13 Aralık 2023 Çarşamba

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020


San Francisco 


Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz. San Francisco-Oakland Körfez Köprüsü'nü geçerken sağ tarafta devasa gökdelenleriyle San Francisco limanı görünüyor. New York'a benzeyen bir yüzü var San Francisco'nun da...


San Francisco'ya girerken

San Francisco'ya girişte liman bölgesi

Gökdelenler başlıyor

New York'u andıran başka bir kent

Köprüden geçince gökdelenlerin arasında bir durakta indiriyor şoför. Gökdelenlerin arasında yine ufalmış bir ruh hali ile sırt çantamı yüklenip hostelin yolunu tutuyorum. 


Bir gökdelenin en alt katındaki dükkanın camına yaslanmış, yarıya kadar uyku tulumunun içinde, yarı oturur yarı yatar pozisyonda, üstü çıplak bir kadın görüyorum. Koltuk altlarını kolonyalı mendille siliyordu ve göğüsleri uyku tulumunun dışındaydı. Kaldırımda, kadından yayılan kötü bir koku vardı ve insanlar bu  kokunun içinden geçip gidiyor. Elinde iş çantası, takım elbiseli bir çok insan da işinden çıkmış yolda yürüyor. Amerika'nın en zengin şehirlerinden birinde, sokak ortasında bir kadının öylece üstü çıplak, göğüsleri dışarıda, bir gökdelene sırtını yaslaması ve diğer insanların da bu kadını fark etmeden geçip gidiyor olmasına hayretler içinde bakıyorum. Bu zenginlik içindeki yoksulluğu kabul edemiyorum.  Düşünüyorum da bu insanlar tuvaletlerini nerede yapıyor acaba? İş yerlerinin, onlara tuvaleti kullanmalarına izin verdiklerini hiç zannetmiyorum. Yürümeye devam edince öylece bir sokak hayvanı gibi kaldırımda yatan başka bir genç kadın daha. Amerika'da sokak hayvanı yok sokaklarda ama perişan bir halde, insanlık onuruna yakışmayacak şekilde sokak insanları var.


Hostele bir yokuş ile çıkılıyor. Daha doğrusu San Francisco tepelerin üstüne kurulu bir kent ve bu coğrafi yapısı ve  rüzgarlı havasıyla Sinop'u andırıyor.


San Francisco yokuşları nostaljik tramvaylarla aşılıyor


San Francisco tramvayından manzaralar

Yokuşu yavaş yavaş tırmanıyorum, yol boyunca kaldırımlarda evsiz insanlar gözüme çarpıyor ya da bu insanların kaldırımlarda  bıraktığı dağınık eşyalar.

Çin mahallesine giden Dragon kapısına geçiyorum, tipik bir Çin mimarisi... Demek ki bu kapıdan da başka bir kültüre ve tarihe geçiliyor. Ama Çin mahallesine ziyaretim yarın olacak, kalacağım hostele de oldukça yakın. Hostele gidiyorum Hintli bir işletme, etraf çok pis  ve odada ağır bir koku. Hostel, Asya'daki hostelleri aratmıyor. Couchsurfing de  maalesef Amerika'nın batı kıyılarında işlemiyor, kaç kişiye davet gönderdiysem dönen olmadı. Sanırım doğu kıyılarında insanlar, yalnız olduğu ve  sosyalleşmek istediği için Couchsurfing davetlerini kabul ediyor.


Gece, yatağımda dinlenerek geçiyor. Hava sıcak, odanın camı açık yatıyoruz. Sabah kahvaltıda pankek ve çay var, pankekini sen kendin pişiriyorsun ama mutfakta her şey çok pis, sanırsın ki Hindistan'dasın. Yapabileceğim bir şey yok ve ben de bu pisliğin içinde kahvaltımı yapıp çıkıyorum. 


İlk durağım Çin mahallesi oluyor, Dragon kapısından geçince mimari, alfabe ve ürünler değişiyor. Mahalle sakinleri Çinli ve balkonlarda yıldızı kızıl bayrak dalgalanıyor ve duvarlardaki murallar, Çinlilerin kendi hikayesini anlatıyor. Çin mahallesi hoşuma gidiyor, kendine özgü bir kültürü ve ruhu var. İlginçtir ki Çin mahallesinde hiç evsiz görmüyorum. Demek ki yoksulluk sorununu, dayanışma kültürü ile çözebiliyorlar. 


Amerika'dan Çin'e geçmiş gibi hissediyorum


Çin kültürüne dair duvar resimleri


Çin Mahallesinin kuruluşunu, ilk işçileri anlatan bir duvar resmi

Asya yolculuğumda da bu lambalara bayılmıştım sokakta


Mimari, yazılar, nesneler, insanlar ve kültür Drogan Kapısı'ndan geçtikten sonra bambaşka

Sokak aralarında dolaşırken Budist ilahi sesleri duyuyorum. Sesi takip ettiğimde Budist bir kültür merkezine çıkıyor yolum. Üst katta,  büyük bir salonda, kadınlar ile erkekler ayrı tarafta, Budist rahipler eşliğinde, önlerinde kitapçıklarla ilahi söylüyor. Arada secdeye kapanır gibi yere çöküp kafasını yere koyuyorlar ve kadınların üstünde pelerinimsi kıyafetler var. İlahilere, çalınan enstrümanlar da eşlik ediyor. 


Seremoninin ne olduğunu sorduğumda, Ocak 25 ay takvimine göre yeni bir yılın başlangıcıymış. Yani Çinliler, 2020'ye bizden 25 gün sonra giriyormuş ve bu yılın adı Sıçan yılıymış. Sıçan yılı, bolluk ve bereket anlamına geliyormuş ve yeni bir yılı, Budist ilahilerle karşılamak istiyorlarmış. Törene beni de davet ediyorlar sağolsunlar, söyledikleri ilahileri dinliyorum.  Çin mahallesindeki naif ruhu seviyorum, Amerika'nın vahşi ruhundan daha sarıp sarmalayan bir yanı var.


Down Town'dan iskeleye iniyorum. Oakland Körfez Köprüsü'nden Gold Gate Köprüsü'ne kadar elli tane iskele bulunuyormuş. 


İskele 1, köylü pazarı olarak geçiyor. Kapalı bir alana gidiyorum, tezgahlar kurulmuş, meyve, sebze, zeytinyağı, farklı karışımlar ve aromalar satılıyor. Küçük ekmek parçalarını banıp tadına bakabiliyorsun bunların. İskeledeki pazarın arka kapısından köprü tarafına çıkıyorum. 


İskelelerin arkasından uzayıp giden palmiyeli tramvay yolu

Birinci iskele, bir yanı kapalı pazar


Gandi ile bir karşılaşma,  San Francisco'nun bir meydanında hem de kafasında martıyla

Nasıl bir İzmir havası var anlatamam, insanlar bankalarda güneşleniyor, denizi izliyor, martılar etrafta. Martılar bile bana nasıl dost canlısı, bildik, tanıdık geliyor.  İskelenin önünden iki tarafı palmiyelerle kaplı bir yoldan tramvay geçiyor. İzmir'i kokluyorum sanki. 

Oakland Körfez Köprüsü fonunda martı porteleri


Oakland Körfez Köprüsü fonlu, kahverengi bir martı

Martılar bile güneşleniyor, kış güneşinde

İskele 33'te Alcatraz adasına giden feribotlar kalkıyor ama fiyatı otuz dokuz dolar,  pahalı geliyor bana ve yürümeye devam ediyorum.


Alcatraz Adası feribotu, martılar da peşinde


Alcatraz Adası

İskele 39'un, farklı etkinliklerin yapıldığı hareketli bir yapısı var. Deniz aslanlarının olduğu tarafa gidiyorum, ahşap dubaların üstüne yatmış güneşleniyor aslanlar ve arada bağırıyorlar. Güneş, mayıştırmış onları. Üst üste yığıntı halinde durdukları için bedenlerinin biçimlerini ve hareketlerini birbirinden ayırt etmem pek mümkün olmuyor. İskelenin ikinci katından, yatlar ve balıkçı teknelerini seyrediyorum.

Deniz aslanları

İskelenin üst katından izlediğim yat limanı


Yatların yansımaları ve bulutlar

Bu iskelenin üst katında bir aynalı labirente denk geliyorum. İlk defa böyle bir mekan göreceğim. Her taraf aynalarla kaplı, ışıklar değişiyor sürekli, tek bir yol var ve sen dokunarak o yolu bulmaya çalışıyorsun. Her taraf aynalarla kaplı olduğu için gerçek olan yol da aynaymış gibi geliyor. Gerçeklik ve yanılsama arasında inanılmaz bir şaşırtmaca... Hangisi gerçek hangisi yanılsama? Tıpkı yaşamın kendisi gibi. Hayatımda gördüğüm en felsefi mekanlardan biri diyebilirim. Bir tek mistik bir müzik eksikti ve Mercan Dede, bu ortama çok iyi giderdi. 

Bu labirentin içinde aynalar ve takibi yapılacak tek bir yol var


"Bul bulabilirsen yolu!" gibi bakmışım


Işıklar sürekli değişiyor


Gerçek derinlik mi ayanının sunduğu derinlik mi?


Dokunarak bulmaya çalışıyorsun yolu

Önümde iskele manzaraları serili. Bir iskeleden diğerine yürümeye devam ediyorum. Balıkçı barınakları, restoranlar sıra sıra, deniz ürünleriyle bezeli hediyelik eşya dükkanları, bir meydanda müzik yapanlar.   


Lombard sokağa gidiyorum. Zikzaklı cadde demekmiş, şehrin içinde araçların zorlu virajlardan indiği bir cadde ve yayalara da yandan merdiven yapılmış. Çıkınca manzara çok güzel, adanın üst noktası ve iki farklı kıyıyı görüyorsun. Alçak beyaz evlerin çatıları, palmiyeler ile insanı içine alan bir bölge. San Francisco'nun sadece Down Town denilen bölge gökdelenlerle kaplı, geri kalanı alçak ve sade evler. Manzarayı seviyorum buradan. Yine, beni kendi ülkemde hissettiren ve güven veren bir manzara seyrediyorum. Bu güven duygusunu ruhuma dolduruyorum.


Lombard yokuşundaki evler


Yokuş başından gözüken Golden Gate Köprüsü


San Francisco dağları, denizi ve küçük evli yerleşimi


Alcatraz Adası ve yat limanı

Golden Gate Köprüsünü izleyebildiğim sokak başlarında mola vere vere tekrar iskelelere iniyorum. İnsanlar cıvıl cıvıl, sahil kenarında uzun bir süre yürüyorum, dalgalar ayaklarımın dibinden kıyıya vuruyor, martılar ciyak ciyak kıyıda ve yüzen birkaç kişi var. 

Bir süre deniz kenarında yürüyorum


Böyle tepelerden ve yokuşlardan oluşan bir kent

Çok da farkında olmadan bir yokuşa Golden Gate Köprüsü'nü izlemek için tırmandığımda enfes bir parkla karşılaşıyorum. Yerler çim, palmiyeler, yaşlı köklü ağaçlar çimlerin üzerinde yatay bir şekilde eğilmiş, insanlar bu  ağaçların köklerine ve gövdelerine oturmuş. Harika bir manzara harika bir his. Ben de kendime bir kök hatta bir kavuk seçiyorum, bağdaş kurup yüzümü güneşe dönüyorum. Bir yandan güneş bir yandan rüzgar vuruyor yüzüme.  Evrenin sonsuz rakısına böyle yaşlı bir kavuktan, böyle bir parktan ve böye bir coğrafyadan katıldığım için sonsuz müteşekkirim. O anın keyfini rüzgardan donana kadar çıkarıyorum. 


Karşıma çıkan bir park


Aylardan ocak olmasına rağmen herkes güneşin keyfini çıkarıyor


Golden Gate köprüsü


Palmiyelerin ardından batan bir güneş

Sonra bilmediğim sokaklardan hostelin yolunu tutuyorum. Geçtiğim sokaklarda evler bir o kadar samimi. Amerikan bayrağının olmadığı bir kent, kentin sosyal dokusunda, doğudaki gibi beyaz, milliyetçi, muhafazakar bir atmosfer hissetmiyorsun. Amerika'da olduğumu unutuyorum. Bu kentte, nüfusun çoğu Asya veya  Latin Amerikalı. Kentin kimliğini bir yandan Budist kültürünün naifliği oluştururken diğer yandan da Latin Amerikalıların canlı ve sıcak ruhu. Bir beyaz kimlik hakimiyetinin olmaması sevindiriyor beni. 


Hostele vardığımda, o pis mutfakta çay içiyorum yorgunluğumu atmak için. Tüm yorgunluğuma rağmen San Francisco'nun İzmir'e benzeyen havası bana çok iyi geliyor. Güneşi, denizi, martıları, çim kokusunu, cıvıl cıvıl insanları çok özlemişim. 


Çay içerek yorgunluğumu biraz attıktan sonra yatağıma çıkıyorum. Odadaki arkadaşlar da oldukça sempatik. Hindistanlı Siyahi bir kadın arkadaşla samimi bir diyaloğumuz oluyor. Gece yatağımda oturmuş düşünürken bu kıyının bana çok iyi geldiğini fark ediyorum. Bu iyi hissetmenin altını biraz deşince farklı tarihsel ve politik noktalara varıyorum. 


Beyaz Adam, Avrupa'dan ilk olarak Doğu kıyısına, Virginia'ya geliyor ve Afraika'dan gemilerle Siyahi köleleri getiriyor. Doğu kıyılarındaki yerli halk, katlediliyor. Beyaz Adam'ın Siyahilere yaptığı zulüm, Doğu kıyılarında oluyor. Beş yüz yıllık hem yerli halka hem de Siyahilere yapılan zulüm sonunda güvensiz, yalnız, mutsuz, ataerkil, dine ve milli algıya sarılan bir kimlik ortaya çıkıyor ve ben Doğu kıyılarındaki bu kimliği, bu atmosferi hiç sevmediğini fark ediyorum. Kıtanın politik haritasını açıyorum doğu ve batı kıyısı iki farklı renk. Doğu muhafazakarları temsil ediyor ve Batı da demokratları. Şimdi Doğu kıyısındaki kasveti daha iyi anlıyorum. 


Yüzlerce yıl zulme uğrayan Siyahilerin sokaklardaki Jazz, blues ezgileri, dansları, esprileri bile bu atmosferi kırmaya yetmiyormuş meğerse Doğu kıyılarında. Milliyetçilik ve muhafazakarlık ne kadar kasvetliymiş.  Zihnimin bu karışıklığı içinde uykuya dalıyorum ve gece birkaç kötü rüya ile kalkıyorum. Huzursuz bir ruh halindeyim. 

Sabah yine hostelin sunduğu kahvaltıyla sabah öğününü geçiştiriyorum. Dışarı çıktığımda havada hafif bir esinti var. "Painted Lady" "Boyalı Kadınlar" denilen Viktorya dönemi evleri görmek için yola çıkıyorum. 


Geldiğim gün, hosteldeki görevli beni hostelin etrafındaki bir bölgeye akşamları gitmemem konusunda uyarmıştı, gidenleri tehdit edip para istiyormuş evsizler. Gündüz olduğu için bu bölgeye gidebilirim diye düşündüm. İlerledikçe bu bölgede evsiz insanların sayısı artıyordu. Kendimi Notre Dame'in Kamburu romanındaki yeraltı dünyasında gibi hissetmeye başladım. Etrafıma bakıyor ve adımlarımı istemeden hızlandırıyordum. Bir kadın, martıya yalın ayak binmiş, üzerinde yazlık bir elbise, yüksek sesle kendinle konuşa konuşa gidiyor trafiğin arasında. Ayakta uyuyanlar, uyurken düşmek üzere olanlar, birbirine seslenenler, uyuşturucu kullandıkları için dişleri çok sağlıksız görünenler. Onlarca evsiz insan manzarası. Etrafımda bir tehlike olduğunda değil de bu meydandan hızlıca geçiyorum, bu toplumsal problemlere bu kadar yakından bakmak psikolojik olarak bana hiç iyi gelmiyor. 


Ev diplerinde uyuyan evsizlerden sadece biri

Sokakta uyuyanlar


Daha sakin, daha kendi halinde mahallelere geliyorum. Alçak evlerin, çiseleyen yağmurun, ıssız sokakların keyfini çıkarmaya çalışıyorum. San Francisco'da  mahallelerde market değil de bakkal tadında alışveriş yerleri var. Boyalı evleri buluyorum ama çok bir esprisi yok. 


Viktorya Dönemi evleri


Boyalı evler olarak da geçiyor


Kapıların güzelliğine...


O civardaki bir park ve parktaki ağaçlar daha çok hoşuma gidiyor. Çiseleyen yağmurda farklı biçimlerdeki ağaçların keyfini çıkarıyorum. Sanat Müzesi binasını geziyorum. Bu binanın önündeki bir bankta oturup bir binanın güzelliğini, gölü, güvercinleri ve martıları seyrediyorum. 


Ağaçlar ve gökdelenlerin birbirine tezat ruhu


Bir tepeden San Francisco'ya bakış

Sanat Müzei'nin bahçesi


Kentin ortasında müzenin bir park tadındaki atmosferi

Sonra yat limanına ve Golden Gate Köprüsü'ne doğru sahil boyunca yürüyorum. İnsanlar sahilde köpekleriyle oynuyor, köprü fonunda film çekimi yapan bir ekip var. Köprüye gitmeden sahilde yürümeyi, sahilin keyfini çıkarmayı tercih ediyorum. Sahilde dalgaları, kumları, kumların aynaya dönmüş ıslak yüzeylerini ve martıları seyretmek daha sağaltıcı geliyor bana.


Dalgaların verdiği huzur



Küçük bir dereyle birleşen deniz


Yalnız gezen bir adamın ve köprünün dumanlı başı


Bugün de tam tersi bir güzergahta yürüyorum Golden Gate Köprüsü'nden San Francisco - Oakland Körfez Köprüsü'ne doğru. Deniz aslanlarının olduğu limanda soluklanıyorum. 

Her varlık bir şiir tadında


Sıra sıra yatlar


Şiirsel bir an daha


Ağaçların ve yelken direklerinin güzelliği


İskele 1'e kadar yürüyorum. Down Town'da işten çıkan insanların koşturmacası ve birkaç evsiz insanın bu koşturmaca içindeki insanlarla dalga geçer gibi gamsız halleri arasından hostelin yolunu tutuyorum. Kentleri yürüyerek gezme ısrarımdan dolayı yine çok yorgunum, yorgunluk çayı sonrası yarınki Los Angeles yolculuğum için eşyalarımı topluyorum.


Kentin en işlek caddesinde, tüm o koşuşturmacayı hiçe sayan bir tavırla bir evsiz


Gökdelenlerin dibinde kendine kartondan bir uyku tulumu yapmış bir evsiz



30 Haziran 2023 Cuma

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 2: Şikago'dan San Francisco'ya... Rocky Dağları Milli Parkı ve Colorado Nehri

23 Ocak 2020


Chicago 


Chicago'da, karın altında beş saat gezdikten sonra tren istasyonunun yolunu tutuyorum. Kar altında bu defa insanlar öğle telaşında. Trene, bir havaalanı düzenlemesiyle biniyoruz. Bekleme salonlarının kapıları açılıyor ve tek sıra halinde trene geçiliyor. Trende istediğin yere oturabiliyorsun, çantalarımı bırakıp  oturma salonuna, dışarıyı izleyebileceğim bir koltuğa geçiyorum. 


Kar altında kasabaları, istasyonları izliyorum. Evler, basit bir iskelet yapı üzerine prefabrik evler. Köyler kar altında perişan gözüküyor ve Anadolu'nun ıssızlığını, yoksulluğunu aratmıyor. Köylerde barlar görüyorum ve  içindeki atmosferi tahmin edebiliyorum, dev ekranlarda Amerikan futbolunun izlendiği, erkeklerin bağıra bağıra konuştuğu, kadınların da erkeklere öykünerek erilleştiği ortamlar... Beyazların bar anlayışından nefret ettim burda.


Trenle içinden geçtiğimiz küçük kasabalar


Kasabalardaki restoranlar

Trende genç bir anne yirmi beşinde, biri beş, biri bir yaşında iki çocuğu ile yolculuk yapıyor. Gece kadının bağırma sesine uyanıyorum, telefonda kocası ile tartışıyor. Kendisi evde yokken eve neden başka bir kadınla geldiği üzerine tartışıyorlar. Kocası "seni ilgilendirmez" deyince "beni nasıl ilgilendirmez, orası benim evim. Fuck you!" deyip telefonu kapatıyor. Amerika'da gençler arasında eğitim düzeyinin düşük olduğunu, erken evlilik yapmanın ve erken yaşta çocuk sahibi olmanın yaygın olduğunu biliyordum. Bu tanıklığım da bu bilgiye bir örnekti sanırım.

Kar devam ediyor. Trenle ilerlediğimiz yerler hep bozkır hep ova ve insanlar hayvancılıkla tarımla uğraşıyor. Rulolar halinde yapılmış devasa saman balyaları tarlalarda. Ovalar kar altında, ovalara serpiştirilmiş prefabrik evler. 


Kıyısından, içinden geçtiğimiz kasabalar Anadolu'nun bozkırını hatırlatıyor.


Trenimiz Amerika kıtasının ortasında derin bir ıssızlıkta ilerliyor


Trenin oturma salonu


Gün doğumu ışıklarında bozkır sarısının güzelliği

Sabah gözlerimi Denver istasyonunda açtım ve hala ovadaydık. "Bu kıtanın dağları nerede ola ki?" diye kendi kendime söyleniyordum. Denver'dan çıktıktan sonra tren tırmanışa geçti ve makinist, kıtayı kuzeyden güneye bölen Rocky Dağları'na tırmanmaya başladığımızın anonsunu yaptı. 


Denver'a kuş bakışı


Rocky Dağları'nı tırmanış başlıyor

Kızıl kayaçların ve çam ormanlarının güzelliği...

Rocky Dağları'nın çok farklı tipte kayaç yapısı var


Yayla evleri

Prefabrik evler yükseklere de kurulmuş

Dağ köyleri

Zirvede bir istasyonunda uzun bir mola... Rocky Dağları'nın oksijenini soluyorum

Bu anda, Amerika kıtasında tek başına yolculuk yapmanın özgürlüğünü hissediyorum


Amerika'nın eski tip sevimli otobüsleri

Tünellerden geçmeye başladık ve on dakika süren bir tünelden çıkınca Colorado Nehri ile birlikte akmaya başlıyoruz. Colorado Nehri'nin aktığı ve açtığı birbirinden farklı vadiler... Bazı yerlerde buz tabakalarının altından akan nehir...


Vadilere paralel gitmeye başladık. En sevdiğim...


Cılız bir şekilde yükseklerde akan Colorado Nehri

Karın içinde dans eden bir kadına benziyor nehir


Küçük bir nehir, küçük bir köy ve küçücük bir yaşamın kıyısından


Kırmızı kayalardan oluşan vadilere bakarak gidiyoruz


Çok yükseklerde dağ evleri

Moose ve elk (farklı türde geyikler) sürüleri var nehir kenarında. Kartallar, lamalar, at ve inek çiftlikleri görüyorum. İnanılır gibi değil, manzara muhteşem. Dağ zirveleri, çam ağaçlı dağ yamaçları, keskin tren dönüşleri, kıvrıla kıvrıla akan Colorado Nehri'nin güzelliği... Saatler bir büyü içinde,  Rocky Dağları Milli Parkı ve Colorado Nehri kıyısında geçiyor. Rüya gibi. Van'a giderken Murat Nehri'ni ve vadileri hatırlatıyor bu yolculuk bana. Saatler sürüyor milli parkta gidişimiz, hiç bitmesin de istiyorum. Makinist geçtiğimiz yerleri bize tren içindeki anons sistemi ile anlatıyor. Oysa turistik bir tren değil bu.

Nehrin kıyısında geyik sürüleri

Bir inek çiftliği


Atlar

Günün son ışıkları Colorado Nehri üzerinde


Sanki Doğu Anadolu Bölgesi


Akşamüstü Grand Kanyon'a benzeyen, kırmızı kayaların olduğu  bir coğrafyanın içinden geçiyoruz ve sonra da yüksekte karla kaplı bir bozkırdan. Gün batımı ışıkları karla kaplı bir zirveyi aydınlatıyor ve güneş, bulutları kızıla boyayarak batıyor.


Kırmızı kayaların katman katman güzelliği

Gün batımının yansıdığı bulutların ardından yükselen dağ zirvesi


Sonra öğreniyorum ki Zephry Ekspresi, Şikago'dan San Francisco'ya giden kıtanın en uzun ve en güzel manzarasına sahip bir tren yolculuğuymuş. Bir gün, sabahtan gün batımına kadar Rocky Dağları Milli Parkı'nda ve Colorado Nehri eşliğinde, büyük bir hayranlık ve büyülenme duygusu içinde geçiyor. 


Hava kararınca yine trendeki sosyal ilişkilere takılıyorum. Yine başka genç bir anne, iki çocuklu. Dün geceden beri gördüğüm bir kadın aslında, sonra bu akşam nasıl olduysa yanlarında gençten bir adam peyda oldu. Kadına sarılıp onu öpmeye aynı zamanda sözde kadının bebeğine sahip çıkmaya çalışan bir adam. Kadın, üç yaşındaki çocuğundan ayrı bir koltuğa geçerek yanlarında peyda olan adamla flört etmeye başlıyor.


Gece, çocukların ağlayışlarına uyanıp anneyi trende aramaya çıkıyorum. Anne, çocuklarını uyurken bırakıp öndeki vagonun oturma salonunda gitmiş, orda adamla sevişirken buluyorum ve sinir katsayım artıyor. Anne sorumluluk taşımayacak kadar çocuk, anne kendi sevgi açlığını ve cinsel ihtiyaçlarını giderme telaşında. Kadının üç yaşındaki çocuğu da ağlayarak trende ortalığı yıkıyor. 


Gece Salt Lake'te uzun bir mola veriyor tren, çirkin mi çirkin koca bir şehir, şehrin çıkışında da Salt Lake şehrine adını veren tuz gölünü karanlıkta görmeye çalışıyorum. Sabah Nevada çölü üzerinden güneş doğuyor. Çölde her yer sarı, küçük sevimli top top çalılar. Kum tepeleri etrafta. Colorado, Utah, Nevada ve California bu coğrafyaları seviyorum.


Nevada Çölü üzerine doğan güneş

Nevada Çölü


Küçük kasabalar

Nevada çöllerinden Reno'ya geliyoruz, Reno'ya yaklaşırken trenin peşine küçük bir dere takılıyor ya da biz küçük bir derenin peşine takılıyoruz, Nevada çöllerinin sarı tepelerinin arasında. Bu küçük derenin adı Truckee River. Çölün tepeleri dereye yansıyor, oldukça güzel bir görüntü. Yeni gün ışıklarının, kızıla çevirdiği kum tepelerinin derede yansıması... Bu çöl tepelerinin suya yansımasının güzelliği ile Reno'ya geliyoruz. 


İnek ve at çiftlikleri var etrafta, makinist coğrafyayı tanıtırken tarım endüstrisi olarak bahsetti çiftliklerden. Çünkü tarım çiftçinin değil sermayenin elinde. Reno'nun çok bir esprisi yok gibiydi ama Truckee River'ın rehberliğinde yine ulusal bir parka giriyoruz. Truckee River, yer yer koca nehre dönüşüyor ve saatlerce onunla birlikte yol alıyoruz. 


Gün doğumunun çorak topraklara yansıyan renklerinin güzelliği

Kum tepeleri


Kırmızı toprak, sarı bitki örtüsü ve mavi dere

Çorak tepelerin suya yansıyan görüntüsü

Truckee River kıyısındaki kasabalar

Yine karlı zirveler, çam ağaçları, kayak merkezleri, teleferikler, göller... Truckee River, hep yanı başımızda, nehrin kıvrılışını çok seviyorum. Trenin oturma salonunun pencereleri doğaya dönük, saatlerce ama saatlerce ulusal parkı ve nehri seyrediyorum. 


San Francisco'ya yaklaşırken tren istasyonları

Yanımda oturan Amerikalı bir babaanne ile arkadaş oluyoruz, uzun uzun konuşma fırsatımız oluyor. Bana, Türkiye'de de "evsiz insan" sorunu var mı diye soruyor, ilginç geliyor bu soru bana. Demek ki bu toplumsal sorundan bir hayli acı çekiyorlar, evsiz insan olmadığını ama dilencilerin olduğunu söylüyorum. San Francisco evsiz insanların en çok olduğu şehirmiş, hava yıl boyu sıcak olduğu için insanlar sokakta daha rahat yaşayabiliyormuş. Vietnam'da savaşmış, savaş travmasından çıkamamış eski askerler ve yine kadınlar, evsiz insan nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyormuş. 


Babaanneye evsiz insanların bir belgeselinden, belgeseli yapan kişinin hapse girdiğinden bahsettim, babaanne de sermayenin bu bilginin yayılmasını istemediğini, çünkü San Francisco ve Los Angeles'ın çok fazla fuar ve konferansa ev sahipliği yaptığını, evsiz insanların iş insanlarını rahatsız ettiğini anlattı. O yüzden bu bilginin medyada çok yer almadığını söyledi.


Babaanne, trenle geçtiğimiz Nevada dağlarına dair tarihi bir hikaye anlattı. Donner Party olarak geçen olay, 1846- 1847'de oluyor. Bir grup insan, kuzeyden batıya göç etmek isterken kış koşullarında dağlarda kalıyor ve birbirini yiyor. Modern zamanların yamyamlık hikayesi olarak geçiyormuş.


Amerikalı babaanne eşiyle birlikte Kaliforniya'nın başkenti Sacromato'da  inince bizim de yolumuzdan geriye pek bir şey kalmıyor. Coğrafyanın atmosferi de bahara dönüyor, etrafta palmiye ağaçları, deniz kıyısına yaslanmış bir ova... Ova  yer yer bataklık. 

Tren yolu kenarında, özellikle otobanın devasa ayaklarının altında, evsiz insanların çadırlarını görmeye başlıyorum. Çok fazlalar, hatta kadınları görüyorum, çadırlar ve etrafı alakalı alakasız eşyalarla dolu, çöp yığıntıları sanki. 


San Francisco'ya yaklaştıkça Akdeniz ve Ege çağrışımlı her şey. Şehrin girişi liman ve sanayi bölgesinden oluşuyor, burayı Aliağa'ya benzetiyorum. Denizin üstüne sanayinin ağır dumanı çökmüş, o yüzden de deniz açık değil ve ufka uzanan halini göremiyorum. Denizin üstünden bir demir köprüden geçip tam üç günün sonunda Emeryville tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz. 


San Francisco'ya girerken


Girişte devasa köprüler


Girişteki sanayi bölgesi, havayı oldukça kirletmiş


Pis havanın içinde San Francisco silueti


Şikago'dan San Francisco'ya tren yolculuğu yaptığım hat




Annapolis / Maryland / USA

9 Ağustos 2020 Türkiye’ye dönmeden önce, Amerika’daki bir yıllık yaşamımın son günlerinde ve Covid-19 pandemisinin ortasında toplumsal hayat...