Ağustos 2015
Ormanları ve gölleri gördüğümüz üç saatlik bir tren yolculuğundan sonra Bratislava'dayız. Yine son anda Couchsurfing'den davetimizi kabul eden Katarina'nın adresini bulmak için epey bir dolanıyoruz. Katarina, güleryüzle karşılıyor bizi. Kendisi bir o kadar güzel ve bir o kadar samimi. Katarina'ya vardığımızda öğleden sonraydı, biraz dinlendikten sonra birlikte şehri gezmeye çıkıyoruz, hafta sonu olduğu için şehrin sokakları sakin. Etrafı izleye izleye yarım saat yürüyerek eski şehre varıyoruz. Çok sakin, insancıl, sanatsal, barışçıl bir kent. Huzurluyum. Neyin ne olduğunu bilmeden gezmek, şehirde kaybolmak ve şehri hissetmek istiyorum. Tarih insanı ezmiyor burada hatta tarihsel dokuyla bir bütün olabiliyorsun. Bazı binaların avlularını geziyoruz, avlularında heykeller var genelde, ahşap kapıların zanaatkar ustalığını inceliyoruz, eski evlerin camlarına, kapılarına yapılmış iç ısıtan resimlere bakıyoruz.
|
Çınarların altında barlar |
Tuna Nehri'nin üstündeki köprülerden birindeyiz. Tuna Nehri eski şehrin dışında, eski şehre kattığı çok bir anlam yok. Kendi halinde üzerinde sevimsiz birkaç köprüyle akıyor. Akşamı bu sevimsiz köprülerin birinin üzerinde karşılıyoruz. Üstümüzden altımızdan trafik akıyor.
|
Tuna Nehri'nde akşam üstü |
Evin yolunu tutuyoruz, yürüye yürüye. Katarina, soslu, peynirli makarna yapıyor, bir de yanına kofala. Kofala kolanın farklı bir çeşidi. Katarina'nın samimiyetinden kendimizi evimizde gibi hissediyoruz. İnsanın sarılası ve öpesi geliyor. Yorgunuz, kozel biralarımızı içip yatıyoruz. Sabah yine güler yüzlü bir günaydın :) Özenle kahvaltı hazırlıyoruz. Farklı bir kahve makinesi ile yapılan Slovakya kahvesi içiyoruz. Bizi evin yakınında içinde göl, gölün içinde ördekler, balıklar, kaplumbağalar olan bir parka götürmek istiyor Katarina. Birlikte yürüyor, izliyor, oturuyor, dondurma yiyoruz. Parklar, Avrupa'da bize göre çok daha fazla anlam ifade ediyor; koşanlar, bisiklete binenler, piknik yapanlar, bikinileri ile güneşlenenler, uyuyanlar, uzanıp kitap okuyanlar, sevişenler, köpeğini gezdirenler, bebeğini gezdirenler, yogo yapanlar, jimnastik yapanlar, futbol, voleybol, hentbol, frizbi oynayanlar, içki içenler... Kimse de kimseyi taciz etmiyor. Eylemler uzayıp gidiyor, bizde ise kültürel baskı dolayısıyla bu eylemlerin sayısı yarıya düşüyor. Bizdeki durum oldukça can sıkıcı.
Katarina parktan eve geçiyor, biz de eski şehre geçiyoruz. Burada da toplu taşıma araçları kişinin oto-kontrolüne bırakılmış. Biz de ise böyle bir oto-kontrol sorumluluğu yok. Risk alıyoruz her defasında yakalanırsak kişi başı 40€ ceza ödeyeceğiz. Tramvayla şehri seyrede seyrede eski şehre geliyoruz. Birkaç kilise geziyoruz, pazar ayini var, kaleye çıkıyoruz, kaleden gözüken Tuna Nehri ve arkasındaki devasa apartmanlar oldukça keyifsiz bir manzara.
Bratislava'da tüm önerilen gezilecek yerlerin listelerini bir kenara bırakıp bir söğüdün altındaki banka oturup söğüdün sallanan dallarını dinlemeyi, bir taş duvara sırtımızı yaslayıp etraftaki binaları izlemeyi, vintage dekorasyonlu dükkanları gezmeyi, çınarların altında bira içmeyi tercih ediyoruz.
|
Taş duvarların ve taş sokakların keyfi |
|
Bir de tütün keyfi |
|
Bratislava sokaklarından |
|
Bratislava sokakları |
|
Şenlendirilmis bir evin kapısı |
|
Bir galerinin balkonu |
|
Kapılar... |
|
Sokakların samimiyetinden |
Bu şehir, sadece sokaklarında kaybolarak hissedilmeli... Biz de onu yaşıyoruz. Akşam üstü Katarina ile bakır cezvesinde Slovak kahvesini Türk kahvesi tarzında pişirip son kahvemizi de içtikten sonra vedalaşıyoruz, biraz hüzünlü bir vedalaşma. Katarina'nın ruhu da tıpkı Bratislava'nın ruhu gibi insanı sarıp sarmalıyor. Edip Cansever diyor ya;
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder