18 Şubat 2017 Cumartesi

tren ve tren istasyonlarını gezmek; Ankara, Zonguldak, Sivas, Samsun




Otobüsten
                               

Trene

05/08/2008

Bu defa yolculuğun tekerleğinin döndüğü yer Haydarpaşa değil. Otobüsle İstanbul’dan çıkıyorum, Ankara Gar’dan 23.00’te kalkacak olan Karaelmas Ekspresi’ne yetişmem gerekiyor. Sabah, güne erken başladığım için otobüse biner binmez uyumuşum. Gözümü açtığımda İzmit’in Dilovası İlçesinden geçiyorduk. Dilovası, sanayi bölgesinde yer alıyor. Üretim yapan fabrikalarda arıtma tesislerinin yeterli bir şekilde kullanılmamasından dolayı zehrin bulut olarak havada uçuşup ciğerleri doldurduğu ve son dönemde kanser vakalarının en fazla arttığı yerlerden biri. Dilovası; denizinden toprağına, karıncasından insanına kadar sanayileşmenin kangrenleşmiş bir sorunu olarak karşımızda duruyor. Hereke’den geçiyoruz, Hereke’yi neden bu kadar seviyorum diye düşündüğümde sanırım el emeği halılarıyla bilinen, tanınan bir yerleşim yeri olması beni etkiliyor.

Akşamüstünün ışığı tüm doğaya hâkim olmuş durumda. Denizin rengi bir başka güzel, kentlerin rengi bir başka hoşlukta. Otobüsün penceresinden görünen doğa tamamen pastel renklere bürünmüş. Işık, ışığın yaratmış olduğu renkler, deniz beni sarhoş ediyor ve bu sarhoşlukla bedenimi otobüs koltuğunda bırakıp da ruhumla görünen coğrafya üzerinde bir gezintiye çıkıyorum sanki. Uçma hissi rüyalarımdan bildiğim, bana fazlası ile aşina ve fazlasıyla sevdiğim bir his. Evet, bir kelebeğim sanki, parıltılı denizin, dalgaların, balıkçı teknelerinin, koca koca gemilerin üzerinden karşıya geçmeye çalışıyorum, denizin üstünde hafif bir esinti ile uçuyorum. İzmit Körfezinden karşıya geçip uzun süre sonbaharın kendini hissettirmeye başladığı ormanda uçuyorum, uçuyorum, uçuyorum… bir kelebek olarak…

Bedenim ise otobüs ile tünellerden geçiyor. Birinden bir diğerine, İzmit’e kadar. İzmit- Adapazarı arasındaki sonbahar beni büyülüyor. Toprağın üstü rengârenk yaprak örtüsü ile kaplı. Doğaya birbirinden güzel renkler hâkim. Özellikle kavak ağaçları; alt kısımları yeşil, üstleri ise sarı. Doğa bir renk cümbüşünde. Sanki bir ressamın fırçasından tuvale dökülmüş gibi. Büyüleniyorum.

Sonbahar ve ilkbahar; doğanın ölüm ve dirilişi üzerine düşünürken edebiyat öğretmeni olmaya karar verdiğim anı hatırlıyorum. Lise sıralarında bir öğrenciyim, başımı sıraya yaslamış uyumak üzere iken, edebiyat öğretmenimin Hasan Ali Yücel’in şiirinden okuduğu iki satırlık alıntı ile irkiliyorum;
  “Öldükten sonra yakın beni savurun dağlara küllerimi
    Her ilkbaharda döneceğim size…”

Yaşamdaki döngü büyüleyici. Evren öylesine güzel bir ahenk içinde ki. Ve Nazım Hikmet’in Afrikalı bir kadına seslenerek anlattığı bu ahenk;

Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
        öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
        yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların
        türküsünü dinleyebiliriz...
Yaşamak ne güzel şey
                        TARANTA - BABU
                                        yaşamak ne güzel şey...
Anlıyarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
                           YAŞAMAK...
Yaşamak:
birer birer
            ve hep beraber
                          ipekli bir kumaş dokur gibi...
Hep bir ağızdan
                sevinçli bir destan
                                        okur gibi
                                                YAŞAMAK…

Doğa, yaşamak öylesine güzel ki ama maalesef biz insanlık tarihi boyunca bu yaşamı adil bir şekilde paylaşamadık, paylaştıramadık.

Hava kararıyor, sonbaharın renkleri kayboluyor, biz Bolu Dağını tırmanmaya başlıyoruz. Trenin kalkışına yetişemeyeceğim düşüncesinin gerilimiyle uyuyamıyorum da. Yetişemeyeceğim anlaşılınca başka planlar çizmeye başlıyorum. Ankara’ya girer girmez iniyorum, trenin kalkmasına 20 dakika var, gara da 20 km var. Taksi şoförüne rica üstüne rica ediyorum ve 150 km hızla beni yetiştirmeye çalışıyor. 

Sabah, kardeşime, ölünce kalbimi üç parçaya ayırmalarını; bir parçasını doğduğum ve tarihte birçok acının yaşanmış olduğu kasabamız Kaynarca’ya, diğer bir parçasını yakın tarihte birçok acının yaşanmış olduğu Diyarbakır'ın Kulp İlçesi’ne, diğer bir parçasını da Hicaz Demiryolu’nun Toros Dağlarında uzandığı 100 metre yüksekliğindeki Varda Köprüsü’nün üzerindeki rayların arasına gömmelerini söylediğimi hatırlıyorum. 150 km hızın içinde kardeşime söylediğim bu cümleler aklıma gelince “vasiyetimi de söyledim, herhalde bu hızla bir kazaya kurban giderim” diye düşünüyorum.

Sağ salim gara geliyoruz. Aklımda kardeşimin verdiği cevap "Abla bizi dirinle bir hayli uğraştırdın, bir de ne olur ölünle uğraştırma!" Hatırlayınca yine gülüyorum. Neyse şimdilik dirimle uğraşmaya devam etsinler. 

Tren sevdalısı arkadaşlar beni bekliyor, trenin kalkmasına az bir süre kalmış, biz de yerimizi alıyoruz. Bir yandan muhabbet ediyoruz, bir yandan da kafalarımızı camdan çıkarmışız gökyüzünü seyrediyoruz. Her yer pırıl pırıl yıldız. Hayyam’ın dizeleri düşüyor aklıma;
      Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
      Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?

Ülker Takım Yıldızı gökte yüzyıllardan beri asılı. Denizcilere şans getiren bu yıldız, tren sevdalılarına şans getirecek mi acaba? Gece yataklarımızda muhabbet ederken daha Kırıkkale İstasyonu’na varmadan uyumuşum. Sabah 06.00’ydı uyandığımda. Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın içindeki Ülkü İstasyonu’ndaydık. Fabrikanın içinde, işçilerin inip bindiği bir istasyon. Raylar, yük taşıma amaçlı fabrikanın içinden geçiyor. 

Karabük İstasyonundan sonra en sevdiğim tren istasyonları yeşilliğin içinde sıra sıra dizilecek. Ben de en arka vagona gidiyorum. En arka vagonda, sağımda ve solumda rahatlıkla açacağım kapılardan sabahın seherinde doğayı ve küçük yerleşim yerlerini seyredip fotoğraflayacağım.  Gavlan (çınar) ağaçları arasındaki Kayadibi İstasyonunu görmeyi, fotoğraflamayı beklerken bu istasyonu kaçırmış olmama çok üzüldüm. Filyos Çayı yol boyu bizi yalnız bırakmadı, sabahın serinliğine daha bir serinlik kattı. Daha önce birlikte yolculuk yaptığımız Celal Abi karşıladı bizi. Zonguldak’ın içinde kömürün temizlendiği yapıları, buharlı trenleri gezdirdi.

Filyos Çayı Üzerindeki Küçük Köprüler 



 En Son Vagondan Doğaya Açılan Pencere 



Yeşillikleri Dolanan Raylar

Zonguldak limanında oturuyoruz kahvaltı için, karşımızda “Erdeniz” adlı tren feribotu var, kocaman. Yüklü tren vagonları bu feribota bindiriliyor ve Ereğli’ye deniz yoluyla taşınıyor. Yolculuğumuzun birinci bölümü olan Ankara- Zonguldak arası tren yolculuğu ve Zonguldak şehir turu bitmiş durumda. Otobüse binip Ankara’ya geliyoruz. Yolculuğumuzun ikinci bölümü olan Ankara- Sivas arası gece tren yolculuğu için zamanımız var. Biz de Ankara Gar’ındaki Buharlı Lokomotif Müzesi’ni geziyoruz. Lokomotif Müzesi’nden birkaç kare;


Kömür Kazanına Kömür Dolduran Aracıyla, Buharlı Lokomotif.  


Kim Bilir Anadolu’nun Hangi Dağlarını Aştı Da Geldi?  


  Kim Bilir Kaç Ateşçi, Kaç Makinist Bu Lokomotifte Çalıştı?

Ve Ankara Garından ray görüntüleri, envai çeşit geometrik şekille...
            

Rayların Oluşturduğu Şekillerle Kelebek Figürü 



Birleşen Raylar…



İç İçe Geçmiş Raylar…

Hava karardıktan sonra 4 Eylül Mavi treni hareket ediyor, üç arkadaş kaldık. Bir mühendis arkadaşımız da İstanbul’dan Kayseri’ye uçakla gelecek ve bizim trene Kayseri’de binecek. Bu tren yolculuklarını yapabilmek için otobüsleri, uçakları trenin hizmetine koştuk. Kırıkkale’de yine uyuyakalmışım. Sabah uyanmak için 06.00’ya kurmuştum saati. Erkenden de kalkıyorum. 

Gün doğarken Sivas’ı görmek istedim, en arka vagonda kapılardan birini açtım ve uyuyan Sivas’ı seyre koyuldum, henüz bozkır ortasındaki küçük kasabalardan geçiyorduk. Bir kolumu, düşmemek için, yolcuların trene binerken kullandığı demire geçirdim, bir elimle de  doğan günün trenin pencerelerindeki, kasabalardaki renklerinin fotoğraf çekiyorum. 


Doğan Günün Işığında Yol Alan Trenimiz…

Trenden sarkan bir halim var. Jack London’ın “Demiryolu Serserileri” adlı kitabından çıkmış bir karakter gibi hissediyorum kendimi. Biraz sonra yaşanacak olan olay, beni başkalarının da böyle algıladığını gösterir nitelikte. Bir süre sonra bozkırın ıssızlığında tren durdu ve lokomotiften inen biri arka vagona doğru koşmaya başladı, ben üstüme alınmadan fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Kondüktör dikiz aynasından en arka vagonda sarkan birini görmüş ve trenden sarkan bana, fırça atmak için treni durdurup gelmiş. İlk önce kulağımı aradı, saçlarımın altında kalmış kulağımı bulamayınca burnumu tuttu ve bana bir güzel fırça attı. Öğretmeninden azar işiten bir çocuk gibiydim. Trenleri çok sevdiğimi, amacımın doğanın, köylerin fotoğrafını çekmek olduğunu söyleyince biraz yumuşadı ve beni alıp makinist kabinine götürdü. 


Ceza Olarak Getirildiğim Lokomotifin Penceresinden

Bu ne güzel bir ceza idi, Kızılırmak'ı, bozkırı, Sivas'ın kavaklarını doyasıya seyrediyordum. Sivas'a
 makinist kabininde çayımı yudumlayarak giriyordum. Bir yandan da dikiz aynasına bakarak en arka vagondan sarkan beni hayal etmeye çalışıyordum.

          

Ah! Kızılırmak, Ah!


 Sivas'ın Bozkırı

Düşündüğümde ruhumun Jack London’ın ruhuna  ne kadar yakın olduğunu anlıyorum. “Demiryolu Serserileri” Jack London’un otobiyografik bir romanı olarak geçer ve bu romanında Jack London’ın bir yere bağlı kalamamak, yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak, tren memurları, köylülerle kurulan iletişimler,, onların anlattığı hikayeler, macera arayışı, toplumu anlamaya çalışarak sosyolojiyi özümsemek gibi düşüncelerini ileri sürerek böyle bir tarzda yaşadığından bahseder. Baktığımda yolculuk yapma nedenlerimiz ne kadar da birbirine benziyor.

Sivas Garı’na girerken ben çayımı yudumluyordum. Garda arkadaşlarla buluştuk. Sivas çarşısında gezerken yol bizi Sivas Kongresinin yapıldığı binaya çıkardı, çok büyük, çok güzel taş bir bina. Cumhuriyet’in kararlarının alındığı bu yerin önemini hissetmeye çalıştık, hafızalarımızda kalan bilgilerle. Cumhuriyet de Anadolu’ya buharlı trenlerle yayıldı. Atatürk’ün, buharlı bir lokomotifin çektiği, pencereleri yarıya kadar inen bir vagonun camından Cumhuriyet’e bakan fotoğrafını hepimiz hatırlarız herhalde.


Sivas Kongresinin Yapıldığı Bina


Atatürk'ün Cumhuriyet'i Anadolu'ya Trenle Götürdüğü Anlardan Biri (1)

Yolculuğumuzun üçüncü bölümü için tren kalkmak üzere. Sivas- Samsun treninin en arka pulman vagonundayız. Bu güzergâhta ilk defa yolculuk yapacağım. Vagonda bizden başka hiç kimse yok, biz de istediğimiz gibi hareket ediyoruz. 22 binlik makine rampa çıkarken çıkardığı sesle tüm ovayı dolduruyor. Tren çok uzun bir süre S çizerek ilerliyor ovada. S çizerken de birçok kar tünelinden geçiyor. Bu bölgede çok fazla kar tüneli var, kuytu yerlerde kar demiryolunu kapamasın diye yapılmış. İstasyonlar, bekleyen yolcu kalabalıkları ile bir bir fotoğraf makinemin hafızasında dondurulmuş birer kare olarak kalıyor. Yolculuğu sanki trenin dışında yapıyoruz. Vagonun yarıya kadar indirilmiş penceresinden sarkmışız, ağaçların dalları yüzümüzden geçiyor. Hızın yarattığı rüzgârın bir gün yüzümü felç edeceğinden korkmama rağmen yıllardan beri açık tren camından başımı çıkarıp doğayı seyretmeyi çok seviyorum. 

Karadeniz’e yaklaştıkça demiryolunun iki yanı yeşilleniyor. Kurplar (viraj) daha bir güzellik katıyor yolculuğumuza. Amasya’dan geçiyoruz. Türkiye’de yolumun ilk defa düştüğü bir kent.  Amasya İstasyonunda gözüme bir ray otobüsü çarpıyor. Amasya ile Havza arasında çalışan bir otobüs. Otobüs ama karayolu için değil demiryolu için. Bana şaşırtıcı geldi, ilk defa görüyorum.

      
  Köy Sapağında Trenden İnen Yolcular  



 Turhal’da Vagonlarda Yaşayan Demiryolu İşçilerinin Kış Hazırlıkları 


Turhal’da Treni Bekleyenler
               

Yolculuk bitmek üzere ve ben her tren yolculuğu bitişinde hüzünlenir, içime dönerim. Yansımalara, çağrışımlara, yankılara... Yine oldu.                                                                           

        

Tren Hangi Yola Sapacak?    


Trenin Aynasında Saçlarını Düzelten Ağaç


Kayadan Yüzler Trenin Aynasında İzliyor Kendini

İftar vakti Samsun’a geliyoruz, hava kararmış, şehrin meydanındaki iftar çadırında yemek kalmamış. Biraz sonra Rize’den gelecek olan otobüs bizi alacak İstanbul’a yola çıkacağız. Yemek yemek için zamanımız yok. Otobüse bindiğimizde muavine yiyecek bir şeyler sorduğumuzda bize iftar pidesi uzatıyor.

Turuncu; Otobüsle, Mor; Trenle Gittiğim, Yeşil; Gezdiğimdir



 -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Atatürk'ün Anıları, http://dauadk.blogspot.com.tr/p/ataturkten-anlar.html, Erişim Tarihi: Şubat 2017


Safranbolu'nun tarihi dokusunda ve Yenice Ormanlarında kendimi arayışım...










17/08/2008
Anadolu Ekspresi

Trendeyim, oda arkadaşım 50 yaşlarında "kokoş" bir babaanne. Yol boyunca muhabbetimiz olmayacak biliyorum. 3 yaşlarında, sarışın torunu da kompartımana kadar geçirmeye geliyor modern nineyi. İki farklı kuşağın da trene ilk binişi. Modern nine trenle gitmek istemiyor, torun trenden inmek istemiyor. Bir hengâme, ağlama nidaları arasında tren hareket ediyor. Gitmek isteyen çocuk garda kalıyor, inmek isteyen kadın trende yol alıyor. Gece uyuyarak geçiyor. Sabahın erken saatinde Ankara’dayız.

Öğleden sonra Hacettepe Üniversitesi öğrenciliğime dair resmi bir işimi halletmek için 7 yılımın geçtiği Beytepe Kampusu’na geliyorum. Küçük bir kasabadan çıkıp da metropole üniversiteye giden biri olarak belki de gidebileceğim en pastoral kampusta geçiyor öğrencilik yıllarım. Çocukluğumun geçtiği Kaynarca kadar yeşil en az. Her türlü ağacın olduğu, baharda erikleri, dutları, vişneleri dalından yediğimiz, bakkal tipi alış verişin yapıldığı güzel bir öğrenci kasabası. Kasabasıydı demek daha doğru olacak sanırım. 

Yıllardır gelmemiştim buraya, tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. Devasal alış veriş merkezleri yapılmış, popüler eğlence anlayışının hâkim olduğu merkezler kurulmuş, güzellik solonu açılmış - bir üniversitede ne işi varsa-  kısacası piyasacı zihniyet o güzelim, doğal Beytepe’ye de girmiş. Gençleri bilimden, sanattan uzaklaştırıp onları güzellik merkezlerinde yeniden yarattıktan sonra doğru eğlence merkezlerine gönderen zihniyetler yönetiyor üniversiteleri artık. Günümüzde üniversite okumak maalesef bu anlama getirildi. Beytepe’yi bu haliyle görünce çok üzüldüm.
           

1999 Baharı, Beytepe 


2000 Kışı, Beytepe

Mezun olduktan sonra kısa bir süre çalıştığım ancak çalışma etiği açısından daha fazlasına tahammül edemediğim dershanenin sevdiğim öğrencileriyle buluştum. Şimdi hepsi üniversite öğrencisi. Hiçbiri bıraktığım gibi değil. Gece Karabük’e gitmek için tren biletim var, ama öğrenciler beni bırakmıyor. Geceyi birlikte geçirelim istiyorlar. Ankara’da Atakule’nin yakınında yaşayan öğrencime gidiyoruz topluca, geç saate kadar muhabbet ediyoruz. Gecenin bir vakti Atakule’nin altındaki Botanik Parkı’na çıkıyoruz. Atakule, Ankara’nın en anlamsız binalarından, tabii şunu da düşünmek lazım; kapitalist mimari ne zaman estetik, anlamlı bir mimari inşa etti ki? 

Estetik, anlamlı binalar İlkçağ uygarlıkları döneminde ve Rönesans’ta kaldı. Atakule’nin içine doldurmuşlar en lüks alış veriş merkezlerini, doldurmuşlar fast- footları, sinemaları. “Tüketin” diyorlar, “tüketin, tüketin.” Kapitalist bir zihniyet, ‘tüketim’ üzerine kurulduğu için ne beklenebilir ki…

Botanik Parkı, Ankara’nın en sakin ve insanı derinliklerine çeken mekânlarından, biz de yeni bir günün karanlığında parkın büyüsüne kapılmış bir şekilde bitkilerin arasında dolaşıyoruz. Kayseri de Kore dilinde okuyan öğrencim Emrah, Mevlana’nın Mesnevi adlı eserinden açıyor bahsi. Defalarca okumuş, Botanik Parkı’nda yapılabilecek en anlamlı muhabbet belki de. Emrah öğrencimken daha çok bir öğretmen bilgisiyle anlatıyor, ben de bu konudaki cahilliğimle bir öğrenci gibi can kulağıyla dinliyorum. 

Birçok bitkinin arasında Mevlana’nın alegorik öykülerinin anlatımı, anlamı, bizdeki çağrışımı sabaha kadar sürüyor. Sabah kitapçıların açılmasını bekliyorum, Mevlana’nın Mesnevi’sini ve Mercan Dede adlı ney çalan müzisyenin Mevlana’nın 800. doğum günü anısına çıkardığı albümü alıyorum. Mevlana ile büyülenmiş bir şekilde Safranbolu’ya giden otobüse biniyorum. O kadar yorgunum ki geçtiğimiz yolları izleyemiyorum, yolculuklarda en sevdiğim şey dışarısını izlemek olmasına rağmen uyuyorum yol boyu.

Öğleden sonra Safranbolu’dayım. Safranbolu'nun yeni yerleşimi burası, bildiğimiz diğer kent merkezleri gibi günlük alışkanlıkları. O yüzden çok fazla zaman harcamaya değmez diye düşünüyorum, öğretmen evine eşyalarımı bırakıp biraz da dinlendikten sonra akşamüstünün serininde 300 yüzyıllık Safranbolu’yu gezmek için dikçe bir yokuşu iniyorum. 

Safranbolu’ya İnen Yokuştan Genel Bir Bakış



Yokuş Aşağı İnerken Tanıştığım Ailenin Güzelliği

Kendimi sokaklara bırakıp tarihi evlerin arasında dolaşıyorum. 2000 geleneksel Osmanlı evinden bahsediliyor. 18. ve 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlarında yapılmış evler. Evlerin büyük bir kısmı yasal koruma altında. Arnavut kaldırımı sokakları ile başka bir zamanın belleğinin taşıyıcısı olduğu apaçık.
   
            
Yüzlerce Yıllık Safranbolu Evleri


 Safranbolu Evleri  

Modern Safranbolu'dan geleneksele geçişte indiğim yokuştan görünen kuşbakışı Osmanlı mimarisinin ayrıntılarını yakalamak için sokak aralarında  dolaşıp, evlere bakıyorum tek tek, sıkılana kadar. Sıkılmak ne mümkün, baktıkça bakasın geliyor. Yorulana kadar demeliydim. Pencerelerin ahşap panjurlarına, ahşap süslemeli kapılara, dış cephelerin renk renk boyalarına...

           
 Arnavut Kaldırımı Sokaklarıyla, 


Safranın Sarısına Boyanmış Evleriyle,


Süslemeli Kapılarıyla,


Kimisi Açık Kimisi Kapalı Geleneksel Panjurlarıyla; Safranbolu

Sokaklarında, el işlerinin satıldığı arastasında dolaştıktan sonra arastanın bitişiğinde bir cami avlusuna çıkıyorum. Camiler; geniş, ferah avlularıyla, yıllanmış ağaçlarıyla akşamüstüleri oturmayı sevdiğim mekânlardan. Bu cami bahçesinde biraz oturup sokaklarda dolaşmaya devam ediyorum. 

Bir antikacı dükkânına giriyorum tesadüfen. Amacım biraz soluklanmak iken dükkân sahibi Süreyya Ağabey’in hoşsohbet bir insan olmasından dolayı muhabbet bir hayli uzuyor. Eskiden günlük yaşamda kullanılan ve artık ya hurdacılarda ya da antikacılarda karşımıza çıkan eşyaların ruhundan bahsediyoruz. Süreyya Abi, yıllardan beri, dükkâna gelen konukların dükkânı ile ilgili hislerini yazabilecekleri bir defter oluşturmuş. Safranbolu’ya gelen birçok sinema oyuncusunun, müzisyenin, yazarın antika ile ilgili düşüncelerini okuyorum sararmış sayfaların arasında. Ben de naçizane düşüncelerimi yazıyorum. 


O Anki Ruh Halime Dair

Safranbolu başlı başına bir zaman tüneliyken soluklanmak için gittiğim antikacı dükkânı, zaman tünelinin içinde bir zaman tüneli oluyor benim için. Yıllarca biriktirmiş Süreyya Abi, üst üste, iç içe, yan yana yüzlerce eşya; tarihin içinden, kimlerin öykülerini taşıdığı bilinmeden bu dükkânda sıralanmış. Tarihi kentlerin içinde antikacılar daha bir anlam buluyor. Muhabbet uzayıp gidiyor ama Süreyya Abinin çıkması gerekiyor, dükkânın dışındaki eşyaları toplamak için ben de yardım ediyorum. Dükkânın dışında, camın önünü dizilmiş 1950’li yılların renk renk ayakkabılarını kucaklayıp taşıyorum içeriye, bu ayakkabılar 60 yıl önce kapanan bir fabrikadan kalanlar iken, şimdi sinemacıların kiraladığı kostümler arasındaymış. Büyük tahta kepenkleri de kapattıktan sonra, eskileri tamamen koruma altına alıyoruz.

Safranbolu’da evler iki ayrı kesimde gruplanmış; biri şehir olarak bilinen ve kışlık olarak kullanılan kesim, diğeri de bağlar olarak bilinen ve yazlık olarak kullanılan kesim. Süreyya Abi de ayrılırken beni evine davet ediyor. Geleneksel yapıya uygun bir bağ eviymiş. Normalde reddetmeyeceğim bir davet ama günlerdir içimde bir suskunluk var ve ben bu suskunluğun, bu yalnızlık hissinin kalabalık bir aile yapısı içinde yitmesini istemiyorum o yüzden öğretmen evinin yolunu tutup yalnızlığımla baş başa geçiriyorum geceyi.

     
              
Antikacı Dükkânı ve Dışındaki Renk Renk Ayakkabılar 


Gramofonlar ve Eski Radyolar   


Eski Sandıklar, Testiler ve Kavanozlar


Sabah erkenden çıkıyorum. Gezmeyi istediğim yerler var. Osmanlı döneminde İpek Yolu güzergâhında bulunan Safranbolu, ticaretin en canlı zamanlarını yemeniciler çarşısı, demirciler çarşısı, semerciler çarşısı, hayvan pazarı gibi mekânlarda ve dericilik, ağaç işçiliği, dokumacılık, baharatçılık gibi zanaat kollarıyla yaşamış, bu dönemlerin en yorgun tüccarları da Cinci Han’da konaklamış. Cinci Han 48 odasıyla, hamamıyla restorasyon çalışmasından sonra sapasağlam ayakta. Hanları çok seviyorum, çünkü çok uzun yolların yolcularını ve uzun yolların yorgun hayvanlarını konaklatırlar. Hanın alt katı, develerin bağlandığı yer, çok yüksek yapılmış, bu yükseklik de ayrı bir mimari yapıyı oluşturmuş, üstte de yolcuların kaldığı küçük küçük odalar. 

Anadolu coğrafyasında, Selçuklu döneminde, Osmanlı döneminde yapılan belki yüzlerce han var iken, çok azı günümüzde hala ayakta. Birçoğu bakımsız, birçoğu otopark olarak kullanılıyor ve birçoğu da restore edildikten sonra restoran olarak kullanılmaya başlanmış. Cinci Han da restoran olarak kullanılan hanlardan biri. Aslında baktığımızda üretimin, ticaretin, yolculukların tarihini barındıran bu yapılar neden anlamına uygun kullanılmıyor, ya bir müze ya bir kültür merkezi ya da bir sergi salonu olarak?

 
Cinci Han’ın Dış Duvarları


 Hamamı


Yolcuların Konakladığı Yerler
     
Hanın içini gezdikten sonra antikacı dükkânının sokağına çıkıyorum, Süreyya Abi de dükkânı açmaya yeni gelmiş. Tekrar yardım etmek istiyorum, dün akşam kapattığımız tahta kepenkleri açıyoruz, 1950’li yılların modeli olan ayakkabıları tekrar kucaklayıp camın önündeki rafa, birbirinin eşi olanlar yan yana gelecek şekilde diziyorum. Birlikte çay içiyoruz ve Süreyya Abi, dükkânı kapama ve açma yardımlarımdan dolayı olsa gerek beni Kaymakamlar Müze Evi’ne götürmek istiyor. Burası da geleneksel Osmanlı evi, bu evi müze kılan dönemin günlük yaşantısı, tüm katlarda ve odalarda mankenler aracılığıyla canlandırılmış olması. Zamanında bir Safranbolulu ailenin nasıl yaşadığı ilgi çekici bir şekilde anlatılmış. Ev haremlik ve selamlık olarak iki bölümden oluşuyor, her odada sedirli oturma düzenleri var, yer sofrasının etrafına aile bireyleri dizilmiş, haremde kına gecesi yapan kadınlar canlandırılıp, günlük yaşamdaki birçok ayrıntı görsel bir şekilde anlatılmış. Bu müze gezisinden sonra zamanın Safranbolu’su zihnimde daha bir anlam buluyor.

             
Yer Sofrasında Zamanın Araç Gereçleri ile Yemek Vakti  


Evin Gelini Bebeğini Uyuturken


Haremde Kına Gecesi Eğlencesi

Öğleden sonra Safranbolu’dan Karabük’e geçiyorum. Karabük’ten Zonguldak’a gidecek olan bölgesel treni beklerken trenin makinisti Celal Abi ile tanışıyorum ve markizde yolculuk yapmak istediğimi söyleyince sağ olsun kırmıyor beni. Celal Abi, Karabük İstasyonu alanındaki buharlı lokomotifi gezdiriyor. Buharlı lokomotif yağmurun, güneşin, rüzgârın aşımı ile yıpranmış her yerinden. 


Karabük İstasyonundaki Buharlı Lokomatif

Trenimiz hareket ediyor, treninin en önünde makinistlerle güneşe doğru gidiyoruz. Güneşten dolayı çok fazla fotoğraf çekemeyeceğim, şanssızlığa bak. 


Markizin  Kırık Camından Karabük İstasyonu 

Bu hattın yemyeşil olduğunu duymuştum. Gerçekten de dağlar ve ağaçlardan oluşmuş dar koridorlardan, taş köprülerden geçerek Ilgaz ve Köroğlu Dağlarından beslenip Filyos’tan Karadeniz'e dökülen Filyos Çayının (Yenice Irmağı) eşliğinde enfes bir yolculuk geçiriyorum. 


Karabük- Zonguldak Yolu

Özellikle Yenice Ormanı içindeki Kayadibi İstasyonu, Karadeniz halkının Gavlan Ağacı dediği devasal çınar ağaçları arasında çınar ağaçlarının sessizliğine bürünmüş hali ile büyülüyor beni. Kayadibi İstasyonu’nun önündeki raylar sararmış, kurumuş çınar yaprakları ile kaplanmış, bir de huzme halinde rayların üstüne düşen ışık, ortamı daha da bir güzelleştiriyor. Tren bu büyünün içinde durup birkaç yolcusunu bıraktıktan sonra yoluna devam ediyor. 


Kayadibi İstasyonu, Devesal Gavlan Ağaçlarının Altında 


Gavlan Ağaçlarının Kurumuş Yaprakları Raylar Üstünde

Tren yolu kenarında salça kaynatan kadınlar çarpıyor gözüme, tren kimi yerlerde hafif bir sisin içinden geçiyor, Filyos’tan sonra denize paralel gidiyoruz, üstleri evlerle dolu uzun tünellerden geçiyoruz. Hava kararırken Zonguldak’a giriyoruz.

Zonguldak’ta fazla kalmadan Akçakoca’ya giden otobüse biniyorum. Otobüste cam kenarına oturup karanlık Karadeniz’i izliyorum. Karadeniz kıyısındaki birkaç ilçeden geçiyoruz. Akçakoca’da öğretmen arkadaşım gecenin bir vakti beni karşılıyor. Birkaç gün Akçakoca’da kalacağım. Arkadaşımın evi boş bir alana bakıyordu, evde kaldığım süre içerisinde bu alanda çalışan fındık işçilerini izleme fırsatım oldu. Toplanmış fındıkları çuvallarla getirip kuruması için bu alana seriyorlardı. Mevsimlik işçiydiler. Küçük çaylarda yıkanıyorlardı.

    
  Akçakoca’daki Fındık İşçileri

Burası tipik bir sahil kasabası. Ceneviz Kalesi’ne gidiyoruz; bir kale ve kale içinde su sarnıcından oluşan tarihi yapı, günümüzde mesire yeri olarak kullanılıyor. Biz de plajı için geldik buraya, Karadeniz’in haşin dalgalarıyla boğuşurken bir yandan da denizin içinde tanıştığım down sendromlu Şeyhmus’tan dalmayı öğrenmeye çalışıyorum. 

Akçakoca'da Balıkçılar

Sabahın erken bir saati Akçakoca’dan ayrılıyorum. Bulutlar, dağların arasından akan nehirler gibi görünüyor.
               

Mor, Trenle, Turuncu; Otobüsle Gittiğim, Yeşil; Gezdiğimdir

                                                                                              

Annapolis / Maryland / USA

9 Ağustos 2020 Türkiye’ye dönmeden önce, Amerika’daki bir yıllık yaşamımın son günlerinde ve Covid-19 pandemisinin ortasında toplumsal hayat...