcükleri, çocukluğuma ait; somak, aret, te şini(şimdi), te be ya (bir şeyi işaret etme)... Silistre'den Yenimahalle'ye (Paisievo) gelirken tıpkı bizim köydeki gibi hayvanların su içtiği yalaklardan görüyorum, dolmuşun çoğu Türk ve Paisievolu.  Bir ara önümüzde, içi mısır koçanı dolu bir at arabası gidiyor, teyze ve amca koçanların üstüne oturmuş. Dulova'yı geçiyoruz, Paisievo  tabelasının önünde iniyoruz. 
35 yıllık hayalimin gerçek olduğu an

Köye bir akşam üstü yürüyerek girmek istiyorum, ilk andan itibaren köyün akşamüstü telaşını daha fazla yaşamak için. Köye girerken anneannemi arıyorum ama telefondaki sıkıntıdan çok fazla duygusal akışkanlık yakalayamıyoruz. Bir yandan yanımızdaki likörü yudumlayıp köyde gördüğümüz sakinleri selamlayıp kendimizi tanıtıyoruz. Çatılardan sarkan kurumuş kırmızı biberler,  mısır kupaları, kabaklar, tütün hevenkleri... Akşamüstü ışığına ve memleket özlemine, sebzeler ve meyveler ile yapılan sonbahar hazırlıklarının görseli vuruyor.  Kapı önlerinde ahşap sedirler, akşamüstü bu sedirlerde oturan kadınlar, toprak evleri çevreleyen çitler, evlerden ayrı ama evin bahçesinde sarı topraktan küçük ambarlar, sundurmalar...  
Sundurmalı evler, benim doğduğum evde sundurmalıydı ve çocukluğum sundurmada geçti

Sonbaharın renklerinden biri kuru sebze ve meyveler

Mısır koçanı kupaları, öğütülüp hayvanlara yem yapılıyormuş

Evlerin bahçelerinde kerpiç ambarlar

Odun toplamaktan eşek arabasıyla gelen bir çift

Bahçesi çitlerle çevrili kerpiç evler

Bahçe kapılarının önünde akşam üstleri oturulan oturaklar

Her şey ama her şey çocukluğuma ait... Anneannem ve birlikte geldikleri arkadaşları Emine ve Sultan Teyze'lerin göç ettikten sonra Kaynarca'da yaptığı toprak evler ile Paisieova'nın evleri birbirine çok benziyor. Başka türlüsü de çok mümkün görünmüyor zaten. Çünkü insanların mekanla ilişkileri, mekanın onlar için işlevselliği, günlük yaşamda kullandıkları nesneler, mekan hareketlilikleri, doğanın sunduğu mekan kurma malzemesi, sosyo ekonomik durumları, Paisievo'daki mekan düzenlemesinin aynısını Kaynarca'ya yapmaya imkan kılmış. 

100 yıl önce buralar, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeymiş, kültürlerin Trakya ve  Balkanlar'da bu kadar çok benzemesi o yüzden çok normal. Bereketli ovalar, üretilen ürünler; buğday ayçiçeği, meyveler, biber, fesleğen, mısır... bulutları, havadaki koku bile Trakya'ya çok benziyor.  Anneannem tütünden bahsetmemişti sanki acaba onların zamanında tütün ekilmiyor muydu? İnsanlarla köy içinde selamlaşırken birileri bahçesine davet etti bizi, meğerse köyün en yaşlı teyzesi Emine Anne'ymiş bizi çağıran... Emine Anne, anneannemin annesi Saliha Nine'yi, babası Sadık Dede'yi hatırladı. Anneannemlerin yaşadığı evin yerini tarif ettiler, evlerinin olduğu yere gittik, anneannemlerin evleri yıkılmış yoktu, evlerinin yerinde ayçiçek tarlası ve ortasında bir ceviz ağacı vardı. 
Köyün en yaşlısı Emine Anne, anneannemleri tanıyan evlerinin yerini bilen kadın
Anneannemlerin evinin yerini bulmak için Emine Anne'de tanıştığımız bir çift eşlik etti bize, sonra da evine davet ettiler. Tarhana çorbası içip akşam yemeği yedik, köyün başka bir yaşlısının evine gittik. Anneannemi hatırlayamadı ama 1938'de anneannemlerin de içinde olduğu bir grup gittikten sonra neler  yaşandığını anlattı, yani II. Dünya Savaşı'nın Paisievo'ya yansımalarını... Sovyetler rejiminden memnun olduklarını, o dönem herkesin işinin olduğunu, eğitimin, sağlığın ücretsiz olduğunu, şimdi köydeki gençlerin iş bulmak için uzaklara gittiğini söylediler. 1985'de Türkler isimlerini değiştirmek zorunda kalmış, kadınların çoğunun ismi Anna olmuş, çok üzerinde durmadan değiştirmişler isimlerini. Bir de köyün Tatar köyü olduğunu! Çingene olduğumu ispat etmek için çıktığım bu yolculukta anneannemin iddia ettiği gibi Tatar'mışız. Çok üzülüyorum.
Anneannemin akranları olabilecek köyün başka ninelerini ziyarete gidiyoruz.
Tanıştığımız çift bir oda verdi bize ve odanın naifliğinde, 35 yıldır hayalini kurduğum anneannemin köyü Paisievo'da,  anneannemin doğduğu, çocukluğunun geçtiği köyde olduğumu anlamaya, hissetmeye çalıştım uzun bir süre. 75 yıllık bir anneannenin özlemini yerine getirme sevinci ve 35 yıllık da benim hayallerimi süsleyen bir köyü bulmanın ve hayalin içinde yaşamanın mutluluğu, hüznü... Evet, ben bu topraklara ait hissediyorum kendimi, benim gökyüzüm, köklerim, kokum burada.  
Paisievo'daki bir gecelik odamız

Milliyetçilik akımının darmaduman ettiği Balkan coğrafyasının her bir yerinden çıkmış Trakya'ya gelmiş atalarımdan sadece bir tanesinin izini bulabildim. Köklerimi bir puzzle gibi Balkan ve Trakya coğrafyasında birleştirmeye ve acı, yoksulluk, ölüm, hastalık dolu göç hikayemin tüm resmini görmeye çalışıyorum. Bundan sonra puzzle'ın diğer parçaları için babaannem için İğridere-Kırcaali(Bulgaristan), dedem için Karacaabat-Karacaova(Yunanistan), diğer dedem için Tikveş(Makedonya) yolculukları beni bekliyor.
Bu soyağıcıyla kimliğimin parçalarını birleştirmek çok zor

Sabah anneannemin köyünde uyandık, Paisievo, puslu bir sabaha başlıyordu. Bizi konuk eden Baise Abla ve eşi ile güne başladık. Sundurmadaki çeşmede yan tarafımdaki saksıdan kopardığım fesleğenle yüzümü yıkadım, anneannemin doğduğu köyde babaannemin alışkanlığını anımsamak... Sabah Baise Abla'nın köpeklerini, örneklerini besledik. Onların da evlerinden ayrı anneannemlerinki gibi ambar olarak kullandığı yapıları var ve bu yapılarda tavana yakın rafları... Baise Abla bu ambar gibi odalarda ve raflarda yaptığı kışlık yiyeceklerini saklıyor; kuşburnu, böğürtlen reçeli, envai çeşit turşu, komposto...
Nişli kilerler, kışlık hazırlık için

Kışa büyük hazırlık

Kilim serilmiş merdivenler

Bulgar evlerinde başka bir iç dizayn, tavana yakın uzun raflar
Kahvaltıdan sonra Kerimler ile Paisievo arasında küçük bir gölü görmeye gittik, göldeki sabah hareketliliği, anneannemin de çocukluğunda, ineklerini, ördeklerini bu göle sulamaya getirdiğini anlattığını hatırlıyorum. Yine aynı an, bu defa gölde sabahın sisinde ve çisiltisinde anneannemlerin değil belki ama başkalarının ördekleri, inekleri su içiyor, bir balıkçı balık tutuyor göl kenarında... 
Anneannemin de 75 yıl önce ineklerini sulamaya getirdiği göl, anneannemin anılarında vardı

Çocuklara, yaratılışı açıklamak için bu gölü kullanırmış köyün sakinleri, bu köyde doğan bebekler bir balık gibi bu gölden tutulur, anlatıya göre. 
Ördekler ve ineklerle anneannemin anılarına yolculuk
Yağmurun altında yürüyerek anneannemlerin evinin olduğu ama şu an ayçiçek tarlasından, 75 yıl önce Paisievo'nun çocukları şimdi Kaynarca'nın yaşlıları olan anneannem ve arkadaşları için toprak alıyorum. Yağmurda kapkara, bereketli toprağı poşete dolduruyoruz, toprak öyle bereketliydi ki kapkara ve pamuk gibi yumuşacık. Anneannem de bahsederdi topraklarının ne kadar bereketli olduğundan. O an içimden bu tarlada koşmak ve bağırmak geldi. Tarla içinde koştum, döndüm, bağırdım. Bu anda köklerime kavuşmanın mutluluğu ve hüznü vardı.  
İşte anneannemlerin evi tam da buradaymış

Koşuyorum, bağırıyorum, dans ediyorum...
Başka bir abinin bahçesine gidiyoruz, tütün tarlasını ve kurutmak için kurdukları hevenkleri görüyoruz. Abinin bahçesinde köpekleri, keçileri, kedisi, yeşilbaş ördekleri sabah hareketliliğinde ve ekili envai çeşit meyvesine, biberlerine, salatalıklarına, domateslerine, çileklerine bakıyoruz, işte bereketli toprakların bolluğu... Köyün çobanı düdüğünü öttürerek geliyor ve köyün koyunlarını toplayıp otlatmaya götürüyor.
Tütünü tarlada ve taze görmek, memleketim dediğim köyde şansımmış

Hevenklerde dizili tütünler

Yanımıza da aldık biraz

Baise Ablalar'da da erik çok fazlaymış, büyük boy mavi bidonlara erikleri basıp erikten boğma rakı yapıyorlarmış. Belki yüz kiloya yakın  boğma rakı çıkarıyormuş, düğün yemeklerinde kullanılıyormuş. Rakı ve tütünleri satıyorlarmış.
Ooooooo mastika mastika, Bulgaristan rakısı mastika bu bidonlarda

Köyün en yaşlısı Emine Anne'ye gittik tekrar. Emine Anne'nin belleğinde kalanları, anneanneme izletmek için videoya aldım. Emine Anne, anneannemin annesi Saliha Anne ve Sadık Dede'yi hatırlıyor. Hatta onun annesi Emine Ebe ve Mehmet Dede'yi de hatırladı. Anneannemin ninesi ebeymiş,  hatta röportaj yaptığımız Emine Anne'yi doğurtan anneannemin ninesiymiş. Saliha Anneler, röportaj yaptığım Emine Anne'ye gündelik işlere geliyorlarmış. Saliha Nine ince, uzun, esmermiş, anneannem de öyleydi gençliğinde... Emine Anne, köyün camisinde Arapça, Türkçe ve hesap derslerine anneannemin Paisievo'dan birlikte göçtükleri ve  Kaynarca'da yıllarca birlikte komşuluk yaptıkları,  Emine Abla ve Sultan Abla  ile birlikte gittiğini anlattı.  Anneannem de bahsederdi bu derslerden, anneannemin de bu dersler için gittiği cami hala duruyor. Anneannemin ilk ve tek okulu...
Anneannemin ilk okulu ve köyün camii

Yanına da yenisi yapılmış

Paisievo'dan ayrılma zamanı... Baise Abla ve eşiyle vedalaştık, anneannem ve arkadaşları için aldığımız memleket toprağını, tütünleri çantamıza yerleştirdik, yanımıza bir şişede ev yapımı rakı koydular, yağmurlu bir havada yola koyulduk. Köyün toprakları çok bereketliydi gerçekten.

Şimdi Paisievo'dan Silistere'ye giderken anneannemlerin köyden Silistre'ye gelişlerini sonra Tuna Nehri'ni geçerek Köstence'ye varışlarını hayal ettim. Bu yolculuğa, köyde tellalın yaptığı anonstan sonra büyükler oturup karar vermiş. Bu yolculuğu, eşyalarını koydukları beygir arabasının yanında yürüyerek yapmışlar. Yanlarında iki manda, bir manda yavrusu varmış bir de anneannemin koynunda köyden çıkışta peşlerine takılan bir kedi yavrusu... İki gün iki gecede Köstence'ye gelmişler, ormanın derinliklerinde uyumuşlar. 

Silistre de devasa çınar ağaçları sokakları öylesine güzelleştiriyor ki... Kaldırımda, kurumuş yaprakların ortasında çınarların altında kahve içiyoruz, Tuna Nehri kıyısında yürüyüş yapıyoruz, geniş ve uzun bir nehir. Bulgaristan ile Romanya arasında sınırı oluşturuyor. Tuna Nehri'nde feribot ile farklı ülkelere yolculuk yapabiliyorsun. Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Macaristan, Slovakya, Avusturya, Almanya. Nehir, Bulgaristan dışında da hep başkentlerin yaşamını renklendiriyor, Almanya'dan doğan Tuna Nehri, Karadeniz'e dökülüyor.
Tuna Nehri'nin geçtiği ülkeler
Nehrin üstünde balıkçılar vardı tekneleriyle... Demirden soyut sanat heykellerin bulunduğu nehir kıyısındaki bir parkta dolaşıyoruz. Couchsurfing'ten hostumuz Desislava gelip alıyor bizi, Sovyet bloklarında oturuyor, erkek arkadaşı da katılıyor bize sonrasında, birlikte likör içip birbirimizi tanımaya çalışıyoruz. İngilizce öğretmeniymiş ve 150 Euro maaş alıyormuş, ekonomik durumun kötü olduğunu söylüyor. Akşamüstü Tuna Nehri kıyısındaki aynı parkta Desislava'nın köpeğini gezdirmeye çıkarıyoruz, küçük köhne bir lokantada kedi balığının yanında Zagorka bira içerek akşam yemeğimizi birlikte yiyoruz. Kominitza'dan sonra ikinci denediğimiz Bulgar birası.
Kurşini bulutların rengini almış Tuna Nehri


Nehir kıyısında heykellerle bezenmiş bir park

Desislava'nın arkadaş grubuna katılmak için sakin bir bara geçiyoruz. Bardan eve geçip ev yapımı rakıdan da devam ediyoruz. Sabah Dessy, köpeğini gezdirmeye çıkarken biz de evden çıkıp bir sanat galerisi gezmeye gidiyoruz, Tuna'dan esinlenme kayıkların olduğu resimlerden oluşan bir sergiydi. Arkeoloji müzesine gidiyoruz, toprak işçiliği Silistre'de çok meşhur ve hala toprak kaplar satılıyor çarşıda. Anneanneme memleket toprağını sunacağım bir toprak kap alıyorum, Silistre işi. Devasa çınarların altından otogara yürüyoruz, yolculuğumuz Rusçuk'a...


Bulgar dostlarla bir gece

Arkeoloji müzesinde seramik işleri

Silistre'nin çınarlı sokakları

Silistre'nin bir köyünde yaşayan inşaat mühendisi ama şuan arıcılık yapan Türk bir abiyle yol boyu muhabbet ediyoruz. Silistire'de Tatarlar'ın, Aleviler'in, Çingeneler'in yaşadığından bahsediyor. Tatarlar, Orta Asya'dan savaşa savaşa Karadeniz üzerinden Kırım'ı geçerek gelmişler Balkanlar'a, Osmanlı'nın en iyi savaşan koluymuşlar. Abi de komünizmden çok memnunmuş, eğitim çok iyiymiş o dönemde. Rusçuk'ta iniyoruz, her taraf devasa, soğuk Sovyet blokları. Silistre, Tutrukan, Rusçuk Tuna Nehri kıyısınca kurulmuş Bulgar kentleri. Rusçuk tren istasyonundan Bükreş için trene biniyoruz.
Rusçuk tren istasyonu
5 gün sonra

Varna
Köstence'den gece uyuyarak Varna'ya yolculuk yapıp geceyi bir hotelde geçiriyoruz. Öğlene doğru şehri gezmeye çıktığımızda Balkanlar'da son günümüzü yaşamanın hüznü içindeyiz. Müze gezmek istemiyoruz, birkaç kilise geziyoruz, bir akşam üstü ayinine katılıyoruz, sokaklarda Varna'nın ruhunu yakalamaya çalışıyoruz daha çok. Karadeniz kıyısında dolaşırken Nazım'ın oğlu Memet'e Varna'dan seslendiği şiir geliyor. Buralarda Nazım'ın deli gibi memleket özlemi çektiğini bilmek...
Varna'dan 

Memet

Memet! Memet!
Karşı yaka memleket,
Sesleniyorum Varna'dan
İşitiyor musun ?
Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan
Deli hasret, deli hasret
Oğlum, sana sesleniyorum,
İşitiyor musun ?
Memet! Memet!
Kumların üstünde bir akşam üstü güneşinde yürümek iyi geliyor, sokaklarda hafta sonu kalabalığı, sokak müzisyenlerinin günlük yaşama kattığı renklilik... meydanlar, çınarlar, banklar ve bunların hepsi benim için o çok sevdiğim Bulgaristan'ın ruhunu oluşturuyor. 
Ah çınarlar, çınarlar!

Terkedilmiş ama hala çok güzel

Meydanlar


İstanbul otobüsünde uyku sersemi sınırdanden geçiyoruz, küçücük bir sınır kapısı, Dereköy'de. Ben Kırklareli'nde inip köyüme Kaynarca'ya gidiyorum. Anneannemin köklerinden kendi köklerime... ilk memleketim Paisievo'dan Kaynarca'ya uzanan hüzünlü, özlem dolu bir yolculuk... Bir gün sonra anneannem için aldığım seramik kabın içinde, memleketinin toprağını, ayçiçeğini, tütün ve cevizini sunuyorum. Ağlıyor ve özlemini bir toprak kokusu olarak içine çekiyor. 
Turuncu, otobüsle; sarı otostopla gittiğimizdir
Anneannemin öyküsünü dinlediğim Emine Anne ile görüşmenin kayıtları da burda kalsın da belki benim gibi köklerini arayan 3. kuşak birilerine ipucu olur:





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...