30 Haziran 2023 Cuma

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 2: Şikago'dan San Francisco'ya... Rocky Dağları Milli Parkı ve Colorado Nehri

23 Ocak 2020


Chicago 


Chicago'da, karın altında beş saat gezdikten sonra tren istasyonunun yolunu tutuyorum. Kar altında bu defa insanlar öğle telaşında. Trene, bir havaalanı düzenlemesiyle biniyoruz. Bekleme salonlarının kapıları açılıyor ve tek sıra halinde trene geçiliyor. Trende istediğin yere oturabiliyorsun, çantalarımı bırakıp  oturma salonuna, dışarıyı izleyebileceğim bir koltuğa geçiyorum. 


Kar altında kasabaları, istasyonları izliyorum. Evler, basit bir iskelet yapı üzerine prefabrik evler. Köyler kar altında perişan gözüküyor ve Anadolu'nun ıssızlığını, yoksulluğunu aratmıyor. Köylerde barlar görüyorum ve  içindeki atmosferi tahmin edebiliyorum, dev ekranlarda Amerikan futbolunun izlendiği, erkeklerin bağıra bağıra konuştuğu, kadınların da erkeklere öykünerek erilleştiği ortamlar... Beyazların bar anlayışından nefret ettim burda.


Trenle içinden geçtiğimiz küçük kasabalar


Kasabalardaki restoranlar

Trende genç bir anne yirmi beşinde, biri beş, biri bir yaşında iki çocuğu ile yolculuk yapıyor. Gece kadının bağırma sesine uyanıyorum, telefonda kocası ile tartışıyor. Kendisi evde yokken eve neden başka bir kadınla geldiği üzerine tartışıyorlar. Kocası "seni ilgilendirmez" deyince "beni nasıl ilgilendirmez, orası benim evim. Fuck you!" deyip telefonu kapatıyor. Amerika'da gençler arasında eğitim düzeyinin düşük olduğunu, erken evlilik yapmanın ve erken yaşta çocuk sahibi olmanın yaygın olduğunu biliyordum. Bu tanıklığım da bu bilgiye bir örnekti sanırım.

Kar devam ediyor. Trenle ilerlediğimiz yerler hep bozkır hep ova ve insanlar hayvancılıkla tarımla uğraşıyor. Rulolar halinde yapılmış devasa saman balyaları tarlalarda. Ovalar kar altında, ovalara serpiştirilmiş prefabrik evler. 


Kıyısından, içinden geçtiğimiz kasabalar Anadolu'nun bozkırını hatırlatıyor.


Trenimiz Amerika kıtasının ortasında derin bir ıssızlıkta ilerliyor


Trenin oturma salonu


Gün doğumu ışıklarında bozkır sarısının güzelliği

Sabah gözlerimi Denver istasyonunda açtım ve hala ovadaydık. "Bu kıtanın dağları nerede ola ki?" diye kendi kendime söyleniyordum. Denver'dan çıktıktan sonra tren tırmanışa geçti ve makinist, kıtayı kuzeyden güneye bölen Rocky Dağları'na tırmanmaya başladığımızın anonsunu yaptı. 


Denver'a kuş bakışı


Rocky Dağları'nı tırmanış başlıyor

Kızıl kayaçların ve çam ormanlarının güzelliği...

Rocky Dağları'nın çok farklı tipte kayaç yapısı var


Yayla evleri

Prefabrik evler yükseklere de kurulmuş

Dağ köyleri

Zirvede bir istasyonunda uzun bir mola... Rocky Dağları'nın oksijenini soluyorum

Bu anda, Amerika kıtasında tek başına yolculuk yapmanın özgürlüğünü hissediyorum


Amerika'nın eski tip sevimli otobüsleri

Tünellerden geçmeye başladık ve on dakika süren bir tünelden çıkınca Colorado Nehri ile birlikte akmaya başlıyoruz. Colorado Nehri'nin aktığı ve açtığı birbirinden farklı vadiler... Bazı yerlerde buz tabakalarının altından akan nehir...


Vadilere paralel gitmeye başladık. En sevdiğim...


Cılız bir şekilde yükseklerde akan Colorado Nehri

Karın içinde dans eden bir kadına benziyor nehir


Küçük bir nehir, küçük bir köy ve küçücük bir yaşamın kıyısından


Kırmızı kayalardan oluşan vadilere bakarak gidiyoruz


Çok yükseklerde dağ evleri

Moose ve elk (farklı türde geyikler) sürüleri var nehir kenarında. Kartallar, lamalar, at ve inek çiftlikleri görüyorum. İnanılır gibi değil, manzara muhteşem. Dağ zirveleri, çam ağaçlı dağ yamaçları, keskin tren dönüşleri, kıvrıla kıvrıla akan Colorado Nehri'nin güzelliği... Saatler bir büyü içinde,  Rocky Dağları Milli Parkı ve Colorado Nehri kıyısında geçiyor. Rüya gibi. Van'a giderken Murat Nehri'ni ve vadileri hatırlatıyor bu yolculuk bana. Saatler sürüyor milli parkta gidişimiz, hiç bitmesin de istiyorum. Makinist geçtiğimiz yerleri bize tren içindeki anons sistemi ile anlatıyor. Oysa turistik bir tren değil bu.

Nehrin kıyısında geyik sürüleri

Bir inek çiftliği


Atlar

Günün son ışıkları Colorado Nehri üzerinde


Sanki Doğu Anadolu Bölgesi


Akşamüstü Grand Kanyon'a benzeyen, kırmızı kayaların olduğu  bir coğrafyanın içinden geçiyoruz ve sonra da yüksekte karla kaplı bir bozkırdan. Gün batımı ışıkları karla kaplı bir zirveyi aydınlatıyor ve güneş, bulutları kızıla boyayarak batıyor.


Kırmızı kayaların katman katman güzelliği

Gün batımının yansıdığı bulutların ardından yükselen dağ zirvesi


Sonra öğreniyorum ki Zephry Ekspresi, Şikago'dan San Francisco'ya giden kıtanın en uzun ve en güzel manzarasına sahip bir tren yolculuğuymuş. Bir gün, sabahtan gün batımına kadar Rocky Dağları Milli Parkı'nda ve Colorado Nehri eşliğinde, büyük bir hayranlık ve büyülenme duygusu içinde geçiyor. 


Hava kararınca yine trendeki sosyal ilişkilere takılıyorum. Yine başka genç bir anne, iki çocuklu. Dün geceden beri gördüğüm bir kadın aslında, sonra bu akşam nasıl olduysa yanlarında gençten bir adam peyda oldu. Kadına sarılıp onu öpmeye aynı zamanda sözde kadının bebeğine sahip çıkmaya çalışan bir adam. Kadın, üç yaşındaki çocuğundan ayrı bir koltuğa geçerek yanlarında peyda olan adamla flört etmeye başlıyor.


Gece, çocukların ağlayışlarına uyanıp anneyi trende aramaya çıkıyorum. Anne, çocuklarını uyurken bırakıp öndeki vagonun oturma salonunda gitmiş, orda adamla sevişirken buluyorum ve sinir katsayım artıyor. Anne sorumluluk taşımayacak kadar çocuk, anne kendi sevgi açlığını ve cinsel ihtiyaçlarını giderme telaşında. Kadının üç yaşındaki çocuğu da ağlayarak trende ortalığı yıkıyor. 


Gece Salt Lake'te uzun bir mola veriyor tren, çirkin mi çirkin koca bir şehir, şehrin çıkışında da Salt Lake şehrine adını veren tuz gölünü karanlıkta görmeye çalışıyorum. Sabah Nevada çölü üzerinden güneş doğuyor. Çölde her yer sarı, küçük sevimli top top çalılar. Kum tepeleri etrafta. Colorado, Utah, Nevada ve California bu coğrafyaları seviyorum.


Nevada Çölü üzerine doğan güneş

Nevada Çölü


Küçük kasabalar

Nevada çöllerinden Reno'ya geliyoruz, Reno'ya yaklaşırken trenin peşine küçük bir dere takılıyor ya da biz küçük bir derenin peşine takılıyoruz, Nevada çöllerinin sarı tepelerinin arasında. Bu küçük derenin adı Truckee River. Çölün tepeleri dereye yansıyor, oldukça güzel bir görüntü. Yeni gün ışıklarının, kızıla çevirdiği kum tepelerinin derede yansıması... Bu çöl tepelerinin suya yansımasının güzelliği ile Reno'ya geliyoruz. 


İnek ve at çiftlikleri var etrafta, makinist coğrafyayı tanıtırken tarım endüstrisi olarak bahsetti çiftliklerden. Çünkü tarım çiftçinin değil sermayenin elinde. Reno'nun çok bir esprisi yok gibiydi ama Truckee River'ın rehberliğinde yine ulusal bir parka giriyoruz. Truckee River, yer yer koca nehre dönüşüyor ve saatlerce onunla birlikte yol alıyoruz. 


Gün doğumunun çorak topraklara yansıyan renklerinin güzelliği

Kum tepeleri


Kırmızı toprak, sarı bitki örtüsü ve mavi dere

Çorak tepelerin suya yansıyan görüntüsü

Truckee River kıyısındaki kasabalar

Yine karlı zirveler, çam ağaçları, kayak merkezleri, teleferikler, göller... Truckee River, hep yanı başımızda, nehrin kıvrılışını çok seviyorum. Trenin oturma salonunun pencereleri doğaya dönük, saatlerce ama saatlerce ulusal parkı ve nehri seyrediyorum. 


San Francisco'ya yaklaşırken tren istasyonları

Yanımda oturan Amerikalı bir babaanne ile arkadaş oluyoruz, uzun uzun konuşma fırsatımız oluyor. Bana, Türkiye'de de "evsiz insan" sorunu var mı diye soruyor, ilginç geliyor bu soru bana. Demek ki bu toplumsal sorundan bir hayli acı çekiyorlar, evsiz insan olmadığını ama dilencilerin olduğunu söylüyorum. San Francisco evsiz insanların en çok olduğu şehirmiş, hava yıl boyu sıcak olduğu için insanlar sokakta daha rahat yaşayabiliyormuş. Vietnam'da savaşmış, savaş travmasından çıkamamış eski askerler ve yine kadınlar, evsiz insan nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyormuş. 


Babaanneye evsiz insanların bir belgeselinden, belgeseli yapan kişinin hapse girdiğinden bahsettim, babaanne de sermayenin bu bilginin yayılmasını istemediğini, çünkü San Francisco ve Los Angeles'ın çok fazla fuar ve konferansa ev sahipliği yaptığını, evsiz insanların iş insanlarını rahatsız ettiğini anlattı. O yüzden bu bilginin medyada çok yer almadığını söyledi.


Babaanne, trenle geçtiğimiz Nevada dağlarına dair tarihi bir hikaye anlattı. Donner Party olarak geçen olay, 1846- 1847'de oluyor. Bir grup insan, kuzeyden batıya göç etmek isterken kış koşullarında dağlarda kalıyor ve birbirini yiyor. Modern zamanların yamyamlık hikayesi olarak geçiyormuş.


Amerikalı babaanne eşiyle birlikte Kaliforniya'nın başkenti Sacromato'da  inince bizim de yolumuzdan geriye pek bir şey kalmıyor. Coğrafyanın atmosferi de bahara dönüyor, etrafta palmiye ağaçları, deniz kıyısına yaslanmış bir ova... Ova  yer yer bataklık. 

Tren yolu kenarında, özellikle otobanın devasa ayaklarının altında, evsiz insanların çadırlarını görmeye başlıyorum. Çok fazlalar, hatta kadınları görüyorum, çadırlar ve etrafı alakalı alakasız eşyalarla dolu, çöp yığıntıları sanki. 


San Francisco'ya yaklaştıkça Akdeniz ve Ege çağrışımlı her şey. Şehrin girişi liman ve sanayi bölgesinden oluşuyor, burayı Aliağa'ya benzetiyorum. Denizin üstüne sanayinin ağır dumanı çökmüş, o yüzden de deniz açık değil ve ufka uzanan halini göremiyorum. Denizin üstünden bir demir köprüden geçip tam üç günün sonunda Emeryville tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz. 


San Francisco'ya girerken


Girişte devasa köprüler


Girişteki sanayi bölgesi, havayı oldukça kirletmiş


Pis havanın içinde San Francisco silueti


Şikago'dan San Francisco'ya tren yolculuğu yaptığım hat




30 Ağustos 2022 Salı

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 1: Vaşington DC'den Şikago'ya tren yolculuğu

22 Ocak 2020


Vaşington DC


2020'nin ilk yolculuğu... Vaşington DC'de, Union Station'dan trene biniyorum. Zephyr Ekspresi ile Kuzey Amerika kıtasını boydan boya gezeceğim için çok heyecanlıyım. Havaalanındaki sistem gibi trenin hareket saati yaklaşınca tek sıra halinde tren peronuna alıyorlar. Tren iki katlı ve istediğin yere oturabiliyorsun, üst kata çıkıp penceresi geniş bir koltuk seçiyorum. Trenin içi çok da kalabalık değil zaten. Benim Amerikan Üniversitesi'ne giderken her gün kullandığım kırmızı metro hattına paralel gidiyor tren. Benim de baştan sona yolculuk yaptığım ve iyi bildiğim bir hat. Tren, kırmızı hat üzerinde sadece Rockville'de duruyor. Sonra Maryland ve Virginia hattında devam ediyor. 


Bir süre sonra Potamac Nehri ile paralel gitmeye başlıyoruz. Güneşin, ormandaki çıplak, uzun ağaçlar ve Potamac Nehri ile dansını izleyerek yolculuğun keyfini çıkarıyorum. Günün kızıllığı Potomac Nehri'ne vuruyor. Tren akşamüstü 16.00 gibi kalkınca gün ışığında ancak bir-iki saat yolculuk yapabiliyoruz. Hava kararmaya başlıyor ve gün ışığında en son görebildiğim bir kasaba oluyor. Kasabanın kısmen toplu ama küçük bir yerleşim yerine özgü yalnız ve sefil bir ruhu var ve bu ruhun, Anadolu'daki kasabalardan çok da farkı yok. 


Hava kararınca treni keşfe çıkıyorum. Ön vagon bir oturma salonu olarak tasarlanmış ve koltuklar cam kenarlarına tek tek sıralanmış, harika bir dizayn. Hava karanlık olmasa manzarayı izleye izleye gidebileceğim, uzun bir süre bu salonda takılıyorum. Sonra salonun altının da kafeterya olduğunu keşfediyorum.


Havanın erkenden kararması kötü oluyor. Haritadan takip ettiğimde tren kuzeye Kanada sınırına çıkıp sınır boyunca devam ediyor. Karanlıkta seçebildiğim kadarıyla köyler kar altında, evler genelde prefabrik ve oldukça küçük, çok da iç açıcı bir görüntü yok açıkçası, yalnızlık ve ıssızlığın derinliğini hissediyorum bu kasabaları izledikçe. Sanayi alanlarının da ıssızlığından geçiyoruz. Sabah hava geç aydınlanıyor. Karanlık bir havada ilkokul çocukları karın içinde bir sokak köşesinde, sarı okul otobüsünü bekliyor. Otobüs gelince soğuğun ürpertisi içinde ilkokul çocuklarının otobüse binmesine tanıklık ediyorum. 


Şikago

Sabahın ilk ışıklarıyla Michigan Gölü görünüyor. Bir süre sonra göl kıyısında Şikago kenti, devasa gökdelenleri ile başlıyor. Amerika'nın dördüncü büyük ve dünyada gökdelenlerin yapıldığı ilk şehir olduğunu öğreniyorum. Kenti tanımak için beş saat zamanın var. Şikago Tren İstasyonu oldukça güzel, yüksek tavanlı, sütunlu, dilim dilim pencereli ve tahta oturaklı. Bu tren istasyonunu çok seviyorum. Karlı bir kentte, ağır bir sırt çantası ile dolaşamayacağımı düşünüp sırt çantamı emanete bırakıyorum. Tren istasyonunun birçok çıkışı var. 


Şikago tren istasyonunun süslemeleri

İstasyonun loş ışıklandırması mimariyi daha da güzelleştiriyor


İstasyonun şehre açılan çıkış kapıları

Sütunlarıyla büyüleyici bir tren istasyonu

Tesadüfen yöneldiğim bir çıkıştan devasa gökdelenlerin ortasına düşüyorum. Sulusepken bir kar yağışı, insanlar uykulu, gergin ve telaşlı işe gidiyor. Gökdelenlerin altında, bekleyen, karşıdan karşıya geçen, kulaklıklarını takmış müzik dinleyen, üşüyen insanlar... Kafka'nın dönüşüm kitabındaki yabancılaşmayı anlatan o "böcekleşme" hissiyatındayım. Böyle bir kentte, sabah sabah yabancılaşmanın dibini yaşıyorum.

Sabahın erken saatlerinde işe giden insanlar...


Soğuk, kar ve kapitalizmin mutsuzluğu


Kar, gökdelenlerin ve arabaların arasına hiç yakışmıyor.

Demir ve camdan oluşmuş bir kent, insanlar telaşlı, tükenmiş ve patlamayan afyonlarıyla işyerlerine kapitalizmin çarkını döndürmeye gidiyor. Evsizler ve işsizler de köşe başlarında, karın altında yardım istiyor. İlginç bir kent. 

Cam ve demirin soğukluğu


...ve bu soğukluğun içinde insanın yalnızlığı

Gökdelenlerin arasından bir kanala çıkıyorum, bir kanalın içinden su akıyor ama suyun hiçbir doğallığı kalmamış. Kanal boyunca sıra sıra demir köprüler diziliyor. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakınca gökdelenlerin yüksekliğinden başım dönüyor. Daha alçak binaların olduğu, kendimi daha insani hissedeceğim sokaklardan yürümeyi tercih etmeye çalışıyorum.  

Gökdelen yığıntısı bir kent burası


Bu kent de bayraklarla dolu

Gökdelenlerin arasındaki kanallarda boğulmuş sular

Böyle bir kentin neresine ilişebilirsin ki...

Ne olduğunu bilmememe rağmen Navy Pier'e gitmek istiyorum, Michigan Gölü kenarında olduğunu biliyorum, aslında amacım göl kıyısında yürümek. Limanda tekneler var, kıyıda göl donmuş. Kanada kazları, buzların üstünde. Göl kıyısında birkaç heykel görüyorum. Gölün üstünde birkaç feribot. 

Bomboş bir dönmedolap


Tekneler buzun içinde kalmış

Göl buz tutmuş


Kentin bu kıyısında pek fazla yaşam belirtisi kalmamış


Çocukların oyun oynarkenki neşesi bile donmuş

Navy Pier'i dedikleri lunaparkmış, yani açık havada bir eğlence merkezi. Büyük bir dönme dolap var, karın altında öylesine terk ediliş ki... 

    Boşlukta ve ıssızlıkta dönüp durmayan dönmeyendolap

Navy Pier'e ait kapalı bir salonda, sırt çantamdan çıkardıklarımı yiyorum ve biraz da ısınıyorum, göl kıyısında yürürken  karın soğukluğu yüzümü yakıyor. Isınıp biraz enerji biriktirince tekrar dışarı çıkıyorum. Göl kıyısında yürüyorum, karda köpeklerini gezdiren insanlar. Karda insanlar, dar da olsa bir hareket alanı  açmış. 

Tekneler öylece karın altında bir kenarda yatıyor, başka bir feribot iskelesine yürüyorum. Kanada kazları, karın üstünde otluyor. Amerika'da insanlar bu kazları sevmiyor, etrafı pislettiği, çok ses yaptığı ve dışkılarıyla sebzelere hastalık taşıdığı için. Oysa ben çok seviyorum, Maryland'ta yaşadığım mahallede arkadaşlarım onlar benim. Gökdelenlere karşı bir parkta, karların arasında öylece otluyorlar. Gölün kıyısından baktığında, Şikago doğal, naif ve güzel gözüküyor, gölden uzaklaşınca gökdelenler labirent gibi, bir yürek sıkıntısıyla yolunu bulmaya çalışıyorsun. 

Kar, buz ve ıssızlık

Michigan Gölü'nden şehre doğru

Gökdelenlere karşı otlayan Kanada kazları

Gökdelenlerin üstüne çökmüş sis

Gölün aynasına yansıyan gökdelenler

Yolumun üzerindeki bir parkta Birmingham Çeşmesi'ni ziyaret ediyorum. Akan bir su falan yok, öylece bir fıskiye mimarisi kar altında.

Birmingham Çeşmesi, akamıyor tabi

Tren istasyonunun yolunu tutuyorum tekrar. İnsanlar bu defa öğle telaşında. 

Gökdelenlerin aynasında akan günlük yaşam

Yine bir havaalanı düzeni, peronlara geçmek için kapılar açılıyor ve tek sıra halinde trene geçiyorsun. İstediğin yere oturmak serbest. Ben çantalarımı bırakıp dışarı izleyebileceğim salona geçiyorum.

Washington DC'den Şikago'ya yaptığım tren yolculuğu





Annapolis / Maryland / USA

9 Ağustos 2020 Türkiye’ye dönmeden önce, Amerika’daki bir yıllık yaşamımın son günlerinde ve Covid-19 pandemisinin ortasında toplumsal hayat...