11 Şubat 2018 Pazar

düşün insanlarının fildişi kulesi: Rusya; Moskova- St. Petersburg

29 Temmuz 2014

‌Hep bir hayalle başladı, hayaldi en başta, kimi zaman bu hayalin içi doldu kimi zaman boşaldı kimi zaman anlamsızlaştı kimi zaman renklendi ve en sonunda hayalden gerçeğe döndü. Bu dönüşümde Couchsurfing'le oluşan paylaşımın, dayanışmanın, güvenin, yardımlaşmanın, barış ve dostlukla oluşan dilin katkısı katıksız... Neler yaşanacak bu yolculukta, kendimi sakin hissediyorum, iyi hissediyorum, duyumsayabiliyorum kendimi. Bu bir içsel yolculuk olsun istiyorum; kendime içsel, insanlığa içsel, yaşama içsel... Sözün olmadığı, duyumun ve anlamın ağırlığında bir yolculuk... Hangi mekanlar, hangi insanlar ve hangi zamanlarda yaşamı duyumsayacağım? Duyumsamak, zamana ve mekana ve harekete yani canlılığa özgü bir edim... 

Mısır kamyonları geçiyor yanımızdan, Trabzon'a giden otobüsün içindeyiz. Gece, karanlıkla birlikte kaybolan mekan ve zaman otobüsle birlikte akıyor. Zaman ve araç, yarışmıyor mu şimdilerde, araçsallıkla zamanın kölesiyiz. 

Trabzon
Zor, yorucu bir otobüs yolculuğu, bir kez daha otobüs yolculuğundan nefret ettim. Sabahın 04.00'de Trabzon'dayız, otogarda bankların üstünde uyumaya çalışıyoruz. Trabzon'un güvensiz toplumsal yapısı, otogara da yansıyor. Daha güvenli olsun diye bir oyun salonu buluyoruz, bir grup erkek sabahın bu saatinde gürültüyle okey oynuyorlar. Biz kafaları masaya vurup uyuyoruz. Birkaç saat uyumuşuz, etrafımızdaki sabah telaşesine uyanıyoruz. Yeni bir gün Trabzon'da başlıyor, artık yolumuz, yolculuğumuz başladı, keyifli, öğrendiğimiz, sorguladığımız, yeniliklere açık, paylaşımcı bir yolculuk diliyorum kendimize.

Trabzon'da, Gerze'deyken internetten baktığımız "Palto Kitap Cafe"yi aradık gün boyu. Gogol çağrışımlı düşünüp bu Palto Kitap Cafe'yi, yolculuğa Gogol'un paltosundan çıkmak istedik ama cafeyi bulamadık. Trabzon'da müzeyi gezdik, özellikle etnografi bölümü keyifliydi, amforalar, takılar, gözyaşı şişeleri, şamdanlar, kap kacak, insanın kullandığı doğal malzemler ve bu malzemelerden yapılan araçlar...  
Trabzon Müzesi'ndeki antik amforalar; zeytinyağı ve şarap için

Tütün içimi için araç gereçler

Teras katında bira içmek için güzel bir yer bulduk,  bira ile birlikte gevşedikçe gevşedik. Son telefon konuşmalarımızı yapmaya başladık, bir yandan Yalçın'la keyifli bir muhabbet. Akşamüstü limanın yolunu tuttuk, pasaport ve çıkış işlemlerini halledilince ülkeye veda...
Ülkede son vedam bir köpeğe...

Feribottayız, Sirkeci-Harem arası çalışan feribotlar gibi, bir jip, birkaç motor, az yolcu, yolcuların çoğu Rus... Sırt çantalarımızı kamaraya atıp bira ve tütünü kaptığımız gibi güvertedeyiz. Genç işçiler güvertede halatları topladı, hareket yavaştan başladı, deniz arkamızdan köpürdü, yüksek binaların arkasından güneş deniz üstüne çıktı, açı genişledi, Trabzon küçüldü, güneş kızıllık içinde battı, hilal çıktı, yunuslar üçerli dörderli öbekler halinde feribotun yanına dizildi.
Trabzon'dan ve güneşten uzaklaşıyoruz.

Rehberimiz Yeni Ay

Üst güverteden alt güverteye inen merdivenlerin en üst basamağında, sırtım demirlere, yüzüm batıya, kızıla dönük, kendi içime dönük aslında. Yine panteist olduğumu hissettiğim bir an, evrenin raksını sanki oturduğum yerden hissedebiliyorum. Dağlar, denizler, güneş, hilal, yunuslar, ben, Yalçın bir bütündük, Bütün ve bir...  raks içindeydik, ölebilirdim bu güzellik içinde, doğanın yolculuk başında harika bir kompozisyon oluşturması bana yolculuk için ümit verdi. Karanlık bastı, çok uzaklarda Trabzon'un ışıkları kaldı, gökte Hilal ve Küçük Ayı takım yıldızı asılı...

Gece kamaranın içi hamam gibiydi, nefes alamıyordum, uyuyamıyordum, ter su içindeydik. Kapıyı açınca karşı kamaradaki  Çeçen'in kapısını açık bırakıp uyuduğunu fark ettim. Ben de bizim kamaranın kapısını açtım, değerli eşyalarımızı bir köşeye aldım ve böylece bir nebze rahat uyuduk.  Sabaha zor attım kendimi...

Soçi
Güneşi, denizden uğurlamıştık Trabzon'dan ayrılırken, şimdi de Soçi'ye yaklaşırken güneş karşıladı bizi güvertede. Güvertede Karadeniz'in  meltemiyle uykumu açmaya çalışıyorum. Yunuslar feribotu büyük bir sevinçle karşıladı, hızla suyun üstünden atlaya atlaya geliyorlar, sonra da feribot ile yarış edercesine Soçi'ye doğru yüzüyorlar.
Feribotu karşılayan ve sonra onunla yarışan yunuslar

Soçi, yüksek gökdelenleri ile görünmeye başladı. Soçi'nin arkası dağlık, yüksek yüksek dağlar arka arkaya sıralanmış. Feribotta iki anne vardı, çok genç, çok güzel ve üçer çocuklu. Çok şaşırdım, çocukların hepsi de ardıl. Anne ve babalar çok genç. Limana yaklaştıkça olimpiyatların amblemi karşılıyor bizi, 2014 kış olimpiyatları Soçi'de yapılmıştı. O yüzden şehir vitrin havasında, limanda işlemlerimiz yapıldıktan sonra çıkıyoruz, denize dökülen bir nehrin kıyısında sabah erken saatte balık tutan Rus erkeklerini seyrediyoruz. Sonbaharın renkli çınar yaprakları, oltaların altından ahenkle akıyor, bir balıkçının şansı yaver gitti ve kocaman bir balık tuttu. 
Dağları ve gökdelenleri ile Soçi

Erken saatte balık tutan Rus erkekleri

Nereye gittiğimizi bilmeden yürüdük, susadık, cebimizde hiç ruble yok, dolayısıyla su alamıyoruz. İlk işimiz para çekmek oldu, bankadan değil de postahaneden para çevirdik. Upuzun ve gölgeli bir parkta dolaştık, anneler çok genç ve çok güzel, annelerin yaş aralığı 20-25 arası, bedensel olarak da çok inceler, uzun boylu ve sarışınlar.  Çocukları da çok güzel, Rus erkekleri, kadınlara göre sönük kalıyor. Plajların ve devasal lüks otellerin olduğu bölgeye gittik. Burası da Rusya'nın Antalya'sı, biraz denize kültürlerini anlamaya çalıştık.
Temmuz ayında, çınarlarla kaplı parklara sonbahar gelmiş 

Cansız da olsalar sarılacak birilerini buldum hemen

Rusya'nın en sıcak yerleri, Karadeniz'in kuzey kıyıları

Bu gece Couchsurfing ile ilk kanepe sörfümüzü yapacağız. Kalacağımız arkadaşın evine gitmek için otobüse binmemiz gerekiyor ama otobüsü bulabilmek için insanlara derdimizi anlatamıyoruz. İnsanlar İngilizce bilmiyor. Otobüs ararken tren istasyonunu bulduk. Hazır tren istasyonunu bulmuşken internetten aldığımız bileti onaylatalım istedik.  İngilizce bilmeyen ama yardımcı olmak isteyen genç bir kadın, bizimle bir hayli ilgilendi, uzun bir uğraştan sonra aldık nihayet Moskova tren biletimizi. Otobüs arama derdi, bir kadın bizi durağa götürdü. 

Otobüs şehir merkezinden çıkıyor, dağlara doğru içeri giriyoruz, köylerden geçiyoruz, gideceğimiz adres dağ köyü anlaşılan. Gideceğimiz yeri Soçi merkezde zannediyorduk. Dağların arasında kırk dakika dolandık belki, sonra bir durakta pembe elbiseli bir kadın, otobüse binip bizi indirdi otobüsten. 
Karadeniz'in kuzeyinde, dağ köyündeyiz

Dağların arasında bir köy, bir kaç katlı bahçeli bir ev daha doğrusu bir inşaat. Ev inşaat halinde, 4 oda bir salona açılıyor, salonun zemini beton, ayakkabı ile dolaşılıyor. Bize verilen odanın yerinde çocukluğumun kerpiç evinde olduğu gibi muşamba serili, bir kanepe, bir TV, havlu- nevresim konulan bir raf, CD ve DVD'lerin konulduğu bir mobilya. Mutfağı gösterdi Lyubya, mutfakta da naylon serili, ayakkabı ile girebiliyorsun, yerler pis, dolap kapakları dökük, duvarların köşelerinde örümcek ağları, ölü böcekler ve sinekler... Boyası çıkmış ahşap yeşil tabure, kirli ve eski bir kanepe kaloriferin yanında, kaloriferin aralarında da pislikler birikmiş, evde güncel bir temizlik yapılmıyor sanırım. Düzensiz, sefil, perişan bir yaşam... Lüks bir eve gitseydik, böylesine rahat, samimi olmazdı. Gittiğin yerlerde insanların günlük yaşamlarını, sosyo-ekonomik durumlarını yaşamak, Couchsurfin'in bir gezgine sunduğu en büyük imkan... Eğer gezdiğin yerleri her haliyle deneyimlemek istiyorsan...

Lyubya bize çay yaptı, mutfakta muhabbete koyulduk, hukuk okumuş, on yıl avukatlık yapmış, daha önce eşiyle Rusya'nın en kuzeyinde yaşamışlar üç ay ve bu üç ay da kışa denk gelmiş ve sürekli geceymiş, "çok zordu" diyor. Güneye gelmişler sıcak olduğu için, şimdi mutluymuşlar, kocası kaldıkları bu evin bahçesinde güller ile ilgileniyormuş. Gülleri satıyorlarmış, kocası İngilizce'yi az bilen ama samimi bir adam. Küçük kızları Dusha, sarışın örgülü saçlı, çilli, utangaç, sevimli bir kız çocuğu... İngilizce'yi evlerine gelen gezginlerden öğrenmeye çalışıyormuş. 
Lyubya ve kızı Dusha

Rusya'da gözlemlediğim kadarıyla aile yaşantısı önemli, anne-baba ve çocuklarının sosyal yaşantısı birlikte. Çocuk bakımında erkek de rol alıyor, çocuk bakımı bizim ülkemizde olduğu gibi kadının üzerinde yük değil. Çocuğun istekleri bağırarak, korkutularak bastırılmıyor, çocuğu bir birey olarak görüyorlar. Lyubya, Dusha, Yalçın, ben  diğer köydeki markete makarna almaya gidiyoruz. Dusha, annesiyle benim elimden tutuyor ve köy yollarında el ele yürüyoruz. Lyubya, 37 yaşında, alnında birkaç çizgi dışında, 20'li yaşlarında bir kadın gibi duruyor, uzun boylu, güzel, ince, narin vücutlu, pembe mini bir elbise giymiş. Gittiğimiz köy Ermeni köyü, bizim Anadolu coğrafyasındaki insan tipolojisine benziyor insan profilleri.  Köydeki parka Dusha'yı sallamak için giriyoruz sözde ama bizde oyuncaklarda bir hayli eğleniyoruz.  
Anne-kız tahterevallide

Dimitri bahçede uğraşıyordu döndüğümüzde, gülleri ilaçlıyor. Bahçeyi gezdik, taraça taraça gül ve sebzeler. Yalçın domatesleri iple yukarıya bağlarken, biz de maydanoz, domates, dereotu, reyhan topladık akşam yemeği için. 
Yalçın, sırık domateslere ip bağlıyor

Yalçın soslu makarna hazırladı bize. Masada taze toplanmış güllerin kokusuyla ve mumun loş ışığında makarnamızı yedik. Dusha, ışığa gelen kocaman bir kelebeği ilginç bir yöntemle yakalayıp cam kavanozun içinde gözlemlemeye başladı, annesiyle birlikte kelebek üzerine uzun uzun gözlemler yapıp konuştular. Bu durum bir Türk ailesinde, misafirlerin yanında olsa, kelebeği gözlemlemek ve üzerine konuşmak bir yana, dayağı çoktan yemişti. Çocuk yetiştirme bilinçleri çok şaşırtıcı, küçük kız Dusha, bizi en üst kattaki terasa yıldızların altında oturmaya davet ediyor, akşam yemeğine eşlik eden ev yapımı şaraplarımızı alıp yıldızların altına yerleşiyoruz. Karanlık, yıldızlar, Büyük Ayı ve Hilal... kızıl bir halde batmak üzere... Yıldızların altında oturmak uzun süredir özlediğim bir duyguymuş...

Uyumak için dağılıyoruz, Yalçın, kanepe sörfü (couchsurfing) yapacağımız ilk kanepeyi hazırlarken, ben de bulaşıkları yıkıyorum. İlk sörfümüz inşaat halindeki bir odada geçiyor, sivrisinek dolu, ama yolculuk için aldığım lavanta yağı işe yarıyor.  

Sabah 08.00 gibi kalkıyoruz, Lyubya ile çay içerken, Dusha yeşil bir çekirge yakalamış, onu getiriyor kavanozun içinde ve annesi ile yine gözlemleyip üzerine konuşuyorlar. Çıkmaya hazırız,  Dimitri 06.00'da kalkıp gül demetleri hazırlamış, renk renk güller... 
Dimitri'nin sabah erkenden kalkıp hazırladığı güller
Dimitri ile vedalaşıyoruz, Lyubya bizi durağa indiriyor, Dusha son anda yetişiyor vedaya, elinde bölmeli bir kutu içinde sarı bir çiçek... Anne ve kız ile vedalaşıyoruz, ilk kanepe sörfü deneyimimizi, minimalist güzelliklerle geride bırakıyoruz.

Dağların arasından tekrar denize doğru iniyoruz. Yol boyunca Couchsurfing'in nasıl da güzel evrensel bir ağ olduğunu düşünüyorum. Kim düşündüyse insanlığın evrensel boyutta dayanışması için inanılmaz güzel bir ağ. Normalde yabancı bir ülkeye gittiğimde kendimi güvende hissetmeme, kaygıya kapılma gibi psikolojik sıkıntılar yaşardım. Ama şimdi biliyorum ki bir problemle karşılaştığımızda bize yol gösterecek, aynı dayanışma duygusunda buluştuğumuz dostlarımız var.  Lyubya, bir anne edasıyla bahçesinden yanımıza elma, salatalık koydu. Rusya'da meyve-sebze çok pahalı ve tane ile satılıyor. Bize hem manevi hem maddi destek sağlamış oldu böylece. 

Yolda gördüğümüz hoş mimari yapıların yanında iniyoruz, taştan yapılmış, sütunlu, Mardin evlerini hatırlatan görkemli yapıları gezmek istiyoruz, meğerse otelmiş. Bizim eski konakları otele çevirmeleri gibi bir şey sanırım. Birkaç hoş bina gezdik,  kışlık tiyatro binasına gittik, çok büyük ve güzel bir bina. Büyük bir katedrale giriyoruz. Katedralde kadınlar haç çıkarıp İsa'nın resimlerini öpüyor, yarıya kadar saygı ile eğiliyorlar. Ben de bir mum aldım ve güzel bir yolculuk diledim.
Bizde sadece Kars'ta var böyle estetik binalar, Rusya'da ise her yerde

Ve yine sadece Kars'ta vardı... müstehcen diye kaldırıldı...
İlginçtir ki tiyatroda, kilisede, müzede, trende her yerde kadınlar çalışıyor. Yalnız, kadınlar, bizdeki kadınlar gibi güler yüzlü değil, hatta inanılmaz agresif ve katılar. Sürekli kadınlardan fırça yediğimiz hissi ile dolaşıyoruz. Öğleden sonra sanat müzesine gittik, ancak kişi başı 300 ruble olduğu için müzeye giremedik, dışarıda demirden yapılmış keyifli hayvan ve enstrüman kombinasyonlarından oluşan heykelleri gezdik ve ilk Lenin heykeli ile Sanat Müzesi'nin bahçesinde karşılaştık. Komünist bir liderin heykelini görmek şaşırtıcı, heykele verilen yüz ifadesi ve hissiyat, Atatürk'te olandan pek farklı değil, oldukça ciddi ve politik bir ifade...
Müze önünde metalik atıklardan yapılan heykeller

Lenin

Limandayız, bir marketten, otuz yedi saat sürecek tren yolculuğumuz için alışveriş yapıyoruz, ürünleri anlamakta zorluk çektiğimiz için kafamız karışıyor, tanıdık şeyler bulmaya çalışıyoruz; kadınbudu köfte, peynir, ekmek, ballı ayçekirdeği, su... Tren istasyonuna gidiyoruz, treni beklerken yasak olmasına rağmen sigaramızı içip trene biniyoruz. Ukrayna treninde olduğu gibi babaanne döşekleri var. Bir kadın, bir adam, Yalçın ve ben, bir kompartımanı paylaşıyoruz. Adam sözcük sözcük İngilizce konuşmaya çalışıyor, güler yüzlü birisi,  kadın da sevimli ama iletişim kurma çabası yok. Ruslar soğuk insanlar, iklimin gerçekten kişilikte etkili olabileceğini görüyoruz, biz onlara göre etrafa gülücük saçan tipleriz, trende vagonun bir köşesinde demir dökümden sıcak su deposu var. Herkes gidip bardağı ile sıcak suyunu alıp çayını keyifle içebiliyor. Bundan haberimiz olmadığı için biz garip kalıyoruz, kadın ve adam sürekli yeyip içiyorlar ama bize ikram etme gibi bir tarzları yok. Ah! Anadolu'nun trendeki babaanneleri, önüne sofrayı kurar, yemezsen de 'ölümü gör' der, yedirir içirir, uyutur, yıkar paklar... Biz gerçekten de kültürel olarak çok paylaşımcı, çok güler yüzlü, çok sıcakkanlı bir kültürün içinde yetişmişiz. 

Soçi'den hareket ettikten sonra Karadeniz'in kıyısından gitti tren yolu bir süre, insanlar öbek öbek denize giriyordu, tren yolu denize yakın olduğu için denizin dibinden gidiyoruz.  Oteller daha çok tren yolunun üst kısımda kalmış, tren yolunun altında ise küçük pansiyonlar... İnsanların çıplak denize girdiği, çıplak güneşlendiği bir plaj vardı. Denizin içinde penisi görünen genç bir erkek, çıplak güneşlenen yaşlı bir kadın... İnsanın doğal doğası ile sosyal doğasının buluştuğu farklı bir mekan. İnsanın binlerce yıllık giyinme öyküsünü reddetme. Kıyafete ve bedene  yüklenen o kadar anlam kayboluyor.
Bizim Karadeniz kıyılarımızda tren yolu yok ama Rusya'da boydan boya

Tren, Karadeniz kıyısından bir süre gittikten sonra Azak Denizi'nden yukarıya döndü, Ukrayna sınırını takip edip kuzeye ilerliyoruz. Azak Denizi'nin kıyısından geçip geçmediğimizi  bilemedik,  çünkü Karadeniz bittikten kısa bir süre sonra Azak Denizi başlıyor, biz de gördüğümüz denizin hala Karadeniz olduğunu zannediyor olabiliriz. Kuzeye döndüğümüzde sık ormanlar başladı. Her yan yemyeşil, katman katman dağlar... Karanlık 21.30 gibi yavaş yavaş çöktü, sonrasında babaanne döşeğinde uyumuşuz.
Trende gezi gözlemlerimi yazarken, yanı başımdaki ayak parmaklarına geçen mimiklerim

Sabah ay çiçek tarlalarına uyandık, sonsuza uzanan, her yer sapsarı, sonra mısır tarlaları başladı, küçük kasabalar ve küçük, renkli, sevimli, sıcak evler... Kuzeye gittikçe bozkırda ilerliyoruz. İç Anadolu coğrafyasına benziyor; bozkır, kavak ağaçları, küçük nehirler ama farkı, nehirlerin üzerinde taşımacılık yapan gemiler var. Evlerin müstakil ve renkli oluşu hoşuma gidiyor.  Sabah bir istasyonda durduk, tren uzun bir mola verdi, Herkesin aldığı bir içeceği denemek istedik, damacanalarda taşınıyor ve bardağa koyup satıyorlar, buğday veya arpadan suyla yapılan yerli meşhur bir içecekmiş. İngilizce bilen bir adam önerdi.

Kondüktör kadın bize taktı, tren içindeki davranışlarımız ona ele avuca sığmaz geliyor sanırım. Tren hareket halindeyken kapıyı açmamıza, kompartımanın penceresinin perdesini çıkarmamıza fena kızmıştı, şimdi de dışarıda bize psikolojik baskı uyguluyor, sürekli bize bakıyor veya bizimle ilgili diğer kondüktör kadınlarla dedikodu yapıyor.  İngilizce bilen adama üzerimizdeki psikolojik baskıdan, kondüktör kadından korktuğumuzdan bahsettiğimizde, kendisi de korktuğunu söyledi. Kondüktörler özel eğitim alıyorlarmış. Birkaç istasyon sonra İngilizce bilen adam ile kondüktör arasında ciddi bir kavga başladı, korktuk kompartımanımıza kaçtık.
Kondüktör kadın bizimle ilgili dedikodu yapıyor, taktı bize

Nehir üzerinde yapılan taşımacılık

Bir ara bir istasyonun büfesinden çay ve bardak aldık, artık trende içmek için bizim de çayımız var. Kondüktör kadın elektrik süpürgesini açtı, koridoru ve odaları süpürdü, bizim kompartmanı da süpürünce 'spasibo' dedim, sanki biraz yumuşadı bize karşı...
Kompartmanımızdaki kadın ve adam, çay ve nescafelerini içmek için sıcak sularını aldılar, bir yandan nescafe bir yandan böğürtlen çayı kokuyor odamız, kuzeye doğru gidiyoruz, çatılar, alüminyum kaplı ve sivrileşiyor, kışın burada kar fazla anlaşılan. Köylerde sarı sarı doğalgaz boruları, iki insan boyu mesafeden geçiyor ve köylerde çok biçimsiz bir görüntü yaratıyor. Rusya doğalgaz açısından zengin olduğu için en küçük köye kadar ulaşmış. Ağaç kesmek, ağaç yakmak yasakmış. 
Kasabalardaki sivri çatılı evler ve sokaklardan geçen doğalgaz boruları

Sabah bir kasabanın istasyonunda, kadınlar meyve ve sebze satıyordu trenin yolcularına, ceberrut kondüktör kadın kimseyi indirmedi, dolayısıyla satıcı kadınlar gelip trenin kapısından şeftali, domates, armut sattılar. Tren yoluna yakın pazar vardı, sanırım o pazarın satıcı kadınlarıydı gelen. Başka bir tren istasyonunda bardak içinde çilek satan bir adam gördüm. Erkekler hizmet, emek üretmede çok görünmüyor ama kadınlar her yerde, erkekler nerede bilmiyorum.
İstasyonda sebze-meyve satan kadınlar ve kadınların rahatlığı

Yolculuk yaptığımız tren Anadolu coğrafyasındaki Van Gölü ve Kurtalan Ekspres'ine benziyor aheste aheste gidiyor. Trenin hiç acelesi yok, bizim de yok. Bitmesini istemediğimiz yolun 24 saati bitti, geriye 13 saat kaldı. Bu yolculuk sonsuza kadar böyle devam edebilir... Voronej istasyonunda 40 dakika durdu trenimiz,  istasyondaki büfeden iki tane dark Kozel birası alarak istasyonda bekledeğimiz süre içinde sigara ile içtik, içki her tarafta serbest... Şaşkınlığımızı ve keyfimizi gizleyemiyoruz... 
İstasyonda bira ve sigara keyfimiz

Nehirler gördük, çok temiz değil ama insanlar yüzüyor, güneşleniyor, tekne ile geziyor, jet ski kullanıyor. SSCB'den kalma fabrika olduğunu düşündüğümüz büyük bina, enerji santraliymiş. Bozkır ortasındaki köylerden geçiyoruz, geçtiğimiz bazı yerlerde orak çekiç bayrağı, bazı yerlerde demirden, taştan yapılmış orak çekiç amblemleri var. Bozkırda  ayçiçek tarlalarından sonra buğday tarlaları başladı, biçerdöverler buğdayları biçiyor, traktörler kısa kısa biçilmiş buğdayları taşıyor. İnsanlar köylerde evlerinin bahçelerine çeşitli sebzeler ekmiş; kabak, lahana, biber, domates, patates... Yaşlı bir teyze de istasyonda bu sebzeleri satıyordu, ekilen sebze var ama nüfusa yetmiyor anlaşılan. 
Tren istasyonundaki orak-çekiç amblemi

Bir ara yemekli vagona gittik, bira içtik, yemekli vagonun dekorasyonu çok hoştu, yemekli vagonda yolculuk her zaman daha keyifli oluyor.
Trenin yemekli vagonunda şaklabanlıklarımız

Yolculukta rehberlerimiz

Toplumsal yaşamdaki ilişki ve iletişime dair gözlemlerimizde bizim ülkeyle karşılaştırdığımızda ilginç farklılıklar var; ağlayan çocuk sayısı yok denecek kadar az, çocuklar çok güzel ve çok mutlu. Mutlu çünkü birey gibi davranılıyor, susturulmuyor, baskılanmıyor, aşağılanmıyor. Çocuklarla zaman geçiriliyor, oyunlar oynanıyor, meraklarına cevap veriliyor. Çocuklar da anne ve babalarıyla aynı eylemde bulunuyor. Erkeklerde bir kadını taciz etme, süzme, laf atma yok, kadınlarda da işve, naz yok. Herkes bir birey çocuklar dahil, çok fazla gülümsemeyi, güler yüzlü olmayı bilmiyorlar. Biz, trene fazla hareketli, heyecanlı geldik. Trenin verdiği uzun molalarda treni baştan sona dolandık, çocukları sevdik, insanlarla selamlaştık, tüm enerjimiz insanların durağan yaşamlarına fazlaydı, insanlar sıcakkanlı, hareketli değil. Biz ise Akdeniz ikliminden gelen iki gezgin olarak fazla kıpır kıpırdık... 
Rus çocuklarının güzelliği

Rusya'nın soğuk insan profilinde gülümsemesiyle parlayan bir güneş

Moskova
Sabah 04.30 gibi ceberrut kondüktörün kapıya vurması ile uyandık. Demek ki Moskova'daydık, üç saatlik uykuyla toparlanmaya çalıştık. Moskova'nın silueti, aydınlanmaya çalışan günün içinde yükseliyordu, tren istasyonunda vakit geçiriyoruz. Biraz daha gün alıp başını gidince kendimizi sokağa vuruyoruz. 
Moskova'da tren istasyonnlarından biri


















Moskova'dayız yaşasın, elimizdeki haritadan Kızıl Meydan rotasını doğrultup yola koyuluyoruz. Yol üstünde gördüğümüz birkaç kiliseye dalıyoruz, birkaç kişi ile muhabbet ediyoruz.  Binaların mimarisi enfes, attığımız her adımda büyüleniyoruz. Sokakta yürürken kilisenin çanının çalış melodisi dikkatimizi çekiyor. Kilise ahalisinden bir  kadın rolüne göre dini kıyafetleri ile çan kulesine çıkmış, önce büyük çanı ayağıyla çalıyor, sonra büyük çanın etrafındaki küçük çanları, elindeki ipleri bir kukla oynatır gibi harika bir müzik çıkararak oynatıyor. Sokağa yayılan müzik insanı kiliseye çağırıyor. Sabah bedensel temizliğimiz için girdiğimiz bir bar, antika eşyalarla süslenmiş dekorasyonuyla çok hoşuma gidiyor. Plaklar, pikaplar, akordeonlar...
Dini melodinin yükseldiği çan kulesi

Barın duvar süslemeleri

Kızıl Meydan'a yaklaştıkça mimari bizi içine çekiyor ve ilk olarak Kremlin Sarayı'nın 500 yıllık tuğla duvarları çıkıyor karşımıza, heyecanlanıyorum. Kızıl Meydan büyüleyici, renkli soğan kubbeleri ile Moskova'nın simgesi Aziz Basil Katedrali... Karşısında Tarih Müzesi... İkisinin arasında metrelerce uzanan Kremlin Sarayı'nın kızıl tuğladan 500 yıllık surları...Uzun bir süre bu meydanın büyüsünün içinde dolaşıyoruz, sanki bir tiyatro sahnesi... Pazar sabahı ve etraf oldukça kalabalık, bu büyünün içinde ne yapacağımızı nereye gideceğimizi şaşırıyoruz. Uzun süre Aziz Basil Katedrali'nin bahçesinde dolaşıyoruz. Uzun bir süre atmosferin içimize sinmesini bekliyoruz.
                                            


Aziz Basil Katedrali

İşte o muhteşem kubbeler

Kırmızı rengiyle Tarih Müzesi

Kızıl Meydan'da dolaşırken Lenin Mozolesini görüyoruz tesadüfen, buradan başlayabiliriz gibi geliyor. Lenin'i görecek olmanın heyecanıyla o yöne yöneldiğimizde bize sıranın hiç gelmeyeceğini düşündüğümüz bir bekleyiş var, sırada Türkiye'den gelen gezgin bir çift ile tanışıyoruz, muhabbet muhabbeti açarken sıra bize geliyor. Lenin'i görmek için, tek sıra halinde, sessiz bir şekilde, Lenin sadece insanların mozolenin önünden akışı süresince izlenecek, durup izleyeme, zaman geçirme gibi bir durum söz konusu değil.  Lenin mumyalanmış ve ışıklandırılmış rüya gibi... Sosyalizme dair Marx'tan sonra öncül bir beyin... Küçük bir adam ve kıvrımlı beynin fikirsel üretkenliği... Sessizlikle gözümüzü ayırmadan her saniyeyi değerlendirmeye çalışarak zihnimde çağrışımlar yaratmaya çalışarak Lenin'in önünden geçip gidiyoruz. Lenin bir pencere, her bakan geçip gider... Mozolenin arkasında birçok siyasi portre sıralanmış, sadece Stalin'i tanıyabiliyoruz.
Lenin Mozolesi

Kremlin Sarayı'nın büyüleyici surlarının altındayız ne yapacağımıza karar veremiyoruz. Çantalarımız çok ağır bir an önce onlardan kurtulmak istiyoruz. Tourist Information'dan bilgi alıp ucuz bir hostel buluyoruz. İlk defa metroyu kullanacağız, metro istasyonlarının bambaşka bir dünya olduğu söyleniyor, her yer sanatsal ifade biçimleri ile doluymuş. Metro istasyonun sütunlarını, sosyalist bir ülkenin üretken insanlarını simgeleyen heykellerle bezemişler, bayıldık yeraltı şehrinden yer üstü şehrine çıkıyoruz. Şehrin altı ayrı büyülüyor insanı, üstü ayrı...
Araştırmacı genç kadınlar

Öğrenci kadınlar

Çiftçi kadınlar

Okuyan işçiler

... ve fikir babası Marx

Metrodan inince dünya değişiyor, köşe başlarını tutmuş gündüz içicileri ürkütüyor bizi, şehrin merkezi ile varoşları arasında uçurum dikkat çekiyor. Hosteli buluyoruz, 8 kişilik bir odada yer var, hostel kültürü ilginç, birbirini tanımayan 8 kişi, kadınlı erkekli neden ve nasıl aynı odada yatar ki? Bu nasıl bir güven, bu güveni hangi kültürel alt yapı oluşturuyor? Çoğunun gezgin olduğunu, bizim gibi Moskova'yı tanımak için geldiğini öğreniyoruz. İşte bu güven içinde yatıran şey, gezgin olma ruhu... 

Çantalarımızdan kurtulunca, yine metroyla Kızıl Meydan'a dönüyoruz. Yerin metrelerce altındaki heykeller büyülüyor, her yerde Marx ve Lenin ile göz göze gelmen an meselesi. Her yana ya heykelleri yapılmış ya portreleri işlenmiş... Tesadüfen Bolşoy Tiyatrosu'nun önüne çıkıyoruz, mimari olarak harika ama tadilat dolayısıyla kapalı. Etrafta sokak festivalinin gürültüsü.  Bolşoy Tiyatrosu'nun karşısında Marx'ın devasa heykeli. Marx'ın bedeninin kıvrımlarında, çıkıntılarında güvercinler dinleniyor. Marx'ın babacan tavrına güvercinler ne de yakışmış.
Bolşoy Tiyatrosu

Bolşoy Tiyatrosu'na karşı dinlenirkene

Marx'ın kafasında, kollarında güvercinler; eteklerinde Yalçın

Don Kişot operasına bilet soruyoruz ama maalesef bize uygun saatlere bilet yok. Yönümüzü yine Kızıl Meydan'a çeviriyoruz ve yine kendimizi Aziz Basil Katedrali'nin bahçesinde buluyoruz, en güzel kubbenin hangisi olduğunu konuşuyoruz. Katedralin içi, Meryem ve İsa, Hristiyanlık tasvirleriyle dolu. Ara koridorlar sade çizimlerle süslenmiş, bas bir sesten o mekanın ruhuna uygun kilise müzikleri dinliyoruz.
Aziz Basil Katedrali'nin kubbeleri

Osmanlı çağrışımlı

Farklı renk kombinasyonları

...ama ben en çok bunu sevdim

Katedralin iç duvarlarından

Kremlin Sarayı'nın surlarının köşesinden dönünce Moskova Nehri'nde tekneler... Şehrin mimarisi her köşe başında şaşırtmaya devam ediyor, hostele bitmiş bir halde dönüyoruz, odamız ayrı bir dünya envai çeşit insan. Yalçın mutfakta yemeğimizi yapıyor ve afiyetle yiyoruz. Yalçın'la Yum Yum hostelin girişindeki merdivenlerine oturup biralarımızı içerken "kadınların bu kadar rahat olduğu bir toplumda, taciz, tecavüz, ensest ilişki var mıdır?" diye tartışıyoruz. Ama sanki bu tür cinsel şiddet olayları daha çok kapalı toplumların özelliğiymiş gibi... 
Sokakta yürürken ne yana baksan şaşırıyorsun

Hostelden Yalçın'ın güzel kahvaltısından sonra çıkabildik biraz da geç kaldık güne. Heykellerin olduğu metro istasyonunda indik, inanılmaz sanatsal sunumlar, sonradan bu istasyonu adının "Devrim Meydanı İstasyonu" olduğunu ve en güzel istasyonlardan biri olduğunu öğrendik. Tesadüfen bir metro çıkışından yer üstüne çıktık, karşımıza nelerin çıkacağı her defasında bir sürpriz oluyor. Bu defa bir kilise çıktı, kiliseyi gezdik. Meryem'in kucağında İsa tasviri, ben de  önünde kendimce dilekte bulundum, küçük bir kilise idi.  
Devrim Meydanı İstasyonu

Yer üstüne çıktığımızda karşımıza çıkan kilise

Etrafa baka baka Kızıl Meydan'a gittik, amacımız Kremlin Sarayı'nı gezmek. 2. Dünya Savaşı anısına yapılan "Meçhul Asker Anıtı"nı gördük. Kremlin'in girişini bulduk ama farklı bir bilet sistemi var ve güne de geç başlamanın verdiği huzursuzlukla Kremlin'i gezmeyi yarına bıraktık. Kremlin'in giriş kapısından aşağıya doğru, mimarisi estetik binaları geze geze iniyoruz. Dostoyevski'nin heykeli çıkıyor karşımıza, acı çeken yüz ifadesiyle... Ninelerimizin tek fotoğraflarındaki duruşu gibi bir elini dizine koyan hali,  Dostoyevski de sağ elini dizine koymuş. Arkasında Rusya Devlet Kütüphanesi'nin binası. Gezmek istiyoruz, geçici bir kartla içerideyiz, devasa büyüklükte, okuma salonları ahşap, masalar loş bir ışıklandırma ile aydınlatılmakta ve birbirinden farklı çiçeklerle dolu cam kenarları, okumak için tam bir esin kaynağı... Yalçın'la kütüphane içinde ayrılıyoruz, kendi içimizde ve kütüphanenin ruhunda derin bir yolculuğa çıkmak için. En üst katın hoş ve loş dehlizlerinden geçilen salonlara, oda içinde teraslı salonlara girip o ruhu yaşıyorum. Bilginin ruhuna yolculuğa çıkaran bu mekan büyülüyor beni.
Rusya Devlet Kütüphanesi'nin önünde Dostoyevski heykeli

Kütüphane duvarlarında sosyalizm sembolleri

Orak ve buğday demetleri

Dışarıdan estetik görünen bir binanın içine girmeye çalıştık, Rus Devlet Üniversitesi Gazetecilik bölümüymüş. Binanın içine almadılar, biz de kampüs ortamını yaşamaya çalıştık, yol boyunca yine gezmeye devam ettik. Christ The Saviour Katedrali'ne geldik. Hristiyanlık tasvirlerini katedralin dış duvarlarına heykellerle yapmışlar ve hikayeleri yüzlerindeki ifadelere o kadar güzel çizilmiş ki... Her açıdan farklı görülen duygu durumlarıyla hikayeleri anlamaya çalışıyoruz. Yalçın'ın şortu,  benim de kısa kollu olmamdan dolayı görevli bizi içeriye almadı. 
Christ The Saviour Katedrali'nin dış duvarlarında Hristiyanlık öyküleri

Başka bir Hristiyanlık anlatısı

Katedralin devasa demir kapısında dini portreler

Moskova Nehri üstünden köprüden karşı kıyıya geçtik, köprünün demirlerine kilitlenmiş kilitler vardı. Aşklarını sonsuza kadar kilitlemek isteyen çiftlerin astığı...
Moskova Nehri

Aşıkların birbirine kilitli kalpleri

Metro ile hostelin olduğu Baumanskaya'ya geldik. Baumanskaya'da Sovyetler Dönemi'nden kalma eski oyuncakların sergilendiği bir müze olduğunu okumuştum, bu müzeyi gezmek istedik, bulduğumuzda ise şok olduk hem fiyat çok yüksekti hem de içeride langırt ve atari oyunları gibi bizim çocukluğumuzun oyuncakları vardı. Hostele gidip eşyalarımızı topluyoruz, yemek yeyip daha önce Türkiye'de bulunmuş ve Ruslara benzemeyen sıcakkanlı, konuşkan Natalie'yi vedalaşmak için bekliyoruz. Metroda koca çantalarla herkesin dikkatini çekiyoruz, elimizde haritalar, insanlar yardımcı olmak istiyor. 
Metrelerce aşağı inen metro merdivenleri, kitap okuyanlar var merdivenlerde

Metro istasyonu

Metrolar

Metrodan tren istasyonuna geçerken Arsen ile tanıştık, metroda birkaç defa göz göze gelmiştik. Hani "kan çekme" denir ya öyle bir yakınlık hissettik karşılıklı, meğerse aynı coğrafyada yaşanan ortak acıların seni birbirine yakınlaştırmasıymış hissedilen... Metrodan inerken nereli olduğumuzu sordu bize, Türkiyeli olduğumuzu söyleyince büyük dedesi de Kars Ermenilerindenmiş. Meğerse topraklarımızda yaşanan ortak trajedinin acısıymış bizi birbirimize yakın tutan... Naif, güleç bir insan, gözlerinin içi gülüyor. Tren boyu muhabbet ettik, inerken çantasından lavaş çıkardı bize verdi. Anadolu'da babaannelerin yaptığı gibi... Arsen de bir babaanne gibi çantasından çıkarıp ekmeğini yanımıza koydu. Hrant Dink'ten, Sorayan'ın "Yüreği Dağlarda Kalan Adam" öyküsünden bahsettik. Çok keyifli, duygu yüklü, Anadolu coğrafyası yüklü bir yolculuk ve sohbet oldu. Muhabbetimizin fonunda da bu müzik çalıyorudu

Coucsurfing'den Maria tren istasyondan aldı bizi, yaşadığı ev yine çok perişan, bir oda, bir salon, bir mutfak, duvarlar dökülmüş, bize açtığı yatak yırtık... İnsanların sınırlı ekonomik durumlarına rağmen evlerini açması ve bunu seninle tüm çıplaklığıyla paylaşması çok hoş. Maria inşaat mühendisi, Moskova'dan bir hayli uzak bir yerleşim biriminde yaşıyor, 7000 ruble maaş alıyormuş, o küçük eve 100 -150 dolar kira veriyormuş, evindeki eşyalar eski ve pratik kullanıma yönelik, kutularla dolu etraf. Couchsurfing ile konakladığında, kaldığın yerlerin ekonomik, sosyal, günlük yaşantısına dair sonsuz bir ufuk açıyor. Maria çok anaç bir karakter, her şeyimizle ilgileniyor, telefonumuza Rus sim kartı bile koyuyor. Maria, "benim sınırlarıma girdiğiniz andan itibaren güvenliğiniz ile ilgili problemleriniz benim problemim" dedi. İşte gittiğin farklı bir ülkede başın sıkıştığında birinin senin yanında olduğunu bilmek çok güvenilir bir his. 

Sabah  Maria'nın evinden trenle Moskova'ya gidiyoruz, güzel bir yol, bugün hedefimiz Kremlin Sarayı'na girmek. Tren ile yol alırken birkaç ırmağın üzerinden geçtik, küçük evli birçok kasabayı seyrettik. Kremlin Sarayı'nda Meryem'e Müjde Katedrali'ne sırtımı yaslamış etrafı izliyorum.  Büyük İvan Çan Kulesi, Çar Çanı, Çar Topu, Başmelek Katedrali, Meryem'in Göğe Çıkışı Katedrali var.  Etraf çok kalabalık. Bu gördüklerimi anlamlandırmak ciddi bir mimari, heykel, resim, tarih bilgisi gerektiriyor. Bunlar olmayınca o mekanın derinliğine inemiyorsun gibi.
1492 yılında yapılan, 2222 metre uzunluğundaki Kremlin Sarayı'nın duvarları


Büyük Kremlin Sarayı

Meryem'e Müjde Katedrali

Meryem'in Göğe Çıkışı Katedrali

Çar Çanı

Çar Topu

Kremlin Sarayı'nın içindeki mimari örneklerden

Yalçın'ın şortu, benim de kollarım açık olduğu için daha önce gezemediğimiz Ortodoksların Christ The Saviour Katedrali'ni dini giyim kurallarına uyarak gezmeye geldik. İç mimari de dış mimari kadar büyüleyiciymiş, tavan süslemeleri harika... İlk defa  Tanrı'nın çizildiği bir Hristiyanlık figürü gördüm. Tanrı, İsa'yı müjdeliyordu. İsa tasvirleri, Hristiyanlık öyküleri büyüledi bizi, çok da anlamlandıramamıza rağmen... Muhtemelen İncil'den bölümler resmedilmişti.
Christ The Saviour Katedrali'nin  tavanlarındaki Hristiyanlık öyküleri

Christ The Saviour Katedrali'nin tavanında Hristiyanlık anlatıları

Puşkin'in yaşamının eserlerinin sergilendiği edebiyat müzesine gittik, edebiyat müzesi yazı ağırlıklı olduğu için ve Rusça'yı anlamlandıramadığımız için sadece Puşkin'in el yazmaları, kendi günlük yaşamında kullandığı eşyaları ve kütüphanesi bir yazarın ruhunu anlamamıza, o ruhu içine girmemize az çok olanak sağladı. Müzede Gogol'ün deri çantası da vardı. Müzeye İngilizce bir açıklama bile koymamışlardı. 
Puşkin

Puşkin'in elyazmalarından

Gogol'ün deri çantası

Akşamüstü Maria'nın evinin yolunu tuttuk alışveriş yapıp öyle gittik. Maria ile muhabbetimiz iyiydi, sonra ne olduğunu pek anlayamadık birden ruh hali değişti ve şehir dışında yaşayan oğlunun yanlarına geleceğini söyledi, bizim bir gece daha kalmamız bu durumda çok mümkün olmayacaktı. Sabah erkenden Moskova'nın yolunu tuttuk. İlk günlerde kaldığımız Yum Yum Hostel'e uğrayıp çantalarımızı bırakmak istedik önce. Hostelde yatak bulamadık, çamaşırların serildiği, ütünün yapıldığı küçük bir odaya yerde mat ve uyku tulumlarımız ile yatmayı kabul ettik. Güzel bir kahvaltı sonrası Puşkin Sanat Müzesi'ni gezmek için çıktık. 
Başka bir metro istasyonu

Zamanımız olduğu için Arbat caddesinde yürüdük. Sahafları, eski kitap satan stantları gezdik. Arbat caddesi üzerinde Puşkin'in yaşadığı eve denk geldik, müzeye çevrilmiş. Gançorov ile Puşkin'in heykelleri aynı sokaktaydı. Sonra başka bir sokakta küçük bir kayık içinde oturmuş birinin heykelini gördük ve heykelin arkasında akan bir nehrin içinden geçmeye çalışan atların, suyun içine kafalarına kadar gömülmüş ter su içindeki halleri... Gerçekten hoş bir hissiyat uyandırıyordu, normalde de bir nehrin içinden geçen atların görüntüsü beni çok heyecanlandırıyor iken bir heykelde de aynı hissi yakalamak beni çok şaşırttı.
Arbat caddesinde kitap stantlarında "Kapital"

Heykellerle dolu bir kent

İşte favorim, nehri geçmeye çalışan at heykelleri

Puşkin Sanat Müzesi'ne gidiyoruz. Bizi Rodin'in "Düşünen Adam Heykeli" karşılıyor. Devasa bir müze, 2-3 saatte gezersiniz denilen müzeyi, biz 6 saatte keyfine doyamıyoruz. Antik Yunan dönemine ait heykeller, Mısır, Mezopotamya uygarlığına dair taş ve papirüs eserler, insanı o zamanın içine çekiyor. Ruhumun antik uygarlıkların ruhuna uygun olduğunu düşünüyorum. Mısır uygarlığı bölümünde, devasa taş eser ve  taş tabletler, papirüs yazıtlar, o dönemin araç gereçleri ile büyüleyici.
Bizi karşılayan "Düşünen Adam"

Müzeyi, böyle bir kapıdan geçerek gezmeye başlıyorsun

Antik Yunan uygarlığı salonunda mermer heykeller

Mısır Uygarlığı, taş üstüne Hiyeroglif yazı

Rubens'in resimleri, Mikelenjelo ve Donatello'nun heykel, resim ve mimari örnekleri seni bağlamından koparan bir ruh yaratıyor. Rönesans döneminin sunumu bir hayli zengindi. Aynı zamanda Bergama'dan getirilmiş çarpıcı mimari süsleme parçaları da vardı. İnsanlık tarihinin hangi dönemine hangi uygarlığa gitmek istersen gidip o ruhu yaşayabileceğin bir belleğin içindesin. Dünya çapında ünlü isimlerin ve uygarlıkların koleksiyonundan oluşuyordu müze.
Rubens'in fırçasından

Rembrandt'ın fırçasından

Donatello çalışması

Müzenin küçük ziyaretçileri, resim defteriyle gelmişler, önlerindeki heykeli çiziyorlar

Son günü Nazım Hikmet'in mezarında geçirmek istedik, yabancı diyarlarda yatıyor, oysa Anadolu'da bir köy mezarlığı istemişti, "bir de tepemde çınar" demişti yıllar önce. Tepesinde yine bir çınar ağacı var ve yanında Vera, ama garip bir hüznün içinde. Yalçın bağıra bağıra şiirlerini okudu ezberinden, votka ve konyağımız yanımızda. Anadolu türkülerini açtık, dinledik, dinlettik Nazım'a. Anadolu'dan toprak getirmek aklımıza gelmedi diye üzüldük, yanımızda Anadolu'nun toprağında yetişmiş sarı tütün vardı, mezarına tütün bıraktık. Taranta Babu'dan en sevdiğim bölümü ve bir çınar yaprağını Elif Ana adıyla mezara bıraktım. Gökyüzü bulutlu yağmur hafif atıştırıyor, hoş bir atmosferde mezardan ayrılırken yağmur iyice boşaldı. bir yandan müzik dinliyorum, bir yandan yağmur yağıyor, içimde Nazım'ın yanından ayrılmanın verdiği hüzün... Mezarlıkta müzik dinleyerek sırılsıklam dolaştım, Mayakovski'nin mezarı da bu mezarlıktaymış ama o kadar büyük bir mezarlık ki bulmamız çok zor olurdu. Mezarlık ölen kişilerin heykelleri ile doluydu, sanarsın ki heykel müzesinde dolaşıyoruz. Gerçekten gördüğüm en canlı, en umutlu, en sanatsal mezarlıktı... Anadolu'da ise mezarlıklar çok ıssız, hüzünlü, karamsar, harabe... Ama eminim Nazım o hüznü yaşamak isterdi ve severdi... 
Nazım'ın mezarı başında

Mezarlık değil de müze sanırsın

Mezarlıktan yürüyerek çıktık, uzun bir süre bilmediğimiz sokaklarda, yağmurun altında yürüdük. Moskova Nehri'ne ulaştığımızda bulutlar, renkler, nehir, ıslak caddeler, yağmurun ıslağına düşmüş yansımalar, nehirde tekneler, bir resim tablosu gibiydi. Akşama dönen şehrin siluetinde nehrin üzerindeki köprülerden karşıya geçip Gorki parkına çıktık. Edebiyatla ilgili metaforların olduğunu düşündüğüm bir parkta, modern bir çok sosyal aktivite yapılıyormuş. Konserler, kafe muhabbetleri, bisiklet yolları, paten yolları, stand tipi alış veriş.  Gorki Parkı'nda akşamı karşılayıp hostelde yemek yerken gazeteci Natali ile edebiyat, siyaset, kadın konularını tartıştık. Bugün Moskova'da son günümüzdü, bir türlü ayrılamadık.
Yağmurun karanlığıyla siluete dönmüş Moskova

Nihayet Kursky Vagzal (tren garı)dayız. St. Petersburg için bilet almamız lazım ama nasıl? Genç bir kadından yardım istiyorum. Yardım etmek için elinden geleni yapıyor, avukatmış, biletimiz için o kasadan o kasayı koşturuyor, ekstra para istiyorlar sanırım çıkarıp kendi parasından 200 ruble veriyor, parayı vermek istediğimizde de parayı kabul etmiyor, çantalarımızı alıp bizi trenin hareket edeceği perona götürüyor, bizi uğurluyor. Sokakta gördüğümüz ve ön yargı geliştirdiğimiz kadın profilinden o kadar uzak ki... Bizimle dayanışan halinden uzun bir süre kurtulamıyoruz. 
Moskova'nın metro istasyonlarındaki heykellere veda

Saray koridoru falan değil, metro istasyonu

Moskova'dan tren hareket ediyor, St. Petersburg'a 10 saatlik bir tren yolculuğu bizi bekliyor ve vagonun içine girdiğimizde şok oluyoruz, vagonun içi öylesine farklı dizayn edilmiş ki... yatak ve oturakların karmakarışık bir şekilde vagonun içine dağıtıldığını ve bu iki biçimin yarattığı görüntü karışıklığı ve bir de buna özgürce eklenen yatma ve oturma biçimleri eklenince ortaya bir hippi festival alanı çıkıyor. Uzun bir süre koca vagonda belki 100 kişi birbirini görebilecek şekilde yatıyor, otuyor, muhabbet ediyor, bira içiyor, kitap okuyor...
Babaanne yatakları üstte rulo halinde, kim nerede oturuyor belli değil

Kadınların rahatlığı

Sarı çam ormanları... Volga Nehri... Doğduğu topraklardan geçiyoruz Volga Nehri'nin...  Gazetecilik fakültesinde okuyan gencecik bir kadınla Rus edebiyatı konuşuyoruz, Lermontov'un anti-kahramanı Peçorin'i çok sevdiğini söylüyor. Yeraltından Notlar'dan bahsediyoruz. Lenin, Marx, Engels üniversitede okutuluyormuş, yanımızdaki 50'li yaşlardaki amca da genç kadın da bu sosyalist düşünürlere artık insanların pek ilgi duymadığını söylüyor. Genç kadın biraz sonra Boris Vian okumaya başlıyor. 

Hayatımın en ilginç tren yolculuğuydu. Vagonun tamamı sanki komün bir yaşamın içindeydi. Envai çeşit görünümde insan; incecik bir donla yatan uyuyan amcalar, çıplak çocuklar, bira içip film izleyen genç kadınlar, muhabbetteki teyzeler... Ve kimse birbirini yadsımadan aynı vagon içinde saatlerce yolculuk yaptı. Volga nehrinin kollarını gördük, Volga Nehri ve Nevra Nehri'nde ticari taşımacılık yapılıyormuş. Nehir kollarından olsa gerek çayırların üzerinde yere yapışmış sis vardı, sis, yere oldukça yakın beyaz bir yol gibiydi. Hiç dağ görmedik, sonsuz düzlük... Rusya'daki dağlar sadece Karadeniz kıyılarında mı? Hava 23.00'e doğru karardı ve sabah 04.00'te aydınlandı. Trende uyku tulumlarını çıkarıp uyuduk.

Tren anlamlandıramadığımız bir sosyal dokuyu yansıtıyordu, bizim doğuya giden trenleri andırıyordu. Tuvaletler girilecek gibi değildi bir de babaanne döşekleri her yanda, korkunç dağınık gözüküyor vagon. İnsanlar kötü şartlarda yolculuk ediyor, bizim yolculuk yaptığımız tren de en ucuzuydu, yol üzerinde hiç büyük kente rastlamadık, hep küçük kasabalar, yerleşim kuzeye gittikçe azalıyor, yaşam şartları çetinleştikçe kentleşme azalıyor. 

St. Petersburg
Sabahın 03.00'nde St. Petersburg istasyonundaydık, tren istasyonunda Couchsurfing'ten Çağdaş'tan haber bekliyoruz. Bir an  62 kuzey enleminde bulunduğumuzu hatırlıyorum. Kuzey kutbuna 30 enlem kalmış, uykusuzum. Gözlerim düştü düşecek. Sabah hava aydınlanınca istasyondan çıktık, sabahın altısı, sokaklarda birçok sarhoş var, yıkılan, bağıran, gülen, sigara isteyen... Sanırım insanlar burada gece ile gündüzü çok net ayramıyorlar. Gece de karanlık da uzun sürmüyor, anlamsız anlamsız dolaşıyoruz. Harley Days varmış, şehirde motorcular turluyor. 
Harley Festivalinden

Mimari yapıların hepsi birer şaheser. Kent mazgal şeklinde çok düzenli, istasyona geri dönüp banklarda uyuyoruz. Öğleye doğru çantaları yüklenip metro ile bit pazarına gidiyoruz, pazar yeni kuruluyor, küçük bir pazar, Petersburg'da bit pazarı...

Dönüşte metro ile Gorkaya diye bir istasyonda inip oturmak için bir park buluyoruz, perişan bir haldeyiz. Park kültürleri oldukça renkli. Uyuyanlar, kitap okuyanlar, sevgililer, çeşit çeşit müzik grupları... Kızılderili bir grup etnik müzik yapıyor, bir tarafta caz müzik yapan amcalar, parkın her yanı hareketli, biraz gruplara takılıp müzik dinliyoruz, sonra parkta uyuyup kalmışız, öyle dinlendirici bir uyku ki... 

Petersburg'da ilk günümüz uykusuz, yorgun ve zor geçiyor. Couchsurfing'den Çağdaş ile buluşup evine gidiyoruz. Evi stüdyo tipi, 1+1, küçük bir ev. Üçümüz aynı odada yatıyoruz, ilginç oluyor tabii... Sabah, Çağdaş'ın Hopalı arkadaşları kahvaltıya geliyor, bizi arabayla İshak Katedrali'ne bırakıyorlar. 

İshak Katedrali, dışı da içi de görkemli bir katedral. Ama artık görmek istediğimiz son katedral, çünkü ibadet yerlerindeki İsa ile ilgili tasvirlere anlam veremeyince anlamsızlık duygusuna kapılıyorsun. İç mimarisi büyüleyici ama tasvirlere bak bak, bir öykü oluşturamayınca aynılaşıyor tüm kiliseler. Seyirlik terasına çıkıyoruz, Galata Kulesi'nin ve Prag Şatosu'nun görüntüsünden sonra buranın görüntüsü basit geliyor. Meşhur Nevsky caddesinde dolaşıyoruz, Kanlı Kilise'nin oralarda, insanların hareketli kalabalıklar oluşturduğu bir cadde. Kanlı Kilise, Moskova Kızıl Meydan'daki Vasilis Kilisesi'nin eşsiz soğan kubberinin mimarisinin benzerini yapmaya çalıştıkları ama taklitten öteye geçmeyen sönük bir çalışma olmuş.
İshak Katedrali

Hristiyan anlatıları

İshak Katedrali'nin seyirlik terasından

Geç saate kadar kanallarda, köprülerde, kanallarda tur atan botlarda kültürel olarak farklı insan yaşantılarını gözlemlemliyoruz. St. Petersburg'a geleli iki gün oluyor, pek bir şey yapamıyoruz ama iddialıyız yarın günü dolu dolu geçireceğiz. Sabah erken kalkıyoruz Petrograd'a gidip  Deli Petro'nun yaptırdığı kaleyi gezmek istiyoruz. Surlarla çevrili büyük bir alan, her mekan için ayrı bilet istiyorlar, kilise görmek istemiyoruz, müze de görmek istemiyoruz. Hapishaneye giriyoruz. Gorki'nin, Lenin'in kardeşinin ve birçok devrimci siyasi mahkumun yattığı hapishane... Çarpıcı tabii, düşünürlerin o daracık odalarda düşünmesini düşünmek... Kaleden çıkıp kale surlarının dibindeki plajda güneşlenip Neva Nehri'nde yüzüyoruz. Soğuk ama inanılmaz keyifli. Kalenin etrafını tavaf edip askeri tarihi anlatan bir müzenin dış avlusunu geziyoruz. Tanklar, toplar, füzeler... Muhtemelen Çarlık Rusyası ve SSCB döneminde kullanılmış ateşli silahlar.
Neva Nehri 

Şehri oluşturan kanallar

Kanlı Kilise

Yürüyerek başka bir adaya gidiyoruz, Finlandiya tren istasyonunu bulmaya çalışıyoruz, mimari açıdan  hoş binaların arasında dolaşıp tren istasyonunu buluyoruz. Lenin'in Avrupa'dan geldiği, işçilere konuşma yaparak devrim sürecini de işçilere konuşma yapıp devrim sürecini başlattığı istasyon. Tarihi bir istasyon olarak hayal etmiştim. Oysa ki yeni yapılmış, önünde insanların günlük yaşamını sürdürdüğü, fıskiyeli büyük bir parkın ortasında Lenin heykelinin bulunduğu hiçbir ruhu olmayan, seni o tarihsel yaşanmışlığın içine alamayan bir mekan. Tam bir hayal kırıklığı benim için, rastgele tramvaya biniyoruz, tramvayın tarihi ruhundan sokakları gözlemliyoruz.
Lenin'in Avrupa'dan gelip işçilere devrimi başlatan konuşma yaptığını sembolize eden heykel

Nevsky Caddesi'nde dolaşıp hostumuz Çağdaş'la Ermitaj Müzesi'nin önündeki Çar Aleksandr sütünü yanında buluşuyoruz. Çağdaş'ın yanında Couchsurfing'den tanıştığı İspanyol Anna var. İnanılmaz Akdeniz insanı sıcaklığında, Rusların soğuk ve azarlayan tavrından sonra... Köprülerde dolaşıyoruz, tesadüfen Çağdaş'ın Rus arkadaşı Victoria'yı görüyoruz. Grubumuz çok uluslararası... İspanyol Anna ile Rus Victoria arasında insan ilişkileri sıcaklığı açısından fazlasıyla fark var. Akdeniz insanının canlılığı gerçekten çok farklı, köprülerde durup akşamın çökmesini izliyoruz. Güneş 22.00'de batıyor hava 23.00'te kararıyor. 

Anna ile Victoria bizden ayrılıyor. Biz de bir bara oturup bir şeyler içiyoruz, kadın erkek ilişkileri, bağlılık, anlam, çocuk ekseninde tartışıyoruz. Son gün Hermitaj'a gitmeyi düşünüyoruz ama evden erken çıkamıyoruz ve gittiğimizde de müzenin önündeki  sıradan gözümüz korkuyor.  Dostoyevski Müzesi'nin yolunu tutuyoruz, sokaklarda bir hayli yüyüyoruz. Alexander tiyatrosundan "Fındıkkıran Balesi"ne bilet alıyoruz. Bir küçük meydanda Dostoyevski heykeli karşılıyor bizi ve sonra yaşamının son üç yılını geçirdiği ev.  Farklı yaşlarından fotoğrafları, çıkardığı gazeteler, döneminin araç gereçleri, çantası, çalışma odası, tütünden sardığı sigaralar ... Dostoyevski'nin o mekanda yaşadığını hissetmek, eserlerini orada yazdığını hayal etmek heyecanlandırıyor beni... Çantaları ve el yazması kağıtları özellikle...
Sokağın başında bizi karşılayan Dostoyevski heykeli

Dostoyevski'nin çalışma masası

Ermitaj'ı gezmeyi son güne bırakmıştık, erkenden hazırlandık derken misafiri olduğumuz Çağdaş, evinin anahtarlarının ikisini de yanına aldık,  evde kilitli kaldık yani. İlk gün Çağdaş'ın evine giremeyip koca gün dışarlarda onu beklemiştik, son gün de Çağdaş'ın evinden çıkamadık. Petersburg'ta bir türlü bir yerlere, bir şeylere yetişemedik, bu yetişememe duygusuyla Petersburg tadına doyulmaz bir kente dönüştü. Anahtarın bize gelmesi öğleni buldu. Ermitaj Müzesi'ne öğleden sonra gelebildik ve ancak seçtiğimiz bölümleri gezmekle yetindik. Ben Kafkaslar, Sibirya, Yunan, Mısır antik araç ve gereçlerinin olduğu bölümleri gezdim. 17. yüzyıldan Rubens'i, 18.yüzyıldan Rembrandt'ı, 20.yüzyıldan Van Gogh, Cezanne ve Picasso'nun resimlerinin olduğu salonları gezdim. Gördüğüm tüm eserler beni renklerin, hayal gücünün ve fikirlerin derinliklerine çekti. Ermitaj Müzesi insanlık tarihinin en derin hafıza mekanlarından, insanlık tarihinin ürettiği günlük yaşam pratiklerinin, insanın yaşamını kolaylaştıran, zorlaştıran hayallerin ve fikirlerin barındığı derin bir bellek... 
Saray meydanı, Çar Aleksandr Heykeli

Ermitaj Müzesi

Van Gogh Çalışması

Paul Gauguin

Müzeden çıkıp Çaykovski'nin bestesini yaptığı Fındıkkıran operasına gittik anlamlandırmamız zor oldu, ama anlamlandırabildiğimiz kadarıyla dansları, jest ve mimikleri hoşumuza gitti.
St. Petersburg Opera binası


Rusya'ya dair sosyolojik yapıda bazı gözlerimin oluşmasında Yum Yum hostelde tanıştığımız gazeteci Natali'nin çok önemli rolü oldu. Ben topluma dair bazı gözlemlerimi paylaştım o da bu gözlemlerimin sosyolojik altyapılarını derinleştirdi. Kadınlar 20'li yaşlarda evleniyormuş, buna dair iki nedenden bahsetti; birincisi, Sovyetler Birliği döneminde kadın ve erkeğin birlikte yaşaması yasakmış. O yüzden de kadınların ve erkeklerin erken evlenmesi bir gelenek haline gelmiş. İkincisi, kadın nüfusu erkek nüfusuna göre daha fazlaymış. Bu da kadınların erkek bulamayacağı kaygısıyla bir an önce evlenmeye karar vermesinde önemli bir etkenmiş. Kadınlar genç yaşta evlenip çocuk sahibi olup 3-5 yıla da anlaşmazlıklar çıkınca boşanıyorlarmış. Çocuklarını da ya akrabalarına ya da yuvalara bırakıyorlarmış. Rusya'nın en büyük problemi şu an boşanmak ve ortada kalan çocuklarmış. ABD'den gelen, bu çocukları evlatlık alan birçok aile varmış. Kadınlara dair gözlemlerimde en hoşuma giden kadınların tüm mesleklerde çalışabiliyor olması, kamusal alanın her yerinde varlar. Rus günlük yaşantısının en rahatsız olduğum yanı, her yerde içkinin fazla tüketilmesi ve bundan kaynaklı da her yerin çiş kokuyor olmasıydı.


Pembe feribotla,  mor trenle gittiğimiz;  yeşil gezdiğimiz kentlerdir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...