10 Ocak 2015 Cumartesi

Gaziantep'te radyo koleksiyonu; Halfeti'de kayıp bir yaşam; Hatay'da Titus Tüneli'nde zamansal bir yolculuk...


          “gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizer.”
                                                                        Hasan Ali TOPTAŞ

      
16/ 12/ 2007
Toros Ekspresi

Sabah, Haydarpaşa
Yağmurlu bir sabah, insanlar yolculuk telaşında; yolcular, yolculayanlar… Düdük sesiyle hareket başlıyor, hayır hayır bu düdük sesi değil; bu ses, 1950’li yıllarda buharlı trenleri harekete geçiren bir geyiğin boynuz sesi…

Yer Haydarpaşa,
Anadolulu köylüm benim, göç başlamış köylüler umutları yüreklerinde taşı toprağı altın Şehir-i İstanbul’a gelmişler. Kadınlar, üstlerinde basma fistanları, ellerinde tahta bavulları, yanlarında eşleri, eşlerinin başında kasketleri ve etraflarında renk renk naylon çizmeleriyle çocukları… Şimdi o naylon çizmeli çocuklar, taşı toprağı altın Şehr-i İstanbul’un tüm yükünü Tarlabaşı’nda sırtlamaktalar, hala sokak aralarında çekçekleri ile meyve sebze satarak… Bir düdük sesi beni hiç bilmediğim zamanlara götürdü; köyden kente göçün yeni yeni başladığı yıllara…

Tek tek geride kalıyor istasyonlar. 30 saatlik bir yol uzanıyor önümde. Haydarpaşa’dan Gaziantep’e. 
Küçücük tren kocaman ray,
vay anam vay!(1)
Son durağım Gaziantep, 30 saat sonra ineceğim durak… Peki, bir gün, bir gece, bir de sabah, bu trende neler yaşanacak, kimlerle tanışılacak, hangi sohbetleri trenin tıngırtısında birbirimize duyurmaya çalışacağız, kimbilir.

Ekrem Abi; emekli bir işçi, Adanalı, Çorlu’da birkaç aydır tekstil işçisi olarak çalışıyormuş. Bayramda ailesini görmek için Adana’ya gidiyor.Yanında iş arkadaşı, Orhan Abi; sessiz, beş vakit namazında, Adanalı o da.Yolculuk boyunca onların gözünden çocuklarını dinleyecektim. Çocukları…

Üçümüz yolculuk yapıyoruz aynı kompartımanda. Anlatıyor Ekrem Abi durmadan. Anlattıkları, kullandığı sözcükler okumuşluğunu, yaşanmışlığını gösteriyor. Soruyorum: “Ekrem Abi kitap okumuşluğun var mı?” Adana’da,  Motor Sanat Enstitüsü’nde okumuş, öğrenciyken tek gözlü bir evde kalmış. “Kardeş!” diyor, “lise okuduğum yıllarda tek gözlü evimin bir kapısı vardı,  ben kitap okur, bilmediğim sözcükleri kapının arkasına yazardım, kapımın arkası sözlük gibi olmuştu.Yıllar sonra evlendim aklıma o ev düştü gittim evi buldum, hala kapı arkası sözlüğüm duruyordu.”
Sözlüğündeki kavramları anlattı, o kavramların çağrıştırdığı olayları, aşklarını, kavgalarını, öğrenciliğini...

Ekrem Abi’yi dinliyorum, bir yandan da; tarlalarda ıspanak toplayan kadınların, pastel renge bürünmüş doğanın, puslu dağların, küçük kasabaların, sıcacık istasyonların, tellerde rengârenk çamaşırların, nehirler üzerinden geçtiğimiz köprülerin, tünel içlerinin, duvarda uyuyan miskin kedilerin görüntüleri akıyor pencere arkasından.

Ta ki Afyonlu Celal Abi ve iki oğlu kompartımanımıza gelene kadar üç kişilik muhabbetimiz devam ediyor. Celal Abi ve oğullarından çekiniyoruz ilk başta, güzelim sohbetimiz kesildi diye üzülüyoruz. Celal Abi tedirginliğimizi fark etmiş olacak ki kendini anlatmaya başlıyor. Bir mermer ustasıymış Afyon’da, mezar taşları yapıyormuş çoğunlukla, iş için gelmiş İstanbul’a. “Celal Abi neden tren?” diyorum. Diyor ki; “insanlarla tanışmak için, doğaya yakın olmak için” Bu cevap Celal Abi ve oğullarına karşı tüm ön yargımı kırıyor. Evet, trenler insanı tanımak için en güzel yerdir. Trenlerde kurduğu dostlukları anlatıyor. Muhabbetimiz, memleketin birçok yerine akıyor.

Gece, ilerliyor;
Biz de karanlığın içinde ilerliyoruz. Karanlık çökene kadar bizim de bu küçücük kompartımanda konuşmadığımız konu kalmadı. Kasabaların içinden geçiyoruz, evlerin ışıkları bir bir yanmış. Kim bilir bu küçücük, bu sıcacık evler hangi yaşam öykülerine sahne oluyor? Bu geçtiğimiz kim bilir kaçıncı kasaba? Tren belli bir süreden sonra evin gibi oluyor; mektuplar yazıyorsun, kitap okuyorsun, yemek yiyorsun…Sanki raylar üzerinde giden bir ev,  pencereleri hep yaşama açık, bin bir insana, sokağa, ağaca, nehire…

Afyon’da Celal Abi ve iki oğlu iniyor, onların yerine iki kız öğrenci geliyor; soğuk, “insan”a güvenmeyen tipler. Haydarpaşa’dan Afyon’a tutturduğumuz muhabbet bıçakla kesiliyor sanki. Herkes kendi kabuğuna çekiliyor.

Yatağım orta katta, pencere hizasında. Yataktan dışarıyı seyretmek ne güzel. YILDIZLAR… Biz o Şehr-i İstanbul’un keşmekeşinde fark etmesek de uçsuz bucaksız ovalarda ağaçlar yalnız, bir tilki karlar içinde koşuyor, bir çocuk camdan dışarı sarkmış, bir karınca yuvasına bin bir güçlükle bir tane sadece bir tane buğday tanesi taşıyor…Yaşam biz farkında olsak da olmasak da sürekli akıyor ve biz de onun içinde sadece bir hareketiz.

Sabah doğuyor;
Toroslar’ın ardından doğan güneş tüm doğada bir hareket başlatıyor. Topraktan çıkan nem tüm doğayı sarmış, tren bir sis bulutunun içinde gidiyor. İşte Yaşar Kemal’in bereketli toprakları; Çukurova…

Ve işte;
Güzelim İnce Memed…
Burada yaşandı bütün onlar ve burada yaşadı; İnce Memed’ler…,

Sabahın 06.00’sında Ekrem Abi’in camdan bakarak Nazım’dan söylediği;
Tanya;
senin memleketini sevdiğin kadar ben de seviyorum memleketimi” şiiriyle uyanıyorum. Evet, sevdiği memleket onun için Çukurova’ydı.

Adana’da,  Ekrem Abi ve Orhan Abi indikten sonra yol bir türlü bitmedi, artık Gaziantep’ten ümidimi kesiyorum, sonsuzluğa gidiyormuşuz hissi var içimde. Tren bir türlü ilerlemiyor, hararet yapıyor Toroslar’ı tırmanırken, yoruluyor tren, rampalarda, tünellerde dinleniyor.

Ve Antep İstasyonu.
Yine ve yine Antep tepelerine kurulmuş gri gecekondular karşılıyor beni. İlçeler garajındayım, Nizip’e giden dolmuşun hareketini bekliyorum. İstanbul’u düşünüyorum. İstanbul nire, Antep nire…

Aylar önce seyrettiğim ‘Ve İnsan’ adlı programda tanıdığım radyo koleksiyoncusu iki abi ile tanışmak için Nizip’e bu yolculuğum.
Nizip,
Gece, soğuk.
Anadolu’nun bir köşesindeki bir öğretmen evi, Diyarbakır’daki öğrencilerime mektuplar yazıyorum, bu coğrafya beni onlara götürüyor. Onlarla, tütmüş sobaların göz gözü görmeyen sınıflarında işlediğimiz dersler… Bir duman bulutuna ders anlattığınızı düşünün… Ve değil mi ki, eğitimde göz göze iletişim şart!

Ve sonra kardeşler geliyor sınıfa kapıyı tıklatmadan, arkalarında da bir keçi, “Ali Abi’mi annem istiy” diye. Hangisi Ali, dumanın içinde bul bulabilirsen Ali’yi… Ali’lerimizi, okuma yazmayı söktüğümüz Cin Ali kitaplarında kaybettik. Ali’lerimiz yok artık. Artık Cankutlar, Berkeler, Gökberkler, Enesler var. Bizler, öğretmenler, Ali’leri çok özleyeceğiz…

18/ 12/ 2007
Sabah uyanır uyanmaz radyo tutkunu iki abi ile buluşmak için çıkıyorum öğretmen evinden, bir pasajın içinde dükkânları var. İçinde,  üst üste, yan yana, çeşit çeşit eski radyo, kamerayı açıp radyoların öykülerini anlatmalarını istiyorum. Her radyonun farklı bir öyküsü var, kimisi Fransa’dan, kimisi Suriye’den, kimisi Cambridge Üniversite’sinden gelmiş. Ama diyor: “bu radyoların hepsinin tek bir ortak özelliği var; hepsi 2. Dünya Savaşı’nın haberlerini sundu!”

O kadar ölüm, o kadar katliam, gaz odaları, Hitler, Hiroşima, Nagazaki… Evet, insanlığın en kara yılları bu radyolardan Fransızca, Arapça, İngilizce, Rusça olarak sunulmuş. Bir an bambaşka dillerden savaş haberlerini dinler gibi oluyorum, ürperiyorum…

Oysa radyolar ne güzel tıpkı dünya haritaları gibi; Roma, Graz, Budapeşte, Vatikan, Selanik, Sofya, Şam, Tel-Aviv, Bratislava, Bükreş, Kahire, İstanbul, Rodos diye uzayıp giden istasyonlar…
Eski güzelim radyolar, çocukluğumuzda başına toplanıp radyo tiyatrolarını dinlediğimiz ve bir sonraki perdeler için hep yarınları umutla beklediğimiz radyolar…


                                                                        
Eski Radyolar
      
                                                 

  Fransız Yapımı Aynalı Radyo                      

Öğleden sonra Birecik’e gittim, Fırat Nehri’nin coşkun suları çekilmiş, daha sessiz, daha keyifsiz gibi geldi bana. Barajda suları biriktirdikleri için Fırat coşkusunu yitiriyor. Mezopotamya’ya can veren nehir, binlece yıldan beri durmadan akıyor…Birecik’ten Halfeti’ye kadar Fırat Nehri’nin kıyısından ilerliyoruz; sol tarafımız nehir, sağımız kayalar ve nehrin aşındırarak oluşturduğu kayalardaki çizgilerden Fırat Nehri’nin yüzyıllardır süren coşkunluğundan, şimdiki sessiz haline gelene kadarki sürecini takip edebiliyoruz. Bir zamanlar nehir yatağı olduğunu anladığımız yerler şimdi yol olmuş, biz de o yoldan ilerliyoruz.

Nehirde gün batımı, kayalar, fıstık tarlaları ve nihayet Halfeti…
Halfeti 3000 yıllık tarihi geçmişi olan ve bu süre içinde Huriler, Medler, Asurlular, Persler, Roma, Sasani, Emevi, Abbasi, Memluk ve Osmanlılar gibi birçok yönetimin egemenliğine girmiş bir yerleşim yeri.(2) 
Kente girer girmez bu atmosferi hemen hissediyorsunuz, tekne ile dağların arasında ilerlediğimizde ise karşımıza Rumkale çıkıyor, hala o günün izlerini sürmek mümkün Halfeti’de.

 Halfeti’nin büyük bir kısmı on yıl önce baraj sularının altında kaldı ve insanlar böyle bir yeri bırakıp devletin ödediği para ile büyük şehirlere göçtü. Köklerinden kopmalarıyla birlikte bu insanlarımızın yaşamları büyük şehirlerde paramparça oldu, Halfeti’deki sosyolojik doku yıllarca belgesellerin konusuydu. Şuan Halfeti’yi terk etmeyen ve bu yüzyıllık tarihte yalnızlıkları ile baş başa beş veya on aile kalmış. Halfeti’nin başına gelen şuan Hasankeyf’i de tehdit ediyor. Oysa bu kentlerin tarihleri MÖ’ye uzanıyor ve Hasankeyf'te daha hiç ulaşılmamış, açılmamış onlarca höyük var.


Bu talan Mezopotamya coğrafyasının yazgısı olmuş, binlerce yıldan beri sürüyor; İskenderiye Kütüphanesi ile başlayan talan şuan Irak’ta savaşın yıkımı olarak devam ediyor, bizler de ülkemizin içinde kalan Mezopotamya’nın bin yıllık kültürünü, kendi ellerimizle talan ediyoruz; Halfeti, Hasankeyf, Zeugma ve daha niceleri…

              
Halfeti Sokakları


Barajın Suları Altında Kalmış Cami

Bir Sonbahar Işığı ve Eski Kapıların Hastası Ben
                                              
22/ 12/ 2007

Birkaç gün önce İskenderun’a geldim yollardaki portakal ağaçları…
Bayramın 1. günün akşamı Şam için yola çıkacaktık, her şeyimiz hazırdı, bir başka Mezopotamya kentine gitmenin heyecanı içindeydik ki gelen haber heyecanımızı kursağımızda bıraktı.
Mezopotamya’nın makûs talihi, bizim Anadolu topraklarının da içinde bulunduğu bu kan, bu savaş, katliamlar…

 Biz de Hatay’daki tarihsel, kültürel, sosyolojik değeri olan yerleri gezelim istedik. Hatay’daki ilk durağımız Vakıflı Köyü, burası bir Ermeni köyü. Anadolu’nun köy dokusundan farklı, sanki Avrupa’da bir köyde dolaşıyoruz. Kilisede kadınlarla konuşuyoruz, bu köy organik tarımıyla biliniyormuş.


 Vakıflı Köyü’ndeki Ermeni Kilisesi


Vakıflı Köyü Mezarlığı

Dolmuş geldi ve Hıdırbey Köyü’ne yol çıktık, içimde ukde kalan; köy kahvesinde gidip de Ermeni amcalarla sohbet etme fırsatını kaçırmış olmam. Hıdırbey Köyü de eski bir Ermeni köyü. 2000 yıllık bir çınar ağacı var, çınar ağacının kökü oyulmuş ve mağara gibi olmuş, içine girebiliyorsun, kim bilir hangi uygarlık tarafından dikildi bu çınar ağacı ve şimdi kimler gelip içine giriyor bu ağacın? İnsanlar içini bez parçalarıyla doldurmuş, binlerce yıldır, binlerce dilek. Kim bilir kaçı gerçek oldu?

                                                           
          2000 Yıllık Çınar Ağacı  

Musa Dağı’ndan Samandağ’a iniyoruz ve işte Musa Dağı’ndan Samandağ; dünyanın Rio sahilinden  sonra ikinci uzun sahili. Sahilden Titus Tüneli’ne gidiyoruz. Sel sularının akışına yön vermek için milattan önceki yıllarda binlerce kölenin elleriyle oyarak yaptığı müthiş bir zaman tüneli. Oraya girişiniz ve çıkışınız arasındaki zamansal farkın ölçümünü yapmak mümkün değil, zamandaki bir yolculuktur burası ve kaya mezarları…

Kaya mezarları ve oradaki ruh üzerine kelimelerim yetersiz kalıyor, yaşanmalı, hissedilmeli…


Titus Tüneli’ndeki Kaya Mezarları
                                                                       
                                                                       
Titus'ta Zamanı ve Mekanı Şaşıran ve Ağaç Köküne Tüneyen Ben


Samandağ Sahilinde Titus Tüneli'nden Büyülenmiş Olarak Çıkan Biz

25/ 12/ 2007

Enveriye, Bilecik
Sabah, pencereden fotoğraf çekiyorum. Dün akşam Adana’dan birlikte trene bindiğimiz Selçuk Üniversite’sinden bir öğrenciyle yol arkadaşıydık, Sibel ile bir hayli konuştuk, akşam yemeği için restorana gittiğimizde Sibel’in lise arkadaşı Tayyar ile karşılaştık, bir sohbettir başladı öğrencilik üzerine, derken yataklı vagon görevlisi Ahmet Abi geldi. Ahmet Abi tam bir tren sevdalısı, şiirler okundu, derken Ahmet Abi trenler üzerine aforizmalara başladı;
· Trenler kimsenin hatırını kırmaz kimi görse durur.
·  Bu memleketi geziyorum ama bilet almıyorum.
·  —Ahmet Abi ters yöne gidiyoruz galiba.
    —İstikametimiz İstanbul olduktan sonra ters yüz gitmişiz ne fark eder.
·  Demiryolu ile hep hüzünlü gidersin, hatıralarını depreştirir,
    İnce sesi hep ruhunu okşar.
                                    
VE SANIRIM TRENLERDE BENİ ÇEKEN DE 
                                                                          HEP BU HÜZÜN…
                                                  
Mor; Trenle Gittiğim Hat, Yeşiller; Gezip, Gördüklerim
                                                                                                                                                                                                   
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Murat Özyaşar, Çift Kağıt, http://www.cafrande.org/oyku-cift-kagit-murat-ozyasar-ne-olursan-ol-gel-ama-geldigin-gibi-gitme/ Erişim Tarihi: Kasım 2010
(2) Halfeti'nin Siyah Gülü: Karagül, http://www.sevgiforum.net/halfetinin-siyah-guelue-karaguel-t44253.html?t=44253, Erişim Tarihi: Şubat 2010






























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...