22 Ocak 2020
Vaşington DC
2020'nin ilk yolculuğu... Vaşington DC'de, Union Station'dan trene biniyorum. Zephyr Ekspresi ile Kuzey Amerika kıtasını boydan boya gezeceğim için çok heyecanlıyım. Havaalanındaki sistem gibi trenin hareket saati yaklaşınca tek sıra halinde tren peronuna alıyorlar. Tren iki katlı ve istediğin yere oturabiliyorsun, üst kata çıkıp penceresi geniş bir koltuk seçiyorum. Trenin içi çok da kalabalık değil zaten. Benim Amerikan Üniversitesi'ne giderken her gün kullandığım kırmızı metro hattına paralel gidiyor tren. Benim de baştan sona yolculuk yaptığım ve iyi bildiğim bir hat. Tren, kırmızı hat üzerinde sadece Rockville'de duruyor. Sonra Maryland ve Virginia hattında devam ediyor.
Bir süre sonra Potamac Nehri ile paralel gitmeye başlıyoruz. Güneşin, ormandaki çıplak, uzun ağaçlar ve Potamac Nehri ile dansını izleyerek yolculuğun keyfini çıkarıyorum. Günün kızıllığı Potomac Nehri'ne vuruyor. Tren akşamüstü 16.00 gibi kalkınca gün ışığında ancak bir-iki saat yolculuk yapabiliyoruz. Hava kararmaya başlıyor ve gün ışığında en son görebildiğim bir kasaba oluyor. Kasabanın kısmen toplu ama küçük bir yerleşim yerine özgü yalnız ve sefil bir ruhu var ve bu ruhun, Anadolu'daki kasabalardan çok da farkı yok.
Hava kararınca treni keşfe çıkıyorum. Ön vagon bir oturma salonu olarak tasarlanmış ve koltuklar cam kenarlarına tek tek sıralanmış, harika bir dizayn. Hava karanlık olmasa manzarayı izleye izleye gidebileceğim, uzun bir süre bu salonda takılıyorum. Sonra salonun altının da kafeterya olduğunu keşfediyorum.
Havanın erkenden kararması kötü oluyor. Haritadan takip ettiğimde tren kuzeye Kanada sınırına çıkıp sınır boyunca devam ediyor. Karanlıkta seçebildiğim kadarıyla köyler kar altında, evler genelde prefabrik ve oldukça küçük, çok da iç açıcı bir görüntü yok açıkçası, yalnızlık ve ıssızlığın derinliğini hissediyorum bu kasabaları izledikçe. Sanayi alanlarının da ıssızlığından geçiyoruz. Sabah hava geç aydınlanıyor. Karanlık bir havada ilkokul çocukları karın içinde bir sokak köşesinde, sarı okul otobüsünü bekliyor. Otobüs gelince soğuğun ürpertisi içinde ilkokul çocuklarının otobüse binmesine tanıklık ediyorum.
Şikago
Sabahın ilk ışıklarıyla Michigan Gölü görünüyor. Bir süre sonra göl kıyısında Şikago kenti, devasa gökdelenleri ile başlıyor. Amerika'nın dördüncü büyük ve dünyada gökdelenlerin yapıldığı ilk şehir olduğunu öğreniyorum. Kenti tanımak için beş saat zamanın var. Şikago Tren İstasyonu oldukça güzel, yüksek tavanlı, sütunlu, dilim dilim pencereli ve tahta oturaklı. Bu tren istasyonunu çok seviyorum. Karlı bir kentte, ağır bir sırt çantası ile dolaşamayacağımı düşünüp sırt çantamı emanete bırakıyorum. Tren istasyonunun birçok çıkışı var.
|
Şikago tren istasyonunun süslemeleri |
|
İstasyonun loş ışıklandırması mimariyi daha da güzelleştiriyor |
|
İstasyonun şehre açılan çıkış kapıları |
|
Sütunlarıyla büyüleyici bir tren istasyonu |
Tesadüfen yöneldiğim bir çıkıştan devasa gökdelenlerin ortasına düşüyorum. Sulusepken bir kar yağışı, insanlar uykulu, gergin ve telaşlı işe gidiyor. Gökdelenlerin altında, bekleyen, karşıdan karşıya geçen, kulaklıklarını takmış müzik dinleyen, üşüyen insanlar... Kafka'nın dönüşüm kitabındaki yabancılaşmayı anlatan o "böcekleşme" hissiyatındayım. Böyle bir kentte, sabah sabah yabancılaşmanın dibini yaşıyorum.
|
Sabahın erken saatlerinde işe giden insanlar... |
|
Soğuk, kar ve kapitalizmin mutsuzluğu |
|
Kar, gökdelenlerin ve arabaların arasına hiç yakışmıyor. |
Demir ve camdan oluşmuş bir kent, insanlar telaşlı, tükenmiş ve patlamayan afyonlarıyla işyerlerine kapitalizmin çarkını döndürmeye gidiyor. Evsizler ve işsizler de köşe başlarında, karın altında yardım istiyor. İlginç bir kent.
|
Cam ve demirin soğukluğu |
|
...ve bu soğukluğun içinde insanın yalnızlığı |
Gökdelenlerin arasından bir kanala çıkıyorum, bir kanalın içinden su akıyor ama suyun hiçbir doğallığı kalmamış. Kanal boyunca sıra sıra demir köprüler diziliyor. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakınca gökdelenlerin yüksekliğinden başım dönüyor. Daha alçak binaların olduğu, kendimi daha insani hissedeceğim sokaklardan yürümeyi tercih etmeye çalışıyorum.
|
Gökdelen yığıntısı bir kent burası |
|
Bu kent de bayraklarla dolu |
|
Gökdelenlerin arasındaki kanallarda boğulmuş sular |
|
Böyle bir kentin neresine ilişebilirsin ki... |
Ne olduğunu bilmememe rağmen Navy Pier'e gitmek istiyorum, Michigan Gölü kenarında olduğunu biliyorum, aslında amacım göl kıyısında yürümek. Limanda tekneler var, kıyıda göl donmuş. Kanada kazları, buzların üstünde. Göl kıyısında birkaç heykel görüyorum. Gölün üstünde birkaç feribot.
|
Bomboş bir dönmedolap |
|
Tekneler buzun içinde kalmış |
|
Göl buz tutmuş |
|
Kentin bu kıyısında pek fazla yaşam belirtisi kalmamış |
|
Çocukların oyun oynarkenki neşesi bile donmuş |
Navy Pier'i dedikleri lunaparkmış, yani açık havada bir eğlence merkezi. Büyük bir dönme dolap var, karın altında öylesine terk ediliş ki...
|
Boşlukta ve ıssızlıkta dönüp durmayan dönmeyendolap |
Navy Pier'e ait kapalı bir salonda, sırt çantamdan çıkardıklarımı yiyorum ve biraz da ısınıyorum, göl kıyısında yürürken karın soğukluğu yüzümü yakıyor. Isınıp biraz enerji biriktirince tekrar dışarı çıkıyorum. Göl kıyısında yürüyorum, karda köpeklerini gezdiren insanlar. Karda insanlar, dar da olsa bir hareket alanı açmış.
Tekneler öylece karın altında bir kenarda yatıyor, başka bir feribot iskelesine yürüyorum. Kanada kazları, karın üstünde otluyor. Amerika'da insanlar bu kazları sevmiyor, etrafı pislettiği, çok ses yaptığı ve dışkılarıyla sebzelere hastalık taşıdığı için. Oysa ben çok seviyorum, Maryland'ta yaşadığım mahallede arkadaşlarım onlar benim. Gökdelenlere karşı bir parkta, karların arasında öylece otluyorlar. Gölün kıyısından baktığında, Şikago doğal, naif ve güzel gözüküyor, gölden uzaklaşınca gökdelenler labirent gibi, bir yürek sıkıntısıyla yolunu bulmaya çalışıyorsun.
|
Kar, buz ve ıssızlık |
|
Michigan Gölü'nden şehre doğru |
|
Gökdelenlere karşı otlayan Kanada kazları |
|
Gökdelenlerin üstüne çökmüş sis |
|
Gölün aynasına yansıyan gökdelenler |
Yolumun üzerindeki bir parkta Birmingham Çeşmesi'ni ziyaret ediyorum. Akan bir su falan yok, öylece bir fıskiye mimarisi kar altında.
|
Birmingham Çeşmesi, akamıyor tabi |
Tren istasyonunun yolunu tutuyorum tekrar. İnsanlar bu defa öğle telaşında.
|
Gökdelenlerin aynasında akan günlük yaşam |
Yine bir havaalanı düzeni, peronlara geçmek için kapılar açılıyor ve tek sıra halinde trene geçiyorsun. İstediğin yere oturmak serbest. Ben çantalarımı bırakıp dışarı izleyebileceğim salona geçiyorum.
|
Washington DC'den Şikago'ya yaptığım tren yolculuğu |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder