21 Haziran 2025 Cumartesi

Annapolis / Maryland / USA

9 Ağustos 2020

Türkiye’ye dönmeden önce, Amerika’daki bir yıllık yaşamımın son günlerinde ve Covid-19 pandemisinin ortasında toplumsal hayata ufak bir katılım denemesi yapmak istedim. Yaklaşık altı aydır, hiçbir sosyal çevreye dâhil olamamış, kalabalıklardan bilinçli olarak uzak durmuş, devasa bir şatoda yalnızlığı seçmiştim. Açık söylemek gerekirse Amerika’nın tamamen piyasa temelli sağlık sistemine yakalanmaktansa yalnızlık bana çok daha mantıklı görünmüştü.

Bir değişiklik yapmak istedim ve yaşadığım yere yaklaşık bir saat uzaklıkta, Atlas Okyanusu kıyısındaki küçük bir sahil kenti Annapolis’e doğru yola çıktım. İlk izlenimim, klasik bir Amerikan sahil kasabasında karşılaşmayı beklediğim türdendi: düzenli, pastel renkli şirin evler, okyanus kıyısında salınan yelkenliler, kuş cıvıltıları, sevimli sokaklar ve turistlerin ilgisini çeken dükkanlar...

Atlas Okyanusu konusunda bir sahil kasabası


Denize doğru inen sıra sıra şirin evler


Denizden yokuşa dizilmiş evler


Altları kafe olan butik yerleşim yerleri


Çatı katlı evler


Araya sıkışmış bir evin sevimliliği


Ahşap kaplı rengarenk evler

Ancak Amerika’da bir şey görüp sadece “ne kadar güzelmiş” deyip geçmek çok zor. Eğer ki gördüğünüz o “şey” hakkında bir soru sormaya başlarsanız, ikinci sorunun cevabında, sizi çoğunlukla 500 yıllık kolonyalizm ve şiddet dolu bir tarih karşılar.

Bugün de öyle oldu. Bir dükkanın vitrininde gördüğüm seramik işine takıldım. Renkleri, deseni hoşuma gitti. Ama detayına baktıkça fark ettim ki bu desenler, aslında bölgede yaşamış yerli kabilelerin geleneksel motiflerine ait. Yerlilerin motifleri, günümüzde hediyelik eşya satan bir dükkanın vitrininde, estetik bir obje olarak satılıyordu. Biraz araştırınca öğrendim ki Annapolis’in kurulduğu bu kıyı, birçok yerli kabilenin yaşadığı topraklarmış. Ingilizler, bugün yatların süzüldüğü bu kıyıya ayak basmış ve büyük bir katliamın ardından bu sahil kasabasını inşa etmiş.

Yaz yağmuru sonrası iskelede hareketlilik

İnsanların deniz kenarında hareketliliği


Yatlar denizde, açılmayı bekliyor

Evet, evler çok sevimli… Ama ne yazık ki bu şirinliğin kökeninde yerlilerin çığlıkları yatmaktadır. Bu gezi deneyimi bana, neden altı ay boyunca kendimi eve kapattığımın cevabını bir kez daha verdi. Çünkü burada sosyal yaşamda gördüğüm, duyduğum, karşılaştığım herhangi bir şeyin biraz altını kazıdığımda, ya yerli halkların ya da siyahilerin acıları, yok oluşları ve dışlanmışlıkları çıkıyor. Ve bu hikayelere dayanabilmek, güçlü bir psikoloji gerektiriyor.

Öte yandan, şehirde COVID-19’a dair herhangi bir önlem fark edilmiyordu. Yaşça risk grubunda sayılabilecek birçok kişi bile maskesiz dolaşıyor, tarihi evlerin gölgesine kurulmuş açık hava restoranlarında insanlar kahkahalar eşliğinde yemek yiyor, virüs, neredeyse kimsenin umurunda değildi.

Ben de bir bara oturuyorum, için bir bara geçiyorum. Duvarlar tuğladan lambalar vitraydan yapılmış, insanın içini sarmalayan bir ortamı vardı.

Ortamın güzelliğine... Özellikle vitray lambalar


Pandemiden dolayı iç mekanlar boş

İç mekanda kimse olmamasına rağmen ben maske takmaya devam




22 Mayıs 2025 Perşembe

Kuzey Amerika'yı Keşif 9: New Orleans

25 Şubat 2020 


Arizona'dan New Orleans'a gitmek için birkaç kentten aktarma yapacağım, ilk aktarma yapacağım kent Albuquerque'de otobüsü bir hayli bekliyorum. Ucuz bir otobüs şirketi olduğu için hareket saatlerine çok fazla uyulmuyor açıkçası. Otobüse bindiğim gibi sızmışım. Albuquerque’den Dallas’a gitmek için Amarillo adlı bir kentten de aktarma yapacağım. Sabah Amarillo’ya varıyoruz ancak sabah 7'de kalkması gereken otobüs, 11'de kalkacak. Dört saat otobüsü beklerken İsrailli bir kadınla arkadaşlık yapıyorum, Amerika’nın ne kadar pis olduğundan yakınıyor o da. Bu yolculuk sürecinde ben de Amerika'nın pisliğinden inanılmaz tiksindim. 


Dallas’a giden otobüse aktarma yapar yapmaz direkt uyuyorum. Nereden geçiyoruz, ne yapıyoruz hiç bir fikrim yok. Dallas’a geldiğimde de New Orleans otobüsü kalkmak üzere, hemen ona biniyorum. Tüm gece uyumuşum yine. Sabah kalktığımda Mississippi Nehri üzerinden geçiyorduk. Oldukça geniş bir nehir yatağı ve üzerinde koca koca cruise gemileri... 


Önceden ayarladığım hostele, kentin içiden yürüyerek gidiyorum. Yürüdüğüm güzergahta, Mardi Gras festivalinin geceden kalma kargaşası var. Hostele gidip kahvaltımı yapıp biraz dinlendikten sonra kalabalığa karışıyorum ben de. Grupların yürüyüş kortejleri, tören arabaları geçiyor, ilginç kostümlerle tören arabasının üstünde halkı selamlayanlar, kenarda bekleyen kalabalığa boncuk, maskot ve oyuncak fırlatanlar ve sokakta geçiş törenini izleyen insanlar, atılanları yakalamak için birbiriyle yarışıyor, bağırıyor, çağırıyor, dans ediyor, içiyor. Onlarca tören arabası geçiyor ama hepsinin kenardaki seyircilere attıkları şey aynı. 


Dans ederek ilerleyen kortejler


Siyahilerin kortejleri







İtalya’daki Venedik Karnavalı, Brezilya’daki Rio De Jenerio  Karnavalı ve New Orleans’taki Mardi Gras festivali hep aynı inanışta kökleniyor. Katolik Hristiyan inancına göre Paskalya orucundan önce çılgınlar gibi yemek, içmek ve eğlenmekmiş amaç.


Karnaval kostümleri

Karnaval neşesi

Kostümün başlığının güzelliği

Karnaval duygu karmaşası: Gülmenin hüznü

Ya hüzünlü bir palyaço

Gerçek ve maske: Gülümseme ve hüzün

Karnaval alanında her taraf pis, çöpler ile karnavalda atılan nesneler birbirine karışmış. Sokakta pişen etler, sucuklar, sosisler… Bağıra bağıra konuşup gülerek içenler… Esrar kokuları… Bir anlam çıkaramadım. Yerler, atılan nesnelerle dolu ama amaç niyeyse atılanı havadayken kapabilmek, ellerinde onlarca boncuk kolye olmasına rağmen. Anlamsızlığın anlam olduğu bir ülkede, anlam aramaktan gerçekten yoruldum. Bir anlamsızlık, bir hayal kırıklığı duygusu içinde hostele dönüyorum.

Havada kapılan ve boyna asılan boncuklar... Bir de Amerika'nın obezite sorunu


İskeletlere bile festival kolyesi asmışlar


Dekor olarak masklar

Yatağıma uzandığımda buraya neden geldim duygusu beni esir alıyor. İçimde koca bir boşluk, Amerika'nın anlamsız kentler ve anlamsız günlük yaşam alışkanlıklarının yarattığı boşluk duygusuyla cebelleşiyorum yine. 


Covid-19 pandemisinin Amerika’da da yaygınlaştığı haberleri beni kaygılandırıyor. Geceyi hostelde ve yatakta geçiriyorum kalabalık bir odada… Öksüren, hapşıran gezgin oda arkadaşlarıma bir de festivalden sarhoş gelen birinin, odanın ortasına kusması ekleniyor. Onun etrafı temizlemesinin gürültüsü patırtısı içinde geçiyor gece. 


Sabah kahvaltı yapıp dışarı çıkıyorum amacım Mississippi Nehri’ni görmek ve kıyısında yürümek. New Orleans sokakları gerçekten kırık dökük ve çok pis. Nehire ulaştığım yerde büyük birkaç cruise gemisi çıkıyor karşıma. Sonra büyük bir alışveriş merkezi, gazino ve nihayet nehre ulaşıyorum. Nehir geniş bir yatakta, çamurlu bir şekilde akıyor. Halkın, nehir ile çok bir bağlantısı kalmamış gezdiğim yerlerde ve Mississippi Nehri’nin Jazz ve Blues’a verdiği ilhama dair herhangi bir iz ve nehrin etrafında beklediğim romantizmi de bulamıyorum  ve bu nehir ile ilgili kurduğum hayaller de tuzla buz oluyor.

Mississippi Nehri üzerinde bir feribot

Kilisenin olduğu büyük bir meydana geliyorum. Kilisede Paskalya kutlama hazırlıkları var, insanlar alınlarına kül sürmüş. Meydanda bir şeyler satanlar, dans gösterilerisi yapanlar...



Bourbon Sokak'a gidiyorum. New Orleans’ın müzikle ilgili  meşhur sokağı. Sokakta müzik yapanlar, Jazz ağırlıkta barlar ama sokaklar inanılmaz pis. Evsiz insanlar kaldırımlarda, genelde köpekleriyle takılıyor. Jazz müzisyenlerinin hali perişan görünüyor, Jazz ve Blues’un bu kadar köklü tarihinin olduğu bu yerin, bu kadar sefil görünmesine çok üzülüyorum. 




Barlardan birine oturmak istiyorum ama her yer pis ve izbe. Barlarda çok güzel gruplar var ama ortam inanılmaz kötü.


                                           

Bourbon Sokak’ta, Fransız evlerini izleyerek geçiriyorum günü. New Orleans, Fransız sömürgesi, o yüzden mimari, Fransız mimarisi. Yürüyerek hostele geliyorum, yol boyu bu kente niye geldim sorusunun boşluk duygusundan çıkamıyorum. New Orleans, Mississippi Nehri, Jazz ve Blues’a dair kafamda bambaşka bir yaşam hayal etmişim, maalesef hiçbir beklentim karşılanmıyor bu ülkede.


Fransız sömürgesi olan New Orleans'ta Fransız esintisi

Balkon bitkileri ile Fransız mimarisi de çok yakışmış birbirine

Rengarenk ahşap kapılar

New Orleans'ın geleneksel mimarisi

Hostelin önünde balkonda oturup çay içiyorum. Normalde iki gün sonraya aldığım otobüsümün biletini bir gün öne çekiyorum, bu şehirde yapacak bir şey bulamadığım ve büyük bir hayal kırıklığı ile baş etmekten yorulduğum için. Bir gün daha zaman öldüreceğim bu kentte. Sabah, New Orleans’ın meşhur yer üstü mezarlıklarına gidiyorum. Eski bakımsız, sıvaları dökülmüş mezarlar. 


Toprağın altına değil üstüne gömülen ölülerin evleri

Üst üste gömülen ölüler

Bir oda görünümünde mezarlık


Meksika kültüründe de yer üstü mezarlıklar önemli ama çok daha bakımlı


Kapılarıyla tasarlanmış oda şeklinde mezarlar

Bourbon Sokağı’nın sonundaki Jazz müzesine gidiyorum. Küçük bir  yer ama keyifli, Washington Dc'deki enfes Afrikan Amerikan müzesinin yavrusu gibi. 



Louis Armstrong'un ilk kornet enstrümanı


Jazz tarihinde başka önemli bir enstrüman


Yaşlı bir korno müzisyeninin tasviri


Öylesine sıradan Siyahi bir jazz ustası ve eşi


Bir barda çalan Jazz müzik grubu tasviri

Bir jazz balosu tasviri

Bourbon Sokağı’nda bir tur atıyorum son son. Los Angeles'ta Hollywood Bulvarı ve New Orleans'ta Bourbon Sokağı’nın öğütülmüş insanların mekanı haline gelmiş, ikisi de insan çöplüğü.


Bakışlarında bile kaybolmuş bir evsiz


Bir apartman girişinde köpeğiyle uyuyan  başka bir evsiz

Tekrar hostelin yolunu tutuyorum. Sabah yolculuk olduğu için eşyalarımı toparlıyorum, sabah erken yola koyulacağım. Sabah erkenden yola çıktığımda, sokaklar ve köprü altlarına çadırda kalan evsizler, çadır dışında oturanlar, etrafa saçılan eşyalar görüyorum. Bu tablo, psikolojimi olumsuz etkiliyor.


Otoyol altlarında evsizlerin çadırları


Çadırların karşısında devasa gökdelenler


Küçük çadır kentler kurulmuş resmen

Otobüste uyuyorum, otobüs yolculuklarını genelde uyuyarak geçiriyorum. Atlanta’da aktarma yapacağım ve üç-dört saat zamanım olacak. Atlanta'da bir deniz ürünleri restoranında yemek yiyorum, etraf yine bir sürü evsiz. 


Otobüste öksüren insanlar, beni tedirgin ediyor. Bu yolculuğu Covid-19 virüsü kapmadan atlatabilirsem çok sevineceğim, virüs kapmış  olma ihtimalim beni çok fazla kaygılandırıyor. Otobüste uyumuşum yine ve sabah Washington DC’de uyanıyorum. Gezdiğim ve çok fazla heyecan duyduğum milli parklar dışında, kentlerde yaşadığım depresyon duygusunun bitmiş olmasına çok seviniyorum.






29 Nisan 2025 Salı

Kuzey Amerika'yı Keşif 8: Kingman, Santa Fe, Taos

20 Şubat 2020


Kingman 


Amerika'daki ulusal parkları gezmek için Çin ve Polonya'dan gelen arkadaşlarım, Las Vegas'tan kendi ülkelerine uçtuktan sonra ben de görmek istediğim birkaç kente yalnız devam ediyorum.  Vegas'tan otobüs ile Kingman kasabasına yola çıkıyorum. Birkaç saatlik bir yolda otobüste uyuyakalmışım ve otobüs Kingman’ı geçmiş.

 

Amerika’da otobüslerde koltuk numarası yok, yiyecek içecek servisi yok ve muavin de yok. Şoför, oturduğu yerden gelinen durağın adını söylüyor, durak da bir terminal veya otogar değil, bir sokak veya bir benzin istasyonu oluyor genelde. Uyanıksan iniyorsun ama uyuyorsan birisi gelip seni koltuğundan kaldırmıyor. Ki ben de uyumuşum ve ineceğim Kingman kasabasını kaçırmışım. Fark ettiğimde şoförden beni bir benzin istasyonunda indirmesini istiyorum. Bir benzin istasyonunda beni bırakıyor.


Uber’den Kingman'a taksi fiyatı bakıyorum, $60 gösteriyor. Benzin istasyonunda, benzin almaya gelen insanlara, beni Kingman kasabasına bırakıp bırakmayacakları konusunda ricada bulunmaktan başka da bir seçeneğim yok gibi. Birkaç kişiye soruyorum, genelde çift olmasına veya arabanın içinde bir kadın olmasına özen gösteriyorum. Ricalarım genelde geri çevriliyor, insanlardaki güvensizlik duygusunu seziyorum, genelde Amerikan toplumunda yabancıya karşı bir paranoya söz konusu, bunu tedirgin davranışlarında anlıyorum insanların. Hoşgörülü bir kadın, beni aracına kabul ediyor, tatlı hoş sohbet bir çifte denk geliyorum şans eseri. Sağ olsunlar, beni, Kingman tren istasyonuna kadar bırakıyorlar.


Tren istasyonu kapalıydı, gece onda açılıyormuş yani tren gelmeden birkaç saat önce. Oysa sırt çantamı tren istasyonuna bırakır ve gün içinde rahat gezerim diye düşünmüştüm. Tren garının arkasından geçen, tarihi yol Route 66'da bir işletmeye bırakmaktan başka bir şansım yok. İçi oldukça köhne bir bar bulup barda çalışan genç kadından rica ediyorum, çantamı bırakma konusunda kadını zorla ikna ediyorum. Üç beş erkek müşteri var barda. 


Çıkıp Rota 66'dan gezmek ve bu tarihi yolu, bir kez de Kingman kasabasında hissetmek istiyorum. Rota 66’ya dair  duvar çizimleri kasabanın farklı yerlerinde. 66’nın Chicago’dan Los Angelas’a uzanan güzergahı bir duvara  haritalanmış. 


Tarihi 66 Rotasının hangi eyaletlerden geçtiğini gösteren bir duvar resmi

Tarihi 66 Rotasının üzerindeki kent ve kasabaları gösteren bir duvar resmi

Bu rota, Amerika'nın tarihinde yoksul, ezilen insanların umutla yola düştüğü bir rota, yani Amerikan toplumuna dair bir umut rotası. 1929- 1932’de, toz fırtınalarıyla gelen kuraklığın yarattığı  büyük bir buhranla insanlar,  California madenlerinde çalışmak hatta yeni yurtlar aramak için bu yolu takip etmiş. Kingman, Rota 66 üzerinde bulunduğum üçüncü gezi noktam oluyor. Los Angeles’ta Santa Monica, Arizona’da Winslow ve yine Arizona'da burası Kingman kasabası, tarihi Rota 66 üzerinde gittiğim kentlerdi. Bu tarihi yolun ruhunu, farklı eyaletlerde farklı noktalarda koklama fırsatım olduğu için kendimi şanslı hissediyorum.  Kingman kasabasında tarihi yolun üstünde kapanmış hoteller, işleyen tamirciler, berberler, çamaşırhaneler… 


Tren garındaki su depolarına yazılmış bir hoş geliş yazısı

Kasabadaki tüm işletmelerde Rota 66 amblemi bulunuyor, bir kuaför dükkanı


Bir tamirci tabelası


Bir restaurant tabelası

Kingman oldukça küçük bir kasabaymış, saatlerce burada ne yapacağımı bilmiyorum. Gün boyunca oturmak için bir bar buluyorum, sahibi bir kadın, oldukça yardımsever, bana barda yer ayarlıyor ve tren garı açılana kadar orada oturabileceğimi söylüyor. Bar masasının etrafında insanlar kimi çift kimi erkek. Beyazların hakim olduğu bir bar, bar masasının üstüne asılmış devasa ekranlar. Beyazların barları oldukça popülist, erkek egemen,  kadınlar da erkeksileşmiş ve genelde de futbol maçı izleniyor.

Gece saat onda, tren garı açılınca garın bekleme odasına geçiyorum. Bekleme odasında, yirmi yaşlarının başında genç bir kadın. Tren ile ilgili bir soru soruyorum, cevap vermiyor bana. Çantaları bir yığıntı halinde. Bir süre sonra kendi kendine konuşmaya başlıyor. Gencecik ve kayıp bir kadın daha Amerikan toplumunda. Uzun bir süre, bekleme odasında yalnız kalıyoruz bu kadınla ve kendimi genç kadının davranışlarını gözlemlemekten alıkoyamıyorum. Genç kadının pantolonu belinden düşüyor, pantolonunun arkasında kocaman bir regl kanı, üstü başı pislik içinde. Elektronik sigara içiyor ara ara, sonra dışarı çıkıp gerçek sigara içiyor, sonra çantalarını çöpe boşaltıyor, kendi kendine gülüyor ve konuşuyor. Kadının ruh halini, bir sünger gibi çekiyorum ve ben de inanılmaz gerginim. Neyse ki yavaş yavaş yolcular gelmeye başlayınca ben de bu durumla baş etmekten kurtuluyorum. Bu defa her gelenin bakışı onun üzerinde. Bekleme salonunda tuvalet var, dışarıdan gelenler de kullanabiliyor bu tuvaleti. Bazıları obez ve akülü arabasıyla tuvaletin içine kadar giriyor. Dört saat, dört metrekarelik bu bekleme odasında, akıl sağlığı bozuk ve obez insanların sorunlarına tanıklık ederek geçiriyorum, dolayısıyla da ruh halim bu sorunların etkisiyle olumsuz etkileniyor. 

Arizona eyaletindeki Kingman kasabasından New Mexico eyaletinde Santa Fe kasabasına gitmek için trene biniyorum ve biner binmez de uyuyorum. Gün aydınlanırken oturma salonuna geçip etrafı izliyorum, çay içmek için trenin alt katındaki kafeteryaya indiğimde bir kadın gitar çalıyordu, ben de çayımı alıp yanına oturuyorum. Ağaçlar akıyor pencere önünden dışarıda, içeride ise gitar notaları... 

Santa Fe’ye gitmek için bir tren istasyonunda iniyoruz.  Tren istasyonun etrafında dolaşırken kasabadaki kerpiç evleri ve asılı kırmızı biberleri görüyorum. Santa Fe, New Mexico eyaletinde bir kent ve Amerikan kültüründen ziyade, Meksika kültürü var ve ben biraz da Anadolu'nun atmosferini hissediyorum kerpiç evlerle. Hava oldukça soğuk, istasyon içinde bir restaurant ve bir bar var, ısınmak ve bu küçük istasyondan Santa Fe'ye nasıl gidebileceğimi öğrenmek için içeri giriyorum.


İstasyon etrafındaki kerpiç binalar


Kurutulmak için asılmış biberler, ahşap merdiven ve kerpiç ev


Kerpiç doku nasıl da hoş, betondan sonra oldukça estetik görünüyor


Tren istasyonunda renkli, şirin bir vagon


Tren istasyonunda şirin bir bar


Ben de yeni arkadaşlarla barda bir bira içimlik takılıyorum

Restoranda çalışan kadın, barda takılan müşterilere, Santa Fe’ye aracıyla gidecek birileri olup olmadığını soruyor ve gidecek olanlardan beni, Santa Fe'ye bırakmasını rica ediyor. Barda oturan bir kadın, beni götürebileceğini söylüyor,  Ben de kadının yanına bar masasına oturup bir bira söylüyorum, muhabbete başlıyoruz kadınla. Evi bu civardaymış, kendisi takı işi ile uğraşıyormuş. Tren garındaki bu bara, trenle kasabaya gelen ilginç insanlarla tanışmak ve muhabbet etmek için geliyormuş. Tıpkı o an benimle tanışıp muhabbet etmekten keyif aldığı gibi. Tatlı bir kadın, kendisini sosyalist olarak tanımlıyor. Trende birlikte geldiğimiz ve tren kafeteryasında gitar çalan kadın da etrafımızda, barda da gitar çalmaya devam ediyor. 


Biralarımız bitince bardaki gizemli kadın, beni Santa Fe’de Couchsurfing’ten ev sahibime bırakıyor. 


Santa Fe

Eve geldiğimde Couchsurfing'ten arkadaşlar evde yoktu ve anahtarı benim için bahçede bir yere bırakmış. Kedileriyle biraz vakit geçirip çantamı bırakıp şehir merkezine doğru yürüyorum. Kerpiç evlerden oluşan mahallelere baka baka şehir merkezine yürüyorum. Hava çok soğuk ve ben merkeze vardığımda hava kararıyor. Bir pizzacıda pizza yiyip karanlıkta şehri algılamaya çalışıyorum ve çok geç saate  kalmadan eve dönüyorum. 


Meksika sınırındaki New Mexico eyaletinde mimari yapı

Gün batımı ışığıyla rengi kızıllaşan şirin kerpiç evler


Kerpiçle birlikte kompoze edilen ahşap kapı ve pencereler


Boyanmış ahşaplar, kerpiç dokuya çok yakışıyor


Bu gerçekten Anadolu'dan bir kare gibi

Bir hotelin önünde geleneksel at arabası dekor olarak konulmuş 


Kerpiçten bir hotel


Ahşap, kerpiç, kurutulmaya bırakılmış kırmızı biber

Eve geldiğimde Fransız ev sahibim Elodi evdeydi. Onlar da Amerika'ya eşiyle birlikte Fransa'dan post-doktora yapmak için iki yıllığına gelmiş. Birlikte yemek yapıp yiyoruz. Kediler etrafımızda ve uzun zamandan sonra kedilerle birlikte olmanın mutluluğu içindeyim. Yorgunum, bir artı bir evde, salonda yatıyorum, gece boyu kedilerin yanıma gelmesini bekleyerek.


Trende birlikte geldiğimiz ve tren kafeteryasında gitar çalan kadın ile haberleşip birlikte Taos'a gitme kararı alıyoruz. Sabah Fransız arkadaşlarla kahvaltı yapıp Toas’a çıkıyoruz. Yolda sohbet, muhabbet tatlı bir kadın arkadaş Cherry, San Fransico'da şarap işiyle uğraşıyormuş. Taos’a gitmeden bir vadiye kurulmuş mühendislik başarısı bir köprüyü görmeye gidiyoruz.  Derin bir vadiyi birbirine bağlayan bir köprü,  estetik değil ama mühendislik abidesiymiş her nasılsa.


Yine volkanik yapılı bir vadi


Nasıl mühendislik harikası ise...

Arkadaşım yola çıkmadan önce bir çocukluk arkadaşı ile buluşacağını söylemişti. Arkadaşı köprüye geleceğini söylemiş, bir süre arkadaşını bekliyoruz köprünün yanında. İkisi San Francisco'daki Çin mahallesinde büyümüş. Benim de gittiğim ve çok sevdiğim bir mahalleydi San Francisco’da. Arkadaşının babası bu mahallede papazmış.


Arkadaşı geliyor, yine kafayı çizmiş başka kırık bir tip. Asyalı,  karizmatik olduğunu düşünen, kafası da oldukça güzel, gelir gelmez de hep birlikte ot içmeyi teklif ediyor. Kafası tam anlamıyla gitmiş, konudan konuya atlıyor, küfür ediyor, kurttan kırma bir köpeği de var yanında. Babasının neden Hristiyan olduğu ile hesaplaşıyor monolog şeklinde. Amerikan yerlilerinin konusu, beyazların tarihi, insanlık tarihine dair bütün konular zihninde birbirine girmiş durumda. Bir bilinç akışı, bir öfke patlaması ve bir ağlama krizi şeklinde devam eden monoloğa tanıklık ediyoruz. Bu kafası gitmiş ve nerdeyse bizi iki saattir esir alan erkeğin yarattığı bu monologsal ortamdan kurtulmak ve bir an önce Taos’a gitmek istiyorum.  Neyse ki yemeğe gitmeye karar veriyor iki arkadaş da şehre gidiyoruz ve ben ayrılıyorum onlardan. 


Taos

Taos, Rocky dağlarının güney eteklerine kurulmuş şirin bir kent, dağlara giden birçok yürüyüş rotası var. Taos da Santa Fe gibi kerpiç ve dağlar arasında... Kerpiç-seramik, kerpiç- ahşap kapı ve pencere, kerpiç-kar, kerpiç-kedi, kerpiç- çit gibi çok güzel ayrıntılar var kentte.


Şu evin güzelliğine hele...


Kerpiçli kompozisyona kuru çiçeklerin güzelliği de ekleniyor


Kıyıda köşede kalmış karlar


Ahşap kapının estetiği 

Kurutulmaya bırakılmış kırmızı biberler


Ahşap merdivenler bir bana mı çok manidar geliyor?


Kerpiç bir kilise


Kerpiç bir kompleks

Kerpiç evlere ve dükkanlara giriyorum. Kentte el işlerinde ve görsel materyallerde bir yerli kültürü hakim. Kerpiç evler, etraflarındaki ahşap merdivenler, kurutulmak için asılmış kırmızı biberler,  dokuma tezgahları… Bana etraftaki her şey Anadolu kültürünü çağrıştırıyor. Meksika kültürüyle Anadolu kültürünün birbirine ne kadar da benzer olduğunu fark ediyorum.  Birkaç saat şehirde dolaşıyorum, mümkün olduğunca el sanatları dükkanlarını gezmeye çalışıyorum. 

Bir sanat galerisi

Yerlilerin portreleri

Bir yün sarma tezgahı


Frida Kahlo papağanlarla


Seramik işler


Yerlilerin totem figürleri

Santa Fe'ye dönmek için de otobüs buluyorum. 2100 metre dağların arasındaki çöl kenti Santa Fe’ye geliyorum, hava inanılmaz soğuk. Doğru eve gidiyorum, sıcak küçük bir ev. 


Santa Fe

Santa Fe’yi doğru düzgün gezemediğim için son günümde de bu kenti gezmeyi istiyorum. Sabah kalktığımda lapa lapa kar yağıyor. Kar yağışında çıkıyorum dışarı, otobüsle şehir merkezine gidiyorum. Dışarıda kar yağıyor, kerpiç mimari ve kar da birbirine yakışan enfes bir ikili oluyor.


Kerpiç ve kar

Binanın güzelliğine...

Halk kütüphanesi bile kerpiç

Kerpiç mimari, çok fazla el sanatı, sanat ve zanaat işleri var. Yerlilerin portreleri hakim sanat galerilerinde. 


Yerlilere dair kara kalem çalışması


Yağlı boya yerli bir portre


Yerlilerin fotoğraflarından bir kolaj


Oldukça basit resmedilmiş bir yerli kadın

Manidar yerli heykel anlatıları da var, bilgece tariflenmiş. Galerilerin birinde bir heykelde yerlilerin kumar ile ilişkisi anlatılmış, inanılmaz sinir bozucu bir anlam. 

Oldukça hoş bir yerli heykeli


Bir yerlinin gazino kültürüyle tasviri... Beyaz Adam ihrençsin...

Birkaç müzeye giriyorum. Çağdaş Amerikan yerli sanatçılarının güncel eserlerinin olduğu bir müzeyi geziyorum. Sinirlerimi bozan  başka bir eserle daha karşılaşıyorum. Çizilen yerli çadırlarının üzerine Ikea yazılmış. Bu ne anlama geliyor bilemedim açıkçası. 


Yerli çadır tasviri ama üzerinde Ikea reklamı

Kar yağışı altında şahşahalı bir kiliseye gidiyorum. Pazar günü ve ayin var, içeri girip ayine katılmam mümkün olmuyor, girişteki pencereden içeriyi seyrediyorum. Bu devasa kilisenin avlusunda da Hristiyanlaştırılmış bir yerli kadın heykeli, elinde kuş tüyü ve bu kuş tüyünün arasından sarkan bir haç… Tebrikler Beyaz Adam, misyonerlik görevinizi burda da yapmışsınız. Bu Hristiyanlaştırma motiflerinde yerlilerin kullanılması.   


Santa Fe'nin tarihi bir kilisesi

Kilise bahçesinde Hristiyanlaştırılmış, elinden bir haç sarkan yerli tasviri

Bir müzede, Navajo Kabilesi’nden Michelle Tsosie Sisneros adlı bir ressam, kız kardeşlik temalı çizimlerini görüyorum, hepsi harika gerçekten. Kızkardeşlik duygusunu çok manidar çizmiş. 


Kadınların saç modelleri, elbiseleri nasıl da güzel tasvir edilmiş

Sanki kızkardeşlik duygusu içinde uçuyorlar

Elbiseleri yerli desenleriyle bezenmiş

Kadınların birbirine sarılışları ve aralarındaki bağ


Dayanışma ve direnç

Son otobüs ile eve dönüp çantamı topluyorum. Ev sahibim Fransız  çiftle birlikte akşam yemeği hazırlıyoruz, birlikte yenen bir akşam yemeği sonrası ben yola çıkıyorum. Santa Fe’den trenle iki saatte Albuquerque’ya gidiyorum.



Annapolis / Maryland / USA

9 Ağustos 2020 Türkiye’ye dönmeden önce, Amerika’daki bir yıllık yaşamımın son günlerinde ve Covid-19 pandemisinin ortasında toplumsal hayat...