4 Ağustos 2018
Laos'tan Vietnam'a giriş sınır kapısı, oldukça yüksek bir zirvede... İlk defa böylesi yüksek bir sınır kapısı görüyorum. Vietnam sınır kapısına tıkış tıkış, yerli, küçük bir otobüs ile geliyoruz, kusanlar oluyor virajlı yollarda. Pencereyi açıp hem camdan hava alıyorum hem de dışarıyı izliyorum, muavinin dilinde Vietnam ezgileri olduğunu tahmin ettiğim bir ıslık. Şoför ve muavin, Vietnamlı genç iki kardeş. Sınırdan sonra bir saatlik mesafedeki ilk büyük şehir Dien Bien Phu'de kalacağım gece. Şehre doğru bir akşamüstü yol alıyoruz. Camı açmışım, geçtiğimiz pirinç tarlalarının, akşam üstü serinliğinin keyfini, yüzümü rüzgara karşı tutarak hissediyorum. O ana, o an orada olduğuma ve o anı yaşadığıma teşekkür ediyorum.
|
Dien Bien Phu'ya geldiğimiz otobüsün içi |
Dien Bien Phu
Hostelimi buluyorum, odada benden başka kimse yok, duş alıp yatıyorum. Sabah Sa Pa'ya gitmek için erkenden hostelden çıkıp otobüs terminaline yürümeyi tercih ediyorum. Sırt çantamı yüklenip yürüyüşe koyulduğumda, Song Nam Rom Nehri kıyısında bir hareketlilik fark ediyorum, pazar olduğunu tahmin edince refleks olarak oraya yöneliyorum. Evet, yine çok çılgın bir pazar. Pazarda satıcı kadınlar yine çok renkli profillerde.
|
Nehir kıyısındaki pazardan satıcı kadın profilleri |
|
Ne kadar tanıdık bir gülüş, sanki Anadolulu bir teyze |
|
Asyalı insanlara en çok yakışan, sıcacık bir gülümseme |
|
Utangaç bir gülümseme ile yine çok tanıdık bir yüz |
|
Kadınların başlıkları, onların ait olduğu etnik grubu gösteriyormuş |
Alışveriş yapmak için kadınlar ya bisikletleri ya da scooterları ile gelmiş pazara. Pazarın içinde bisiklet ve scooter trafiği yoğun, insanlar ulaşım araçlarının üzerinden inmeden alışverişlerini yapıyor.
|
Bir pazar kargaşasını, bisiklet ve scooterler daha da derinleştiriyor |
Yöneldiğim bir tezgahta, kadının biri, tahta üzerinde bir el baltası ile canlı bir kurbağayı ortadan kesme anına denk geliyorum, aklımın bir kısmı bu anda kalıyor. Başka bir tezgahta tütsülenmiş köpek kafaları... Tezgahlarda yılan ve kurbağalara alışmıştm, şimdi bir de köpekler tezgahlarda yer almaya başladı. Scooter üzerinden yapılan tavuk ve ördek pazarlıklarına denk geliyorum. Hasır kafeslerde ördekler ve tavuklar... bir çocuk leğendeki kurbağa ve yılanlarla oynuyor, oldukça otantik bir pazar. Yaşlı teyzeler bisikletle pazarda satış yapıyor. Satıcı kadınların birbirinden farklı baş örtüsü bağlama modelleri var.
|
Hasır kafeslerde satılan tavuklar |
|
Tezgahlardaki köpek kafaları |
Otobüse yetişmek için pazardan çıkıyorum ama aklım bu pazarda kalıyor, çünkü tam olarak algılayamıyorum bu pazarı. Yol boyunca, terazi gibi omza asılan ve dizlerin hizasına sarkan sepetlerde yeşillik taşıyan kadınlar görüyorum, bisikletin ön ve arka sepetlerinde yeşillik satanlar, kadınların kafalarında konik hasır şapkalar... Vietnam'a girer girmez herkesin kafasında konik şapkalar dikkat çekmeye başlıyor.
Dokuzda olan otobüs on birde kalkacakmış, seviniyorum, etrafı dolaşmak için iki saat daha fırsatım oluyor yani. Tekrar pazara gidiyorum. Yağmur başlıyor, yağmur ve çamur etrafın yoksulluğunu daha da arttırıyor. Kadınların, ben onların fotoğrafını çekerken poz verme konusundaki utangaçlıkları... hem çekmemi istiyorlar hem de utanıyorlar. Kadınlar oldukça güler yüzlü.
|
Pazardaki satıcılar genelde kadın |
|
Kıyafetler rengarenk ama yüzlerde yine de bir kaygı |
|
Yazın ortasında bu yün şapkayı pek anlayamıyorum |
|
Farklı renkte, farklı bağlama tarzında baş örtüler |
|
Baş örtüsü ve şapka kombinasyonu |
Leğenlerde su içinde balıklar, yılanlar, kurbağalar... küçük bir çocuk bir leğenin başına oturmuş, kurbağalar ile oynuyor. Hayvan, insan, scooter sesleri birbirine karışmış. Bisikletlerinin önünü ve arkasını sebzelerle doldurmuş teyzelerin, yağmur altında satış yapmaya çalışan perişan halleri... Her yer emek, her yer kadın. Pazarın her köşesini gezdikten sonra ana caddede yürüyorum para işlerimi halletmek için. Sonra başka bir pazara giriyorum, etler ve köpek kafaları tezgahlarda yine...
|
Kapalı bir pazar alanında restoran, insanlar kahvaltı yapıyor |
|
Tavuk satıcısı bir kadın da kahvaltısını yapıyor |
|
Bisikletinin ön ve arka sepetinde yeşillik satan kadınlar |
Sa Pa'ya gitmek için bindiğimiz aracın sadece ön tarafında üç sıra oturak var, arkası boşluk, muhtemelen eşya koymak için. Çuvallar, koliler yüklenmiş, yol sekiz saat sürecek. Sa Pa, kuzeyde Çin sınırında dağlık bir bölge, elli dört farklı etnik grup yaşıyormuş. Sa Pa, kilometrelerce hiking, trekking rotaları ve bu rotalar üzerinde farklı etnik grupların köyleriyle bilinen bölgelerden.
Yol yine çok fena, nehrin açtığı vadiden gidiyoruz. Keskin uçurumlar, keskin virajlar, toprak kayması olmuş, yol akan kırmızı çamur ile kapanmış, ağaçlar devrilmiş. Bir süre iş makinelerinin kayan toprağı kaldırmasını bekliyoruz. Bazı yerlerde, şoför deli gibi hız yapıyor. Mini otobüsün içi çuvallar, eşyalar ve üzerinde uyuyan insanlarla dolu.
|
Mola yerinde objektifime takılan bir kadın profili |
Sa Pa'ya gelirken yol kenarında bufalosunu otlatan bir çocuk görüyorum ama çocuk otlattığı bufalonun üzerine oturmuş, yağmura karşı da şemsiyesini açmış, o kadar sevimli bir görüntü ki...
Vadiler, zirveler, vadiler, zirveler olarak gidiyor yolculuk. Yanımızda kıpkırmızı akan bir nehir, bir zirvede fena bir şekilde sis basıyor. Bir milli parkın içinden gidiyoruz, bu milli parkın içinde bulunan 3143 metrelik Fansipan Zirvesi, Vietnam'ın ve Hindiçin'in en büyük dağı, sisin arasından bazen haşmetini gösteriyor. Sis, çiselti ve karanlıkta Sa Pa'ya geliyoruz.
|
3143 metre ile Fansipan Zirvesi |
Sa Pa
Sa Pa yağmurlu, etraf su birikintisi, çamur. Araçtan iner inmez ilk gördüğüm restoranda yemek yiyorum, yumurtalı, sebzeli, pirinç pilavı. Bol bol da getiriyorlar, gayet leziz. Koca bir hotelin bir kısmını hostele çevirmişler, oldukça ucuz, muson sezonu her şey bol, ucuz ama yağmur ve çamurla baş etmek zor.
Sabah pazarına gidiyorum. Sa Pa'da farklı etnik grupların yaşadığı dağ köyleri var. Hmong, Red Dzoa, Tay, Dzay, Xa Pho bu etnik gruplardan bazıları. Pazarın sebze kısmında oldukça süslü kadınları tezgah başında görüyorum. Yaşlı kadınlar, gümüş halka küpeler, gümüş bilezikler takmışlar, elbiseleri kat kat, kanaviçe ve iğne ile yapılan farklı işlerle süslü. Kadınlar ayakta bile kanaviçe işliyor. Kadınların yuvarlak, büyük, üstleri işli küpelerine bayılıyorum. Erkekler gümüş işi ile uğraşıp küpe, kolye bilezik, yüzük gibi takılar yapıyorlarmış. Yaşlı kadınların siyah kumaşa işlemeli başlıkları ve küpeleri özellikle çok hoşuma gidiyor. Red Dzao'ları kırmızı giyimlerinden ayırabiliyorum. Hmong'ların da kendi aralarında farklı giyimleri var. Sebze pazarını geziyorum, sonra et pazarına geçiyorum. Tezgah üzerinde etler... buzdolabı yok, etler açıkta, nasıl bozulmuyor anlayamıyorum, köpek başları tezgahlarda yine. Her yandan farklı kıyafette kadınlar çıkıyor.
|
Hostelden çıktığımda etnik bir grubun kadınlarıyla ilk karşılaşmam |
|
Çocuklar, bebek kardeşlerinin bakımını üstlenmişler |
|
Sebze pazarından bir kadın profili |
|
Asya insanının yüzünde gülümseme hiç eksik olmuyor |
Pazarın içinde her şeyiyle dikkatimi çeken bir kadının peşine takılıyorum. Kıyafetleri, takıları, yüzü öylesine güzel ki... sanırsın ki hippi... Kapalı bir çarşının üst katına çıkıyor. Takip ettiğim kadın beni emekçi kadınlar cennetine çıkarıyor, bir iş çarşısı gibi burası, farklı farklı etnik gruptan kadınlar... Kimisi dikiş makinesinin başında dikiş dikiyor kimisi elinde iğne kumaş işliyor kimisi ip ayırıyor... çoğunun kumaş boyasından elleri boyalı. Kadınlar arasında oldukça yaşlı ama hala çalışan kadınlar var.
|
Pazarda peşine takıldığım esrarengiz kadın |
|
Sanırsın ki Woodstock'a katılmış bir hippi |
|
Hippiye benzeyen kadının izini sürerek çıktığım emekçi kadınlar cenneti |
|
Kimisi işleme ipi açıyor |
|
Boyunlarındaki kolye oldukça ilginç |
|
Kimisi dikişine olan dikkatini dağıttım için gergin bakıyor |
Kadınlar, turistik atmosferden dolayı çok yozlaşmış, bu çarşıyı gezerken en rahatsız olduğum özellikleri oluyor. Etrafını sarıp illaki sana bir şeyler satmak istiyorlar. Çoğu da İngilizce biliyor. Tayland ve Laos'ta insanlar böyle yakana yapışıp bir şey satmaya çalışmıyorlardı, ilk defa Vietnam'da görüyorum böyle bir şey ve oldukça rahatsız oluyorum. Kadınlar çok güler yüzlü, sarılgan, arkadaş canlısı ama bu özelliklerini satış yapmak için kullanıyor. Bu davranışları da senin onların tezgahına bakmanı, el işlerini tanımanı, yaşamlarına dair sorular sormanı engelliyor.
|
El işlemesi örneklerinden... Tüm kıyafetleri de el işlemesi... |
|
Yaşına rağmen hala çalışıyor |
Cat Cat kasabasına doğru yola çıkıyorum öğleden sonra. Beş kilometrelik bir yürüyüş yolum var. Yolda genç bir kadına denk geliyorum, işlemeli el yapımı bir kanguruya bebeğini koymuş, kendisi de çocuk aslında, bir elinde şemsiye diğerinde pazar alışverişi poşeti. Yardımcı olmak için elindekileri alıyorum. İngilizcesi iyi, on dokuz yaşında olduğunu öğreniyorum. Vietnam'da lise ve üniversite paralı olduğu için okuyamıyorlarmış. On altı yaşında evleniyorlarmış, yirmisinde evlenmeyen evde kalmış sayılıyormuş. Laos'ta da dinlediğim öykü bu, oysa iki ülke de komünist. Gençler bilinçsiz, küçük yaşta evlenip küçük yaşta anne baba oluyorlar.
|
Cat Cat kasabasına giderken kendisinden kocaman, işlemeli küpe aldığım teyze |
|
Yolda eşyalarını taşımaya yardım ettiğim kendisi daha çocuk yaşta anne |
Bir meydana geliyoruz çocuk yaştaki anne ile. Kilise var meydanda, muhtemelen Fransız işi. Kilisenin etrafı farklı etnik gruptan kadın ve çocuklarla dolu. Çocuk yaştaki kızlar, sırtlarına işlemeli bezlerle kardeşlerini bağlamış ve etraftaki yabancılara bir şeyler satmaya çalışıyor. Çocuğun sırtında çocuk, çok içler acısı bir görüntü.
|
Meydandaki kilise |
|
Kilise önünde elindeki hediyelikleri satmaya çalışan kız çocukları |
|
Çocuğun sırtında çocuk, içler acısı bir görüntü |
Vietnam'da yaşayan etnik grupların yaşantısındaki her şey, turistik malzemeye ve para kazanmaya dönüşmüş. Yüzlerce belki binlerce yıllık kültürleri, para kazanma uğruna sömürüye, yozlaşmaya açılmış, bu durum oldukça üzüyor beni. Özellikle kadınların ve çocukların ticaretteki ısrarı ve perişanlığı içler acısı.
|
Çocuklar arasında ağır yaşam koşullarına dair bir dertleşme anı sanki |
Meydanda sadece el işlerinin satıldığı bir pazara giriyorum, harika işler ama kadınların bir şey satma saldırısından etrafa bakamıyorum, fotoğraf çekince de "fotoğraf çektin bir şey alacaksın" diye ısrar ediyorlar. Her kadının üstü başı kültürel birer abide, hepsi bir yandan da el işi yapmaya devam ediyor. Bu anlamda çok çalışkanlar, Sisifos söylencesi geliyor aklıma, sanki sonu gelmeyen bir iğne işini başlatmışlar ve onu bitirmeye çalışıyorlar ama bu el işi de çok ince bir iş olduğu için sonu gelmeyen bir iş ve hiçbir şekilde bitmiyor. Koca koca kumaşları ince ince işlerle süslemişler.
|
İğne işi işlemeler |
|
Kıyafetler ve örtüler baştan başa işlenmiş |
|
Baştan başa emek... Emeğin yorgunluğu ve gururu... |
Kadınların kıyafetleri de hep işleme ve çok güzel ama gel gör ki hepsi çok pis, o güzelim kıyafetler çamur içinde. Tezgahlara doyasıya bakıp el işlerine doyasıya dokunamıyorum. Etrafımı saran kadınlara, yaptıklarının doğru olmadığını, insanların tezgahlara bakamadığını, dolayısıyla bir şey almak için karar veremediğini, bir şey satma konusunda ısrarlarının insanı bunalttığını söylüyorum ama söylediklerim anlaşılıyor mu, bilemiyorum.
|
Pazardan kadın profilleri |
|
Küpelerin güzelliğine |
|
Hasır sepetine yaslanmış pazar ortasında dinlenen bir kadın |
|
Kaygılı bakışlar, yorgun bir yaşam |
|
Ah, nasıl farklı kadın profilleri |
Pazarın girişindeki meydanda üç dört kadın toplanmış, bir kadın diğer bir kadının bacaklarına ve kollarına vurarak iğne ile çizerek sanki şifa vermeye çalışıyor. Sonra okuyorum ki hastaneye gitmek yerine şaman tedavi yöntemleri yaygınmış.
|
Pazar meydanında ritmik vuruşlar ve iğne ile hasta tedavi eden teyzemiz |
|
Şifalanma sürecine dair pek bir şey öğrenemiyorum |
Pirinç tarlalarının teras halindeki görüntüsüyle kıvrıla kıvrıla yollardan Cat Cat köyüne iniyorum. Hmongların ve Red Dzao'ların yaşadığı bir köy. Köyü turistik alan yapmışlar, köye giriş ücretli. Neyse ki muson sezonu olduğu için çok kalabalık değil.
|
Cat Cat köyüne gitmek için vadiye yürüyorum |
|
Vadi yamaçlarında pirinç ve mısır tarlaları |
|
Yemyeşil bir örtü dağların üstünde |
|
Vadi içinde yerleşim |
Köy içinde geziyorum, ahşap köy evleri. Evin önünde bir teyze, evin köşesine oturmuş kanaviçe işliyor, etrafında çocuklar, domuzlar ve köpek. Evin kapısından elinde kanaviçe işi ile çıkan genç bir kadın, iki kadın tutkuyla iş işliyor. Yavru domuzlar yaşlı kadının eteklerinde dolaşıyor.
Genç kadından evin içinde gezmek için izin istiyorum, ev ahşap, karanlık, pencere yok, bir köşede darmadağın bir yatak, cibindirik yırtık, yorganın bir kısmı yere düşmüş. Muhtemelen yaşlı kadının yatağı, yatağın karşısında yemeklerin yarıda kaldığı tabaklar, dağınık bir masa üstü, yeni söndürülmüş ateş, etrafta eşya yok. Sadece ıvır zıvır ve koyu karanlık bir yoksulluk. Oturmaya yer bile yok, kara tahta masada iki üç sandalye var. Bir de küçük bir bölme, sanırım genç çift için yatak odası. Genç kadın da bir o kadar güzel, Hmong bir aile.
|
Bir ev içi... demeye bin şahit... |
|
Bir yemek masası, altında köpek uyuyor |
Evden ayrılınca şelaleye geçiyorum, yine birbirinden farklı başlık takmış şıkır şıkır kadınlar. Onlar da Hmong'muş. Hmonglar da kendi arasında black, flower, blue ve white Hmong diye ayrılıyormuş. Her grubun kendi dili olmasına rağmen okulda Vietçe öğreniyorlarmış.
|
Şelaleyi gezmeye gelmiş başka bir grup Hmong kadını |
|
Şıkır şıkır başlıklar, omuzluklar... |
|
Şelale fonunda bir Hmong kadın |
|
Turistik sömürünün dışında, tüm güzelliğiyle bir Hmong çocuk |
Şelale coşkulu, şelale yanında el işi yapan kadınlar, kadınlar oldukça zanaatkar. Taş bir binanın sahnesinde, bölgenin etnografisini anlatan bir dans gösterisi.
|
Cat Cat köyündeki şelale |
|
Şelale başında çalışan kadınlar |
Bac Ha
Küçücük bir şehir, hiçbir cazibesi yok, meydanda birkaç kadın kaldırıma oturmuş meyve satıyor. Bir homestay'a denk geliyorum. Genç bir aile, evini, gezginlere açmış. Ev ahşap, iki katlı, geleneksel bir ev, alt katı restoran olarak düzenlemiş. Bu bölgenin özelliği yayla pazarları. Her gün farklı bir yayla köyünde pazar oluyormuş. Yarın günlerden çarşamba, çarşamba günü kırk beş kilometre uzaktaki bir köyde pazar olacak.
|
Yayla pazarlarını ve günlerini gösteren harita |
Bu yayla köyüne gitmek için bir motosiklet taksi bulmak için çarşıya gidiyorum. Yüz Türk lirasına denk gelecek Vietnam parasıyla beni 90 kilometre yola getirecek birini buluyorum. Sabah altıda yola çıkacağız. Budist bir tapınağı geziyorum çarşıda, Çin'deki yapılara benziyor tapınak. Küçük bir tapınak ve tapınakta Buda heykelleri yok.
|
Farklı bir tapınak mimarisi |
Sa Pa'da, hotel, dükkan, ofis gibi mekanlarda Buda heykellerini görmüştüm ama Buda oldukça şişman, elinde yiyecek ve içeceklerle temsil edilmiş, bakınca insanda hoş bir duygu bırakmayan bir gülüşü var. Tayland ve Laos'daki dingin, barışçıl, huzurlu Buda tasvirlerine hiç benzemiyor Vietnam'daki Buda tasvirleri. "Buda neden böyle tasvir ediliyor?" diye sorduğumda, bu tasvirlerin mutlu Buda olduğunu söylüyorlar.
Yine sebzeli pirinç yeyip şehirde yapacak bir şey bulamayınca homestay'a gidiyorum. Alt kattaki restoranda oturup gezi notlarımı yazıyorum. Genç kadın, adam ve çocuğu yemeklerini yiyor, adam hazırlıyor masayı. Yemek sonrasında kadınla muhabbet ediyoruz. İşletmek için böyle bir yeri kiralamışlar. Coğrafya tropikal iklim kuşağında olduğu için insanlarda sürekli bir bayır gülü edası var. Herkes bir yanda oturuyor, uyuyor veya uzanıyor, bu edaya hayvanlar da katılıyor.
Sabah kalkıp buluşma noktasının yolunu tutuyorum. Motosikletli taksi şoförü yirmili yaşlarında, gençten bir arkadaş. Yola koyuluyoruz, dağlar... dağlarda pirinç terasları... Sis gelip geçiyor, yağmur gelip geçiyor üzerimizden.
|
Dağlardan, motosiklet taksi şoförü ile yayla pazarına doğru |
Scooter trafiği var yollarda, ilçeye çalışmaya giden mini etekli, topuklu ayakkabılı kadınlar scooter ile yollarda. Kırk beş kilometrelik yolu bir buçuk saatte alıyoruz. Manzara çok güzel, Çin sınırında yol almanın keyfi de ayrıca bir güzel. Tanımadığın bir erkeğin arkasında güvenle yol olabilmenin huzurunu yaşıyorum. Bazı yerlerde duruyoruz, etrafa bakıp fotoğraf çekmek için. Bilmem kaç bin metrede olmak hoşuma gidiyor.
|
Çin sınırında olmanın keyfi |
|
Taraça taraça pirinç tarlaları |
|
Konik hasır şapkalı pirinç işçileri eksik bu anda |
Pazarın olduğu köye geliyoruz, bir kalabalığın içine düşüyorum. Pazarın içinden bufaloları iple çekerek geçiriyorlar. Bufalolar geçiyor, motorsikletler pazar içinde, bir yerlerde yemek yiyenler, bufalo çanı sesleri, kadın konuşmaları, domuzlar, tavuklar ve horozlar canlı canlı pazarda. Sesler ve görüntüler birbirine karışıyor. Her şey o kadar farklı ki nereye bakacağımı, nereye yöneleceğimi bilemiyorum.
|
Her şey çok farklı ve renkli geliyor bana... |
|
Böyle bir pazar alanı... Bu bufalonun ne işi var şimdi pazarda? |
|
Et tezgahları yine açık |
Tezgahlara hiç bakamıyorum, kadınlara bakmaktan. Elbiselerinin yakaları, başlarına sardıkları örtüler öyle renkli ki... Hmong etnik grubuna dahilmiş bu kadınlar da. Kadınların çocukları yine sırtlarında, rengarenk el işi kangurularla sırtlarına bağlanmış, pazarda açıkta çocuğunu emziren kadınlar. Kadınlar emzirme konusunda Asya'da oldukça özgür.
|
El işi kangurularda çocuklar |
|
Anne ve çocuk arasındaki duygusal zıtlık |
|
Kangurusunda keyifli bir çocuk |
Pazarda şaşırtıcı derecede renkli kadın portreleri... Kadınların hepsinde el işi boncuk işleme, farklı renklerde yakalıklar var. Kimisi alışverişte kimisi satışta. Kadınlar, çocuklar, sıra sıra kaldırım üzerine dizilmiş, satışa sunduğu ürünler de önlerinde. Bekleyiş... suskun bakışlar... objektifi görünce utanma... ama aynı zamanda o karenin içinde olma isteği... taşranın utangaçlığı... Ama tatlı bir gülümseme de eksik değil...
|
Eteklerine mi baksam, yakalıklarına mı? |
|
El işi envai çeşit emek tezgahlarda... |
|
Kolunun altında canlı bir tavuk |
|
Yakalıklara hayran kalıyorum, kendime de alıyorum bir tane... |
|
Ah, senin gülüşündeki güzelliğe be teyzem! |
|
O dişler nasıl duruyor öyle ve o nasıl güzel bir gülüş öyle... |
|
Göz ve diş sağlığı çok ciddi bir problem Asya insanında, gözlere beyaz perde inmiş gibi... |
Pazar içinde her köşeye girmeye çalışıyorum. Açık bir alanda çamurun içinde bir sürü bufalo var, insanlar da küme küme etrafında durmuş, bu kargaşayı seyrediyor. Ne olduğunu sorduğumda, bufalo dövüşleri varmış, kazanan bufalonun sahibi de bu işten para kazanıyormuş.
Teras gibi bir yerden ben de bu alanı seyrediyorum. Bu terasta aynı zamanda üç tane seyyar berber var, seyyar berberi de ilk kez görüyorum, tek bildiğim annemle babamın düğün fotoğrafında, babamı damat traşı yapan seyyar berber. Bu terasta bufalo dövüşü yapılan olanı seyrederken insanların arasına katılıyorum ben de... Tele objektifime, bir bufaloyu hayranlıkla seven yerli bir kadın takılıyor, dövüşü kazanmıştı da onun takdiri miydi, bilemedim.
|
Çamurun içinde bufalo güreş alanı |
|
Bufalo dövüşlerine tanık olmadım, iyi ki... |
|
Açık alanda bir traş sahnesini ilk kez görüyorum |
Pazar bir saat geçiriyorum, şaşkınlıktan başım dönüyor. Ama yine de son bir tur atmak istiyorum. Kadınların bakışları, duruşları, gülüşleri, yakalıkları, küpeleri, etekleri, baş örtüleri hepsi hepsi o an vazgeçemediğim, bırakıp gidemediğim oluyor.
|
Bakışlardaki ciddiyet... |
|
Gülüşlerdeki samimiyet... |
|
Satış yapan kadınlar... |
|
Bir şeyler tartılıyor |
|
Elbiseleriyle yakalıkları renk açısından uyumlu |
|
Aynı zamanda yüzlerdeki kaygı... |
|
Çizgili yüzler |
Tekrar motosikletle yola koyuluyoruz, dağların güzelliği, bir nehir gibi vadileri dolduran sis... Sanki sis nehir gibi akıyor. Yine bir buçuk saatte, motosiklet üstünde dönüyoruz.
Biraz dinlenip beş kilometrelik bir mesafede kerpiç evlerde yaşayan, mısır şurubu yapan bir köye gidiyoruz. Evler karanlık, kerpiç zemin sadece toprak, doğru düzgün eşya yok, sağda solda birkaç yatak. Ev algımızın çok ötesinde, çamaşırlar asılı dış sundurmada. Hayvanlar etrafta, ortalık yoksulluktan pazar yeri. Ben köyün içinde dolaşırken motosiklet şoförü biriyle geliyor yanıma, beni mısır şarabı yapılan bir imalathaneye götürüyorlar. Mısır kaynatılıyor, buharı üstünde. Sıcak sıcak bir tasa dolduruyorlar şarabı ve bana da ikram ediyorlar. İmalathanedeki bir arkadaşın evine gidiyoruz. Aynı manzara da orda var; toprak yer, kuru bir masa, perde ile ayrılmış yatak odaları... içler acısı...
|
Ahşap bir ev... |
|
Evin içi pazar yeri... |
Otogarda bir ofiste Hanoi'ye gidecek otobüsü bekliyorum, telefonumu şarj ederken ofiste bir adamla muhabbet ediyoruz, yeşil çay demliyor bana, her zaman sehpa üzerinde hazır bardakları var, bardakları sıcak su ile biraz çalkalayıp bana çay ikram ediyor. Senden sonra da bir başkasına aynı yöntemle verecek biliyorum, görüyorum ki bardaklar pis, öylece içiyorum çayı.
Hanoi için bindiğim otobüs sıra dışı, üç sıra halinde ikişer katlı yataklı bir otobüs. İnanılmaz yorgunum, o dolambaçlı dağları geçerken uyuyorum. Gözümü açabildiğim zamanlar ruhumu okşayan manzaralar ile karşılaşıyorum.
Hanoi'ye yaklaştığımızda uyanıyorum. Güneş batmak üzere, düzlükte pirinç tarlaları, üçgen şapkaları ile kadınlar, tarlada pirinçlerin üzerine beyaz bir şeyler saçıyor, ilaç olmalı. Bisikleti ile tarlaya gelmiş, bisikletiyle tarladan ayrılan kadınlar... Bir tarla sınırı toprağının üzerinden bufalosuyla geçen kadının pirinç tarlasına yansıyan görüntüsü... Bir bufalo sürüsü nehre girmiş, tüm vücutları suda, kafalarını gökyüzüne dikmişler bu geçişte... Ruhum gördüğüm bu kareler ile farklı bir coğrafyanın sevgisi ile doluyor.
Hanoi
Hanoi, Red River (Kırmızı Nehir) deltasına kurulmuş bir şehir. Mekong Deltası'ndan sonra en çok pirinç üretilen bölge. Otobüsten inip bir motosiklet taksi şoförü ile anlaşıp yedi kilometrelik bir şehir trafiğinde hostele varıyorum. Şehirde oldukça yüksek gökdelenler var, göl kıyısından ilerliyoruz akşam trafiğinde. Trafik karmakarışık, her şey iç içe. Çok zor buluyorum hosteli, ev duvarlarının arasından karanlık bir koridordan ilerleyince karanlık bir girişle varıyorum hostele. O kadar yorgunum ki... Uzun süre resepsiyonda minderde oturup termostaki soğuk çayı içerek dinleniyorum.
Bir ara yemeğe çıkıyorum, her yerde yemek yapılıyor, biraz daha derli toplu restoran havasında bir yere oturuyorum ve menüde kurbağa çeşitleri var. Ben sigara böreğine benzeyen spring rolls ve sarımsaklı su ıspanağı istiyorum. İkisi de çok güzel gerçekten. Su ıspanağını yerken Laos'un başkenti Vientiene'de Mekong Nehri'nde su ıspanağı temizleyen işçileri hatırlıyorum, nasıl da zorluklarla tabağımıza geldiğini biliyorum bu su ıspanağının.
|
Menüde kaplumbağa, yılan ve kurbağa var |
|
Burada da güvercin, tavşan var |
Hanoi'de ne yapacağımı, ne görmek istediğimi bilmiyorum, açıkçası büyük şehre gelince müze, heykel, mimari gezmekten başka bir şansın da olmuyor. Ben insanların günlük yaşamının içinde olmayı daha çok seviyorum.
Sabah, Hanoi'nin bir mahallesinde tam da yaşamın ortasından geçen demir yolunu görmeye gidiyorum. Günlük yaşamının akışını bozmadan ona paralel akan bir demir yolu. Demir yolu kıyısında bulaşık yıkayan bir kadın, bisiklet süren başka bir kadın ve otlayan horozlar... Birkaç cafe, birkaç turist. Ben de şirin bir cafeye oturup yumurtalı kahve içiyorum, bir muson sağanağı geçişinde.
|
Demir yolu kıyısında bulaşık yıkayan bir kadın |
|
Bisiklet sürenler... |
|
Yıkanmış çamaşırlar, dışarıda askılarda böyle kurutuluyor |
|
Demir yolunu kullanan başka canlılar da var |
|
Demir yolunu bulmuşken raylarda fazlasıyla şımaran ben |
Vietnam'ın meşhur devrimci lideri Ho Chi Minh'in hikayesini anlatan yerleri gezmeye gidiyorum. İlk ziyaretim mozolesine oluyor, sadece mozolenin etrafını tavaf edebiliyorsun. Lenin mozolesinde olduğu gibi içine girip Minh'in kendisini göremiyorsun. Oradan Minh'in sarayına gidiyorum, çalışma odasını, çalışma odasında Marx ile ikisinin resimlerinin olduğu panoyu inceliyorum. Saray ve küçük evleri sarıya boyanmış.
|
Ho Chi Minh Mozolesi |
|
Ho Chi Minh'in Sarayı |
|
Sarayın bahçesindeki odalar |
|
Çalışma odası |
Minh adına kurulmuş müzeyi geziyorum. Minh, tıpkı dağ köylerinde gördüğüm gibi Hindistan cevizi yaprağından örme bir evde doğmuş, büyümüş. O yoksulluğun içinden de bir devrimci lider olarak çıkmış. Minh, iki önemli savaşa katılıyor, biri Fransızlara karşı Çinhindi-I Savaşı (1946-1954), ikincisi Amerika'ya karşı Çinhindi-II Savaşı (1955-1975). İkisi de zaferle sonuçlanıyor.
Vietnam, Laos hep Fransız sömürgesi. Minh, Charlie Chaplin, Marx, Picasso ve diğer bazı kişilerin sanatsal üretimleriyle anlatılmış. Müzede 1940'lardan sonra dünyadaki faşist dalgadan bahsedilmiş ve bu faşist dalgaya karşı tavır alan sanatçılar, politikacılar ve toplumsal hareketlerden... Bizim kuşak, Vietnam Savaşı'nı daha çok 68 kuşağının savaş karşıtı eylemlerinden, şarkılarından ve sloganlarından biliyor. Avrupa'nın Vietnam'da yaşattığı acıya karşı duran yine Avrupalı duyarlı insanların aracılığıyla... Kıyısından da olsa 68 kuşağını yakalayabilmek ne güzel. Müzeden birçok insanın, duygunun ve fikrin çağrışımıyla çıkıyorum.
Dolaşmak için bir Taoist ve Budist tapınaklara yöneldiğimde kapanmış olduklarını fark ediyorum. Budist tapınak bir gölün kıyısındaydı, etrafıntaki ağaçların arkasından gün batımını seyrederek anın keyfini çıkarmaya çalışıyorum. Göl etrafında gökdelenler, sevimsiz ve buz gibi bir mimari. Göl kıyısında bir restorana oturup kararan gökyüzünü ve çakan şimşekler izliyorum. Menüde güvercin, tavşan, kaplumbağa, yılan balığı ve kurbağa gibi sunumlar. Biramı alıp göle karşı kararan havanın keyfini ve korkusunu bir arada yaşıyorum.
|
Taoist bir tapınak, içini gezme, ruhsal atmosferini koklama şansını yakalayamıyorum |
|
Taoist tapınağın ahşaptan giriş kapısı |
|
Budist bir tapınak, bu da kapalı, gezemiyorum |
|
Tapınağın, gölün ve gökdelenlerin üzerinden batan gün |
|
Bu devasa gökdelenler otantik Asya kentlerine yakışmıyor |
|
Gökdelenlere karşı balık avı |
Hostele doğru yürürken ev içlerine bakıyorum, insanlar eşyasız evlerin zeminine oturmuş kimi yemek yiyor kimi yatmış kimi hayvanlar ile oynuyor. Kaldırımlarda akşam yemeği telaşı. Hostele giderken yolum barlar sokağına çıkıyor, kalabalık, herkes barların önünde plastik taburelere oturmuş içki içip muhabbet ediyor. Kendimi bu sokağa ait hissetmiyorum çok fazla.
Sabah, Red River üzerinden geçen köprüye gidip nehrin kıyısında akan yaşama dokunmak istiyorum. Sabah altıda yola düşüyorum. Kadınların omuzlarında, terazi biçimli küfürlerle kahvaltı için yemek taşıdıklarını ve kahvaltı yapmak isteyen olunca kaldırıma oturup yemek hazırladıklarını görüyorum.
|
Kahvaltı satan, küfelerin içindeki tencerelerde kahvaltı taşıyan kadınlar |
|
Kahvaltı bekleyen bir kadın |
|
...ve kahvaltı hazır |
Bisikletle satış yapan kadınlar, bisiklet rikşanın koltuğunda uyuyan bir şoför, motosiklet taksiyle bir köşede müşteri bekleyen şoförler, kaldırımda sebze yıkayan ve doğrayan kadınlar... tüm yaşam sokakta dönüyor Asya'da.
|
Bisikletiyle çiçek satan kadın |
|
Konik şapkayla daha da bir güzelleşen emek |
|
Şiiişşşttt, bisiklet rikşanın şoförü uyuyor |
|
Gün için restoranın önündeki kaldırımda yemek hazırlıkları |
|
Restoranlar için kaldırımlarda temizlenen sebzeler |
|
Damat ve gelin fonunda Vietnam'dan insan manzaraları |
Sabah pazarının içine giriyorum ilk önce, hareketlilik baş döndürücü. Tepeler halinde yığılmış ananas ve pancarlar... Pazarda yine bisikletli satıcılar ve motosikletli müşteriler. Etrafı anlamlandırmak oldukça zor. Bir köprüye çıkıp bir de pazarı oradan seyrediyorum. Pazarın hareketliliği Hindistan'daki ve Bangladeş'teki görüntüleri aratmıyor.
|
Ananas tepeleri |
|
Pancar yığınları |
|
Ananas satıcısı kadınlar |
|
Yerin üstünde sergileniyor ürünler, hasır sepetler de bir o kadar güzel |
|
Köprü üzerinden çekilmiş bir pazar yeri dağınıklığı |
|
Neyin satılan ürün neyin çöp olduğunu ayırmak çok zor |
|
Bisiklet ve motosiklet ile pazara girebiliyorsun |
Köprü üç farklı amaç için kullanılıyor, demir yolu, scooter yolu ve yaya yolu. Nehrin kollara ayrılan yerlerinde kollar arası bahçeler var. Muz ağaçları ve farklı ağaçlarla kaplı, üstten bakınca oldukça yeşil görünüyor. Köprüde yoğun bir şekilde scooter trafiği var. Satıcılar köprü üzerinde sabah satışında. Köprüyü boydan boya geçemiyorum, uzun bir yol. Ortamı biraz koklayıp geri dönüyorum, hava bulutlu olduğu için güneşin doğuşunu da köprüden izlemek mümkün görünmüyor.
|
Red River deltasında bulutlu bir sabah, gün batımını izleyemiyorum |
Öğlende Cat Ba adası için yola çıkıyorum. Otobüs, kalabalık Avrupalı bir gruptan oluşuyor. İspanyolların bağıra bağıra konuşmaları rahatsız ediyor beni. Denizin üzerindeki köprüden gidiyoruz uzun bir süre ve sonrasında apar topar feribota biniyoruz. Kısa bir feribot yolculuğu ile adadayız.
Cat Ba
Adaya gelir gelmez hostelde dinleniyorum ve akşamüstü hareketliliğini kaçırmamak için dışarı çıkıyorum. Yerleşim adanın belli bir yerinde toplanmış. Tekneler denizin üstünde dağınık bir şekilde ve tekne kaptanlarının çoğu kadın... Akşamüstü gezintisi için kadınlar bana da teklifte bulunuyor. Teknelerdeki telaş hoşuma gidiyor, deniz kenarı boyunca yürüyorum.
|
Denizin üzerindeki bir dağınıklık bu kadar mı güzel olur |
|
Müşteri bekleyen tekneler |
|
Bir müşteri geliyor, sıradaki tekne kıyıya yanaşmaya başlıyor |
|
Renk renk, sıra sıra ve oldukça dağınık |
|
Suyu boya ile boyanmış gibi, üzerilerinde kırmızı komünist bayraklar da dalgalanıyor |
|
Denizin üstündeki dağınıklık teknelerin eskiliğinden geliyor |
|
Müşteri bekleyen kadın kaptanlar |
|
Elinde yemeğiyle bir müşteri daha geliyor |
Denizin üzerinde güzel bir ışık değişimi var, insanlar deniz kıyısında plastik taburelere oturmuş bira içiyor, ben de bir masaya oturuyorum akşamüstü birasını içmek için. Ayağımın üzerinden fare geçiyor. Gün batımı kızıllığı denize vuruyor. Denize serpiştirilmiş teknelerin görüntüsü hoşuma gidiyor.
|
Teknesinde uyumuş, teknesiyle öylece denizin üstünde salınan bir adam |
|
Bira içmek için oturduğum tabureden manzaram |
|
Palmiyenin dallarına tutunmuş tekneler... |
Günü kızıl pembe ışıkları ile uğurluyorum, dağlar bir siluete dönüşüyor. Akşam yemeği için dışarı çıktığımda yağmur bastırıyor, öyle bir muson yağmuru ki... Yarım saat içinde sular seller içinde kalıyor ada...
|
Cat Ba adasında gün batımı |
Sabah erkenden deniz ürünleri pazarına gidiyorum. Tezgahlarda kabuklu, kabuksuz kurutulmuş bir çok deniz hayvanı, ilginç geliyor bu pazar. Satıcı kadınlardan biri bir tane kırmızılı turunculu bir deniz hayvanı kurusu veriyor, gerçekten çok leziz. Etraf çok kötü kokuyor ama...
|
Kurutulmuş deniz ürünleri... kadınların satış yaptığı tezgahlarda oturması oldukça yaygın |
|
Çerez niyetine sanırım |
|
Yaprak gibi... Kurutulmuş kalamar |
Bu gün Ha Long Bay 'da binlerce kule şeklindeki adadan oluşan körfezi gezme planım var. Tur teknesi ile taş kulelerin arasından ilerliyoruz, yemyeşil bir bitki örtüsü ile kaplı kule adalar.
|
Arasından ilerlediğimiz kaya adalar ve balıkçı tekneleri |
|
Öylece denizin ortasında duran kayalar |
İlk olarak küçük botlar ile Maymun Adası'na taşınıyoruz, büyük tur teknesi açıkta kalıyor, adaya ayak basar basmaz maymunlar tarafından karşılanacağımızı düşünürken hiçbir maymun da göremiyoruz.
|
Maymun Adası |
|
Büyük tekneler açıkta kalırken, küçük teknelerle kıyıya geliyoruz |
|
Maymun adasının kumsalı |
Kayaların tepesinden etrafı izlemek için hikinge başlıyoruz. Tırmandığımız taşlar keskin, yükseldikçe körfezdeki görüş açısı genişliyor. Belli bir yerden sonra yardımlaşarak çıkabiliyoruz, manzara muhteşem...
|
Kayalara tırmandıkça körfez üzerinde görüş açımız genişliyor |
|
Manzaranın enfes... |
|
Oldukça zorlu bir tırmanış, yardımlaşma devreye giriyor |
|
Manzara çıkış anındaki gerilime değiyor |
|
Maymun adasında bir tepe |
Uzun bir süre kuleler arasında yol alıyoruz. Manzara, coğrafya büyüleyici. Hava da çok sıcak, tekne bir yerde duruyor, herkes tekneden atlıyor, bu benim için imkansız. Ben teknede kalıyorum. Denizin ortasında, öğle yemeği yiyoruz, her şey çok leziz. Yemek sonrası kano ile mağaraların olduğu bir vadiye gitme etkinliği var. Daha önce hiç kano kullanmadığım için gidemiyorum yine, teknede Asyalı bir kadınla kalıyoruz.
|
Kano aktivitesi için demirlediğimiz yer |
|
Kano istasyonundan kanolarını alanlar, mağaralara doğru kürek çekiyor |
|
Tekne kullanan yerli kadınlar |
Yavaştan yola çıkıyoruz, manzara müthiş. Ben masaya oturmuşum, camı açmışım ve manzarayı keyifle izliyorum. Bir yandan da kararan hava ve çakmaya başlayan şimşekler hafiften kaygılandırıyor beni. Hem keyifliyim hem de kaygı dolu. Sağımızda solumuzda enfes kayalar.
|
Bulutlar denizin üzerinde birikiyor |
|
Hava karardıkça kayalar da sular da kararıyor |
|
Denizin ortasında yakalandığımız yağmur görüş mesafesini oldukça düşürüyor |
|
Tur teknesinin penceresinden |
Tekne, kule kayaların çevirdiği bir alana sığınak niyetine giriyor, her an patlamaya hazır fırtına endişesiyle. Hava yağmura dönünce çıkıyoruz sığınaktan, deli gibi bir yağmur başlıyor, göz gözü görmüyor. Hava biraz açınca yanından geçtiğimiz balıkçı kasabalarını görüyoruz.
|
Kıyısından geçtiğimiz yüzen balıkçı köyleri |
|
Köylerin yüzen okulları da var |
Güneş, baş ağrısı yapıyor, dinlenerek geçiriyorum akşamüstünü, dışarı çıktığımda iskele meydanında festival var. Budist rahipler ilahi söylüyor. Sonrasında denize rengarenk dilek mumları bırakılıyor, deniz rengarenk ışıklarla bezeli. Karanlıkta, teknelerin arasında sonsuza giden dilek mumları...
Sabah, Cat Ba adasını son bir kez turlamak istiyorum. İskelenin bir tarafını hiç bilmediğimi fark ediyorum, orayı keşfetmek istiyorum. Yüzen restoranlara inen uzun yollar var, bir restorana fotoğraf çekmek için indiğimde, mutfak tarafına geçiyorum, yüzen restoranın mutfak tezgahının üzerinde böcekler cirit atıyor. Yüzen restoranlar yan yana dizilmiş, aralarında küçük tur tekneleri, teknesine müşteri arayan kadın kaptanlar...
|
Kıyı boyu yürüyüşümde yüzen restoranları şaşkınlıkla izliyorum |
|
Tekneyle gezmekten dönenler |
|
Yüzen restoranlara inen deniz üstü patikalar |
|
Yüzen restoranlar arasında müşteri bekleyen kadın tekneneciler |
|
Kaptan bir kadın, müşteri bekliyor belki de yüzen köyler için |
Bir yerde oturup soluklanıyorum. Dönüşte, ilgimi fazlasıyla çeken deniz ürünleri pazarına gitmek istiyorum tekrar, hala keşfedeceğim bir şeyler vardır motivasyonuyla. Ki öyle de oluyor. Kurutulmuş yılan ve kertenkeleler görüyorum, poşetlenmiş olarak. Öğreniyorum ki alkole batırıyorlarmış kurutulmuş bu hayvanları. Sonrasında da görüyorum zaten çeşmeli kavanozlarda kurutulmuş sürüngenler. Çeşmeyi açıp bir bardak içebiliyorsun.
|
Kurutulmuş yılanlar |
|
Alkole batırılmış yılanlar, kurbağalar... Çeşmeyi açıp içebiliyorsun şifa niyetine... |
Deniz ürünleri pazarında balık hamurundan balık keki yoğuran kadınlar ve hemen yan tarafta da yağda pişiriliyor. Tadıyorum, enfes... Uyuyan kadınlar tezgahların başında, sıcak fena. Et pazarında, tezgah üzerinde kesilmiş domuz kulakları. Pazarda kendimi o kadar kaybetmişim ki saat bir hayli geçmiş.
|
Sıcak ve yorgunluk birbirine eklenince tezgah başlarında böyle görüntüler çıkıyor ortaya |
|
Sanki konforlu bir yatakta uyumuş |
|
Tezgahlarda köpek başları |
|
Tezgahlarda domuz kulakları |
Pazarda kendimi kaybetmişken birden aklıma otobüs biletim geliyor. Koştura koştura ofise gidiyorum. Neyse ki otobüs de gecikiyor. O kadar yoğun bir trafik var ki... araç yoğunluğuna feribot yetişmiyor.
Feribot sırasında üzerimizden yağmur, şimşek geçiyor. Hava fırtına havasından renkli ve ışıklı bir havaya dönüyor. Feribot yolculuğunda güvertede yağmur altında biramı içiyorum. Kimse de rahatsız etmiyor. Sonrasında şoför gaza basarak gidiyor, o en nefret ettiğim kornaya basa basa. Yolcuları farklı otobüslere yetiştirme derdinde. Beni de Hue otobüsüne yetiştiriyor. Yataklı otobüste yol boyu uyuyorum.
Hue
Hostel bölgesinde indiriyor şoför gezginleri. Hostelde kalanlar kahvaltıda, ben de kahvaltı masasında oturuyorum. Pankek ve meyvelerden bir kahvaltı. Kahvaltıda Lily ile tanışıyorum, güzel bir Vietnam kahvesinden sonra, Lily ile motorsiklet kiralayıp kral mezarlarına gitmek için yola çıkıyoruz. Lily'nin bugünkü planı buymuş, ben sadece onun planına dahil oluyorum ve böylece harcamaları ikiye bölüyoruz. Lily, yirmi yaşında Amerikalı, Fas'ta bir yıl değişim programı ile kalınca tek başına dünyayı gezmeye başlamış.
Scooter ile yola çıkıyoruz. İlk durağımız, Parfüm Nehri'ne tepeden bakabileceğimiz bir seyir terası... Hue de Parfüm Nehri etrafında kurulmuş bir kent, nehir yeşillikler içinden akıyor. Çam ağaçlarının içinden yürüyoruz, bu coğrafyada çam ağacını ilk kez görüyorum ve burnuma Akdeniz ve Ege'nin kokusu geliyor.
|
Parfüm Nehri'ne tepeden bakış |
|
Bu coğrafyada çam... ilk kez görüyorum |
Kral mezarlarına gidiyoruz. Kral mezarları, tapınaklar ve lotus gölleri birlikte. O kadar çok lotus gölü var ki... hatta bir lotus gölünün içinde bir genç, topladığı lotus meyvelerini arkasındaki sepete atıyordu. Genç adam, lotusun kocaman yapraklarını çıt çıt kırarak lotus meyvesini arıyor. Lotusun o tabak gibi gölün yüzeyine yayılan yaprakları ayrı, çiçeği ayrı ve meyvesi ayrı güzel.
|
Lotus tarlasında bir tekne... |
|
Lotus tarlasında beline kadar suyun içinde lotus meyvesi toplayan bir genç |
|
Lotus yapraklarının güzelliğine hele... |
Hue, Vietnam'ın krallık döneminin başkenti, bu yüzden de kral mezarları ve sarayları ile meşhur bir kent. Mezarlar ve tapınaklar porselen ve seramik parçaları ile süslenmiş, çatılar Çin mimarisini andırıyor. Öğlende vejetaryen restoranında yemek yiyoruz. Su ıspanağı ile yapılmış salata ve patlıcan yemeği, enfes. Öğleden sonra da kral mezarlarını gezmeye devam ediyoruz.
|
Kral mezarlarının olduğu yerde tapınaklar |
|
Kral mezarlarına giriş kapıları |
|
Kral mezarları |
|
Porselen süslemeler |
|
Porselen süslemeler |
|
Lotus tarlalarına bakan teraslar |
|
Nasıl huzurlu... |
Yirmi saatlik yoldan gelmişim, scooter ile sıcağın altında kral mezarlarını gezmeye çıkmışım, tabi günün sonunda perişan bir haldeyim. Duş alıp uyuyorum, sonra da hostelin bir aktivitesi olarak aile yemeğine katılıyorum. Hostelin yemekleri harika, kabak çorbası yapılmış ama yine çorba tatlı. Akşam Lily ile ikimize Sibel katılıyor, birlikte bara gidiyoruz ve sonrasında Sibel'e dövme yaptırmaya.
|
Hostelde akşam yemeği |
Sabah, Lily ile pazar ve saray gezmeye çıkıyoruz. Satıcı teyzemler sarılmış tütün içiyorlar.
|
Sepetleri harika... |
|
Yaşlı ve yorgun bir teyze... |
Eski şehrin içinde, Lily ile saray geziyoruz. Sarayın içinde seramik süsleme tapınaklar, küçük bir tiyatro... Rikşa ve palanquin'lere dair tarihi bir fotoğraf sergisi... Palanquin (tahtırevan); tekerleksiz, omuzlarda ve ellerde insan taşınan araç. Rikşa (çekçek), insan tarafından çekilen iki tekerlekli taşıma aracı. Kralların bu araçlarla taşınmasını anlatan bir sergiydi. Bir insanı taşıyan başka bir insan. Biri oturarak keyif yapıyor, diğeri keyif yapan insanı taşırken acı çekiyor. İkisi de insanlık dışı araçlarmış. Saray alanı o kadar büyük ki belli bir süreden sonra ilgimizi kaybediyoruz.
|
Gezdiğimiz sarayın bir köşesi |
|
Gezdiğimiz bir sarayın giriş kapısı |
|
Kullanılan bir Rikşa |
Grap uygulamasından iki tane motosiklet taksi çağırıp hostele dönüyoruz. Lily'i yolcu etmeden önce, birlikte yemek yiyoruz. Lily, gidince Parfüm Nehri kıyısında yürüyüş yapmak istiyorum. Nehrin kıyısına inince kendimi bot turunda buluyorum. Drogan tipi eğlence botu ile nehir üzerinde geziyoruz. Demir köprü manzaralı demirliyoruz ve eğlence başlıyor. Viet kadınlardan biri şarkı söylüyor başka bir kadın dört fincanı enstrüman olarak kullanıyor... benim için ilginç bir ayrıntı.
Hoi An
Sırt çantalarımızı hostele bırakınca üç kadın birlikte dışarı çıkıyoruz akşamüstü. Hoi An, terzileriyle meşhur, her yer terzi dükkanı. Kumaş ve modeli belirliyormuşsun, sana bir günde istediğin kıyafeti dikiyorlarmış. Terzi dükkanlarına baka baka Thu Bon Nehri kıyısına iniyoruz. Evler sarıya boyalı, Fransız sömürgesi zamanından. Sokaklar, köprüler hep kumaş abajurla süslü. Karanlık çökünce abajurları da yakıyorlar, şehir renk renk ışıklar içinde. Aburjurlarla bezeli bir kent... Kentin kimliğini terziler ve bu terzi dükkanlarından kalan kumaş artıklarıyla yapılan abajurlar oluşturuyor. Oldukça romantik bir kent ve oldukça kalabalık, kalabalığa rağmen bu kentin ruhu seni hiç rahatsız etmiyor.
|
Nehirde gezi teknesinin kadın kaptanları |
|
Kollara kuvvet... |
|
Nehirde sandal hareketliliği |
|
Nehirde akşam üstü gezintileri |
|
Köprülerin süslemesi olarak da abajurlar |
Gece pazarına gidiyoruz akşam yemeği için. Bir şiş karides, bir şiş ahtapot, bir şiş bamya yiyorum. Hepsi mangalda yapılmış ve hepsi de çok leziz. Thu Bon Nehri'nin Güney Çin Denizi'ne döküldüğü yer kocaman bir delta. Hoi An, dolayısıyla nehir, nehir kolları, adalardan oluşuyor. Gece pazarının olduğu yer de Hoi An adası. Adada dolaşıyoruz. Fıçı bira satan bir yere oturup üç kadın, ucuza fıçı bira içiyoruz.
Sabah erkenden çıkıyorum şehri keşfetmeye... Evlerin sarı rengi, çiçekler, el işi dükkanlar, sokaklarda karşıdan karşıya asılmış renkli abajurlar, bu kente ne güzel yakışmış. Kente bir kimlik oluşturmuş.
|
Sokaklara ve dükkanlara abajurlar asılmış hep |
|
Bisiklet yaygın bir ulaşım aracı |
|
Abajur süslemeler, bisiklet, elbise ve şapka, oldukça romantik bir şehir |
|
Çiçekler... birkaç basamaklı sarı evler... |
|
Ayak üstü oturulabilecek cafeler |
|
Abajurlar, ahşap doku ve sarı boyalı evler |
|
Bir sanat galerisi |
|
Çiçekler bu mimariye nasıl da yakışmış |
Vietnam'da tapınaklar, bahçe süslemeleri, bahçelerde seramikle süslenmiş ejderha ve yılan figürleri, devasa Buda heykellerinin olmamasıyla Çin mimarisine yakınlığıyla diğer Asya ülkelerinden farklı.
|
Küçük ve mütevazi tapınaklar |
|
Ahşaptan yapma ve ahşap oymacılığıyla bezeli iç ısıtan tapınaklar |
|
Çiçekler, bonzai ağaçlar ve farklı bir mimari ile farklı uzamsal bir deneyim |
|
Başka bir kapı süslemesinin çerçevesinden |
|
Kapı süslemesindeki renklilik |
|
Süslemelerle bile o kadar mütevazi bir tapınak ki... |
Fransız bir fotoğrafçının, Viet kadın portrelerinden oluşan fotoğraf galerisini geziyorum. Kadına bakış açısını, kadın emeğini yüceltmesini seviyorum. Kadın yüzleri o emekle, o emeğin ezilmişliği, coşkusu ve hüznü ile dondurulmuş, sonsuza kadar yaşatılmak üzere. Pirinç kağıdı üzerine yapılan resimler çok meşhur galerilerde ve Vietnam'ın romantize edilmiş çizimleri..
|
Resimle romantize edilmiş bir doğa ve günlük yaşam |
|
Romantize edilmiş Viet kadınlar |
|
Bir ahşap oyma atölyesinden, harika... |
|
Fotoğraf sergisinden, Asya'da kadınların kamusal alanda böyle emzirmesi çok yaygın |
Abajur satan dükkanlara bakıyorum, abajur yapanlar ve satan dükkanlar bir sokakta yan yana sıralı. Kumaşlar, renkler, desenler ve abajurların birbirinden farklı biçimleri... gündüz ayrı, gece ayrı güzeller...
|
Renklerine, desenlerine hele... |
|
Bakmaya doyamıyorsun |
|
Abajur işçisi genç bir kadın |
|
Başka bir abajur işçisinin hüznü... |
Denk geldikçe tapınaklara girmeye devam ediyorum. Tapınaklar, abajur dükkanları, köprüler, sarı boyalı evler ve çiçekler... her şey çok sanatsal, her şey çok romantik...
|
Bir masal yapı gibi tapınak |
|
Kıvrık uçlu çatılar... |
|
Abajurlarla ve konik spiral şekillerle süslenmiş tapınaklar... |
|
Yerlerin desenli döşemeleri de ayrı bir güzel |
|
Duvar süslemeleri ayrı, yer süslemeleri ayrı güzel |
|
Mitolojik varlıkların porselenle süslenmesi ve bu mitolojik varlıkların tapınağı süslemesi |
Sabah pazarına gidiyorum, yine babaannem profilinde bir satıcı kadın. Asya'da bu ikinci babaanneme benzeyen kadın. Nehirin kıyısında omuz terazisiyle meyve satan teyzeler, diş sağlıkları fena. Bu bölgede diş sağlığı çok kötü. Ama buna rağmen insanlar ağız dolusu gülüyor ve gülmek herkese çok yakışıyor.
|
Zor yürüyen yaşlı teyzeler... Ona rağmen bir şeyler taşıyor. |
|
Sevecenliği, sıcaklığı ve yüzü babaanneme ne kadar çok benziyor |
|
Senin o çirkin yüzündeki güzelliğe kurban... |
|
Beni de şapkasının altına sığdırmış, bir de başımdan öpmeye çalışmış |
|
Tropik meyve satıyorlar |
|
Kesilmiş Noodlelar kurumaya alınmış |
Vietnam-Japon dostluk köprüsünü geziyorum, ahşap, küçük ve estetik bir köprü. Hava o kadar sıcak ki hostele kaçıyorum.
|
Vietnam-Japonya dostluk köprüsü |
Bir kaç saat sonra gün batımını yakalamak için çıkıyorum. Akşam üstü Tho Bon Nehri'nde tekne turu yapıyorlar. Özellikle yerli, üçgen şapkalı kürekçi teyzelere hayran oluyorum. Müşteri beklerken teknenin ucuna çömelmişler sigara içiyorlar. Sarı sarı evlerin yansıması vuruyor nehre.
|
Bezgin bir şekilde beklenen müşteriler |
|
Gün batmak üzre |
|
Köprüler, tekneler, evler, sokaklar ve dükkanlar hep abajur bezeli |
|
Nehrin akış yönünde bulutlar da akıyor |
|
Tekneler bomboş |
|
Kararan bulutlar kenti de karartıyor akşam üstü |
|
Can yelekleri mecburi |
|
Abajurun ucuna asılmış bir tekne |
Gece pazarında abajur dükkanları yan yana ve rengarenk. Kumaşların renkleri, desenleri ve abajurların biçimleri. Biçim ve renklerin dükkanlar önünde oluşturduğu atmosfer... Hepsi çok hoş gerçekten.
|
Fotoğraf çektirmek için de güzel bir dekorasyon |
|
İnsanın hepsini alıp evine getiresi geliyor |
|
Hayallere yolculuk edilecek balonlar gibi... |
|
Uçlarına tutun ve gökyüzüne uç... |
Pirinç hamuruyla yapılmış ince lahmacun benzeri bir şey yiyorum, yine harika bir tat. Türkiye'den arkadaşlarla buluşup birlikte biraz zaman geçiriyoruz.
Sabah bisiklet kiralayıp Cam Kim adasına gidiyorum. İki köprüden geçerek adaya ulaşabiliyorum. Bisikletin selesi içe çöküyor, çamurluk toplanmıyor... Nehirde, üçgen şapkalı kadın balıkçılar var, tekneleriyle... Üçgen şapkalı bir teyze, mısır tarlasında çapa yapıyor... Beli iki büklüm, hava sıcak ve yaşı geçkin...
Adada bisiklet ile dolaşıyorum, bir galeriye girip resim sergisi geziyorum. Resimlerle Vietnam'ın kültürel yaşantısı anlatılmış. Sokakta gördüğüm yaşamı, tuvalde renklerle bir kez daha görüp hoşlanıyorum. Balıkçı tekneleri, üçgen hasır şapkalı kadınlar, palmiyeler... Adada bir de ahşap oyma atölyesi geziyorum, oyma sanatçısı, Happy Buda heykeli üzerinde çalışıyor. Happy Buda figürünü sevmiyorum, Buda'nın derinliğini yansıtmıyor.
|
Cam Kim adasından balıkçı tekneleri... |
|
Oysa gerçek yaşamda bu görüntü bu kadar romantik değil |
|
Keşke Vietnam'da yaşam bu kadar toz pembe olsaydı yerli kadınlar için |
Üçgen hasır şapkalı bir teyzem önde ben arkada adayı turluyoruz.
Hava fena sıcak, hostele gidip biraz dinleniyorum. Bu defa sahile gitmek için başka bir rotaya bisiklet sürüyorum. Yol dümdüz, pirinç tarlaları, kanallar ve göller... Sahil tıklım tıklım, denize girenler... Deniz, sahil, kumsal, güneş, yüzmek çok merak ettiğim ve sevdiğim şeyler değil. Denizden ekmeğini kazananların öyküsü beni daha çok ilgilendiriyor.
Sazdan yapılmış bir restorana geçip bira içiyorum, bisiklete atlayıp tekrar yola devam ediyorum. Yolda üçgen şapkalı iki amca inek otlatıyor. Onların yanına sürüyorum bisikletimi, selam veriyorum biraz sohbet etmeye çalışıyorum. Yaşlı buruşuk yüzler, sağlıksız dişler ama ona rağmen gülüşler bu yüzlerde bir çiçek. İnek otlatan amcam da öyle. Dişler gitmiş ama gülümseme çok yakışıyor ona.
|
İnek otlatan Viet bir amcam |
|
Diş sağlığı önemli bir problem Vietnam'da... |
Oradan ayrıldıktan sonra bufalo otlatan birine denk geliyorum. Bufalo çobanlarının otlattıkları bufaloları kanepe gibi kullanmalarına bayılıyorum. Bu amca da bufaloya sırt üstü uzanmış gökyüzünü seyrediyor. Beni fark edince bana doğru yan dönüp ayaklarını da karnına çekiyor. Zannedersin ki kanepede uzanıyor...
|
Bufalo sanki bir minder... Uzanmış da gökyüzünü izliyor. |
|
Bu görüntüler o kadar yaygın ki Asya'da... |
Bisikleti bırakıp duş alıp son son bu romantik şehri turlamak istiyorum. Etnografik bir müzeye gidiyorum, yaşamın kendisi bu kadar etnografikken ne gerek var aslında.Terzilik, balıkçılık ve pirinç işçiliğine dair tarihsel araç gereçler... hasırdan yapılma yılan ve balık avı araçları sergileniyor.
|
Hasırdan yapılma, balık yakalama araç gereçleri... |
|
Farklı biçimlerde balık av aletleri |
|
Kentin son son keyfini çıkarıyorum |
|
...ve turistleri gezdirmek için rikşalar çok yaygın sokaklarda |
Son son köprüde, nehrin etrafındaki hareketliliğin içinde dolaşıyorum. Şehir bir yandan çok romantik bir kimliğe sahipken bir yandan da kadınların emeğinin iç acıtan realist manzaralarıyla dolu. Turist kadınlar romantik bir eda ile dolaşırken yerli kadınlar emeğin, hizmetin tüm yükünü sırtında taşıyor. Kadın kimliği üzerinden romantizm ve realizmin keskin bir biçimde çarpıştığı bir kent kimliği var buranın.
|
Nehir çekilince renkli brandalar sermişler kıyıya, müşteriler çamurda yürümesin diye... |
|
Tekne hareketliliğinden ziyade köprü üzerinde yaya hareketliliği var |
|
Tekne kaptanı bir teyzem , abajurunu hazırlıyor geceye |
|
Kıyılar palmiyelerle dolu |
Gece Mui Ne için otobüse biniyorum. Vietnam'ın orta bölgesinden güneyine on yedi saat yol gidiyorum. Yine sleeping bus, erkenden uyuya kalmışım. Sabah, Nha Trang'ta otobüs değiştirmek için birkaç saat bekliyoruz, Türkiye'nin Bodrum'una benziyor beyaz evleriyle. İnsanlar sabahın altısında güne yeni yeni başlıyor. Keşişlerin sabah seremonisinin sesleri geliyor tapınaktan. Otobüs beklemek için oturduğumuz yerin karşısı çöplük, fareler sabah kahvaltısı derdinde.
Uyu uyan zihnim bulanıyor. Mui Ne'ye yaklaşınca fena bir yağmur bastırıyor. Hava kararmış, neyse ki hostelin önünde indiriyor otobüs şoförü.
Mui Ne
Hostelde bahçede bir oda veriliyor bana, hemen önüm yüzme havuzu ama bu havada yüz yüzebilirsen. Karnım aç, kahvaltı yapmamışım, saat öğleni geçmiş, yağmurluğumu alıp çıkıyorum. Pasifik Okyanusu kıyısında, haritada Güney Çin Denizi olarak geçiyor, yol boyunca restoranlar sıralanmış, hepsi de deniz ürünleri üzerine yemek servis ediyor. Deniz hayvanları canlı canlı cam havuzlarda; karides, istiridye, istakoz, salyangoz, koca koca yengeçler ayakları bağlanmış ve bilmediğim envai çeşit deniz hayvanı. O istakozlara bayılıyorum, rengarenkler. Oturduğum yerin menüsünde, kaplumbağa ve yılan var, görselleriyle birlikte. Ben insanın iştahına sunulmuş böylesine geniş bir yelpazeyi ve bu yelpazenin rengarenk halini gördükten sonra sebzeli pilav söylüyorum. Hiçbir hayvanı yemek, o güzelliğe son vermek istemiyorum.
Yağmur sağnak şeklinde yağıyor, dalgalar sahili dövüyor. Restoranların hepsinin sadece çatısı var, yan duvarlar yok. Koca alanlara plastik masalar dizilmiş. İnsanlar etrafta özellikle bu kıtanın çekik gözlü insanları, deniz hayvanlarını büyük bir iştahla yiyor ve yedikleri deniz canlılarının kabuklarını da masanın altına atıyorlar. Çok kötü bir görüntü var yerlerde. Biramı da içip kalkıyorum.
Odama Ho Chi Minh City'den iki tane genç kadın yerleşmiş. Yağmurun sesiyle uyuyorum. Ben sabah erken kalkıyorum, Mui Ne'de balıkçı kasabası görmek istiyorum. Sabahın yedisi, mahalleler çamur içinde, insanlar bahçelerde hamaklarda uyuyor, kimsinin ellerinde tas, çorba yiyor çubuklarla, kahvaltı niyetine.
|
Sabahın çok erken saatleri, bir aile çoktan başlamış güne... Şen şakraklar... |
Okul çocukları görüyorum, sırt çantalarını hazırlamışlar. Peşime takılıyorlar birlikte okyanus kıyısına iniyoruz. Mahallenin dar sokakları okyanusa çıkıyor ama mahalle çamur ve yoksulluğa batmış durumda. Okyanus kıyısında dönüşte çocukları tekrar görüyorum, dersin başlaması için sınıfın kapısında bekliyorlar. Sınıfa girmek istiyorum, öğretmen benim geldiğimi görünce telefonla görüşme yapması gerekiyormuş, sınıfı bana bırakıyor. Çocuklarla tanışıyoruz, ilkokul çocukları, sorularıma koro halinde cevap veriyorlar, sınıfın fiziksel koşulları perişan, masalar öyle, sandalyeleri plastik. Önlerinde açık olan sayfadan metin okumak istiyorum ama gönüllü bir kişi bulamıyorum, hepsi çok utangaç.
|
Okula giderken peşime takılan ve birlikte okyanus kıyısına indiğimiz çocuklar |
|
Bir sınıf ortamı... perişan... |
|
Vietnam'da da kısa süreliğine de olsa öğrencilerim oluyor |
Tekrar ara sokakların birinden okyanusa çıkıyorum. Kare şeklindeki telleri üste üste toplamışlar, tellerin üstüne ne var diye baktığımda kurutmalık küçük balıklar. Akşamki yağmurda ıslanmasın diye toplamışlar, kadınlı erkekli bir grup, balıkları tekrar sahile seriyor.
|
Balıklar kurutulmak üzere, çöplerin içinde kıyıda... |
|
Küçücük balıklar |
|
Çocuklar inanılmaz sağlıksız koşullarda oynuyorlar |
Sahil olduğu gibi çöp yığını, hatta insanların sabah tuvaletleri var etrafta. Tuvaletlerini okyanus kıyısına yapmışlar belli ki... Sinekler hem dışkıların hem de kurtulmak için serilmiş balıkların üstünde uçuşuyor. Midem bulanıyor bu pislikten. Çöpler, poşetler, su şişeleri... Sonra öğreniyorum ki okyanustaki tur gemileri, çöplerini okyanusa atıyor, çöpler de kıyıya vuruyormuş. Sabah sabah görüntü ve koku beni çok fazla rahatsız ediyor, ama hala lotus yaprağı tasarımlı balıkçı teknelerini arıyorum, denizin ortasında tas gibi duran. Kalamar kurutmak için mandallarla kalamarları tellere astıkları bir atölyeye giriyorum.
|
Kalamarları temizliyorlar, bir atölyede |
|
Kalamarlar mandallarla asılıyor |
Mahalle aralarındaki sokaklarda ilerlemeye devam ediyorum ve yönümü tekrar okyanusa dönüyorum. Ev önlerinde günlük yaşam kendi ritminde. Tropikal iklim olduğu için evin içi ve dışındaki yaşamın sınırları çok belirsiz.
|
Bir Viet teyzem kapısının önünde oturmuş, yemek yiyor |
|
Evin içinde pencerenin önünde oynayan bir kız çocuğu |
Uzun yokuş aşağı bir sokak, atık suyun aktığı yol çatlak bir yol, beni sahile çıkarıyor. Yine balık tepsileri kurtulmak için seriliyor.
Ve ve evet, sahilde onlarca rengarenk lotus yaprağı gibi tekne. Balıktan hepsi yeni gelmişler, balıkçılar aile boyu teknelerin içinde ve kıyısında ağları temizliyor. Akşamdan attıkları ağları muhtemelen sabah toplamışlar, yeni, taze ve heyecanlı bir telaş. Onlarca teknede arı gibi çalışıyorlar.
|
Bu teknelerin, suda tabak gibi duran lotus yaprağından esinlenerek yapıldığını düşünüyorum |
|
Rengarenk çok güzeller, Vietnam'ın komünist bayrağı da dalgalanıyor |
|
Denizin içinde başka bir araçla deniz ürünü toplama telaşı sürüyor |
|
Bir pazar yeri dağınıklığında etraf... |
|
Tekneler ağ, ağlar deniz ürünü dolu. |
Kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu. Bir çocuk yengeci çıkarmaya çalışıyor ağlardan, kardeşi elinde çorba kasesi çubuklarla kahvaltısını yapıyor. Anne ve baba ağ temizliyor, tekneden sarkıtılmış ağlarda her çeşit deniz ürünü...
|
Çocuklar da ailelerine yardıma gelmiş sözde, biri kahvaltısını yapıyor |
|
Diğeri daha çok bir uyku mamurluğunda |
|
Sait Faik bu ağları, bu çalışkan insanları görmeliydi |
|
Envai çeşit deniz ürünü ağlarda |
|
İncelikli bir iş |
Denizin içinden bir tekneyi neredeyse on kişi omuzlarında uzun çubuklarla kaldırarak birlikte taşıyorlar. Tekneler rengarenk, insanlar şen şakrak. Akşamki yağmur ve dalga, ağlara bereket olarak vurmuş, bereket de insanların yüzüne neşe... İşte günlerdir izini sürdüğüm balıkçı yaşamı bu... Sabahın bereketinin, ışığının, tekne ve bulutların yansıdığı sahilde ortam büyüleyici.
|
Bir tekneyi kıyıya çekiyorlar, ilginç bir şekilde omuzlarda taşıyarak |
Bu yolculukta erken kalkmanın günlük yaşama dahil olma konusunda çok faydasını gördüm. Asya'da yaşam çok erken başlıyor ve en güzel telaş, sabahları... Emekçi insanların telaşları... Ben de erkenden bu telaşı yakalama telaşına düştüm.
|
Bu güzeller güzeli teknelerden bir türlü ayrılamıyorum |
|
Arkama dönüp dönüp bakıyorum, ayaklarım uzaklaşıyor ama heyecanım onlarla |
|
Köpek de payına düşeni bekliyor |
|
Bulutlar kumsala düşmüş gibi... |
Balıkçı mahallesinde bir kilise var, Fransız sömürgesi döneminden kalma sanırım. Kıyıda da Fransız mimarisine benzeyen evler. Bu Fransız esintili mahallede dolaşıyorum biraz da... Palmiyeler, taş evler, okyanusa çıkan dar sokaklar...
|
Vietnam mimarisinden oldukça farklı bir mimari |
|
İçlerinde bir yaşam belirtisi yok ama... |
|
Mavi panjurlar ne de güzel yakışmış... |
|
Bulutlu ve haşin rüzgarlı bir okyanus kıyısı |
Okyanus kıyısı boyunca yürüdüğüm yol beni, küçük bir deniz ürünleri pazarına çıkarıyor. O rengarenk, uzun antenli istakozlara bayılıyorum. Sonra o pörtlek gözlü yengeçler, renkli salyangozlar, yelpaze gibi midyeler. Hepsi birbirinden güzel, nasıl bu güzelliklere kıyılır da yenilir?
|
Kıyı boyunca böyle plastik çöplerin arasından yürüyorum |
|
Çocuklar ve köpekler de bu çöplerin arasında oynuyor |
|
Okyanus kıyısında küçük bir deniz ürünleri pazarı |
|
Pazarda satılan birbirinden güzel deniz canlıları, nasıl kıyılır da yenir bunlar? |
|
Merdivenlerden şehrin içine çıkıyorum, pazar kıyıda küçücük gözüküyor |
Öğleden sonra bir tur ile Fairy Stream'a gidiyoruz, alçak, kırmızı bir derenin içinde yürüyoruz, ağaçların arasında. Biraz ilerleyince peri bacalarına benzeyen coğrafi şekiller çıkıyor karşımıza...
|
Vietnam'da peri bacaları |
|
Bir olaylar zinciri, kayalardaki insanlar arasında |
Biraz ilerleyince kırmızı çöl tepeleri... Kırmızı, turuncu, beyaz kum tepeleri. Alçak bir vadi, bir tarafı yeşil Hindistan ceviz ağaçları, diğer tarafı çöl. Harika bir coğrafi bölge... kırmızı, sıcacık suyun içinde yürümek de çok keyifli ayrıca.
|
Kilometrelerce akan Fairy Stream'e girmeden önce ayakkabılarını çıkarman gerekiyor |
|
Bir yan çöl, bir yan orman |
|
Ayakların, tropikal ısıdaki suda sanki masajda |
|
Suyun ve kumun ayaklara uyguladığı masaj, paha biçilmez |
Fairy Stream'den çöle gidiyoruz, beyaz kum tepelerinde yürüyorum. Çölü özlemişim, çölde yürümeyi, çöl hissini... Büyük kum tepesine yürüyemesem de yürüyüşten keyif alıyorum. Gün batımını kırmızı kum tepelerinde karşılıyoruz. İnsanlar, altına aldığı bir plaka ile kum tepelerinden kayma şamatasında. Çölde omuz terazisiyle satış yapan kadınlar. Ben kalabalıktan sıyrılıp sakin bir yere geçiyorum. Bir yanım çöl, karşımda okyanus ve Hindistan cevizi ağaçları, diğer yanım gök kuşağı. Gözlerimi kapatıp algımı anda topluyorum, anı ve çölü hissediyorum. O an, evrenin raksına o noktadan Elif olarak katıldığım için evrenin sonsuz enerji döngüsüne teşekkür ediyorum.
|
Çölde giden motorlu taşıtların izleri |
|
Bu ağacın çöldeki yalnızlığı |
|
Tamamen terk edilmişlik, tamamen yalnızlık hissi |
|
Çölün ortasında bir kadın, tropikal meyve satıyor |
|
Kumulların kıvrımlarına, cenin pozisyonunda sığınası geliyor insanın |
|
Kumul tepelerindeki yalnızlık |
|
Çöl, okyanus, orman... |
Çölde kumlar üzerinde kaymayı da ilk defa görüyorum, karın üzerinde kaymanın keyfini biliyorum da... İnsanların eğlencesine bakınca keyifli bir şeye benziyor. Çölün ortasında kayarken okyanus manzarası da güzelliği...
Sabah Phan Thiet tarafına, deniz ürünleri pazarına gidiyorum. Bir abla, kurbağaların bağırsaklarını temizliyor elinde makas ile, tepside kurbağaların hepsi kan içinde.
Farklı tipte balıklar, pazarın içi yine scooter dolu. Bir amca scooter üzerinden yengeç pazarlığı yapıyor, iki yengece bakıp almaya karar veriyor.
|
Sabah, dolmuşta, yol arkadaşlarım |
|
Ayakları bağlanıp tezgaha konulan yengeçler |
|
Tatlış, sen neyi bekliyorsun? |
|
Kadınların kıyafetlerinin kumaşları ne kadar güzel |
|
Makasla derisi yüzülen kurbağalar |
Deniz ürünleri pazarından nehir boyunca yürüyorum. Yine çukur tas gibi balıkçı tekneleri, yine çok güzeller... teknelerde kızıl yıldızı görmek tarifsiz bir duygu. Birkaç balıkçı teknesi içinde, ağlarla uğraşan balıkçılar.
|
Okyanustan içeri, nehre demirlemiş balıkçı tekneleri |
|
Biçimleri ve renkleri çok güzel. |
|
Okyanusun ortasında bir tabak gibi sallanıyorlardır |
|
Biçimlerinin böyle tasarlanması ne işlerine yarıyor acaba? |
|
Viet balıkçılar ağ açıyor |
|
İşler bir hayli karışık |
Kıyılara dökülen nehirler boyunca yürüyorum. Buradaki balıkçı tekneleri bizim kültüre göre daha tanıdık ama bizimkilerden daha renkli...
|
Mavinin canlılığında... |
|
Balıkçı bir kadının kararlı adımları... |
|
Farklı biçimlerdeki tekneler, okyanustan içerilere çekilmiş |
|
Ağaçlara bağlanmış, balıkçı tekneleri |
|
Renk renk, çok güzelsiniz |
|
Farklı tipteki balıkçı tekneleri yan yana |
Halk otobüsüne binip tekrar Fairy Stream'e gidiyorum. Dün zaman darlığından ve kalabalıktan keyiflice gezememiştim. Sabah daha rahat edeceğimi düşünüyorum, daha az insan var gerçekten.
|
Tropikal bir floranın içinden yürümek |
|
Tip olarak farklı olunca benimle de fotoğraf çektirmek isteyenler oluyor |
İlginç bir coğrafya... Yeşilliğime mi şaşırsam, çöle mi, peri bacalarına mı, derenin kırmızı rengine mi, ağaçlarına mı? Dün şelaleye kadar gidememiştim, küçükmüş şelale. Derenin içinde kilometrelerce yürümek çok keyifli. Gidip gelmek bir buçuk saati alıyor. Yolda benimle fotoğraf çektirmek isteyen Asyalı kadınlar oluyor.
|
Sıcacık kırmızı dere içinden kilometrelerce yürümek |
|
Yataylamasına uzayan palmiye... |
|
Şelalenin başında küçük bir kulübe... |
|
Peri bacaları, nehrin üzerinde bir balkon gibi oluşmuş |
|
Çölden peri bacasına, peri bacasından çöle bir dönüşümü hiç düşünmemiştim |
|
Bu manzarayı çok sevdim |
Hostele dönüp çantamı hazırlıyorum, Ho Chi Minh City yolcusuyum. Yol boyu Hindistan cevizi, muz ağacı ve dragon meyvesi tarlalarından geçiyoruz. Dragon meyvesinin kaktüs gibi bir ağacı ve pembe pembe meyveleri varmış.
Sanırım kaktüs tipi olduğu için çöl toprağını seviyor. Şehre yaklaştıkça gökdelenler artıyor, sanırsın ki komünist bir ülkenin başkenti değil de kapitalizmin kalesine gelmişsin.
Ho Chi Minh City
Hostelim barlar sokağında, otobüste klimalardan o kadar donmuşum ki yatağıma varınca uyku tulumuma girip uyuyorum. Odada Meksikalı, Japon, İrlandalı ve ben dört kişiyiz ve barlar sokağında olmamıza rağmen herkes akşamın onunda yatıyor. Asya'da yaşam erken bitiyor ve erken de başlıyor.
Sabah yolumu savaş müzesine çeviriyorum. Yol boyu gökdelen inşaatları ve gökdelenler. Çok rahatsız oluyorum kentin bu görüntüsünden. Bu kapitalist mimari içinde, bir gerilla hareketinin izini sürmeye çalışıyorum. Savaş Müzesinin bahçesinde Vietlerin kapatıldığı telli kafesler... Bu kafeslerde ne oturmak ne de ayakta durmak mümkün. Sonra tek kişilik hücreler, ayaklar yatağa kelepçeliymiş mahkumların.
Birinci katta Vietnam Savaşı sırasında Vietnamlıların mücadelesine farklı ülkelerden destek eylemlerinin fotoğrafları ve her dilde destek mesajları sergileniyor. Türkiye'yi aradım ama yoktu fotoğraflar arasında. Oysa Vietnam Savaşı'na karşı muhakkak Türkiye'de de eylemler olmuştur.
Üst katta Vietnam Savaşı'nda kullanılan portakal gazının ve dört kuşak boyunca süren etkilerinin fotoğraflarla belgeleri sergileniyor. İnsanların portakal gazından dolayı vücut deformasyonlarının görüntüsüne dayanamadım, bu bölümü gezmek istemedim. Tıpkı Auschwitz kampını gezerken hissettiklerimi hissediyorum.
En üst katta savaş suçları fotoğraflanmış, bana göre savaş suçları kelime olarak yanlış bir kavram. Savaşın kendisi, bir canlılık suçudur. Vietnam Savaşı'nın sembolü olmuş fotoğraflar sergileniyordu bu katta. Kafasına silah doğrultulmuş adam, silahlara çiçek uzatan kadın, asfaltta çırılçıplak koşan kız çocuğu... Bu fotoğrafın adı "Napalm Kız"mış.
|
Napalm Kız |
|
Yüzdeki o korku |
|
Bir çuval taşır gibi taşınan ölü bir çocuk |
|
Vietnam Savaşı'nı protestolardan |
|
Böyle bir çevrede canlı olmak |
Vietnamlıların çektiklerinin ve verdikleri mücadelenin algılanması psikolojik olarak oldukça zorlayıcı. Hem Fransa'ya hem de Amerika'ya karşı zorlu bir mücadele vermişler ve kazanmışlar. O dönemdeki savaş fotoğrafçılarının de yüreğine sağlık, onların gözü ve yüreğiyle insan olmanın onurunu koruyabiliyoruz. Bu müzeyi gezerken Fransız ve Amerikalıların ne hissettiğini merak ediyorum. Ben bu müzeyi gezerken Fransa ve Amerika'ya öfkemi kontrol etmekte oldukça zorlandım.
Tesadüfen girdiğim bir Budist tapınakta bir törene denk geliyorum ama ne için yapılıyordu anlayamadım. Tapınaklarda köpekler, tavuklar... Varoluşun tüm canlılarla bütünlüğünü o kadar güzel veriyor ki hayvanların da tapınaklarda bulunması.
Oradan yönümü bağımsızlık sarayına çeviriyorum. Ama sarayda çalışma odası ve toplantı salonu dışında bir şey yoktu. İnanılmaz sade bir yapı, sanırım mücadele buradan örgütlenmiş. Oradan posthane ve Notre Dame taklidi kiliseye yürüyorum. Kilise restorasyonda olduğu için gezemiyorum. Postahanenin içinde dolaşıyorum, Fransız sömürgesi döneminden kalma. Şehirde hiçbir şey yok, inanılmaz gerginim. Ho Chi Minh'in adına yakışır bir derinliği yok bu kentin. Bu şehri hiç sevmiyorum. Orak çekiç sembolleri bile gökdelenlerin tepesinde. Bir an önce bu kenti terk etmek istiyorum, kimliksiz şehirlerden biri.
|
Paris'teki Notre Dame Kilisesi'nin taklidi, Fransız sömürgesi yapımı herhalde |
Akşam Türkiye'den kadın arkadaşlarla buluşuyoruz. Dışarıda Hint yemeği yeyip bir şeyler içiyoruz. Onlar Kamboçya'ya yola çıkıyor, ben de Can Tho'ya... Sleeping bus ile yata yata dört saat gidiyorum. Yolda hamaklı dinlenme tesisleri görüyorum, onlarca hamak yan yana dizilmiş, insanlar hamaklarda dinleniyor.
Can Tho
Hostel odasında yalnızım, oda kabin şeklinde. Duş alıp dinleniyorum. Akşam üstü hostelin sunduğu bir imkan olarak bisiklet ile Mekong kıyısına iniyorum. Oldukça geniş bir akış, Mekong Nehri, burdan sonra Güney Çin Denizi'nden okyanusa karışıyor; Laos, Tayland, Vietnam ve Kamboçya'ya can verdikten sonra. Bisiklet ile kıyıda tur atıyorum.
|
Bisiklet ile gezerken denk geldiğim göller |
Sazlardan yapılmış bir restoranda gün batımını karşılıyorum. Bulutlar, nehrin rengi, geçen yük gemileri ve teknelerdeki ışık. İnanılmaz güzel bir an, inanılmaz doğru bir yer. Gün batıyor.
|
Pırıl pırıl bir gökyüzü, rengarenk gemiler |
|
Akşam üstü gün batımı ışıklarını seyretmek için Mekong Nehri kıyısında oturduğum restoran |
Sokak yemeklerinin satıldığı karanlık bir caddede çok uygun fiyata yemek yiyorum. Yoğun trafikte bisiklet sürmeye çalışarak hostele geliyorum. İçtiğim Vietnam kahvesi beni uyutmuyor, oysa sabah beşte kalkıp Cai Rang yüzen pazarına gideceğim. Kahvenin yarattığı uykusuzluk, anksiyeteye dönüşüyor.
Sabah feribot iskelesine gittiğimde, tek başına binmem maliyet açısından pahalı olacağını bildiğim için, birilerinin gelmesini ve birlikte ücreti paylaşmamızı bekliyorum. Şansıma genç Vietnamlı bir çift geliyor, genç kadın İngilizce biliyor ve birlikte bir tekneye biniyoruz.
|
Yüzen pazara giderken kıyısından geçtiğimiz evler |
|
İnsanların suyun içinde yaşadığını düşünmek... gerçekten zor görünüyor |
|
Şaşkınlıkla izliyorum bu evleri |
|
Ev bunlar, ev... İnsanların yaşadığı... |
Kıyı kıyı gidiyoruz, nehir kırmızı akıyor. İçinde nehir bitkileri büyük yapraklı... kırk beş dakika sürüyor nehirde yolculuğumuz. Kadın arkadaş, teknelerin direklerine, o teknelerde ne satılıyorsa o sebze ve meyveden asıldığını söylüyor. Bakıyorum, gerçekten her teknenin direğinde turp, ananas ve karpuz gibi ürünler asılı. Almak istediğin şeye göre o tekneye yerleşip alışverişini yapıyorsun.
|
Teknelerin direklerine asılı sebze ve meyveler |
|
Kadınlar hem kaptan hem de satıcı |
|
Tekneyle bu teknelere yaklaşıp ne istiyorsan alış verişini yapıyorsun |
|
Nehrin içi de çöplük gibi |
|
Teknelerin direklerine bak ne satıldığını anla |
Biz de kahvaltılık çorba yapan bir tekneye yaklaşıyoruz. Arkadaşlar kahvaltı yapmak istiyor. Noodle çorbası yapan teyze, buharları savura savura çorbalarını dolduruyor. Yan teknede Hindistan cevizi satan kadın, bulaşıkları nehirde yıkıyor. Nehir içindeki koca yapraklı bitkilerle karışmış çöpler, tam bir pazar yeri dağınıklığında. Satış yapan teyzeler genelde üçgen, hasır şapkalı.
|
Tropikal meyve satan hasır konik şapkalı teyze |
|
Hindistan cevizi satan başka bir hasır konik şapkalı kadın |
|
Yol arkadaşlarım sabah kahvaltısını yapıyor ve kaptanımız |
|
Kahvaltılık çorba satan teyze |
|
Teknenin içi bir lokanta mutfağı gibi |
Pazarın etrafında, farklı farklı teknelerin kıyısında dolaşıyoruz. Sabahın erken saatinde satış yapan bu emekçi kadınları seyrediyorum. Oldukça farklı bir kültür. Neden karada değil de nehirde kuruluyor bu pazarlar, felsefesi ne? Gerçekten sıra dışı. Suyun içinde her şey daha bir perişan gözüküyor.
|
Bizi pazara götüren kaptanımız |
|
Pazarcı kadınlar |
|
Teknenin içi büyük bir sebze-meyve sepeti gibi |
|
Tekneler motorlu |
|
Birbirine yönelmiş iki hasır şapka |
|
Sırtını tekneye dayamış teyze, ne düşünüyor acaba? |
Arkadaşlar sabah kahvaltısını yaptıktan sonra nehrin bir kolunda ilerliyoruz. Pirinçten noodle yapan bir köye gidiyoruz, sulu hamuru saçta pişirip güneşe seriyorlar. Kuruyunca makinede ince ince kesiyorlar. Asya'da bütün çorbaların yapıldı ana malzeme bu noodleler.
|
Güneşte kuruyan noodle yufkaları |
|
Sebzeler ile renklendirme hamurken yapılıyormuş |
|
ve yufkalar makine ile kesiliyor |
|
Noodle sebze, et ve deniz ürünleri ile karıştırılarak yapılıyor |
Tekrar Mekong Nehri'ne çıkıyoruz. Teneke evlerden insan manzaraları... bir kadın nehirde çamaşır yıkıyor, bir başka kadın evinin önünde nehir suyunda bulaşık yıkıyor, başka bir adam evin önünden nehre işiyor. Asya'da erkekler her yere rahat işiyor, bunu bir o kadar da doğal ve akan sosyal yaşamın içinde yapıyorlar ki. Mekong Nehri her derde deva. Baraka gibi evlerde yaşam, yoksulluğun resmi...
Diğer bir durağımız meyve bahçesi. Muz, Hindistan cevizi ve turunç ağaçlarından büyük bir bahçe, çıkışta çeşit çeşit meyve ikram ediyorlar.
|
Nehir kıyısında duraklarımızdan bir başkası; tropikal meyve bahçesi |
|
Drogan meyvesi |
Son olarak da Hindistan cevizinden şeker üreten bir atölyeye gidiyoruz. Hindistan cevizli şeker ve kurumuş kurbağa ikram ediyorlar. Kurbağalar yavruyken kurutulmuş ve paketlenmiş.
|
Kurbağa da dahil farklı hayvanların kurutması, ikram olarak |
Arkadaşlar inanılmaz tatlıydı, her şeyi anlatıp tattırmaya çalıştılar. Nehrin ortasında benzin istasyonundan benzin alıp yolumuza devam ediyoruz.
Öğleden sonra bisiklet ile on kilometrelik bir dairede, şehir içindeki tapınakları, o yoğun trafikte gezmeye çalışıyorum. Tapınaklardaki Buda heykelleri hep Happy Buda heykeli, beni rahatsız eden bir tasvir. Ong Temple bayılıyorum, küçük, karanlık, içinde yoğun bir tütsü kokusu... ve uzun telden konik şekiller süslüyor tapınağı. Muhteşem bir ruhani atmosfer var, bayılıyorum burdaki ruha.
|
Ong Temple, Asya yolculuğum boyunca gördüğüm en ruhani tapınak |
|
Yoğun tütsü kokusu insanı derinlere çekiyor... |
|
Bir de tavandan sarkan spiral konik şekiller |
|
Ahşap süslemeler de tapınağa derinlik veren başka güzellikler |
Gün batımında Mekong Nehri kıyısındaki sazdan yapılma restorana gediyorum, biramı söylüyorum. Yine bulutlar, ışık, gemi, tekne geçişleri... Hafif yağmur çiseliyor, sararmış yapraklar etrafta, sanki bir sonbahar havası, harika bir atmosfer.
|
Vietnam yolculuğum bir akşam üstü hafifliğinde bu kareler ile bitiyor |
|
Nehirdeki gün batımı ışıkları ve hareketlilik |
Sabah beşte Kamboçya için yollardayım, otobüs döküntü, esmer bir kadın ve adamla sevgi dilinde gülümsüyoruz. Bir ara uyumuşum, kahvaltıya çıkıyoruz, otobüs firmasının ısmarladığı. Kamboçyalı bu aile ile birlikte kahvaltı yapıyoruz. Bana ellerinden geldiğince yardım ediyorlar. Muavin sınırda işlemleri yapıyor, inanılmaz kolay bir geçiş oluyor benim için.
|
Turuncu; otobüsle gittiğim, yeşil; gezdiğim kentler |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder