25 Mayıs 2019 Cumartesi

güler yüzlü insanların memleketi; Tayland

26 Haziran 2018

İki gün önce ülkemizde ilk defa yapılan Başkanlık seçimlerinde desteklemediğim bir liderin seçilmesinin bende yarattığı travmanın donukluğu ile Sinop Havalimanı'ndan uçağa biniyorum, bu travmanın donukluğu, uçak fobimi bile bastırıyor, Xanax almadan uçak yolculuğuma devam edebilecek gibiyim. İçimde hiç bir heyecan dalgası olmadan ruh gibi uçuyorum. Almanya'da yaşayan bir Türk abla yanımda, onun muhabbeti beni biraz olsun rahatlatıyor, duygularım sanki yavaş yavaş kendine geliyor. Uzak Asya'ya gitmek için yola çıktığımı söyleyince Almanya'da kendi temizlik şirketinde çalışan Taylandlı kadın işçileri anlatıyor. Yaşlı Alman erkekler, Tayland'a gidip genç Thai kadınları alıp Almanya'ya getiriyormuş. İlişkilerindeki şiddet, küfür, hakaret ve dayaktan bahsetti uzun uzun ve Thai kadınlarının Almanya'da iyi bir yaşam kurma düşlerinden...

İstanbul'da yağmur var, bulutların arasında giderken ilk defa gök kuşağı görüyorum, hemen bir çocuk sevinci ve alışkanlığıyla Asya yolculuğumun iyi geçmesine dair bir dilek diliyorum. İstanbul Atatürk Havalimanı'na geldiğimde duygularım kendine gelmiş ve yolculuk ruhuna yavaştan girmeye başlamıştım.

Oman Air ile gayet uygun bir fiyata yolculuk yapacağım derken şirketin ofisinde Tayland'tan çıkış biletimi göstermeden uçağa binemeyeceğini söylüyorlar. Böyle bir şeyi ilk defa duyuyorum, o panikle on dakikada bana, Tayland'ın başkenti Bangkok'tan Laos'un başkenti Vientiane'ye on beş gün sonraya 330 TL'ye bilet aldırıyorlar. Oysa hiç böyle bir planım yok, Laos'a kara yoluyla gitmek istiyordum ve ne zaman gideceğim de yolculuk akışına bağlı olacaktı. Başlangıçta böyle bir aksilik canımı sıkıyor.

Tayland'tan çıkış biletimi gösterdikten sonra işlemlerimi yapıyorlar. Aktarma için  ilk önce Umman'ın başkenti Muscat'a gideceğim. Uçağın içi klimadan dolayı çok soğuk, uyku tulumum yardımıma yetişiyor,  iyi ki almışım uyku tulumumu. Uyumaya çalışıyorum, uçağın camına yastığımı koyup. Sabahın ilk ışıklarıyla da Muscat'a yakın uyanıyorum. Daha önce Umman'a gelmek istediğim için araştırma yapmıştım.  Mardin mimarisine benziyor kent ama deniz kıyısında... denize dik birbirine paralel kayaların uzandığı bir kent olduğunu görmüştüm fotoğraflardan, uçaktan da bu manzarayı görüyorum. 

Ummanlılarda Faslı tipi var; erkekler, uzun elbise ve kafalarında fes ile geziyor, kadınlar da kapalı hatta çarşaflıları var.  Ben yolculuk yapanları gördüğüm için kıyafetlerinden, davranışlardan zengin olduklarını çıkarıyorum. Muscat Havalimanı'nda bir kaç saat bekleyip Bangkok'a uçacağız. Yanımda Alman bir erkek ve Thai eşi oturuyor, aralarındaki ilişki daha çok bir aşk ilişkisine benziyor; eşitçe katıldıkları, duygusallıkla süren bir muhabbetleri var. Uçak havalanmadan dalmışım, uçağın pistteki kalkış sesine uyanıyorum.  Boeing tipi uçak oldukça rahat, havada olduğumu çok anlamıyorum. Etrafta beyaz elbiseli, geleneksel motiflerle işlemeli feslerini takmış adamlar... Erkekleri Kürtlere benziyor. Yolculukta uyku tulumumun içinde uyuyorum, Xanax almadan üç yolculuğu (Sinop- İstanbul, İstanbul- Muscat, Muscat- Bangkok)  uçak fobimin sebep olduğu birkaç panik atak krizi ile bitiriyorum.

Bangkok
Bangkok'ta gökyüzü bulutlu, kara kara bulutlar... Hava alanına indiğimizde ilk önce sim kart ve para işlerimi hallediyorum. Tropikal bir iklime geldiğim için dışarıda nasıl bir hava var merak içindeyim, dışarı çıkınca nemli bir havada nefes alamamaktan korkuyorum, kent merkezine giden otobüslerin olduğu yere çıkınca çok da bunaltıcı bir havanın olmadığını fark ediyorum, en azından Adana ve Mersin'deki gibi nemli değil. Eski bir otobüsteyiz, otobüsün her yanı dökülüyor, uzun bir yoldan sonra kent merkezine geliyorum. Hosteli bulmak için gece bir ana cadde üzerinde  yürüyorum. Sokak satıcıları, dükkanlar, sokaklar... Güvenlik açısından oldukça rahat görünüyor.

Hostelde odalar on kişilik, yatağım üst katta ve tepemde dönen pervane... Avrupalılar yine oldukça rahat, deli gibi dönen pervanelerin altında öyle sere serpe  uyuyabiliyorlar, nasıl bu kadar dayanıklılar şaşıyorum. Yatağıma yerleşir yerleşmez uyuyorum. Gece tropikal bir yağmurun ve şimşeklerin sesine uyanıyorum. Yağmurun ve şimşeklerin sesini dinliyorum bir süre, işte o anın keyfi...  Bilmediğin bir coğrafyada uyanmak, mahmur bir halde bu coğrafyanın sesini dinlemek... Tropikal yağmurlar... tropikal bir flora ve fuananın içinde olduğunu bilmek... İşte bu duygu, yolculuk etme sebeplerimden biri...
Kaldığım Born Free Hostelin Girişi, tam da tropikal bir bahçe
Hostelin iç dekorasyonu
 İlk gün yolculuğuma Büyük Saray'dan (Grand Palace) başlıyorum, koca bir alana yayılmış birçok yapıdan oluşuyor. Yapıların çatılarının köşelerinde boynuz var, ne anlama geldiğini bilmiyorum, süslemeler ince işçilik gerektiren titiz bir emeğin ürünü. Bazı yapıların girişlerinde, büyük Budist sembollerin heykelleri var ama ne anlama geliyor ilk günden çözmek çok mümkün görünmüyor. Tapınakta Buda'ya "Namaste" diyorum ben de... Yani "özüm ve özün Bir" ya da "aynı öz'den geliyoruz."
Günümüzde artık kullanılmayan Büyük Saray
Grand Palace (Büyük Saray)
Sütunlar halinde tapınaklar
Fil heykelleri her yerde
Tapınak dışında diğer yapıların içine girilemiyordu. Siyam Kralı yaptırmış, sonra gelen krallar da ek binalar yaptırarak kocaman bir saraya dönmüş. Krallık rejimi 1930'da yıkılınca saray da işlevsiz kalmış, arada sadece seremoniler yapmak için kullanılıyormuş. Yapıların etrafında oturan Buda heykelleri, ayaklı su dolu saksılarda lotus çiçekleri... Budizmde lotus çiçeği kutsal... Buda'nın lotus oturuşu, yogada en zor duruşlardan biri. Yogada bin duruş olduğunu öğreniyorum. 
...ve doğu mitolojisine ait başka figürler
Hostelimin de olduğu Khoa San'a yürüye yürüye, etrafı keşfede keşfede geliyorum, sokağın gece hareketliliğine katılıyorum.  Sokak yemekleri tezgahlarda ve tezgahlarda aynı zamanda çekirge, kurbağa, karafatma, kırk ayak ve envai çeşit böcek kızartılmış olarak, çerez niyetine satılıyor. Mangallar tezgahların üzerine kurulmuş, en bildiklerimden sokak yemeklerini tatmaya başlıyorum. Kalamar yapıyorlar mangalda. Tropikal meyvelerden hazırlanan meyve suları yine tezgahların en renkli yüzü. Hindistan cevizi içinde dondurma çok meşhur sokak tezgahlarında.  Hareketli bir gece...
Sokak tezgahlarında karafatma, çekirge... Çerez niyetine....
Mangalda benim için pişen kalamarlar
Yola çıkmadan okuduğum bir gezi yazısında bir kadın gezginin önerilerinde Adhere 13th Blues Bar'ın bu civarda olduğunu fark ediyorum. Oldukça küçük, sıcak, samimi bir ortam, her yer dolu. Duvar dibinde bir sırtlık yere yerleştiriyor garson beni... Bir majiko istiyorum, müzik fena sarıyor, inanılmaz derecede hoş. Mızıka, gitarlar, davul, keyfim yerine geliyor... Müzikle birlikte hissediyorum varlığımı, solo geçişlere bayılıyorum. "Vay be", diyorum, "böyle keyifli müzik dinlemeyeli ve müzik dinlemekten böyle keyif almayalı ne kadar çok olmuş." 
Yarın sabah demir yolu pazarı ile yüzen pazara gideceğim. Sabah, hostelin organize ettiği bir grupla ilk olarak demir yolu pazarına gidiyoruz. Uzun bir yol, belki bir buçuk saat sürüyor. Maeklong Demir Yolu Pazarı'nın içinden trenin geçişini izleyebileceğiz, çoğunlukla kadınların satıcı olduğu, yer tezgahlarında sebze, meyve, deniz ürünlerinin satıldığı, etlerden geldiğini düşündüğüm ağır bir kokunun ortama hakim olduğu bir pazar. Rayların ortasında yürüyüp tezgahlara bakıyorum. Demir yolu kenarında lokantalar... her yere masa atılmış ve yemek yeniyor. Tezgahlarda satış yapan kadınlar oldukça yaşlı... 
Muz yaprakları demet demet satılıyor
Oldukça yaşlı kadınlar satış yapıyor
Yumru yumru kökler ve meyveler oldukça yaygın, ray dibi tezgahlarda
Muz oldukça ucuz
...ve kısa bir süre sonra turuncu tren geliyor yavaş yavaş, korna öttüre öttüre... tezgahlarda bir telaş başlıyor, tenteler  toplanıyor, tezgahlar  olduğu gibi yerde... insanlar demir yolunun kenarına çekiliyor, tren yavaş yavaş geçsin diye. Makinist ile yol kenarına sığınmış meraklılar arasında karşılıklı el sallamalar... Tren geçerken sebze ve meyve tezgahlarının bir kısmı trenin altında kalıyor ve tren öylece geçip gidiyor meyve ve sebzelerin üzerinden. Bir dakika sonra tekrar pazar hareketliliğine kavuşuyor. Demir yolu pazarı Diyarbakır'da Ofis'te de vardı. Tren düdüğü duyuldu mu çek çekli satıcılar, demir yolundan çek çekleri çekerdi, tren geçince tekrar demir yolu üzerine geçerlerdi. Diyarbakır'daki bu pazarı da gördüğümde çok sevmiştim, Maeklong Demir Yolu Pazarını da şimdi öyle çok sevdim. Kadınların çalışkanlığının, doğanın cömertliğinin, kadın emeğinin kutsallığının hep birlikte güzel bir tablo gibi durduğu ve bu tablonun içinden turuncu-sarı bir trenin geçtiği keyifli bir yer. Tren geçip gidince demir yolu boyunca tur atıyorum, pazardaki koku çok ağır... parçalanmış etler kokuyor sanırım. Satılan deniz canlıları,  meyve soyup dilimleyen kadınlar, tezgahlarda sebzeler... 
  
Maeklong Demiryolu Pazarından Damnoen Saduak Yüzen Pazara geçiyoruz. Yüzen pazarlar en merak ettiklerim Asya'da... Birlikte geldiğim ekip rehberi, bir buçuk saat serbest zaman veriyor, işte bu şahane. Yüzen pazarı bir ekip ile değil tek başıma hissedeceğim. Bir köprünün üzerinden yüzen pazarın hareketliliğini izliyorum, yüzen pazarda inanılmaz bir tekne kalabalığı... satıcı tekneleri ve pazarı gezenlerin tekneleri... 
Köprüden yüzen pazarın trafiği
Etnik kıyafetlerin güzelliği

Tekne içinde satış yapanlar hep kadın, tekneyi bir mutfak olarak kullanıp yemek pişiriyor çoğu. Ya mangal ya da yağda kızartma ile yemek hazırlanıyor. Kokular, renkler, hareketler, sesler... harika bir pazar... Bir de bu hareketliliğe tüm pazara yayın yapan hoparlörden Asya müzikleri eşlik ediyor. 
  
Bu pazarda da  Hindistan cevizi içine dondurma meşhur, bir de muzun mangal yapılması. Satıcı kadınların yaşlılığı, şapkaları ve emeği ile var olmalarının güzelliği... Nehirdeki akış... pis suyun, teknelerin, seslerin, görüntülerin akışı... Kadınlar bulaşık çıktıkça tabakları pis nehre daldırıp çıkarıyorlar, sonra o tabaklarla tekrar başka birine yemek sunuyorlar...
Tekne adeta bir mutfak
Satıcılar hep kadın


Canım teyzem... Yüzündeki o yorgunluğa hele...
Tekneden tekneye muhabbet
Asya'da pazarların en güzel yanı, yemek yemek için bir çok olanağın olması... Evde yemek yapma alışkanlıkları yok sanırım, her şey sokakta, pazarda pişiyor ve yeniliyor. Alışveriş yapmanın canlılığı ayrı, yemek yemenin canlılığı ayrı... Giyim tezgahları rengarenk. Hep sevdiğim, almak için Türkiye'de dünyanın parasını ödediğim tarzda etnik kıyafetleri, oldukça ucuza alıyorum. Bir tezgahta devasa yılanlar, uyuşturulmuş olarak tezgahlarda ya da sahibinin boynunda bir şov malzemesi, para kazanma yolu olarak kullanılıyor. Bu doğal ortamından koparılan, uyuşturulan hayvana yönelik işlenen bir suçtur bence.
Tropikal ormanlarda gezmeyi hak eden bu yılanlar, uyuşturulmuş olarak tezgahta
Ekip olarak buluşuyoruz, yüzen pazarın hareketliliğine girmeden nehrin başka bir yönüne muz ve Hindistan cevizi tarlaların arasında motorlu tekne ile ilerliyoruz. Tarlalar harika görünüyor, büyük bir sürüngen görüyorum, nehir kenarında. Nehir oldukça pis, tekne turu esnasında tropikal bir coğrafyada olduğumuzu, ruhumun derinliklerine kadar hissediyorum. 
       
Akşam üstü Patnong Gece Pazarı'na gidiyorum, otobüs ile geçtiğimiz yerler devasa plazaların olduğu Sukhumit Caddesi. Kapitalizmin parlak yüzü bu cadde, alışveriş merkezleri envai çeşit etrafta... Sukhumit Caddesi'nde iniyorum, yürüdüğüm bölge, gece kulüplerinin olduğu yerler... Mekanların tabelalarında "Azgın Erkekler" gibi yazılardan buraların çılgın dans partilerinin yapıldığı yerler olduğunu anlıyorum ama akşam üstü olduğu için sanırım bir hareketlilik yok henüz. Patpong Gece Pazarı'nı buluyorum. Tezgahlar yeni açılıyor, ama bana hitap eden otantik hiçbir şey yok. Hepsi fabrikasyon ve daha çok burjuvazi için açılmış sosyete pazarı gibi markaların çakma satışları. Pazarda bir saat kadar oyalanıyorum, dönüşte hava karamış oluyor. Gece kulüplerinin önüne plastik tabureler atılmış sıra sıra ve tek tip kıyafetler içinde Asya'nın minyon tipli küçük kadınları oturmuş beklemekte. Bu minyon tipli ve Batı'nın seksilik algısından uzak bu kız çocuğu edasındaki kadınlar ya gece kulüplerinin dansçılarıydı ya da seks işçileri... Bu anların içinden geçerken çok hoş bir görüntüye takılıyorum; sıra sıra taburelere oturan kadınların arasında bir tabureye oturmuş bir kedi vardı... Ne kadar insancıl, tüm seks turizminin sömürüsüne karşı duran bir görüntü... Sonra öğreniyorum ki Sukhumit Caddesi üzerinde Nana Plaza modern bir genel ev olarak meşhurmuş.

Hostele dönmek için otobüse bindiğimde, Tayland'taki seks işçiliği üzerine Türkiye'de dolaşan bilgilerin ne kadar eril bir zihniyetin kaleminden, dilinden çıkma olduğunu düşünme fırsatım oluyor. Türkçe yazılan ve Türkiye'de dolaşan gezi yazıları meğerse Tayland'a gelen Türk erkeklerinin Asyalı kadınlara yönelik arzulu, sömürüye yönelik anlatımlarıyla doluymuş.  "Bangkok'un sokaklarında zor yürünüyormuş", "seks işçisi kadınlar, erkeklerin koluna girip bırakmıyormuş", "her yan happy ending masaj sorunlarıyla  doluymuş" -muş da muş yani... 

Bangkok, yazılan gezi yazılarında erkeklerin kendinden geçtiği yani bir anlamda seks cennetiydi ama  ben böyle bir dünya hiç göremedim, sokakta seks işçisine de hiç denk gelmedim. Masaj salonlarına gelince; masaj, Thai kültürünün önemli bir parçası. Her yer masaj salonlarıyla dolu ama happy ending cinsinden değil.  Hem kadınların hem erkeklerin gittiği, sokaklara, kaldırımlara şezlongların konulup insanların günün yorgunluğunu attığı hatta sokak kültürünün cıvıl cıvıl akışından kopmadan insanların masaj yaptırdığı salonlar... 
Sokakta masaj salonları

Bangkok'u sadece seks turizmi ile bilmek, Thailerin güler yüzüne, sokak yemeklerine, Budist inancın oluşturduğu insan olma biçimine, doğasına, gece pazarlarına, bedeni ve ruhu bir bütün olarak eşit derecede önemseyen bu felsefeye karşı büyük bir haksızlık. Tayland'a dair Türkçe yazılan eril zihniyetli gezi yazılarının bu kültürü anlatmadığını görüp inanılmaz derecede öfkeleniyorum. Tayland'a demek ki hep erkekler gelmiş ve buraları sadece cinsel haz arayışı ile keşfetmişler. Dünya'nın kadın gözüyle  tekrar keşfedilmesi, bu keşfin kaleme alınması, eril hazzın ürettiği bilginin alternatifinin oluşturulması, bu bilgiye karşı mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum bu noktadan sonra...

Patpong gece pazarından Blues bara geliyorum, mum ışıklarıyla oturduğumuz, insanların birbirini tanımasına gerek kalmadan aynı masayı paylaştığı, dünya standartlarında müzik yapan küçük, sevimli bir bar... Bu gece kadın bir solist vardı,  yine büyüleyici bir performans sergilediler, gece bire kadar da büyülü performansları devam etti, sola performans geçişleri, insanının ruhunu evrende küçük bir gezintiye çıkaran nitelikteydi. 

Sabah, Ayuttahaya'ya gitmek için erkenciyim. Siam Krallığı'nın beş başkentinden biri. 14. yüzyılda kurulmuş bir yerleşim. İlk olarak Wat Phukhao Thong  tapınağını geziyorum. Antik kent çok geniş bir alana yayılmış. Buda heykellerinin duruşları birbirinden oldukça farklı. 
Ayuttahaya'da yeni ve eski tapınak bir arada
Kırmızı tuğladan yapılmış tapınaklar
Kırmızı tuğladan tapınaklara bayıldım
Antik kentteki göller
Lotus yaprakları, gölün üstünde tabak gibi
Buda'nın duruşlarından en meşhurları Wat Lokaya Sutha'daki boylu boyunca upuzun uzanmış taştan Buda heykeli... Önünde yine uzanmış küçük Buda heykeli... O da ibadet etmek isteyenler için... Tütsüler, mumlar, çiçekler ile sarılmış etrafı. "Namaste" diyorum, etrafta turuncu elbiseleriyle gezen, saçları kazınmış Budist erkek keşişler... 
Wat Lokaya Sutha'daki uzanmış Buda heykeli
Buda'nın yüzündeki huzur...
Buda'nın uzanarak meditatif anı heykelleştirlmiş
Heykeller üzerinden beş yüz yıl geçse de ibadet hala güncel
Başka bir tapınak alanına geçiyoruz;  Wat Mahathat... Buda bir ağaç kavuğunda meditasyon yaparken ağaç kökleri Buda'yı sarmış ve ortaya enfes bir doğa, inanç, heykel kompozisyonu çıkmış. Bu tapınak bölgesi daha bütünlüklü, daha bozulmamış. 
Ağaç kavuğunda meditasyon yapan Buda'yı saran kökler
"Bir Olmak"a dair doğanın sunusu
Lotus pozisyonunda Buda
Bacakların lotus pozunda duruşu
Turuncu çiçekler,  ibadette bir sunu...
Son olarak Wat Phra Sri Sanphet'e gidiyoruz, kraliyet ailesini temsil eden sütunlarla dolu... Kral ailesinden soylular ölünce kemikleri bu sütunlara gömülüyormuş.
Kraliyet ailesini temsil eden Wat Phra Sri Sanphet
Merdivenler, kraliyet ailesinden ölen kişinin kemiklerinin gömüldüğü küçük odacıklara çıkıyor
 Doğal çerçeve içinden bir de bulutlara karşı bakalım tapınaklara
Fillerin olduğu bir alana gidiyoruz, filler bu antik kentte, zenginlerin ulaşım amaçlı kullanıldığı bir araç. Fille bu antik kenti gezmek isteyenler, bir istasyondaki yüksek bir platforma çıkıp oradan filin üzerindeki tahta oturuyor. Fillerin turistik amaçlı kullanıldığı bir sömürü biçimi yine,  yılanlardan sonra fillerin sömürüsüne de tanıklık ediyorum bu coğrafyada.  Bu arada hayatımda ilk defa fil görüyorum, ne kadar da büyükmüş. Trafikte araçlarla fillerin yan yana gelişine tanıklık ediyorum, fillerin gücü karşısında araçların zavallılığı ortaya çıkıyor.
Ayutthaya'da filler ulaşım aracı
Filler trafikte
Khoa San'a dönüyorum, Pad Thai yemek istiyorum, uzun erişte, sebze, karidesi tavada yapıyorlar, pattaya salatası da söylüyorum. Rolling Spring, sebzeli sigara böreği gibi... Tayland yemeklerinin tatlarını çok sevdim, baharatsız tercih ediyorum yemekleri, soya fasulye sosu bol kullanılıyor Sokak yemekleri çok renkli, çok yaygın ve lezzetli.
Karidesli Pad Thai
Deniz ürünleri, Hindistan cevizi kabuğunda dondurma, envai çeşit tropikal meyve; mango, dragon, papaya, kavun, karpuz... Hostele dönerken masaj salonunda ayak masajı yaptırıyorum, Ayaklar, baldırlar, omuzlar... rahatlıyorum. Masaj salonu kızları da kalabalık, kuaför salonu atmosferi gibi ortam. Hostelde biraz dinlenip akşam, Khoa San'a çıkıp gecenin hareketine katılıyorum. Khoa San'ın sokakları inanılmaz hareketli; yeme, içme, eğlence mekanları... Rutinim olduğu üzere 13th Addhere Blues bardayım, dışarıda deli gibi tropikal bir yağmur, içerde müziğin harika atmosferine, tropikal yağmurun ritmi de eşlik ediyor. Her gün muhakkak yağmur yağıyor, sağnak geçişler halinde, sıcaklık düşmüyor, sadece ılık bir esinti yağmurda...
Koca gün yürüdükten sonra masaj harika geliyor
Bangkok'ta hafta sonu  pazarını kaçırmak istemiyorum, Chatuchak Pazarı'na gidiyorum, ilk önce antika pazarını geziyorum. Tezgahlar büyüklü küçüklü Buda heykelleri ile dolu. En hoşuma giden heykel; Buda'nın, kaplumbağanın üstüne oturmuş halini göstereni oluyor. Yaşamda iki farklı yavaşlık anlayışı, iki farklı anı yakalama hissi. İnsanların ellerinde büyüteçler, Buda heykellerini inceliyorlar, neye baktıklarını anlayamıyorum.
Antika Pazarı'nda hep Buda heykelleri, küçüklü-büyüklü
Kaplumbağanın üstünde Buda
Antika pazarından Chatuchak Pazarı'na geçiyorum,  her şey otantik, enfes bir pazar. Batik boyama ile renklendirilmiş ve süslenmiş  kıyafetler, fil motifli kıyafetler... hepsini almak istiyorum. Türkiye'de 100 TL'den aşağı olmayan kıyafetler, burada 20- 30 TL.  Hepsi de çok güzel. Burada pazarlar aynı zamanda yemek pazarları sanki... Yiyorsun, içiyorsun... Yiyeceklerin kokuları, kıyafetlerin renkleri... Pazarlar bir çok duyu organına birlikte hitap ediyor. Bez çanta kullanım yaygınlığının Budist rahiplerin kollarına asarak kullandığı bez çantalardan esinlenilerek moda olduğunu fark ediyorum. Pazarlar aynı zamanda sokak müzisyenleri performanslarını sergiledikleri yerler olarak da kullanılıyor.
Hafta sonu pazarı; Chatuchak
Batik boyama kıyafetler
Hostelde biraz dinlenip akşamüstü Golden Mountain Tapınağı'na  (Wat Saket) gidiyorum, hostelden çıkıp kanal kıyısı boyunca yürüyerek.  Kanal kıyısındaki  evleri, evlerin içindeki hareketlikiği -dışındaki demeliydim galiba, çünkü Asya'da yaşam sokakta- mahalle kültürünü gözleme şansım oluyor.  Açık kapılardan içeri baktığımda ev içleri hangar gibi, insanlar yeme-içme, oturma, muhabbet, günlük işlerini hep sokakta yapıyor.  Evler bizim düzen anlayışımıza göre oldukça dağınık, ev önlerinde yemek pişiriliyor, yeniliyor birkaç ev birlikte mi yapıyor yemeği anlayamıyorum. Hangisi lokanta, hangisi bakkal, hangisi hangar, bilemiyorum. 
Kanal boyunca mahalle kültürünün içinden yürüyorum
Her yan yemyeşil, mahallede
Çok kısa mesafelerde ağaç gövdeleri, doğal tapınaklara dönüştürülmüş sarı, yeşil, kırmızı tüllerle, çiçeklerle süslenerek. Ağaç gövdelerindeki bu tapınaklara günlük yiyecekler, mum, tütsü, lotus çiçeği konulmuş. Kanalda timsahsı hayvanlar görüyorum, kanal inanılmaz pis, bulaşıklar sokaklarda yıkanıyor, çamaşırlar dışarıda ayaklı askılara asılı, saksılarda çiçekler... Ev önleri dolayısıyla çok komplike, üst üste her şey.  Ev nerede bitiyor, sokak nerede başlıyor, anlayamıyorum. Kanal boyu yürüyüş çok şaşırtıcı oluyor benim için, insanların günlük yaşam pratiklerini mahalle kültürü içinde görmüş oluyorum.
Yemekler sokakta yapılıyor ve satılıyor
Mahallede böyle ulu orta bulaşık yıkama, yemek yapma
Mahallelerde yaşlı ağaçların gövdeleri küçük tapınaklara dönüştürülmüş
Golden Mountain Tapınağı'na (Wat Saket) üç yüz tane merdiven ile çıkılıyor, tapınağın içi çok sıra dışı olmasa da daha önce görmediğim bir Bangkok manzarasına sahip. Geleneksel mimarinin arkasında kapitalist mimari yükseliyor. Bir Buda heykelinin önünde kısa bir meditasyonla "an"da olmama teşekkür ediyorum.

Üç yüz merdiven ile çıkılan Golden Mountain Tapınağı'na (Wat Saket)
Golden Mountain Tapınağı'ndan Bangkok manzarası
Modern ve geleneksel mimarisiyle; Bangkok
 Erawan Müzesi için çıkıyorum sabahtan, Thai koleksiyoncu bir iş adamı, Budist evren anlayışını yansıtacak şekilde felsefi bir müze oluşturmuş. Erawan fil demekmiş, iki buçuk tonluk üç başlı bir fil, bir platformun üstüne yerleştirilmiş, müzenin ilk iki katı platformun içinde,  üçüncü katı filin karnında... yansıtılan üç katlı bir evren anlayışı... İlk kata türlü çeşitli yaratıklar yerleştirilmiş, tavandan tabana dört sütun, üzerlerine resmedilen temel dinler; Budizm, Hinduizm, Hristiyanlık... Bu hoşgörüyü sembolize eden birliktelikte, her sütuna o din ile ilgili dinsel anlatılar resmedilmiş, küçük seramik parçalarıyla işlenmiş yaratıklar. 
Erawan Müzesi
Giriş katı
Felsefi bir müze örneği
İkinci kat yeryüzünü temsil ediyor, gökyüzü vitray ile resmedilmiş ki müzenin benim açımdan en çarpıcı yeriydi. Bu vitray çizimde ateş kırmızı, su mavi, toprak sarı, su beyaz ile temsil edilmiş. Sonra da merdivenlerden filin karnına yani cennete geçiliyor. Farklı yüzyıllarda ve farklı coğrafyalardan, 14. yüzyıl Ayuttahaya'sından Buda heykelleri ile yapıyor. Burada kısa bir meditasyon ile anı hissetmeye çalışıyorum. Hayatımda ilk defa bir felsefesi, soyut düşünce müzesi geziyorum, hoşuma gidiyor buraya gelmek.
Evrenin özüne dair vitray ile anlatılar
Değerli Buda heykellerinin sergilendiği en üst kat, filin karnında
Anlatılar... anlatılar
Erawan müzesini görmek için iki buçuk saatlik yol geldim, Sukhumit caddesini boydan boya geçtim, Kapitalizm bu caddede karşılıklı konuşlanmış. Sex turizmi ile meşhur Nana Plaza da bu caddedeymiş ama göremedim. Erawan müzesini bulmam oldukça zor oldu, dönüşüm daha da zor. Kaç otobüs değiştirdim, tamamen kayboldum diye ne kadar panik yaptım, bir ben bilirim. Tren istasyonunu bulduğumda içim biraz olsun rahatlamıştı. Bir sonraki gün Khon Kaen gitmek için tren biletimi alıyorum. 

Tren istasyonuna vardığımda gece ondu, bir sürü insan tren istasyonunda yatıyordu ve ürkütücü bir görüntü vardı. Burada insanlar gerçekten sokakta yatmayı seviyor gibi... Evsiz barksız da görünmüyorlar sanki biraz dinlenmek, biraz uyumak için kol çantasını başının altına almış,  yastık yapmış, sanki sadece öyle biraz dinlenmek istediği için uzanan bir sürü kadın görüyorum. Biraz da Buda'nın metrelerce uzanıp meditatif uzanışını anlatan heykelindeki ruhu andırıyorlar. Uyuyan Buda heykeli hem Ayyuthaya'da taştan hem de Wat Pho (Yatan Buda Tapınağı)'nda altın varaktan büyüleyen bir halde idi. İnsanlar da sanki kolunun tekini başının altına alarak yan yatan bir pozisyonda Buda'nın meditatif ruhunu yakalamaya çalışıyorlardı. Uzanma belki de bir sağalma, sakinleşme, dinlenme edimiydi. 

Khon Kaen'e gitmek için bilet işimi halledip tren istasyonunun kapısındaki bir restoranda Chang birası içiyorum, Chang, Thai dilinde fil demekmiş, kısa bir süre içinde üzerimden fil geçmiş gibi hissediyorum, böyle bir ruh hali içinde de hüzünleniyorum. Restoranın sahibi benim için ucuzundan bir taksi ayarlıyor ve mahallem Khoa San'a geliyorum. Blues barı karşı kaldırımdan izliyorum. Müzik çoktan başlamış, bar kendi hareketliliğinde ve sevimliliğinde... sıcak, içten ve derin bir atmosfer. Bangkok'a dair en sevdiklerimden biri oluyor blues bar. Khoa San'da bir şeyler yemek için sokak tezgahlarına bakıyorum. Oyuk tavada pişirilmiş beş- altı adet bıldırcın yumurtası yiyorum, sonra bir de tatlı niyetine üzerine Nutella ve çiçek aroması ile tatlandırılmış muzlu gözleme...
Akşam yemeğim, bir tava bıldırcın yumurtası
Sacda muzlu gözleme
Bir de üzerine Nutella... alsana tatlı... 
Bangkok'ta son günüm, hostelde tanıştığım altmış yaşındaki Dawn'ın ilginç bir yaşam öyküsü var, günlerdir hostelde Myanmar vizesi almak için bekliyor. Dawn sabahları erkenden kalkıp yatakta dakikalarca meditasyon yapan, Budist felsefeye göre beslenen bir kadın. Dawn ile vedalaşıp Wat Arun'u ve Wat Pho'yu gezmeye gidiyorum. 

Wat Arun, Chao Phraya Nehri'nin kıyısında, binlerce deniz kabuğu ve rengarenk seramik parçası ile süslenmiş büyüleyici bir tapınak. Seramikler parça parça harika görünüyor. Nehrin kıyısında gezmeye çıkıyorum ama nehir pis ve karışık görünüyor. Bir taraf gökdelenler ile kaplı dolayısıyla çok da güzel bir kent görüntüsü yok.
Wat Arun Tapınağı (Şafak Tapınağı)
Binlerce deniz kabuğu ve porselen parçasıyla süslenmiş
Bu tapınaktaki işçilik büyülüyor beni
Çini porselen parçası da var
Porselen parçaları ile motifler oluşturulmuş
Porselen bir tabağın etrafı deniz kabukları ile süslenip çiçeğe çevrilmiş
Rengarenk porselenler
Metrelerce uzanmış, altın varak kaplamalı meşhur Buda heykelinin sergilendiği Wat Pho tapınağını gezmeye geliyorum. Burası  da seramik parçaları ile süslü, bir de oturan büyük Buda heykelleri ile de meşhur... Meditasyon için bağdaş pozisyonundaki Buda heykeli önünde "Namaste" diyorum. 
Wat Pho Tapınağı
Yine seramik süsleme
Renkler koyu tonlarda bu defa ama...
"Namaste" Buda
Altın Varak kaplamalı Buda Heykeli
Sıcak... yorgunum... Kendimi yürüyerek Grand Palas'ın girişine zor atıyorum, enerjim tükeniyor, biraz yemek yeyip enerji depolayıp hostele kadar yürüyorum. Hostelde de vakit geçirmesi keyifli, nezih insanların takıldığı bir yer, herkes kendi dünyasında... muhabbet eden, oyun oynayan... Gece, Kanada'da yaşayan Asyalı bir kadın arkadaş ile Blues bara gidiyoruz.

Sabah tren yolculuğu için erken kalkıyorum, otobüs güzergahları değiştiği için sık sık, biraz aktarmalı da olsa Bangkok Tren İstasyonu'na varıyorum. Gece uyuyan insanlardan eser kalmamış. Trende 3. sınıf kompartımandayım, camlar açık, vagonun tavanında  bir de pervaneler çalışıyor, etraf püfür püfür, sıcak bir esinti... Bu esinti ve trenin ninni gibi gelen ritmi uyku getiriyor, vagonda uykuyla öne düşen başlar... Ben de başımı tutmak için direniyorum, kimi zaman pek mümkün olmuyor. Satıcılar trende satış yapıyor, poşetlerde kızarmış tavuk bile var. 

Çok geniş bir gölün kıyısından geçiyoruz, uzun süre. Kuşlar, leylekler, martılar... Trenin sesine hepsi bir anda uçuşuyor. Bulutlar pofuduk pofuduk... Palmiye, muz ağaçları başlıyor, sonra pirinç tarlaları...  Pirinç işçileri, beline kadar suyun içinde,  pirinç emekçilerini trenden fotoğraflamaya çalışıyorum ama çok başarılı olamıyorum, hareket halindeki trenden. Doğanın renkleri, tropikal flora, işçilerin doğayla raksı, trenin bu atmosferdeki akışı... Lotus tarlaları farklı farklı renklerde... nasıl değişik bitkiler var. 
Göldeki martı ve bufalo sürüleri
Her yer pirinç tarlası ve suyun içinde çalışan pirinç işçileri
Khon Kaen
Khon Kaen tren istasyonu şehrin dışında,  Tayland'ta toplu taşıma aracı olarak kullanılan motorsikletten başka çarem yok şehre ulaşmak için. Biraz tedirginim, turuncu önlüklü ve önlüğünde numara yazan sürücülerden biriyle anlaşıyorum, motorsiklet taksinin arkasında beni şehre bırakıyor.  Central Plaza'da Couchsurfing'ten hostum Jaksaare ile buluşacağım,  Jacksaare beni alıyor, kendisi 54 yaşındaymış ama inanılmaz genç gösteriyor, birlikte çay içip yoga seansına gidiyoruz. Hatha yoga ile zor bir seansa denk geliyorum, birçok poza katılamıyorum ama yine de iyi geliyor.  

Gece pirinç tarlalarının arasında geçtiğimiz bir çiftlik evine geliyorum, nerede olduğumu çok da bilmiyorum, bahçede ayrı bir oda gösteriyor bana Jaksaare, duş alıp cibindiriğin altında sineklerin saldırısına uğramadan keyfini çıkarıyorum uykunun. Sabah kalktığımda sandaletimin içinde bir kurbağa, sanırım yatağıma atlamaya çalışıyordu. Masala göre öpmeli miydim?  Hayatımın prensini mi kaçırdım yoksa? Ama uzun zamandan beri demiyor muyduk;  "Beyaz atlı prens beklemiyoruz" diye.

Sabah güneşin doğuşu ile güne başlayınca gün doğumu ışığının çiftliğe yansımasını yakalayabildim. Çiftliğin bahçesi bufalo, köpek, kedi, kurbağa, kertenkeleler ile tam bir çiftlik. Pirinç tarlasında yüzen ev, yansımalar ile dolu pirinç tarlası, muz ağacı, mango ağacı... 
Hostum Jacksaare'nin çiftlik evi, pirinç tarlaları içinde
Jacksaare'nin bufaloları
Komşularımız
Göldeki yansımaların güzelliği
Her şey benim için çok farklıydı. Jacksaare kahvaltı hazırlamış meyvelerden, mango ve dragon meyvesini ilk defa tadıyorum. Jaksaare özel bir okulun sahibi, çiftliğinde günlük işlerine bakan bir hizmetli kadın ile bir bahçıvan çalıştırıyor. Couchsurfing'de ilk defa böylesini görüyorum. Çiftlik şehirden uzak olduğu için ben de onun arabasıyla evden çıkıyorum, okuluna gidiyoruz. Okulun yanında annesinin işlettiği cafe var,  orada oturuyorum biraz. Kreş çocukları sabah sporunu yapıyor. Jaksaare  işine gidiyor, ben de songthaew ile Laos Konsolosluğu'nun yolunu tutuyorum. Songthaew de başka bir toplu taşıma aracı, kamyonetin arkasına karşılıklı oturak koymuşlar ve üstünü kapatmışlar ve küçük bir halk otobüsü olmuş. İnanılmaz keyif alıyorum songthaew ile yolculuğumdan. Bir tuktuk kalıyor deneyimlemediğim. 
Jacksaare annesinin cafesinde piyano çalıyor
Songthaew ile yolculuğumuz
Khon Kaen'e gelme sebebim Laos vizesinin kolay alındığı bilgisi.  Türkiye ile Laos  arasındaki problem ne bilmiyorum ama yeşil pasaport için bile vize istiyorlar. Beş songthaew  değiştirip Laos  konsolosluğuna geliyorum ve  on dakikada 180 TL'ye  vizem hazır.  Konsolosluktan dönüşte songthaewde Budist keşişler ile yolculuk yapıyorum.

Jacksaare'nin annesinin cafesine varınca Jacksaare beni aracı ile  eve getiriyor. Akşamüstü keyfini çiftlikte yaşamak istiyorum.  Pirinç tarlaları arasından akşamüstü yapacağım bisiklet turu için bisikletin tekerini şişirip paslanmış zincirlerini yağla açıyorum. Sıcak hava geçince bisiklet ile ilk önce kasaba merkezine gidiyorum, bakkaldan "bir Chang birası lütfen" ve bir de güler yüzü bakkal çalışanı kadın ile neşeli bir fotoğraf... Chang birasını bisikletin gidonuna asıp sanki mahallede takılıyorum edasıyla yol alırken meraklı bir köylü teyze önümü kesiyor, onunla da fotoğraf çekiliyoruz. Güleç, sevgi dolu insanlar... 
Ekilmeyi bekleyen pirinç fideleri
Mahalle bakkalından aldığım bira ile çiftliğin yolunu tutuyorum
Pirinç tarlalarında çiftçileri izliyorum. Tam çiftliğin kapısına gelmişken karşı tarlada birilerinin pirinç ektiğini görüyorum, yanlarına gittiğimde radyodan gelen huzurlu, sevgi dolu müzik ve börtü böcek sesleri arasında bir çiftin pirinç ektiğini görüyorum. Yansımaları, pirinç tarlasının içindeki suda... Bu pirinç tarlasında emekle örülen bu raksın huzurunda sağalıyorum bir süre...  Yolculuğumun en huzurlu zamanı olarak hissediyorum o anı... 
Pirinç işçilerinin emeği
Pirinç tarlalarındaki yansımanın güzelliği
Keyifle eve dönüyorum, çiftliğin alt katında, önümde yatan iki köpek etrafta dolaşan kediler ve duvarda bağıra bağıra gezen kertenkeleler arasında Chang biramı içerek gezi notlarımı yazıyorum. Jacksaare geç geliyor. 
Jacksaare'nin çiftlik evi
Sabah da Jacksaare sağolsun beni terminale bırakıyor, terminalde iki saat bekledikten sonra Laos sınırı Khon Kaen'den Myanmar sınırı Chiang Mai'ye otobüs yolculuğu başlıyor.

Chiang Mai
Ormanlık ve dağlık bir coğrafya ile  başlıyor yolculuk, fil çıkabilir uyarı tabelaları. Kimi çayırlar kimi tropikal yağmur ormanları kimi lotus tarlaları. Otobüsteki herkes paylaşımcı, güler yüzlü insanlar, göz göze geldiğin anda gülümsüyor, ihtiyacın olan şeyi sunuyorlar sana. Yanımda oturan kadın midesinin bulandığını anlatıyor işaret diliyle,  ben de otobüsün bagajındaki sırt çantamda mide bulantısı için ilaç olduğunu anlatmak istiyorum ama nasıl anlatabilirim bunu işaret diliyle. Bölge bölge şiddetli yağmurlardan geçiyoruz ve çayırların güzelliği... Otobüs çok soğuk, donuyorum. Belli bir süre sonra yağmurluğu giyip soğuğun bedenimle temasını kesip  öyle ısınıyorum. Hava karardı, yolun son saatlerine girdik, uyumuşum. Uyandığımda Chiang Mai'ye girmek üzereydim, saat gece on iki olmuş. Couchsurfing'ten bu akşam evinde kalacağım Coraline'nin verdiği  taksiciyi arıyorum. On beş dakika içinde neşeli bir adam geliyor, anlatıyor da anlatıyor ve anlattıklarına kendisi gülüyor yine, keyifli bir karakter.  Uykudan kalkmış,  daha hızlı gidiyor diye eşinin arabasını alıp gelmiş. Birlikte keyifle şehrin dışında Saraphi'ye geliyoruz, gece bir buçuk... Ben geç gelmenin ezikliği içindeyim, özür dileyerek başlıyorum tanışmaya, onlar oldukça sıcaklar ve benim gelmiş olmamın sevinci içindeler. 

Couchsurfing'ten bir Fransız çift bu geceki ev sahibim. Evleri inanılmaz farklı, modern bir sanat evi gibi... Algılamaya çalışıyorum etrafı ama bir çırpıda algılanacak gibi değil, her köşe ayrı bir özen istiyor.  Evden bir patika ile kamelyaya geçiyoruz, kamelya da çok otantik. Çay içerken tanışıyoruz, Fransız olamayacak kadar naifler, kadın inanılmaz derecede sevgi dolu, adam kendi iç dünyasında, sessiz biri. Tanışıp kaynaşıyoruz. Adam mimar, kadın biyoloji öğretmeniymiş ama aynı zamanda hemşirelik de yapıyormuş. Asya'nın farklı ülkelerinde ikişer üçer yıl yaşayıp bu şekilde dünyayı dolaşıyorlarmış, sırada Vietnam varmış.  Odamı gösteriyorlar ve üst katı... Her yer ahşap; çatı, evi ayakta tutan direkler, eşyalar... Çok sanatsal  her şey, daha çok etnik ve modern karışımı bir müze gibi. 
Benim için ayrılan oda...
Her şey o kadar güzel ki her anda oyalanmak istiyorum. Fez'de Shanon'un evinden sonra bu Couchsurfing aracılığıyla kaldığın ikinci büyüleyici ev, üçüncüsü de benim yaşadığım Paltolu Konak  (https://paltolukonak.blogspot.com/) herhalde. Uzun süre uyuyamıyorum içinde bulunduğum odanın güzelliğinden, kertenkelelerin bağrışlarını ilk defa duyuyorum Asya'da. 

Kerpiç bir evde kertenkele, kurbağa, yılan, karafatma, çekirge, fare ile büyümüş olmanın avantajlarını yaşıyorum bu evde, hayvanlar korkutmuyor, tiksindirmiyor beni. Geniş yatağımda, kafamda düşüncelerin, hayallerin uçuşmasıyla biraz da yolculuğa çıkıyorum.

Sabah yine bir düşe uyanıyorum; odam, balkon penceresinden görünen ağaç, balkon kapısının sinekliğinde kelebeği yakalamaya çalışan bir kertenkele, odamdaki eşyalar, duvarlara asılmış resimler... Her şey çok güzel, saatlerce yatakta düşünüyorum, kalkıp güne başlamaktansa yuvarlanasım var. Kamelyada kahvaltı yapıyoruz, bahçeden toplanmış mango meyvesi ile... 
Kahvaltı yaptığımız sohbet ettiğimiz kamelya...
Böyle küçük patika ve merdivenler ile ana evden ayrılan odalar, balkonlar, kamelyalar...
Kahvaltı sonrası Caroline ile bir hatıra, kızkardeşler gibiyiz.
Ev sahiplerim arkadaş toplantısına gideceklermiş, ben günü evde geçirmek istediğimi, evi algılamak, hissetmek, dokunmak istediğimi söylüyorum. Evdeki tasarımların, tabloların çoğu mimar kocaya aitmiş, ev her ayrıntısı ile çok güzel, sarı, üstü açık jiplerine atlayıp gidiyorlar, ben de bahçelerinde el sallıyorum onlara. Kamelyada müzik dinleyip meditasyon yapıyorum, odaya çıkıp yoga yapıyorum, uzanıyorum yatakta. Evin ahşap dokusu, çiçekleri, kedileri, ağaçları, tabloları, eşyaların tasarımı, Fransız çiftin naifliği, sarı jipleri ile her şey bir harika. Lütfen biri beni bu düşten uyandırsın. 
Misafiri olduğum ev... onları uğurluyorum evde yalnız bir gün geçiriyorum
Asya'da bir evde Afrika esintileri
Asya'da Avrupai tasarımlarla dolu bir ev
Ahşap bir ev, renkler, tasarımlar
Mutfak, ahşap dekoratif bir tezgah ile
Evin girişi, yine Afrika kadını esintili
Ev sahiplerim, akşamüstü geliyor, kamelyada biraz oturduktan sonra sarı jiplerine atlayıp Saraphi'nin merkezinde masaj salonuna gidiyoruz. Bir saat masaj yapıyor bize, güler yüzlü genç bir kadın. Pofuduk bulutlar gibi hissediyorum kendimi çıkışta. Saraphi gece pazarında dolaşıyoruz. 
 
Saraphi gece pazarı
Fransız çift ile pazarda  akşam yemeği
Yemek tezgahlarından envai çeşit yemek, meyve tattırıyorlar bana. Üstü  kapalı, cam ve kapının olmadığı, plastik masa ve sandalyelerle dolu bir çorbacıda oturup her şeyin birbirine karıştırılarak yapıldığı çorba içiyoruz birlikte, oldukça lezzetli. Çubuklarla katıları yiyoruz, kaşıkla sıvıları içiyoruz. İnsanların evinde yemek yapmadığını, pazarlarda tezgahlardan öğünlerini yediklerini öğreniyorum. Pazarlarda sebze, meyve, hamur, deniz ürünü, et ürünü çok çeşitli sunumlarla satılıyor. Fransız çift envai çeşit tropikal meyve tanıtıp tattırıyor bana. Sanki oranın yerlileri gibi oldukça misafirperver davranıyorlar, birlikte oldukça keyifli vakit geçiriyoruz. 
Pazarda tadına baktığımız envai çeşit tropical meyve
Çerez niyetine çekirge ve karafatmalar
Sarı jiplerine atlayıp okaliptüs ağaçlarının güzelleştirdiği keyifli bir yoldan evlerine geliyoruz. Coraline erken yatıyor, yatmadan önce öpüyor beni, böyle sevgi dolu, içten bir Avrupalı'yı da ilk kez görüyorum, ama Asyalı insanın sıcaklığını almış sanırım. Kamelyada çalan müzik, öten kertenkele, Coraline'nin beyaz saçlı kocası ve on sekiz yaşındaki kedileri ile  kamelyanın altında oturuyoruz.

Fransız çift sabah beni de yüzme havuzuna davet ediyor ama bu evin güzelliğinin, konforunun, ruhunun bende yarattığı rehavetten çıkmam ve tekrar yola düşmem gerekiyor. Kamelyadaki orta sehpada iki sabahtır kahvaltım hazır, kahvaltıda çocuk sahibi olmak üzerine konuşuyoruz, onlar da çift olarak çocuk sahibi olmak istememişler, dünyayı gezmek için. En son Mısır'a yolculuk yapmışlar, Nairobi Çölü'nden bahsettiler, diğer çöllerden farklı şekillerde kum tepeleri varmış, kahvaltıda keyifli bir sohbet oluyor. Sarı jiplerine atlayıp Saraphi'ye geliyoruz, onlar yüzme havuzuna gidiyor, beni de songthaewe bindirip uğurluyorlar.

Chiang Mai'ye yola çıkıyorum, Fransız çiftten ayrılmak içimi burkuyor. Yine pikabın arkasında karşılıklı iki sıra şeklinde oturarak yol alıyoruz. Chiang Mai'de iki gecelik hostel ayarladım beş dolara, kahvaltı da dahil. Chiang Mai de eski ve yeni olmak üzere ikiye ayrılıyor, eski şehir surlarla çevrili, surlar da bir kanalla. Meşhur Tha Phae kapısından geçip kuzeye yürüyorum. Kalacağım hostel, eski şehrin kuzey kapısına yakın. Surların yedi yüz yıl önce Myanmar saldırısından korunmak için yapıldığını öğreniyorum. Tabiki surların bazı yerleri yıkılmış, bütünlüklü olarak en sağlam kalan kapısı da Tha Phae kapısı. Hostel keyifli bir yerde, odama yerleşip  biraz da dinlenip eski şehri keşfe çıkıyorum.
Tha Phae Kapısı
Her taraf Budist tapınak... Küçük, süslemeli... kendimi kolayca bir kenarına iliştirebileceğim tapınaklar... 
Wat Phra Singh Tapınağı
Sanırsın ki süs
Girdiğim Wat Umong Mahathere Chan Tapınağı avlusunda bambu ve saz karışımı kulübelerde Budist keşişlerin meditasyon yaptığını,  o yüzden etrafta dolaşırken sessizlik istendiğini okuyorum. Birçok yerde tapınak girişlerinde Hint mitolojisine mi yoksa Budist mitolojisine mi ait olduğunu bilemediğim mitolojik yaratıkların heykelleri var.  
Wat Umong Mahathere Chan Tapınağı
Meditasyon alanı olduğu için sessizlik isteniyor
Ahşaptan tapınaklar, kırmızı tuğladan tapınaklar... ama tüm tapınakların ortasında farklı ama temel duruşlarda Buda heykelleri var. İnsanlar Buda heykelinin önüne gelip diz çökerek başlarını yere eğip ellerini göğsünde birleştirerek ibadet ediyorlar. Ben de Buda aracılığıyla evrene dileklerimi gönderiyorum. 
Wat Chedi Luang Tapınağı
Kırmızı Tuğla tapınakları daha çok sevdiğimi hissediyorum
Tapınağın her bir yüzü devasa filler ile süslenmiş
...ve başka mitolojik yaratıklar
...ve ince işçilik ile başka süslemeler
Chiang Mai'nin surlarla çevrili eski şehri daha çok bir ada tadında, her sokağın sonunda sanki denize çıkacakmışım gibi bir hisle dolaşıyorum. Sokaklar yemyeşil, her yer bar, lokanta, cafe, masaj salonu, çiçek, bisiklet, scooter... Evler alçak olduğu için insanın sokaklarda gökyüzünü izleyerek sakince dolaşması oldukça keyifli. Hava kararınca tapınaklarını olduğu bölgede Sunday Night Market kuruluyor, büyük bir pazar, her şey var. Özellikle yemek stantları çeşit çeşit yiyecek, içecek ve  meyve ile dolu. İnsanlar ellerinde plastik tabaklara yiyecek alarak pazarı geziyorlar, yemek satan tezgahlar şaşırtıyor beni fazlasıyla. İnsanların sokakta, pazarda tezgahlardan aldığı yemeği yeme alışkanlığının olduğu bir kültür. Kıyafet tezgahları etnik kıyafetlerle yine büyülüyor beni ve oldukça ucuz. Bir çok ufak tefek kıyafet almaktan kendimi alıkoyamıyorum. Gece de denk geldiğim tapınaklara giriyorum ve bazısında Budist seromoniler...
Shusi standı
Öyle bir yağmur başlıyor ki yağmurun dinmesini beklemek için girdiğim bir barda bir büyük, iki küçük Chang birası içiyorum, yan taraftaki diskoda ortalık kopuyor; ışık oyunları, müzik, gürültü... Gençler libidal hazlar peşinde... Budist enerjinin yüksek olduğu bu coğrafyada, böylesine bedensel hazlara dayanan Batılı eğlence ve seks arayışı inanılmaz derecede iğreti duruyor, onları izlerken midem bulanıyor. Eğlenen ve gece için seks arayanların Batılılar olduğunu görebiliyorum. İçimden hepsine "panik yapmayın hepiniz bu gece sevişecek birini bulacaksınız" diye sesleniyorum. 

Sağanak yağmurun geçmesini beklerken içtiğim chang biraları sabah üzerimden chang (fil) geçmiş hissiyle uyanmama sebep oluyor. Bugünkü programımda, Myanmar sınırında dağlık bölgedeki yağmur ormanlarında yaşayan  kabilelerin yaşantısını anlatan etnografik müzeye ve Warorot Market'e gitmek var. Songthaewe atlayıp etnografik müzeyi, bir yürüyüş mesafesindeki büyük bir parkın ve gölün kıyısında buluyorum. Gölün kıyısında, gölün içine dikilmiş direklerin üzerine oturtulmuş mekanların yansımalarına bakarak müzeye ulaşmaya çalışıyorum. 
Göl kıyısında etnografik müze arıyorum
Göl kıyısında kulübe cafeler
Müzedeki ziyaretim, on beş dakika tek başına izlediğim belgesel ile başlıyor, Tayland'ın kuzeyindeki yağmur ormanında yaşayan kabilelere dair kısa anlatılar... Üst katta on kabileye ayrılmış ayrı bölümlerde etnografik sunumlar ve hepsine dair ziyaretçinin kontrol edebileceği ekranlara yüklenmiş belgesel sunumlar... Ayrıntılı bir şekilde ne giydikleri ne yedikleri ne içtikleri, çaldıkları enstrümanlar, nasıl dans ettikleri, evlenme törenleri, şifalanma törenlerinden kalan araç gereçler... Kanaviçe işi, kadınlarda çok yaygın bir el işi.  Pirinç, mısır ve çiçek yetiştiriciliği de... Turuncu renkteki kasımpatı tarzı bir çiçek, tapınaklarda Buda'ya taze bir şeyler sunmak adına götürülüyor.  Müzede bir hayli zaman geçiriyorum, küçük bir müze ama dolu dolu. Bir de söz konusu etnografik müze olunca benim için daha bir anlam yüklü. 
Yağmur ormanındaki kabilelere dair günlük yaşam sunuları
Kabilelerin yaşamına dair belgesel izlerken
Müzenin yakınındaki ormanlık alanda, her kabilenin yaşadığı kulübeler, bir mimari müze tadında sergilenmiş, kulübelerin içinde yine günlük yaşamda kullanılan araç gereçler konulmuş,  hasır sepet günlük yaşamda yaygın olarak kullanılan bir araçmış.  İlk defa mimari müze geziyorum. Kulübelerin gezmesini bitirip songthaewe binmek için ana yola yürümeye koyulduğumda sağanak yağmur bastırıyor, yol kenarında çorba içeceğim bir yere sığınıyorum. Yağmur geçince de yola devam.
Kabilelere dair mimari örnekler
Bir mimari müze örneği diyebiliriz
Ahşap, saz, bambudan oluşmuş kulübeler
Warorot Market'e  geldiğimde yine yağmur boşalıyor, tezgahları toplamışlar, sadece yemek tezgahları açık, insanlar yine bir şeyler yeme telaşında, tezgahlar et ağırlıklı, dolayısıyla yiyecek bir şey de bulamıyorum. Durian meyvesinin haşlamasını yapan bir amcadan durian meyvesi alıyorum ve ilk tadışım bu meyveyi, oldukça farklı bir lezzet. 
 Durian meyvesi
Bangkok'taki Blues Bar'da aldığım keyiften sonra, Chiang Mai'de Jazz Bar buluyorum, kuzey kapısına ve kaldığım hostele çok yakın. Belçikalı gezgin bir kadınla müziğin keyfini birlikte çıkarıyoruz. Enfes bir müzik keyfi, enfes saksafon soloları... 
 
Sabah Dio Inthanon Ulusal Parkı'na hiking etkinliğine katılmak için erken kalkıyorum, etkinliklerin kenti burası; yemek, masaj, yoga,  hiking,  trekking, lipzipping, rafting, biking, fil bakımı, ATM... Hayvanların turistik amaçlı kullanılmadığı etkinlikleri tercih etmeye çalışıyorum.

Sabah ekip olarak toplanıyoruz, uzun bir yoldan sonra Dio Inthanon Ulusal Parkı'ndayız. On sekiz metreden dökülen bir şelaleyi görüyoruz önce, etraf dökülürken dağılan su partikülleri ile dolu, sanki damlacıklar bulutuna girmiş gibiyiz. Bize Karan kabilesinin milli parkta yaşayan bir rehberi eşlik ediyor. 
Yağmur ormanlarının içinde hiking
Yerli rehberimiz
Rehbersiz yağmur ormanlarında gezmek yasakmış, yağmur ormanı içinde beş kilometrelik hikingde, şelaleleri izleyerek, bambu köprülerden geçerek, muz ağaçlarının güzelliğine şaşırarak, orman içinde yerli bir kadının farklılığını anlamaya çalışarak,  bufalosu ile dolaşan yaşlı bir amca ile muhabbet ederek,  beyaz çiçek seralarını izleyip tapınaklarda Buda'ya sunulan turuncu çiçeği toplayan çiftin emekle dansından büyülenerek, pirincin taraçalar şeklinde ekildiği tarlaların kıyısından yürüyerek Karen kabilesi köyüne çıkıyoruz. 
Tapınaklarda Buda'ya sunulmak için çiçek hasadı
Hasadı yapılmış çiçekler
Yağmur ormanları içinde taraça taraça pirinç tarlaları
Yağmur ormanı içinde karşılaştığımız sıradışı bir kadın
Yağmur ormanında karşılaştığımız bir köylü
Artık kabile demek saçma, yayla halkı demek daha doğru sanki. Yağmur ormanlarıyla kaplı dağlara elektrik ve yol gelince artık köy içinde arabalar bile var.  Kahve ağacını da bu yürüyüşte ilk defa görüyorum, köyün içine gelince taze kahve çekip bize ikram ediyorlar. Sonra bizim için hazırlanmış bir öğle yemeğinde on kişilik ekip, birbirini tanımaya çalışıyor. Aramızda Fransız, Avustralyalı, İngiliz var. 
Kahve meyvesini ilk görüşüm
Öğleden sonra etkinliği olarak Tayland'ın en yüksek noktasına 2565 metreye çıkıyoruz araçla, bu yükseklikte hava 15 derece. Normalde bu yükseklikte hiç ağaç olmaz bizim enlemde ama burada hala bu yükseklikte her yer yemyeşil. Ulusal parkın içinde akan nehirler de soğuk değil. Nehirler fazla yağıştan genelde çamurlu akıyor. Zirvede Budist bir anıt, her yanını yosun sarmış, bu yüzden de oldukça fantastik görünüyor. 
2565 metrede Tayland'ın en yüksek zirvesi
Zirvede yağmur ormanlarının içinde yosun tutmuş bir tapınak
Son olarak 2500 metrede bir Budist tapınağa gidiyoruz. İki zirvede, karşılıklı iki görkemli yapı. Ana tapınağın peyzajını seviyorum, yapay göllerin üzerindeki köprülerden birinde ulusal parkın yerlileri, kıyafetleri ile harika görünüyorlar, gölün içindeki balıklara yem atıyorlardı. İki ayrı tapınakta yolculuğumun keyifle geçmesi konusunda Tayland'ın en yüksek noktasından evrene dileklerimi yolluyorum. Milli parktan iki saatte şehre dönüyoruz.
Ruhu, beni en çok içine çeken tapınaklardandı
İşte öylece Buda'nın önünde eğilip evrene niyetini iletmek
Tapınağın etrafında yerli kadınlar
Havuzun içindeki balıklara yem atıyorlar
Gece Jazz Bar'da müziğe geç dahil oluyorum. Barın içi dolmuş, ayaktaki dinleyiciler kaldırıma taşmış, üç saksofoncunun soloları dinleyenleri büyüledi. Aşık atışması gibi saksafoncuların atışması... Davuldaki müzisyen de çok iyiydi. Dünya standartlarında müzik yapan başka bir yer. Çıkınca baştan ayağa büyülenmiş olarak çıktım, enfes bir ziyafetti.
 
Sabah, Bangkok'a gitmek için hostelden erken çıkıyorum, Chiang Mai'nin surlarla çevrili eski kentinde taptaze bir havada dolaşıyorum. İnsanlar yeni bir güne, okul bahçesinde çocuklar derse hazırlanıyor. 
Chiang Mai'de bir sabah muhabbeti
Mekan süslemeleri
Çocuklar derse hazırlanıyor
Songthaewe binip tren garına geliyorum. Güzel bir tren garı. Biletimi üçüncü sınıf vagon olmadığı için  ikinci sınıf vagona alıyorum. Kahvaltı, öğle yemeği, ikindi atıştırmalığı hepsi ikram. Uzun süre yağmur ormanlarında yol alıyoruz, ucu bucağı gözükmeyen uçurumlar... Doi Khun Tan Milli Parkı, Wiang Kosai Milli Parkı,  Lam Lam Nan Milli Parkı'ndan geçiyoruz. Üç milli parktan geçince pirinç tarlalarına çıkıyoruz düz bir ovada. Pirinç tarlaları nasıl bir güzellikte... Leylekler, beyaz balıkçıllar envai çeşit kuş... Pirinç tarlalarının her bir yanını kuşlara karşı korkuluk ile süslemişler, korkulukların başına da pirinç tarlalarında çalışan işçilerin yuvarlak şapkalarını takmışlar, oldukça inandırıcı gerçekten. İşçiler tarlalarda çalışıyor, leyleklerin beyaz görüntüsünden eser kalmamış, çamurlu bir hal almışlar. Leylekler trenin sesinden korkup sürüler halinde uçuşuyor o çamurlu kanatlarıyla, treninin penceresinden izlediğim harika hareketli ve estetik bir manzara. Tropikal bir coğrafyanın güzelliği... Pirinç tarlalarının etrafında muz ağaçları, koca uzun yapraklarıyla... sonra upuzun mango ağaçları dallarından sarkan meyveleriyle... ufka doğru uzaklaştıkça küçülen pofuduk bulutlar... pirinç tarlalarında toprağı havalandırmak için  toprağı kabartan farklı tasarımda küçük motorlar. Bu tren yolculuğumla üç milli parkın, yağmur ormanlarının, ovadaki pirinç tarlalarının, sonra mısır tarlalarının içinden akarak  Bangkok'a geliyorum. Bu yolculukta bir kez daha, pirinç tarlalarındaki su gölcüklerine yansıyan bir leyleğin yansımasının fotoğrafını çekmeyi ne kadar çok istediğimi fark ediyorum.
Trenle içinden geçtiğim pirinç tarlaları
Palmiye ağaçlarının pirinç tarlasındaki yansıması
Tren istasyonundan tuktuk ile daha önce kaldığım hostele geliyorum, tuktuka ilk binişim, Asya'da kullanılan tüm farklı ulaşım araçlarını da denemiş oluyorum böylece. Bir amca sırf bana yardımcı olmak için iki kızını eve götürmek için istasyona geldiğinde, bir şekilde  beni de kızlarının arasına alıp ilk önce beni hostele bırakıyorlar sonra da onlar evlerine devam ediyor. Kızları da inanılmaz tatlıydı... 
On iki saatlik tren yolculuğuma, o yorgunluğa rağmen duşumu alıp sandaletlerimin topuklarına basa basa Blues Bar'da müziği bir dakika bile kaçırmamak için telaşla gidiyorum, sanki mahalledeyim, o kadar  ki sandaletlerimi terlik gibi sürükleyerek bir mahalle kültürü edasındayım. Blues Bar'da solist kadın orada, bu kadının blues söylerkenki başarısı beni inanılmaz onurlandırıyor. Yine keyifli bir gece, bir Chang birası içimlik dinliyorum. Sabah Surat Thani için tren biletim var, erken kalkmam lazım.

Gün doğmadan yola düşüyorum ve sokakta omuzlarına astıkları sefer taslarına yemek toplayan yalın ayaklı, turuncu elbiseli Budist keşişlerle karşılaşıyorum, daha önce de görmüştüm ama sabah çok erken saatte yapıyorlar bu seremoniyi. Bangkok tren garına bir hayli erken geliyorum. Sabahın ilk ışıklarının tren garının içindeki hissine dair güzel bir fotoğraf karesi yakalıyorum. 

Bangkok tren istasyonu
Tayland'ın güneyine gitmeye hazırım
Trenle yolculuğum Tayland'ın güneyine başlıyor. Şehrin, özellikle büyük yapıların, gökdelenlerin içinden geçme faslı bunaltıyor beni. Şehirlerin, beton yığınlarının içinden geçmesini sevmiyorum. Sonrasında pirinç tarlaları başlıyor, palmiyeler, bufolaların üzerine konmuş kuşlar... Öyle şirin görünüyorlar ki... Traktörlerin arkasından toprağın içinden çıkan solucanları yemek için üşüşen kuşlar. Havada kurşuni bulutlar, oldukça kasvetli bir hava. Devasa ağaçlar ile tropikal coğrafya farklı gerçekten, güneye iniyoruz Malezya sınırına. 
Şiirsel anlar...
Pirinç tarlasını süren işçiler
Pirinç tarlasında kendini çamura bulamış leylekler
Surat Thani
Surat Thani'ye gelince iniyorum. Tren istasyonundan şehir merkezine gitmek için motorsiklet taksiye biniyorum. Motorsiklet şoförü inanılmaz matrak, tren yolcuğunda oldukça içime dönmüştüm ve bu şoför beni tekrar kahkahalarla yüzeye çıkarıyor. Motosikletle giderken çok eğleniyoruz, adam sürekli espri yapıyor. Şoför, geçtiğimiz yerlere dair tanıtımlar yapıyor, bir barı gösterip gelip içmemi öneriyor. Yaşam bir anda dişleri olmayan ama sürekli espri yapıp kendi kendine gülen bu adamla keyifleniyor, her yan kısa bir yolculukta şamataya dönüyor. Beni hostelin kapısına kadar bırakıp Night Market'i tarif edip yemek yemem için pazarı öneriyor. Odada benden başka kalan yok, keyfim daha bir yerine geliyor. Gece pazarına çıkıyorum, gece pazarına yürürken geçtiğim sokaklarda çöplerin etrafında fareler görüyorum, oldukça büyük. Çöpün etrafında fareler ve kediler birlikte dost olmuş, sanırım başa çıkamadıklarından... 

Masallardan çıkmış gibi süslü mü süslü binalar görüyorum ve ne olduğunu bilmeden fotoğraflarını çekiyorum. Gece pazarında dolaşıyorum, ne yiyeceğimi bilmeden tuzlu bir şeyler almak istiyorum ama aldığım şey tatlı çıkıyor, yapacak bir şey yok. Her şeyi deneme yanılma yoluyla öğreniyorum. Hostelde çay yapıp aldıklarımla akşam yemeğimi yiyorum. Yalnız olmanın keyfini çıkarıyorum odada, gece uyuyunca bir ara sanki evimdeymişimin huzuru var üzerimde. 

Sabah en erken araçla Krabi'ye gitme taraftarıyım. Sabah tropikal yağmur sağnağının sesi ile uyanıp kaldığım hostele yakın olan otobüs terminaline geçiyorum. Erkek gibi görünen ama kadın gibi davranan, İngilizcesi oldukça iyi olan bir simsar bana Krabi'ye gitme konusunda yardım ediyor. Araç beklerken muhabbet arasında hala ve maalesef erkek olduğunu söylüyor. Tırnakları uzun, bakımlı elleri, kadınsı davranışlarıyla transseksüel arkadaşımla muhabbetimiz oldukça hoş. Altmış yaşındaymış ben de kırkında zannetmiştim. Asya insanı beni yaş konusunda tekrar şaşırtıyor, tatlı bir insan, kendimi evimde hissetmemi sağlıyor.

Transit araçta beni öne bindiriyor böylece yolu, etrafı görme fırsatım oluyor. Krabi'ye yaklaştıkça yol inanılmaz güzelleşiyor, palmiyelerin güzelliğine doyamıyorum, palmiyelerin güzelliğine yeşille kaplanmış sütun gibi tek başına duran kayaların güzelliği ekleniyor. Etrafıma baktıkça büyüleniyorum.

Krabi
Krabi Nehri'nin denize açıldığı iki kaya
Hosteli bulmak kolay oluyor, Krabi nehrine çok yakın. Hostel de çok güzel, ahşap her yan. Muson yağmurları sezonu olduğu için ölü sezon ve hosteller oldukça ucuz. Muson yağmurlarının güzelliğini yaşıyorum, biraz dinlenip Railay yarım adasına gitmek istiyorum. 
Bir heykelin çerçevesinden...
Longtail iskelesine gittiğimde, Belçikalı bir çiftle tanışıp üçümüz ücreti paylaşarak Krabi Nehri üzerinden Bengal Körfezi'ne açılıyoruz. Yine deniz korkumun depreştiği bir ruh hali içindeyim. Krabi Nehri üzerinde ilerlerken her şey güzeldi, etrafı izleye izleye gidiyorduk. Ama Bengal Körfezine çıkınca işin rengi değişti, longtailin  altı dalgalara vura vura yarımadaya ilerlemeye çalışıyor. Belçikalı çift ile olan bitenin normal olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz, bir yandan da teknenin içinde göz ucuyla can yeleklerinin yerini bulmaya çalışıyoruz. Kaptanın umurunda değil, ama biz üçümüz oldukça korktuk, dalgalar çok büyük, tekne fena sallanıyor, longtail suları yararken teknenin içine su doluyor. Aklımda Nazım Hikmet'in Hazar Denizi'nde batmak üzere olan bir balıkçı teknesini anlattığı şiiri... İniyor kayık,  çıkıyor kayık, iniyor ka... çıkıyor ka..., in... çık..., in... çık... ve batıyor balıkçı teknesi. 
Railay yarımadasına giderken Chicken Adası

Railay yarımadasına geldiğimde gerginliğim hala üzerimdeydi, yarımadanın ana karayla bağlantısı yok çünkü dev kayalar buna izin vermiyor. O yüzden longtail denilen yerel tekneler tek ulaşım, etrafta dolaşıp longtaillerin rengarenk süslü fotoğraflarını çekiyorum. İndiğimiz yer, yarımadanın doğu sahili. Sıra sıra logtailler, ağaçlar, logtailllere bir şeyler yükleyen emekçiler... Doğayı, emeği, insan sevgisini hissettiğim bir yerdeyim. 
Railay adasının doğu kıyısında longtail adı verilen tekneler
Teknelere çuval yükleyen işçiler
Railay adasının doğu yüzü
Doğu kıyıdan batı kıyıya yürüyorum. Burası bir plaj havasında, insanlar güneşleniyor. Ben de denize girip havlumu kumlara atıp güneşleniyorum. Güneş o kadar sert değil ama kısa sürede karartıyor. Bir ara yağmur geçiyor üzerimizden. Deniz, romantikliği dışında inanılmaz sıkıyor beni, öyle uzun uzun güneşlenemiyorum. 

Denizin, anın romantikliğini yakalamaya çalışıyorum. Ama anın romantikliğine takılan ve beni içten içe huzursuz eden bir ilişki var etrafımda. Asyalı genç bir kadın, yaşlı, suratsız, dazlak bir Alman adamdan kaçmak istiyor. Kadın adamdan sürekli uzaklaşıp sahilde tek başına yürümek, denizde sularla, kumlarla oynamak istiyor ama erkek, kadın ne zaman yanından uzaklaşsa  kadının yanına gidip öfkeli bir şekilde el işaretleriyle onun yanında kalmasını söylüyor. Aynı dili de konuşamıyorlar anladığım kadarıyla ve anladığım kadarıyla tipik yaşlı bir Avrupalı erkeğin, genç Asyalı bir kadını yoksulluktan kurtarma karşılığında bedenini kullanıyor olması. Uzun süre bu ilişkiyi gözlemlemekten kendimi alamıyorum. Batı sahilinde yürüyüş yapıyorum, aynaya dönmüş sahilde  longtaillerin yansımalarını izliyorum, keyifli bir an. Bu yarımada dünyaca ünlü bir kaya tırmanışı alanıymış ve gerçekten sütun gibi tek başına öylece duran kayalar var. 
Railay'ın batı sahili
Longtaillerin yansımaları
Barların olduğu sokakta bir bira içip longtaile binmek için doğu kıyısına geliyorum. Ama etrafta bir gariplik var, indiğim yer ile tekrar longtaile binmek için geldiğim yer aynı değil. Longtailler bir kaç kilometre ilerde, önümüz ise koca bir alan bataklık... Bataklığın içinde sırtlarında çuvallarla longtaillere yük taşıyan sıra sıra  emekçileri izliyorum, o tekneden inince büyülendiğim adanın görüntüsü gitmiş yerine karamsar, çamurlu, karabasanı andıran bir görüntü gelmiş. 
Tekneye binmek için geldiğimde böyle bir bataklık ile karşılaşıyorum
Oldukça ürkütücü geliyor
Koskoca deniz yok olmuş
Yolumu şaşırdım diye düşünüyorum, ama soruyorum Krabi için teknenin buradan kalkacağını söylüyorlar, üç İngiliz kadınla ortak olup tekne ücretini paylaşıyoruz. Bataklığın üzerinden denize uzanan bir platformdan yürüyerek longtaile gidiyoruz. Dönüş yolunda rüzgar daha sakin, deniz de... Dalgalarla yaşayacağımız gerilim daha az derken bu defa etrafta bana garip gelen farklı şeylere takılıyorum. Denizin içinde gördüğüm ve şaşırdığım ağaç,  şimdi karanın üzerinde. Algım darmaduman oluyor ve Krabi Nehri oldukça geniş ve suyu çokken şimdi daracık kalmış. 

Adadayken çok da içmedim diye düşünüyorum, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum, bunun gerçeklik algımı alt üst eden kötü bir şaka olduğunu düşünüyorum. Krabi iskelesine geldiğimizde burası da bataklık, kıyıdaki heykelleri tanımasam başka bir yere geldiğimi düşüneceğim. Sonra anlıyorum ki bu bir cezir, bana kabus gibi gelen bu durum ile med-ceziri deneyimlemiş oluyorum, coğrafya derslerimizde ezberleyip geçtiğimiz olay, karşıma beni korkutan bir deneyim olarak çıkıyor.
Krabi Nehri de çekilmiş
Hostelde duşumu alıp çıkıyorum, gündüzden gördüğüm kitaplarla, eski eşyalarla, dekore edilmiş vintage cafeye gidip oturmak istiyorum. Ama işletmecisi, kapattıklarını söyleyince üzülüyorum, kendime daha salaş bir mekan bakıyorum, biraz yürüyünce de buluyorum; Bob Marley fotoğrafları ve tarzı ile süslü bir bar. Krabi'de Bob Marley çok meşhur, Fas'ın Essaouira şehrinde olduğu gibi, rastalı saçlı tipler etrafta...

Gece pazarında akşam yemeği yiyorum, balık hamurundan yapılan kek, arife günlerinde annemin yaptığı ve çocukluğumdan beri çok sevdiğim tuzlu çörekler bir de burada bu çöreklerin yanına tatlı yeşil sos veriyorlar. Gece pazarının içindeki bir barda oturup Chang birası içiyorum, barda kimseler yok, gerçekten ölü sezon, benim için müthiş oluyor bu sessizlik. Muson yağmurları sezonu mayıs ve aralık arasındaymış. 

Hostele gidip odamda keyif yapıyorum, sabah da geç kalkıp keyfime devam ediyorum. Normalde Dört Ada turuna gitmeyi planlıyordum longtail ile ama dün yaşadığım macera bana yetti. Ao Nang sahiline gitmek için songthaewe biniyorum. Hindistan cevizi ağaçlarının ve yemyeşil uzun kayalıkların tek başına bir dikit gibi gökyüzüne yükseldiği ilginç yollardan geçiyoruz, yoldan inanılmaz derecede keyif alıyorum. Bu yolda ve Ao Nang'da  çok fazla kapalı kadın ve cami görüyorum. Malezya'ya sınırı olan Krabi'nin Malezya Müslümanlarından göç alması sanırım. Kapalı kadınlar da scoteer kullanıyor. 

Çarşıda spring roll yiyip sahile gidiyorum, kilometrelerce uzanan sahilde kimseler yok. Bu upuzun sahilde toplasan yüz kişiyiz. Biraz güneşlenip sahilde yürüyüş yapıyorum, deniz inanılmaz dalgalı... Bu dalgalı denizde iyi ki Dört Ada turuna gitmemişim... Uzun sahilde denizin her kıyıya vuruşunda, biraz daha geriye çekildiğine tanık oluyorum su geri çekilince kocaman şeytan minareleri açığa çıkıyor, bir kaç kilometre yürüyerek deniz kabuğu topluyorum. Sahil boyu yürüyüş çok iyi geliyor bana, sahil sessiz,  palmiye ağaçları arkamda, kafayı dinlemek için birebir. Songthaewe bindiğimde benden başka kimse binmedi,  ben de kamyonetin arkasında manzarayı izleye izleye Krabi'ye geldim. Doğum günü pastası gibi süslü mü süslü bir tapınağa gidiyorum. Merdivenleri upuzun, renkli süslemelerle dolu, küçük bir tapınak. 
Çekilen suların ardından yiyecek arayan bir balıkçıl
Dikit gibi kayalar
Kilometrelerce sahilde o kadar azız ki...
Yansımaların güzelliği
Krabi Nehri boyunca yürüyorum, nehirde sular çekilmiş, kıyılar  ve nehrin ortası çamura dönmüş. Maymunlar, ormandan suların çekildiği karaya  gelip çamurun içinden yiyecek topluyorlar, balıkçılar nehirde balık tutuyor. Krabi Nehri'nin denize açılan kapısı gibi dikilen taşları yakından görüyorum.
Krabi nehrinde sular çekilince maymunlar yiyecek toplamaya çıkmış
Bataklığın içini eşip yiyecek buluyorlar
Suları çekilmiş nehirde serpme ile balık yakalayanlar
Balıkçı tekneleri...
İnsanı da hayvanı da yiyecek telaşında...
Bu defa vintage tarzı cafede bir bira içimlik oturma fırsatım oluyor, mekan  çok hoşuma gidiyor. Gece pazarına gidiyorum akşam yemeği için bir grup çocuk, daha önce hiç görmediğim enstrümanlarla pazarın içinde müzik yapıyor, yemek stantları yine harika. Bir şiş ızgara mantar ve salata yiyorum. Barların belli saatlerde Happy Hours adı altında indirim yaptığı saatte bara oturup uygun fiyata büyük bir Chang birası içip gezi notlarımı yazıyorum, pazarın ortasındaki barda. Envai çeşit halktan insan, bu pazarları çok özleyeceğim.
Sabah erken yola çıkıyorum, Surat Thani limanına gidiyoruz, yol yine o kadar güzel ki... Bu coğrafyaya bayıldım, uyumamak için zor dayanıyorum, iki katlı otobüsün en üst katında öndeyim, görüş alanım oldukça geniş. Feribotta, en üst katta, açık alandayım, Koh Phangan adasına bir haftalık yoga kursu için gidiyorum. 

Koh Phangan Adası
Deniz ortasında sıra sıra tek tek kayalar, adalar, deniz sakin. Güvertede merdivenlere oturarak denizi izleye izleye  geliyoruz. Yarın yoga dersi başlayacak. 
Koh Phangan Adası
Yerleştiğim bungalovlar
Adada ilk gün batımı manzaram
Bungalova yerleşiyorum, deniz kıyısında, kimseler yok yine, sahiller bomboş. Sahilde yürüyüş yapıyorum. Gün batımını seyretmek için oturduğum barda önümde bir köpek uzanmış, med-cezir ile çekilmiş bir denizde elinde sepet oltayla balık avlayan balıkçılar, sahilde yürüyüş yapan bir kaç insan.  Sahile yatay bir şekilde uzanmış Hindistan cevizi ağaçları... İnanılmaz güzel bir an, huzurun, içsel barışın, sakinliğin tadı.  
İşte tropikal bir ada anı
Öylece kimseler yok, sessiz bir ada
Bu huzurun içinde, aklıma sabah Türkiye haberlerinden okuduğum #ŞuleÇet'in ölüm haberi geliyor. Şule, Ankara'da üniversite öğrencisi ve birlikte çalıştığı patronunun tecavüzüne uğruyor ve yirmi ikinci kattan aşağı atılıyor. Bu huzurun içinde,  gün batımının bu güzelliğinde bu haber üzerine biraz yoğunlaşınca gözyaşlarına boğuluyorum. Gözyaşlarımın ve duygusal sarsıntmın dozu artıyor, düşündükçe. Tabi bu derin üzüntüde, Tayland'ta Budist kültürdeki kadın-erkek fark etmeden insana verilen değer ile Türkiye'deki kadına uygulanan cinsel şiddetin artan oranlarının karşılaştırmasından doğan farkındalığı ve sarsıntısı var. Bungalov odama geliyorum, bu konuyu düşünmekten ve ağlamaktan çökmüş bir haldeyim. Hala ağlıyorum, kendime güvenim gitmiş, yola devam etme cesaretim kalmamış, Türkiye'ye dönsem mi diye düşünüyorum ama onun için bile hareket edecek halim varmış gibi hissetmiyorum. Gece defalarca göz yaşları içinde uyanıyorum. 

Sabah sözde erken kalkıp sahilde yürüyüş yapacaktım, ama hiçbir şey yapmaya enerjim yok, zar zor toplanıp Agama Yoga Okulu'na gidiyorum. Hindistan cevizi ormanında yürüyorum uzun bir süre ve ağaçların, ormanın güzelliğine şaşırıyorum. Programımızda sabah iki saat yoga, öğlende beş saat ara, sonra akşam üstü beş saat yoga. İlk yoga seansı çok iyi geliyor. Dün #ŞuleÇet'in ölüm haberi ile yaşadığım derin sarsıntıdan biraz olsun çıkıyorum. Kendimi sağaltabiliyorum biraz olsun yoga ile.
Agama Yoga Okulu
Teorik ders
Öğle arası bungalovlarda Meksikalı bir kadın arkadaş ile tanışıyoruz, aynı zamanda yoga okulundan,  bir aydır okula devam ediyormuş. İnanılmaz derecede sıcakkanlı bir kadın. Öğleden sonra güneşi selamlama üzerine çalışma yapıyoruz. Gece yine moralim dip yapıyor, odamdan ve konunun etkisinden çıkamıyorum. İkinci gün yine enerjim düşük, sabah keyifsiz keyifsiz sahilde yürüyüş yapıp kahvaltımı yapıyorum köpeklerle.
Bulutlu, rüzgarlı bir sabah
Her yan gri...
Yoga okulunda bugünkü pozumuz "headstand" idi, yani  baş üstünde durma. Duvarda bile denemesi benim için ürkütücüydü ama duvara yakın kendimi garantiye alarak yapabildiğini görmek hoşuma gitti. Bu çok hoş benim için, bu kursta en kötü ihtimalle baş üstünde durmaya cesaret etmiş olmak, bu pozu öğrenmiş olmak bile yetecek bana. Öyle saatlerinde denize girip med-cezirden çekilmiş denizde yoga yapıyorum, denizin ortasında gözlerimi sakince açtığımda, harika tropikal bir dünyanın ortasında varoluşumun naifliğini hissediyorum. Duş, yemek, hamakta İngilizce yoga metinlerini okuma... 
Teknelerin arasında, med-cezirden çekilmiş denizin içinde yoga yapıyorum
Öğleden sonra güneşi selamlama.  Sonra derste pasaportumun,  kartlarımın ve paramın olduğu küçük çantamın yanımda olmadığını fark ediyorum, o son derse konsantre olamıyorum. Hoca "tapas" konusundan bahsediyor. Kişinin kendine yapma ve yapmama sözü verdiği şeyler; yeme, içme, davranma ile ilgili sözler. Odaya girerken her adımda kaygım artıyor, odaya geliyorum küçük çantam yok, sağa sola bakıyorum, eşyalarımın hepsini boşaltıyorum yok. "Yolculuk buraya kadarmış" diyorum. Pasaport da gitti, banka kartları da gitti, para da gitti. Öylece kaldım odanın ortasında. Yoga okulundan Türk bir  arkadaşa yardım istemek için telefon ederken balkondan aşağı inen merdivenlerde çantamı görüyorum, oraya düşmüş, ıslanmış  her şey. Islansın buldum ya... Bulamasaydın benim için garip bir süreç başlayacaktı. Sakinleşmek için kendime bir yemek ısmarlıyorum, keyfim nasıl yerinde.

Sabah erken kalkıyorum ama hava bir türlü aydınlanmıyor, sahilde yürüyorum deniz içine girip uzun sopalarla, serpme olta ile balık tutanlar, kıyıda yürüyenler, meditasyon yapanlar... Ama tabi bunlar birer ikişer kişi, hava bulutlu deniz de rüzgarlı. Sahilde uzun bir yürüyüş yapıyorum. Bu gün yoga okulunda meditasyon tekniklerini öğrenmeye başladık, anda derinleşiyorum ama derinlikte kalmak beni ürkütüyor ve bir anda yüzeye çıkıyorum, devam etmeye korkuyorum, bunu hoca ile paylaştığımda orada kalmanın daha fazla pratik gerektirdiğini söylüyor. Okulda dört tane Türk arkadaş var, hepsinin öyküleri farklı. Ece ile konuşurken kendisi de anksiyete bozukluğundan muzdarip olduğunu ve bu problemini çözmek için Transandantal meditasyon eğitimi aldığını ve kendisine çok iyi geldiğini söyledi. Türkiye'ye dönünce denemek istiyorum. 

Öğlende adanın ana caddelerinden değil de deniz kıyısından bir yol keşfetmek istedim, bir Hindistan cevizi ormanı ve  üç koy geçerek  bungalovuma geldim. Öğle arasında rutinim oturdu, dört saatlik boşlukta; med-cezirden alçalmış denizde yoga yapıyorum, bungalova gelip duş alıyorum, bir  kadın mutfağında pad thai'yi yiyorum, sonra yoga duruşları için verilen İngilizce metinleri okuyorum. Tayland'ın yemekleri inanılmaz leziz, bağımlılık yapan cinsten. Öğleden sonra yoga okuluna yeni keşfettiğim, koylardan geçerek gidilen yolu tercih ettim. İnsanların çıplak olarak denize girdiği bir bölge vardı, onların arasıdan geçip gitmek benim için oldukça şaşırtıcıydı. Kimse kimseyi rahatsız etmiyordu. Yolu biraz uzatmış oluyorum ama oldukça keyifli bir yol, deniz kabukları toplaya toplaya gittim okula. Öğleden sonra yine güneşe selam  serisi ve yoga felsefesi, yoga ile kendine yolculuk, zihni özgürleşme, acıdan arınma gibi  konular üzerine teorik ders yapıyoruz, yoga felsefesi eğitiminde hocamız hoş bir kadındı, yoganın bir yol olduğunu, kendini eğitme, özgürleştirme, acılardan ve travmalardan arınma yolu olduğunu söyledi. 
Okula giderken kullandığım Hindistan Cevizi ormanı
Prinçli, yumurtalı, sebzeli Thai  pilav

Sabah, yolum uzun etrafı keşfederken oyalanırım diye bir saat öncesinden yola çıkıyorum. Fotoğraf çekiyorum, deniz kabuğu topluyorum, bir hayli oyalanıyorum. Upuzun, bembeyaz sahiller, koylar,  Hindistan cevizi ormanı... Böyle bir okul yolu mu olur ya? Tropikal bir adada yoga okulu olursa oluyor demek ki... Ana caddeye çıktığım nokta bir okul, okulda yemek, masaj, Thai dili gibi envai çeşit kurs var. Koh Phangan adasının batı kısmı farklı kursların olduğu okullarla;  adanın güney kısmı ise  Full Moon Party yapan işletmelerle dolu. Tabi her iki tarafın da taliplileri Macellan'ın, Kristof Kolomb'un torunları... Kursa katılanlar hep Batılı. Kurslar için adaya gelenler anlam arayışı içindekiler, dolunay partisi için adaya gelenler de tüketim peşinde, her şeyi ama her şeyi tüketme...

Kaldığım bungalova öğlende gelirken Hindistan cevizi ormanının içinde, patika yoldan karşıya, tahminimce ormanın içindeki göle giden bir komada ejderi gördüm. Karşılaşınca hızlandı ve bir yerlere saklandı. Timsahın küçüğüydü ve çatallı dili vardı. Yine sahiller, koylar, çıplaklar kampı geçtim. Çıplaklar kampında iki erkek ayakta, ellerinde içecekleri, doğal olarak çıplak, muhabbet ediyorlar ve kimsenin çıplaklığı kimsenin umurunda değil. Çifter  öyle; kumsala oturmuş, sanki bir sevişme sonrası muhabbette...

Öğle rutinim; denizde yoga, duş, İngilizce metin okuma, öğle yemeği olarak pad thai... Öğleden sonra Agama yoga okulunda mantralarla güneşi selamlıyoruz. Akşamları erken uyuyorum ve sabahları da erken kalkıyorum. Sabah, okulda öğrendiğim Prana Uchra tekniği ile meditasyon yapıyorum, çok iyi geliyor, dersten bir saat önce çıkıyorum  odamdan, biliyorum ki okul yolunda zaman geçirmek keyif veriyor bana. Sabahları deniz esiyor, deniz kıyısında meditasyon yapanlar ve bilmediğim bir çok etkinliğin içinde insanlar. Deniz kabukları toplaya toplaya gidiyorum. Çantam deniz kabuklarıyla dolu... Sabah hep birlikte yaptığımız meditasyonda zihnimin katman katman katman açıldığı hissettim ve derinleştiğim katmanın birinde çocukluğumun kireçlenmiş kerpiç evine gittim.
Okul yolumdan, burundaki bungalovlara bakış
Sabah meditasyonunu yapanlar
Kurşuni bulutlar, vazgeçilmezi coğrafyanın
Deniz kabuklarının zerafetine...
Öğle arasında adanın merkezine gidiyorum, bir kaç işimi halletmek için. Kapalı bir pazarda vakit geçiyorum, etnik kıyafetlerin güzelliği beni yine büyülüyor. Çarşıda para işlerini halledip biraz dolaşıp songthaewe binip adanın yeşillik yollarının keyfini çıkararak bungalova dönüyorum. Öğleden sonra okula giderken Hindistan cevizi ormanındaki patikada tam  da komodo ejderi gördüğüm yerde bu defa bilek kalınlığında siyah, üzeri sarı desenli yılan görüyorum. Anlıyorum ki bu patika, hayvanların göle geçiş yolu. Yılanı görünce bu defa gerçekten korkup koşmaya başlıyorum. 

Akşam yemeği için  yemek yediğim mutfağı değiştirdim, daha salaş bambu saz karışımı bir yerde oturuyorum, kağıt kalem önüne geliyor, sen önündeki sayılar işaretlenmiş menüden istediklerinin numarasını yazıyorsun. Çünkü aşçılar İngilizce bilmiyormuş, sayılardan ne istediğimizi bilecekmiş. Kasada duran adam bir o kadar doğal, kendi halinde oldukça... Aşçı kadınlar içeride önlerinde iplere asılmış notlardan yemek hazırlıyorlar. Bu akşam yemeğim sebzeli midye. Otuz beş adet midye, kokulu bir ot ile kaynatılmış ve otun, hoşuma gitmeyen bir kokusu var. Yemeğin üzerine büyük bir Chang birası... Gece yine erken uyumuşum.

Sabah okulun son günü için hazırlanıyorum,  dünyanın en güzel okul yollarından son geçişim, bembeyaz upuzun sahiller... Kimi kumların üzerinde kimi med-cezirli denizin içinden yürüyor, meditasyon yapanlar, dalgaları sanki hissederek dansa dökenler, yoga yapanlar... Şansıma deniz kabukları her gün değişiyor, çeşit çeşit deniz canlısı kabuğu buluyorum. Deniz, her gün farklılarını  getiriyor bana. Hindistan cevizi orman yoluna girdiğimde bu defa yirmi santimlik gecko görüyorum, yine tırsıyorum. Ormanının içindeki gölü görebileceğim daha geniş bir açıklık buluyorum korka korka. Göl ve göldeki yansımalar da çok güzelmiş. Scooterla patika yoldan bir kadın geliyor, önüne de çocuğunu almış, ikisinin de yanaklarına bitki kremi sürülmüş ve kreme şekil verilmiş, kadınla anlaşamadığım için kremin neden yapıldığını, ne işe yaradığını anlayamıyorum. Sabah sabah bir sürü güzellikle adım adım devam ediyorum okula.
Yüze sürülmüş kremin sebebini anlayamadım
Bu gün okulda İsviçre'de doğmuş büyümüş, on yedi yaşından beri Şamanizm, Budizm, yoga, meditasyon eğitimi almış, bir Türk erkek arkadaş ile tanışıyorum. Koh Phangan adasında Kristal Lotus adlı bir şifa merkezinde Şamanizm kursuna gidiyormuş, çok hoşmuş, davullar ve tamtamlar ile birlikte çalışıyormuş. Okul yolunu bir de dönüş için kullanıyorum, çıplaklar plajında bu defa anne-kızın çıplak bir şekilde güneşlendiğini görüyorum.  Çantam hazır, öğle molamı hamağa uzanıp biramı içerek geçiriyorum. Denizden yaklaşan ve hızlanan yağmurun keyfini çıkarıyorum. Gün batımında sahilde kısa bir yürüyüş sırt çantamı alıp bungalov odamdan ayrılıyorum.
Yoga okuluna veda törenini beklerken
Keyifli bir gün batımı yaklaşıyor
...ve yağmur da yaklaşıyor
Gece veda töreni beklediğimden daha keyifli bir atmosferde geçiyor. Tütsüler, mumlar, yerlere minderler dizilmiş, bir kadın arkadaş gitar ile Budist felsefeye ait müzikler söylüyor ve insanlar gözlerini kapatıp kendinden geçerek dinliyor. Felsefi vurgular "Bir Olmak" üzerine ve kozmik enerji üzerine. Sertifika töreni yapıldı, bir Türkiyeli kadın arkadaş birinci aşamanın sertifikasını aldı, diğer Türkiyeli kadın arkadaş da dört yüz saat ile altıncı aşamayı bitirdi. 

Seremoniden sonra Paganist otele geliyorum, adada son gecem.  Sabah yürüyerek çıkıyorum feribot iskelesine, Hindistan cevizi ağaçlarının, muz ağaçlarının güzelliğini seyrederek uzun bir yol yürüyorum. Yolumun üstünde muz ağacına bağlanmış Hindistan cevizinin altında otlayan bir inek... 

Feribotta açık havada püfür püfür gidiyoruz, hepimiz üstünü çıkarmış güneşleniyoruz, denizin içinde seyredebileceğim dikili kayalar var, üç buçuk saatlik feribot yolculuğundan sonra Surat Thani'deyiz. Ta Pi nehri kıyısında üç saat de otobüs bekliyoruz. Gün batımı... balıkçı teknelerinde oturan kadınlar... ellerinde ızgara şeklinde bir şeyle  denizin üzerine vurup bir şeyler topluyorlar. Ayaktakiler daha çok denizin içinden ağları çekerek topluyor.
Ta Pi Nehri'nde bir akşam telaşesi
Kadınlar da bu telaşenin içinde
Görüntüler siluete dönmüş durumda
Beklenen kızıllık
Otobüsün üst katında en önde yola çıkıyoruz, hepimiz gezgin Avrupalı gençler, öğrenciler, öğretmenler... Sabah Bangkok'ta biraz dinlenip üstüme başıma çeki düzen verdikten sonra tren istasyonuna gidiyorum, üçüncü sınıf kompartımanda hava alanı için beş bahta bilet alıyorum. Trende bir amca, bir abla ve bir teyze ile sevgi seli içindeyiz; sarılıyoruz, fotoğraf çektiriyoruz, anlaşmaya çalışıyoruz ama çok mümkün olmuyor. Tren rötar yapınca onlar da strese giriyor. Teyzem altmış sekiz yaşındaymış.  İki bileği de parmakları da takılarla süslü, tırnakları da oldukça bakımlı. Hava alanı istasyonuna geldiğimde teyzemin ellerinden öpüyorum, trenden indiğimde bana el salladıklarını görünce ben de  sevgiyle el sallıyorum, bu sevgi seli beni çok iyi hissettiriyor. 
Senin gülen gözlerine, barış işareti yapan ellerine...
Takılardaki yaşam sevinci...
Barış... daima...
Ben Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli'nin torunu olarak onlar Buda'nın torunu olarak muhteşem bir sevgi akışı yaşadık. Bu anlar; Buda, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli'nin buluşmasıydı, aynı dili konuşamasak da insan sevgisi içinde "Bir Olma"nın hazzını yaşamaktı. 
 Laos'un başkenti Vientiane'ye uçuyorum.
Mor, trenle; turuncu, otobüsle; pembe feribotla gittiğim, yeşil de kaldığım kentlerdir. 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kuzey Amerika'yı Keşif 5: Arizona

3 Şubat 2020 Sabah, Arizona'nın çölleri üzerinden doğan güneşi karşılıyorum. Dün, Pasifik Okyanusu üzerinden uğurladığım güneş, bu sabah...