11 Mart 2014
Rusçuk tren istasyonundan Bükreş için trene biniyoruz, Tuna Nehri'nin üzerinden bir demiryolu köprüsü ile karşı kıyıya yani Romanya'ya geçiyoruz. Tuna'nın iki kıyısı da yeşillik, kavaklar nehir kıyısında sıra sıra dizili.
Romanya'da da aynı ev tipi, küçük pencereli, küçük kapılı çitlerle çevrili toprak evler... Sonsuzluğa uzanan ovalar, kapkara bereketli topraklar, ayçiçek, mısır ve pancar tarlaları... Mısır sapları kubbeler şeklinde bahçelere koyulmuş, sanırsın ki Kızılderili çadırları. Kuşburnu çalıları var etrafta, inekler ve keçiler otluyor evlerin önünde, çitlerin önünde ahşap oturaklarda oturan kadınlar... ve kuyular yine bahçelerde... bir tarlada keklik sürüsü... ağır ağır hareket eden... kabak, lahana, üzüm tarla ve bahçelerde... güneş panel tarlaları kilometrelerce...
Yaşadığım şehir Sinop'ta nükleer, termik, hidroelektrik santrallerine karşı hep rüzgar ve güneş enerjisini savunmuştuk ama bu kadar büyük güneş paneli tarlalarını görünce "acaba" dedim, "acaba güneş enerjisi bu haliyle masum mu?"
Bükreş
Bükreş'e giriyor tren, devasa binalar... Tren istasyonundan çıkınca şehrin kırık dökük bir yanına doğru gitmek istiyoruz, çok hoş eski binalar var, mimari açıdan değerli gibi görünüyor. Kimisi sağlam kimisinin dış sıvaları dökülmüş. Bükreş geniş binalarıyla, geniş caddeleriyle ve sanatsal duruşuyla çok hoş bir kent. Sokaklarda birçok heykel var.
Couchsurfing'ten hostumuz Leeloo'ya geldik, mantar yemeği yapmışlar, kalabalık bir arkadaş grubuyla akşam yemeğimizi yedik. Romanya'nın sanatsal, kültürel birikimin sokaklardaki yansımalarının bizi çok şaşırttığından bahsederken gruptan biri Romanya'da heykeltraşların heykellerini, ressamların resimlerini, çingene müzisyenlerin müziklerini tanıttı bize. Harika sanatsal bir geceydi, Romanya'nın çok nitelikli sanatçılarının olduğunu sokaklardaki yansımalardan ayrı, bu geceki paylaşımlarla
da anlamış olduk. Tamango, Cibrian Porumbescu, Sergiu Celibdache ise çingene müzisyenler...
Arkeoloji Müzesi'ni geziyoruz ve ben ilk olarak Roma İmparatorluğu'nun bu coğrafyadaki hükümranlığı öğreniyorum, müzedeki eserlerin çoğu Roma dönemine ait. Arkeoloji müzesinin önünde Antik Roma'nın kuruluş efsanesindeki iki kardeş Romüs ve Romülüs'ün kurttan süt içen heykelleri var. Arkeoloji müzesi büyülüyor, Roma dönemine dair oldukça yoğun bir sunum...
Eski kenti dolaştık, 16. yüzyılda kırmızı tuğladan yapılmış Sfantul Anton Kilisesi çok hoştu, 18. yüzyılda yapılmış bir hana girdik. Eski kentin ruhu bambaşkaydı, burada her şey restore edilmiş ve tekrar tarihsel-kültürel sunuma açılmış. Kent, farklı yüzyılların mimari yapı malzemesinden farklı toplumsal ilişkilerin örgütlenmesine kadar farklı bölgelerin geçişkenliklerinden oluşuyor.
1900'lü yıllarda kurulan CEC Bankası, yine süslemeleriyle büyüleyici... Bu bölgede, postmodern camekanlı devasa gökdelenler de yükseliyor. İki farklı mimarinin yüz yıllık zamansal farkı ve farklı ekonomik-toplumsal ilişkileriyle Bükreş'in karmaşık bir dokusunu gösteriyor.
Tuna Nehri'nin bir kolu olan Dambovita'nın kıyısına kurulan modern kentin kıyısında yürüyüş yaparken balıkçıları izliyoruz. Geceyi barlar sokağında bira içerek, bir sosyal ilişkiler ağının kıyısında geçiriyoruz. Bira içerken tütünümüzün bittiğini düşünüp üzülürken cebimizden çıkan anneannemin köyü Paisievo'dan bir yaprak tütün hayat kurtarıyor, o ne lezzet... bir tütünde ilk defa böylesine bir aroma tadıyorum.
Sabah trenle Köstence'ye yola çıkıyoruz, trende uykuya yenik düşmek canımı bir hayli sıkıyor, etrafı izleyerek trenin başka bir coğrafyadaki akışını izlemek varken uyuklayan ve kapanan bir bilinçle parça parça etrafı algılamak... Bu parça parça algılayışta Tuna'nın birçok kolunu gördük ve bu kolların üstünde devasa ticaret gemilerine, işleyen vapurlara tanıklık ettik.
Romanya'ya dair o kadar yanlış ve eksik bilgim varmış ki... Roma İmparatorluğu ile Romanya arasındaki tarihsel akışı bilmiyormuşum. Romanyalıların çoğunu kafamda çingene olarak tanımlamışım. Romanya'da Çingene nüfusu Türkiye'deki gibi. Çingene kültürü ile Romanyalıların kültürü çok farklı. Romanyalılar tarih, sanat, ekonomi konusunda oldukça mülkiyetçi oysa Çingenelerin mülkiyet, biriktirme, yerleşiklik konusunda ne kadar anarşist olduğunu herkes bilir. Çingeneleri bu anarşist yönleriyle sevdiğim gibi Romanyalıları da çok sevdim; güler yüzlü, sanatçı ruhlu, çoğu İngilizce bilen, yardımsever insanlar...
Köstence/ Constanta
Köstence'nin 2600 yıllık bir geçmişi olduğunu öğreniyoruz, Burada da Ramüs ve Ramülüs'ün kurttan süt içen heykeli karşımıza çıkıyor. Havadar ferah bir kent, meydanları büyük ve meydanlarında çınar ağaçları... eski tarihi binalar... eski camiler Osmanlı döneminden kalma... Çingeneler sokaklarda renkli bornozları giymiş öylece geziyor sokaklarda.
Etnografya Müzesi'ni geziyoruz, kaneviçe, seramik işlerinde Hristiyanlık motifleri... el işi dokumalar... fotoğraflarla eski mimari örnekleri... Mimarinin sunumunun yapıldığı fotoğraflarda yine benim çocukluğumun geçtiği mekanlar... Kaynarca'ya buralardan gelen muhacirlerin getirdiği ve kendi elleriyle yaptıkları kerpiç mimari örnekleri...
Birkaç kilise geziyoruz, meydanların genişliği ve meydandaki çınar ağaçlarının yarattığı izlenim, ruhuma çok iyi geliyor. Köstence limanında gazino olarak kullanılmış eski bir bina.
Köstence ve Silistre yıllarca hayalini kurduğum kardeş kentlerden, anneannemin diline yakışan en güzel isimler. Anneannemler, Köstence limanında günlerce beklemişler, büyük bir gemiye önce hayvanları yerleştirmişler, sonra insanları, eşyaları... ve gemi yavaş yavaş limandan ayrılırken uzun uzun, acı acı düdüğünü öttürmüş... Köstence limanından ayrılan bu geminin düdüğü yıllarca kulaklarımda çınladı. Doğduğun topraklara vedanın, memleketinden bundan sonra ayrı düşecek olma hüznünün, onlarca yıl sürecek olan özlemin düdüğü bu... ve hangi yaşama yelken açtığını bilememenin getirdiği belirsizlik ve kaygı... ve bu kaygı üç kuşaktır genetik bir hastalık olarak kuşaktan kuşağa aktarılır.
Kendimi iyi hissetmiyorum, hastayım, üzerimde kat kat kıyafet olmasına rağmen üşüyorum, bir banka oturuyoruz. Belki de biyolojik değil de böyle bir travma ile yüzleşmenin psikolojik belirtileri bunlar. 75 yıl önce bu limandan bir kız çocuğu olarak anneannemin de içinde bulunduğu, yoksulluğa, açlığa, acılara yol alan geminin limandan ayrılışını hayal ediyorum... acı acı bir düdük sesi kaplayor etrafı ve ben geminin ardından gözyaşları içinde 75 yıl önce kalkan gemiye, geminin içinde koynunda küçük bir kediyle yol alan çocuk anneanneme el sallıyorum.
Rusçuk tren istasyonundan Bükreş için trene biniyoruz, Tuna Nehri'nin üzerinden bir demiryolu köprüsü ile karşı kıyıya yani Romanya'ya geçiyoruz. Tuna'nın iki kıyısı da yeşillik, kavaklar nehir kıyısında sıra sıra dizili.
Tuna Nehri |
Sofya'dan gelip Rusçuk'tan bizi alan trenimiz ile Bükreş'e |
Tuna Nehri, iki kıyısı da ormanlarla kaplı |
Romanya'da da aynı ev tipi, küçük pencereli, küçük kapılı çitlerle çevrili toprak evler... Sonsuzluğa uzanan ovalar, kapkara bereketli topraklar, ayçiçek, mısır ve pancar tarlaları... Mısır sapları kubbeler şeklinde bahçelere koyulmuş, sanırsın ki Kızılderili çadırları. Kuşburnu çalıları var etrafta, inekler ve keçiler otluyor evlerin önünde, çitlerin önünde ahşap oturaklarda oturan kadınlar... ve kuyular yine bahçelerde... bir tarlada keklik sürüsü... ağır ağır hareket eden... kabak, lahana, üzüm tarla ve bahçelerde... güneş panel tarlaları kilometrelerce...
Toprakların bereketi renginden de belli |
Kilometrelerce güneş paneli tarlaları |
Yaşadığım şehir Sinop'ta nükleer, termik, hidroelektrik santrallerine karşı hep rüzgar ve güneş enerjisini savunmuştuk ama bu kadar büyük güneş paneli tarlalarını görünce "acaba" dedim, "acaba güneş enerjisi bu haliyle masum mu?"
Bükreş
Bükreş'e giriyor tren, devasa binalar... Tren istasyonundan çıkınca şehrin kırık dökük bir yanına doğru gitmek istiyoruz, çok hoş eski binalar var, mimari açıdan değerli gibi görünüyor. Kimisi sağlam kimisinin dış sıvaları dökülmüş. Bükreş geniş binalarıyla, geniş caddeleriyle ve sanatsal duruşuyla çok hoş bir kent. Sokaklarda birçok heykel var.
Böylesine sanatsal bir binada böylesine çamaşırlarla süren günlük yaşamın sıradanlığı... |
Sokaklardan, meydanlardan heykeller |
Bir karnaval ruhu heykellerde |
Couchsurfing'ten hostumuz Leeloo'ya geldik, mantar yemeği yapmışlar, kalabalık bir arkadaş grubuyla akşam yemeğimizi yedik. Romanya'nın sanatsal, kültürel birikimin sokaklardaki yansımalarının bizi çok şaşırttığından bahsederken gruptan biri Romanya'da heykeltraşların heykellerini, ressamların resimlerini, çingene müzisyenlerin müziklerini tanıttı bize. Harika sanatsal bir geceydi, Romanya'nın çok nitelikli sanatçılarının olduğunu sokaklardaki yansımalardan ayrı, bu geceki paylaşımlarla
da anlamış olduk. Tamango, Cibrian Porumbescu, Sergiu Celibdache ise çingene müzisyenler...
Sabin Balasa'nın bir resmi |
Constantin Brancuşi'nin "Uyku" adlı heykel çalışması |
Arkeoloji Müzesi'ni geziyoruz ve ben ilk olarak Roma İmparatorluğu'nun bu coğrafyadaki hükümranlığı öğreniyorum, müzedeki eserlerin çoğu Roma dönemine ait. Arkeoloji müzesinin önünde Antik Roma'nın kuruluş efsanesindeki iki kardeş Romüs ve Romülüs'ün kurttan süt içen heykelleri var. Arkeoloji müzesi büyülüyor, Roma dönemine dair oldukça yoğun bir sunum...
Roma'nın Kuruluş efsanesinden |
Mermer bir lahit, "ölen kim?" diye sordurtan cinsten |
Sütunlarda öyküsel figürler |
Eski kenti dolaştık, 16. yüzyılda kırmızı tuğladan yapılmış Sfantul Anton Kilisesi çok hoştu, 18. yüzyılda yapılmış bir hana girdik. Eski kentin ruhu bambaşkaydı, burada her şey restore edilmiş ve tekrar tarihsel-kültürel sunuma açılmış. Kent, farklı yüzyılların mimari yapı malzemesinden farklı toplumsal ilişkilerin örgütlenmesine kadar farklı bölgelerin geçişkenliklerinden oluşuyor.
18.yy 'da bir Ermeni mimarın elinden çıkan han |
Manuc'un Hanı |
Sfantul Anton KiliseSİ |
Stavropeleos Kilisesi'nin bahçesi |
1900'lü yıllarda kurulan CEC Bankası, yine süslemeleriyle büyüleyici... Bu bölgede, postmodern camekanlı devasa gökdelenler de yükseliyor. İki farklı mimarinin yüz yıllık zamansal farkı ve farklı ekonomik-toplumsal ilişkileriyle Bükreş'in karmaşık bir dokusunu gösteriyor.
CEC Bankası |
1900'lere ait modernist taş bir mimarinin 2000'lere ait postmodern camekan bir mimariye yansıması |
Ağacın altında balık tutanlar |
Sabah trenle Köstence'ye yola çıkıyoruz, trende uykuya yenik düşmek canımı bir hayli sıkıyor, etrafı izleyerek trenin başka bir coğrafyadaki akışını izlemek varken uyuklayan ve kapanan bir bilinçle parça parça etrafı algılamak... Bu parça parça algılayışta Tuna'nın birçok kolunu gördük ve bu kolların üstünde devasa ticaret gemilerine, işleyen vapurlara tanıklık ettik.
Tuna Nehri'nin kolları üzerinde ticaret gemileri |
Romanya'ya dair o kadar yanlış ve eksik bilgim varmış ki... Roma İmparatorluğu ile Romanya arasındaki tarihsel akışı bilmiyormuşum. Romanyalıların çoğunu kafamda çingene olarak tanımlamışım. Romanya'da Çingene nüfusu Türkiye'deki gibi. Çingene kültürü ile Romanyalıların kültürü çok farklı. Romanyalılar tarih, sanat, ekonomi konusunda oldukça mülkiyetçi oysa Çingenelerin mülkiyet, biriktirme, yerleşiklik konusunda ne kadar anarşist olduğunu herkes bilir. Çingeneleri bu anarşist yönleriyle sevdiğim gibi Romanyalıları da çok sevdim; güler yüzlü, sanatçı ruhlu, çoğu İngilizce bilen, yardımsever insanlar...
Köstence/ Constanta
Köstence tren istasyonu |
Köstence'nin 2600 yıllık bir geçmişi olduğunu öğreniyoruz, Burada da Ramüs ve Ramülüs'ün kurttan süt içen heykeli karşımıza çıkıyor. Havadar ferah bir kent, meydanları büyük ve meydanlarında çınar ağaçları... eski tarihi binalar... eski camiler Osmanlı döneminden kalma... Çingeneler sokaklarda renkli bornozları giymiş öylece geziyor sokaklarda.
Köstence sokaklarından, bu binaların sıvası dökülmüş hali beni büyülüyor |
Mimarideki estetik |
Böylesine tarihi binalarla dolu bir kent, Köstence |
100 yaşındaki Kral Camii |
Etnografya Müzesi'ni geziyoruz, kaneviçe, seramik işlerinde Hristiyanlık motifleri... el işi dokumalar... fotoğraflarla eski mimari örnekleri... Mimarinin sunumunun yapıldığı fotoğraflarda yine benim çocukluğumun geçtiği mekanlar... Kaynarca'ya buralardan gelen muhacirlerin getirdiği ve kendi elleriyle yaptıkları kerpiç mimari örnekleri...
Arkeoloji müzesi |
Seramik ve el dokuması işleri |
Şu kanaviçe işli bluzun güzelliğine... |
Doğduğum köyün mimarisi sanki |
Birkaç kilise geziyoruz, meydanların genişliği ve meydandaki çınar ağaçlarının yarattığı izlenim, ruhuma çok iyi geliyor. Köstence limanında gazino olarak kullanılmış eski bir bina.
Dinsel barış atmosferi hakim Köstence'ye |
Gazino |
Mimari yine muhteşem |
Köstence ve Silistre yıllarca hayalini kurduğum kardeş kentlerden, anneannemin diline yakışan en güzel isimler. Anneannemler, Köstence limanında günlerce beklemişler, büyük bir gemiye önce hayvanları yerleştirmişler, sonra insanları, eşyaları... ve gemi yavaş yavaş limandan ayrılırken uzun uzun, acı acı düdüğünü öttürmüş... Köstence limanından ayrılan bu geminin düdüğü yıllarca kulaklarımda çınladı. Doğduğun topraklara vedanın, memleketinden bundan sonra ayrı düşecek olma hüznünün, onlarca yıl sürecek olan özlemin düdüğü bu... ve hangi yaşama yelken açtığını bilememenin getirdiği belirsizlik ve kaygı... ve bu kaygı üç kuşaktır genetik bir hastalık olarak kuşaktan kuşağa aktarılır.
Kendimi iyi hissetmiyorum, hastayım, üzerimde kat kat kıyafet olmasına rağmen üşüyorum, bir banka oturuyoruz. Belki de biyolojik değil de böyle bir travma ile yüzleşmenin psikolojik belirtileri bunlar. 75 yıl önce bu limandan bir kız çocuğu olarak anneannemin de içinde bulunduğu, yoksulluğa, açlığa, acılara yol alan geminin limandan ayrılışını hayal ediyorum... acı acı bir düdük sesi kaplayor etrafı ve ben geminin ardından gözyaşları içinde 75 yıl önce kalkan gemiye, geminin içinde koynunda küçük bir kediyle yol alan çocuk anneanneme el sallıyorum.
Mor trenle; turuncu otobüsle gittiğimiz; yeşil gezdiğimiz yerlerdir |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder