21 Şubat 2017 Salı

dağların arasında bir köy evinde kış tatili... Salıcık Köyü














23/ 01/ 2009
Güney Ekspresi

Karne telaşının ardından apar topar yapılan bir hazırlıkla çıkılan yolculuk. Benim gibi tren, yol, doğa sevdalısı arkadaşım Yalçın ile Haydarpaşa’dan yolculuğumuz başlıyor. Yaşamı, insanı, doğayı yolda, yolculuklarda tanıma derdindeyiz. Baktığımızda ne kadar edebi ve felsefi bir düşünce… Ama bu yolculukta, böyle düşündüğümüzden dolayı pişman olacağımız küçük bir velet ile karşılaşacak ve uzun bir süre bu yolculuk bize zehir olacaktı... 

Tanımaya, anlamaya çalıştığımız küçük insan Yusuf, 5 yaşında. Gece boyunca anlamasız istekleriyle bizi çileden çıkaracaktı; kompartımanda tüm kuralları o koyuyor, annesi ile babasını parmağının ucunda oynatıyor, hiçbir şekilde diyaloğa girmiyor, elindekini paylaşmasını bilmiyor, özür dilemesini ise hiç bilmiyor. Bu sebeplerden dolayı kimse onunla arkadaşlık da kurmuyormuş. Kitap okumak istiyoruz olmuyor, onu sakinleştirmek istiyoruz olmuyor. Kompartımanın altını üstüne getiriyor, yastıklar havada uçuşuyor. Çok da zeki bir çocuk… “Ben ağacım beni kesin” diyor. Annesi onu sakinleştirmek için; “hayır, biz senin o güzel meyvelerini yemek istiyoruz.” diyor. Asabiyetten ve saldırganlıktan hiçbir taviz vermiyor. 

Annesi renk oyununu başlatıyor, kompartımanın içinde sarıyı bulmasını istiyor. Renk oyunu benim de ilgimi çekiyor, ben de katılıyorum, bu oyunla da bu çocuğu sakinleştirip uyutmanın yolunu bulamazsak sabaha kadar perişan olacağız gerginlikten. Oyunu kompartımandan dışarıya taşıyoruz. Karanlık ve renk, biri varsa birinin olması mümkün değil ama Yusuf bize bunu da yaptırdı, karanlıkta renk arıyoruz. Neyse ki Yusuf söylediğimiz; yeşil, turuncu, kırmızı renkleri gösterebilmek için ışıklı köyleri, kasabaları, kentleri beklemek zorunda kalacaktı bu da bizi dinlendirecekti. En son moru sorduğumda dışarıda bulamayınca boyama kitaplarını çıkarıp orada bulduğu moru kabul ettirmeye çalışıyor. Sonra beyaz rengi soruyoruz ve bunu da rüyasında bulmasını istiyoruz, kabul ediyor, yatakları açıyoruz. Yusuf uyumaya çalışıyor. Uyandığımda Yusuf'u göremiyorum, rüyasında beyazı bulup bulamadığını da soramıyorum.

Eskişehir’de başka bir aile biniyor, hemşire bir kızın anne ve babasına sarılıp sarılıp “sizi çok özledim” sözleriyle uyanıyorum. Sabahı bu aileyle karşılıyoruz. Koridorda çaycı dolaşıyor. Kocaman alüminyum çaydanlıkta satılan çayın, böreklerimizin yanında kahvaltılık olarak iyi gideceğini düşünüp dumanı üstünde çaylarımızla Ankara’ya giriyoruz. Aile iniyor, endüstri mühendisliği öğrencisi bir arkadaş biniyor, onunla muhabbet tarım politikalarından açılıyor, uzun bir süre İsrail’in ürettiği hibrit tohumların zararı üzerine konuşuyoruz. 

Neolitik Çağ’dan beri yani 7.000 yıldır, Anadolu'nun ilk çiftçilerinden günümüze kadar gelen yerel tohumlarımız tehlike altında. Bu tehlike gerçekten çok fazla kaygı verici… Bu benim fazlasıyla üzüldüğüm bir konu. Kendimce buna naçizane bir önlem olarak -ki İstanbul gibi büyük bir metropolde yaşayan biri olmama rağmen- köylülerden topladığım tohumları köylülerin usulüyle çıkınlara koyup bir teneke kutuda saklıyorum. Mevsimi geldikçe de saksılarda yetiştirmeye çalışıyorum, 7.000 yıllık kültürün taşıyıcısı olmak ve Anadolu'nun kendi tohumuna sahip çıkmak için.

Öğrenci arkadaşımız Kayseri’de indi, Kayseri’de öğrenci Diyarbakırlı bir genç bindi. Tren yolculuğuna aşina. Hava kararmadan herkes zulasındaki yiyeceği çıkardı, Kayseri istasyonundan aldığımız haşlanmış yumurtalar sofrada, biberler de çok lezzetli. Kızılırmak yanımızda akıyor, o batıya biz doğuya. Anadolu coğrafyasında akan en uzun nehir…  Bize de Kırıkkale- Sivas arasında uzun bir süre eşlik edecek. Kitap okuduk biraz, sonrasında üç kişi film izledik. 

Filmi daha yarılamamıştık ki yaşlı bir amca ile oğlu geldi ve üç tane de çuval kompartımanın ortasında. Hatemi Amca 80’inde, oğlu da 25 yıllık öğretmen, bu çuvallardaki giyecekler de Kurtalan'daki öğrencilere gidiyormuş. Hatemi Amca hoşsohbet, eskilerden anlatıyor, ara ara Pir Sultan Abdal’dan şiirler okuyor. Öğretmen oğlu biraz garip, muhabbeti nasıl yapıyor ediyor, kendi çocuklarını övmeye getiriyor. Biz yaşlı amcayı dinlemek istiyoruz, muhabbet başka bir yere kayıyor yine. Hatemi Amca’yı dinleyemeyeceğiz anlaşılan, bir iki saat yatıyoruz. Hatemi Amca, Hekimhan'a gelince bizi uyandırıyor ve gecenin geç saatinde Karacaoğlan şiiriyle uğurluyor bizi. Hekimhan'a indiğimizde incecikten bir kar yağıyordu. Uzun dik bir yokuşu nefes nefese tırmanıyoruz. Gecenin 03.00’ü. Öğretmenevine gidiyoruz, sesimizi kimselere duyuramıyoruz. Uyanan kimse yok. 

Aslında sabahı beklemek, alışveriş yapıp köye öyle gitmek istiyoruz. Çünkü köyden sadece pazarın kurulduğu iki gün Hekimhan'a dolmuş kalkıyormuş. Ama kalacak bir yerimiz de yok. Taksi çağırıp köye yola çıkıyoruz,  yolun bir kısmında sis bastırıyor. Sis kalktığında Salıcık Köyü, bir çukurun içinde birkaç sokak lambasının ışığıyla karşımızda… Ama yol dolambaçlı, in in bitmiyor, iki yanı kavaklı bir köy yolundan giriyoruz. Taksi, etrafında ev olmayan iki katlı bir evin önünde duruyor. Sobayı yakıyoruz, içerisi ıssıcacık. 

Sabah uyandığımda perdeyi açıp da her yanımın dağ olduğunu görünce aklıma Cemal Süreyya'nın dizeleri düşüyor:
“Tanrım, siz Anadolu’yu çocukluk günlerinizde mi yarattınız?” 

Cemal Süreyya için Anadolu, bir çocuğun hayalleri kadar güzeldir ki benim için de öyle. Dağların içinde bir köyde uyanmak, benim için bir duygu karmaşası. İnsanın çocukluğundan beri dağlara uyanması nasıl bir duygu bilmiyorum. Ben hep ayçiçekli ovalara uyandım ve çocukluğumdan beri hep sonsuzluk duygusu büyüdü içimde. Peki, dağlara uyanmak bir çocuğun içinde hangi duyguları yeşertir, besler acaba, bileniniz var mı? 


Salıcık Köyü'nün Etrafını Çeviren Dağlar


Dağlara Yaslanmış Salıcık Köyü

Salıcık köyü, 20- 30 haneli bir köy ve bir vadinin birbirine bakan iki yamacına kurulmuş. Köy içinde geziyoruz. Köyde yaşam belirtisi yok neredeyse, zaten köylüler yazın kayısı işi için gelip kışın Mersin'e, Tarsus'a gidiyorlar. Bir kış günü köylülerden biri köye gelmiş ve köyde kimseyi bulamayınca köyün girişine "Satılık Köy" yazmış.


Kaldığımız ev vadinin bir yamacında;


Kaldığımız Köy Evi, Kayısı Ağaçları Arasında 


Kaldığımız Evin Alt Katı, Kapısına, Penceresine Kurban

Vadinin diğer yamacında teyzenin evine ziyarete gidiyoruz. Hava kararmaya yüz tutunca patika yoldan aşağıya iniyoruz. Vadiden, kışın da bereketiyle akan coşkun bir su… Raylardan yapılmış köprüden geçiyoruz ve taraçalandırılmış yamaçtan yukarıya tırmanıyoruz. Ayakkabılarımız tüm çamuru toplamış, koca bir top ayakla yokuşu da tırmanmak zor oluyor. Kayısı ağaçlarının arasından ilerliyoruz. Zifiri karanlığın içinde teyzenin evi. Gece taş oynayarak, muhabbet ederek geçiyor. Teyzenin oğlu Adış bizi el feneri ile geçirecek, bir hayli tedirginiz çünkü geceleri yaban hayvanların; ayıların, kurtların, domuzların köye indiğini biliyoruz. Fener sadece önümüzü aydınlatıyor, yanımızda yöremizde ne var görmek mümkün değil. Ana yola çıkınca biraz olsun aydınlanıyoruz.

Sabahın 06.00’sında kalkacak olan dolmuşla Hekimhan’ın pazarına gitmeyi düşünüyorduk ama geç saate kadar kitap okuyup da uykuya dalınca kalkamadık. Evde ekmek de yok, bir sonraki dolmuş beş gün sonra kalkacak. Öğleden sonra çörek yapmak için hamur tutuyorum, kabarması için de sobanın arkasına sıcak bir yere koyuyorum. Dışarıya, gezmeye çıkarken teyzenin oğlu Adış’la karşılaşıyoruz. Birlikte bahçelere, çaya, kuyulara, sazlıklara, eski değirmene, ağaçlara, çamur yollara gidiyoruz. Değirmenin kapısı kilitli, bir dönem insanların tahıllarıyla gelip un ile döndüğü yermiş. Eve döndüğümüzde kabarmış hamuru küçük küçük çörekler halinde yağda kızartıyoruz. Hekimhan'a gidene kadar ekmeğimiz bu oluyor.


Eski Değirmen

Değirmenin  Yanındaki Ağacın Kökü. Kök, Yavrusuna Kolunu Atan Anne Gibi


Değirmenin Suyunun Geldiği Dere  

Ne zaman şehirden köye gitsem iki dünya arasındaki uçurum beni allak bullak eder. Özellikle şehirdeki uyarıcı bombardımanından köydeki sessizliğe geçiş beni bir iki gün sarsar. Buraya gelince de aynı şeyi yaşıyorum, günlerimi daha çok içe kapanık bir eylemsizlikle ve uyuyarak geçiriyorum. Ev, köyün tek asfaltımsı yoluna bakıyor, bazen ellerinde sarkan tavşan ölüleriyle avcılar geçiyor. Bir akşamüstü köyün girişindeki kavaklıklı yola yürüyoruz. 


Etraftaki Köy Evleri


Ben de Köyün Çobanı Edasında

Yağmur da çiseliyor, aldırmadık. Kavakların arasında, yağmurun altında yürümenin keyfindeydik. Yağmur birden bastırınca sırılsıklam olduk. Bahçesinde bir şeylerle uğraşan bir amca bizi hemen içeriye aldı. Montlarımızı, çoraplarımızı sobanın etrafına koyup kurutmaya başladı. Eşi Göğer Teyze de çayla birlikte bir şeyler hazırlamış getirdi. İkisi de dünya tatlısı insanlar. Sonra okey masası kuruldu, Göğer Teyze de dâhil okeye oturduk. Salıcık Köyü’nde kahve yok, dolayısıyla evlerde oyun oynanıyor daha çok. Göğer Teyze köylü şivesi ile okey oynamaya çalışıyor, kocası Hüseyin Amca iyi oynayamadığı için kızdığında “ni idiyim taş gelmiy.” diye karşılık veren hali gerçekten keyifliydi. Kıyafetlerimiz kurumuş, karanlık çökmüş, akşam haberleri seyredilmiş, Hüseyin Amca’nın haberlerle ilgili muhalif yorumları dinlenmiş artık bizim de gitme vaktimiz gelmişti. 

   
Köyün Giriş Yolu


Köyün Girişindeki Kavaklı Yol 

Dağlara Doğru, Etraf Kayısı Ağacı, Baharı ve Yazı Bekliyor
       
Nihayet cuma günü geliyor, pazartesi sabahı Hekimhan'a kalkan köy dolmuşunu kaçırınca sabah erkenden köy durağındayız. Köy ahalisi ile ilk görüşmemiz, köy dolmuşu geliyor, doluşuyoruz. Haftada sadece iki gün ilçeye araba kalkıyor, onun dışındaki zamanda köy halkı dağlarıyla ve yaban hayvanlarıyla baş başa. Arguvan türküleriyle dağları tırmana tırmana yol alıyoruz. Çorbacıda kahvaltımızı yapıyoruz, öğretmenevinde sabah haberlerini dinliyoruz, biraz da kitap okuyarak zaman geçirdikten 



Hekimhan'ın Kerpiç Evleri


Kerpiç ve Yazı, Ne Kadar Yakışıyor Birbirine


Hekimhan'ın Sokaklarında Kış

Çarşıda dolaşırken gecenin bir vakti, birden gözüme dükkânlardan birinin üstünde Sümerbank yazısı çarpıyor, nasıl heyecanlanıyorum. 20 yılı geçkin bir süredir Sümerbanklar, Cumhuriyet tarihimizden silindi, tabelasının hala duruyor olması da Sümerbank tutkunu birinin tarihe sahip çıkma düşüncesi herhalde. 

Eğer 1933 ile 1987 tarihleri arasına giriyorsa yaşamınızın bir dilimi, Sümerbankların güzelliğine tanık olmuşsunuzdur. Atatürk’ün kurduğu en güzel endüstriyel kuruluşlardan biriydi Sümerbank ve Anadolu kadının dallı çiçekli basmalarının, Anadolu erkeğinin mavili-beyazlı çizgili pijamalarının satıldığı yerlerdi. Benim de çocukluğumun, Sümerbank’ın son yıllarına denk gelmiş olması şimdi düşündüğümde bana gerçekten çok fazla şey katmış. Babamın memur olmasından dolayı bayram alışverişlerimiz için bize verilen kuponlarla basma, divitin, pazen alabiliyorduk, bu kumaşların güzelliği bir yana bir de annemizin onları dikip bitirmesi için geceler boyunca Singer dikiş makinesinin başında heyecanla bekleyen halimiz, şimdi unutamadığım bir anılar demeti. 


Aynı zamanda ilkokula başladığımızda önlüklerimizin, okul ayakkabılarımızın alındığı ve şimdi bile hala kokusunun burnuma geldiği, top top kumaşların raflarda üst üste dizildiği mekânlardı. Cumhuriyet döneminin bu en anlamlı endüstriyel mirası da özelleştirmeler kapsamında yok edilenlerden. Aslında sadece Sümerbanklar gitmedi, Sümerbanklar ile birlikte bir yaşam felsefesi, bir hayata bakış anlayışı, bir sosyal ilişki tarzı tarihe karıştı.


Tabela Olarak Da Olsa, Cumhuriyet Tarihini Hafızalarda Canlı Tutuyor

Hekimhan’ın kış ortasındaki küçücük pazarına çıkıyoruz. Yağmurun altında sebze meyve alışverişimizi yapıyoruz. Köy dolmuşunun kalkacağı meydana geldiğimizde gözüme restorasyon halinde Taş Han çarpıyor, gezmemiz mümkün olmuyor. Dolmuşu beklemek için bakkala giriyoruz, bakkal sahibi dükkânın yarısını sedirlerle kaplayıp bekleme salonu yapmış, civar köylüler dolmuşlarını burada beklesinler diye. Farklı farklı köylerden insanlar burada bekleşiyor. Havadisler alınıyor, havadisler veriliyor. Köy dolmuşu yine yolda, Arguvan yolunda epey ilerledikten sonra sola sapıyoruz ve kavakların arasından köye giriyoruz. 

Köyde birkaç gün daha geçiriyorum. Kimi zaman kaldığımız köy evinin bulunduğu yamaca tırmanıp kayısı ağaçlarının altında oturup karşı dağları izliyoruz, kimi zaman vadiyi geçip karşı yamaçtaki teyzenin evinden batan güneşi seyretmeye gidiyoruz, kimi zaman köy evlerinde okey oynuyoruz ve benim geri dönme zamanım geliyor. Tek başıma döneceğim. Hekimhan’dan taksi çağırıyoruz. Hekimhan istasyonundayım. Trenin iki saat rötarlı olduğunu öğreniyorum. Bekleme salonunda sobanın dibinde oturup bekliyorum, sağ olsun istasyon görevlisi çay getiriyor. Gece ıssız, tren karanlığın içinden geliyor. Yerimi bulmaya çalışırken baktığım kompartıman içlerinde o kadar ilginç karelere tanık oluyorum ki; kimi ışığını söndürmüş yatmış uyumuş,  kimi ortaya sehpa yapmış yemeğini çıkarmış yiyor,  kimi ocağı ortaya koymuş, biber kızartıyor,  mis gibi bir biber kokusu sarmış ortalığı, kimi yere battaniye sermiş birbirine sarılmış uyuyor, kimi 6 kişilik yere 10 kişi sığışmış…  Kutu kutu odalar ve kimse birbirinden haberdar değil, raylar üzerinde gece vakti taşınan yaşamlar… Güney Ekspresi’nden insan manzaraları… İçim dolu dolu insan doldu…

Boş bir yer buluyorum, kondüktör Sivas'a kadar biletimi kesiyor, Sivas’ta inip biletimi alacağım. Uyumamam lazım, açıp kitap okuyorum. Gecenin yarısında ve soğuğunda inip biletimi alıp su dolduruyorum. Sabah uyandığımda uçsuz bucaksız çorak topraklardan geçiyorduk. Tren Ankara’dan sonra devam etmeyecekmiş, hızlı tren denemesi yapıldığı için. Ankara- İstanbul arası tüm tren seferleri iptal. Japon bir sevgili de İstanbul yolcusu, birlikte Ankara gardan çıkıp Ankara otogara gidiyoruz. Otobüs yolculuğu boyunca saçma sapan bir sürü dizi izlemek zorunda kalıyorum. Canım sıkılıyor. 



Trenle Gittiğimizdir

hele Diyarbakır'a hele hele Hasankeyf'e hele Mardin'e hele hele Nusaybin'e hele Gaziantep'e...


Yaşar Kemal’in köylüsü, köyün dibindeki bataklığı 
kurutup yeşillendirmek ister, bataklığın karşısına 
oturur ve bunun hayalini kurar;
 —hele narlara narlara hele hele narlara
 —hele incirlere incirlere hele hele incirlere

                                                        
Bu yolculuk da  Elif ile Yalçın’ın yolculuk boyunca hayal 
tadında gördüklerini “hele hele” ile birbirine  anlattığıdır. 


05/12/2008
Güney Ekspresi



Haydarpaşa'dan Kalkan Tüm Expresler Güzeldir, Ama Kurtalan Başka

Haydarpaşa’da denize karşı içilen tütün, tabakasından çıkarıp ellerimizle sardığımız. Başladı bizim de hikâyemiz, 100 yıldan beri tam buradan başlayan milyonlarca yol hikâyesi gibi. Trenin gidişini, Heraklitos’un akan nehrine benzeten iki yol sevdalısı; birlikte yolun ve yolların başlangıcındayız. 

Kentler karanlık. İstanbul ve İzmit’ten çıktık. Bu iki deniz kentini gündüz gözü ile görmeyi sevmiyorum. Sanayi Devrimi’nin tüm pisliği bu iki kentin her yerinden fışkırıyor artık. Çarpık kentleşmesinden tut da hava kirliliğine kadar. Karanlık. Uyku. 

Sabah gözümü açtığımda Ankara’da Mamak’tan geçiyorduk.
Hele Mamak’a Mamak’a hele hele Mamak’a…

MAMAK TÜRKÜSÜ
Geldiğimizde otlar yemyeşildi 
Ve kuzeydeydi güneş   
Kömür deposu boşaldı işte
Mamak'a sonbahar geldi  

Güneş altında tutsaklar    

Geçen sonbahara bakıyorlar
Şirin mi şirin gecekondu evleri 
Samsun asfaltında otomobiller 
                                                                                                           
Ne güzeldir yollarda olmak şimdi.

Evet, yollarda olmak çok güzel… Mamak’ta gecekondular, renk renk, sefil sefil doldurmuş tepeleri, şimdi bu ekonomik krizle kim bilir nasıl kavruluyor. Mamak, Anadolu’da kat kat betonlaşan yaşamlara inat rengârenk ayakta durmaya çalışıyor. Yerköy’de kurbanlık koyun pazarı kurulmuş tren yoluna yakın, kaynayan bir kalabalık, kurbanlık koyun alış verişinde ne zamandan beri sürdüğünü kestiremediğim, satan ile alanın havada bir aşağı bir yukarı sallanan eli…

Hele Kızılırmak'a Kızılırmak'a hele hele Kızılırmak'a…
Kızılırmak’ta ağaçların yansımaları, toprak yapraklarla örtülü, uzun bir süre armut ağaçlarının farklı tonlarda pastel renkli yapraklarının güzelliğini izliyoruz. En sevdiğim kavak ağaçları çırılçıplak. Kavak ağaçlarının bedeninde sakladığı, salladığı kuş yuvaları ortaya çıkmış, kuşlar neden kavakları yuva yapmak için bu kadar seviyor? Belki de kavakların boylarının yılanların erişemeyeceği bir yüksekliğe uzamasından dolayı. Neredeyse kavak ağaçlarının her dalında kuş yuvası var. 



Trenin Camının Ardında Armut Ağaçları  


Sonbaharın Pastel Tonlarına Bürünmüş Armut Yaprakları 

Kayseri’deyiz. Yalçın, trenden inip 200gr. peynir, 200gr. zeytin, 4 domates, 2 biber, 2 yumurta alıyor. Tren istasyonunda satılan haşlanmış yumurtalar… Kayseri istasyonundan başka hiçbir tren istasyonunda haşlanmış yumurta satıldığını görmedim. Kitap okumaya mola verdiğimizde oturup akşam yemeği yiyoruz. Domatesin tadı öylesine güzel ki, uzun zamandan beri böylesine güzel bir domates yememiştim. Maalesef artık birçok sebze ve meyve tadını kaybetti, her şey hormonlu. 

Bu yolculukta yol arkadaşımız, yataklı vagon görevlisi Ümit Abi. Kompartımanımıza geliyor ara ara. Uzun uzun muhabbet etme şansımız oluyor. Kendisi 78 kuşağından, o dönemin gençliği ile şimdiki gençliği kıyaslıyor. “O zaman okuyan, düşünen, eleştiren, tartışan, üreten bir gençlik var iken şimdi ise tüketen ama durmadan her şeyi tüketen bir gençlik var.” diyor. Tabii bunun sebebinin 12 Eylül darbesi olduğunu, o dönemde birçok aydın insanın hapishanelerde çürüdüğünü, faili meçhule gittiğini ve bu insanlık dışı uygulamaların sonraki nesil üzerinde okumaya, eleştirmeye, tartışmaya yönelik bir korku uyandırdığını da ekliyor. 

Hele saksağanlara saksağanlara hele hele saksağanlara…
Saksağanlar, siyah beyaz renkleriyle ve Kızılırmak, üzerine düşmüş yansısı ile ağaçların gün boyu eşlik ediyor bize. Tren yollarının, Anadolu’nun birçok yerinde nehirlere paralel yapılması, tren yolculuğunun güzelliğine güzellik katıyor. 



Kızılırmak, Gün Boyu Trenimizin Yanıbaşında

Hava karardı, artık dışarıyı izleyemeyeceğiz. Biz de artık iç dünyamıza dönüyoruz, şiir kitaplarımızı çıkarıp şiirler okuyoruz kompartıman dolusu. 



E. Cansever'den Karanfil Elden Ele, Biz de Elimizdeki Karanfili Öğrencilerime Götürüyoruz

Elimde Heraklitos’un fragmanları, Heraklitos’un ruhu, tren yolculuğunun ruhuna çok yakın. Heraklitos; “devinim” diyor, “devinim ve değişim.” Evrenin güzelliği de deviniminde değil mi? Trenleri sevmemin bir sebebi de bu; doğadaki devinimi gözlemleyebilme olanağı sunması. 


Yalçın, Ben de Yarattığı Che Hissiyatıyla... Doğayı Fotoğraflıyor 

İçerisi sıcak, uyuyakalmışım. Gece, tren Malatya’dan çıkarken uyandım. Karakaya Barajı’ndan geçerken karanlık sulara bakmak için o uykulu halimle bekledim bana uzun gelen bir süre. Fırat Köprüsü’nden geçerken kompartımanın penceresini yarıya kadar indirdim, karanlık olduğu gibi yüzüme yapıştı, Fırat Nehri’ni izleyemedim, sadece kulaklarımda demirden Fırat Köprüsü’nün tren geçerken çıkardığı yüksek tonda sesi… 
                                                                   
Sabah,           
Hele Maden’e  Maden’e hele hele Maden’e …
Maden, Anadolu coğrafyasında en sevdiğim yerleşimlerden. Kayalıklara, kayalardan örülmüş evleriyle, dağlarının içinden geçen tünelleriyle, tünellerden çıkar çıkmaz treni karşılayan Maden Çayı ile insanın içinde farklı duygulanımlar yaratan bir coğrafya. 

Maden’den çıktıktan sonra yoğun bir sis çöküyor. Diyarbakır’a beyazlığın içinde giriyoruz, pencereyi indiriyorum, beyazlık yüzüme de çöküyor, özlemle ve hüzünle de birleşince gözümden yaş olarak akıyor. 


Diyarbakır’dan Bir Önceki İstasyon, Sis Altında
Gecekondu mahallesinin arasından geçiyoruz. Tren yavaş yavaş gidiyor, çünkü rayların üzeri seyyar tezgâhlı satıcılar ile dolu, hepsi yanlara çekiyor çekçeklerini, tren geçince de raylar tekrar pazar alanına dönüyor. Yarınki bayramın pazarı bu, tren yoluna kurulan. Tren Diyarbakır garında boşalıyor, bir insan seli…
            
Hele  Dicle’ye Dicle’ye hele hele Dicle’ye … 
Diyarbakır’dan çıktıktan kısa bir süre sonra Dicle Nehri ile yan yana gidiyoruz. Dicle, Dünya'nın en yaşlı nehirlerinden. Keşke dile gelse de Mezopotamya'nın tarihini, bu tarihe kendisinin kattıklarını anlatsa. Bir yanımız nehir bir yanımız pamuk tarlaları ve Dicle'nin sularıyla bereketlenmiş Bismil Ovası’nda ilerliyoruz. 


Bismil İstasyonu, Son Durağımız

Bismil İstasyonu son durağımız, öğrencim Nuray karşılıyor bizi, alıp eve götürüyor. Ailesi yere kahvaltıyı hazırlamış, bizi bekliyorlardı, hep birlikte kahvaltı yapıyoruz. Çarşı çok kalabalık. Kalabalık, arife gününün telaşında, o kalabalığın içinde çalışan öğrencilerimi görüyorum, çok büyümüşler. Çalıştığım Mehmetçik İlköğretim Okulunun yolunu tutuyoruz. Öğretmenliğimin ilk mekânı, camlar kırık, sobalar yanmaz, 60 kişilik sınıflar ama bunlara rağmen çok mutluyduk, belki de bu yoksunluğun içinde mutluyduk. Okul yolumda tek katlı kerpiç bir evde yaşayan bir teyze, her evinin önünde oluşunda önümü keser Kürtçe bir şeyler anlatırdı, hatta paltolarının cebinden çerez, şeker artık şansıma ne varsa verirdi, ben de sadece sarılırdım, öperdim ama dilsel olarak onu anlayamamanın çaresizliğini hep yaşadım. Kürtçe öğrenmeye kalktığımda da İngilizce aksanlı Kürtçe'mden kimse bir şey anlamaz, öğrencilerimin de eğlencesi olurdum, ben de onlarla eğlenirdim.




Kerpiç Evinin Önünde Canım Teyzem, Yıllarca Bana Ne Dedin?

İlk çalıştığım okula gidiyoruz, birlikte tiyatro çalıştığımız öğrencilerim de geliyor, kocaman, şamatalı bir kalabalık oluyoruz. 


Okul Kapısının Önünde, Çok Sevdiğim Öğrencim Nuray, Okulun Bahçesinde Top Oynayan Çocuklar

Okulun yan tarafı, okulumuzun hizmetlisi, 80 yaşındaki Arap Amca’nın evi. Ona uğramadan olmaz, çünkü öğretmenliğimin ilk günlerinde beni kimi zaman şaşırtan kimi zaman kızdıran kimi zaman da karşısına geçip izlediğim birisi olmuştur. 

Arap Amca, Victor Hugo’nun  ‘Notre Dame’in Kamburu’ adlı kitabındaki Quasimado karakterine çok benziyor. Kamburuyla ve elinde kömür tenekesiyle kapıyı çalmadan sınıfa dalar ve sanki sınıfta hiç kimse yokmuşçasına kömürü sobanın içine boşaltır ve arkasında bir kömür bulutu bırakarak kapıyı çeker gider. 60 kişilik sınıfın dikkatini sen daha yeni  toplamışsındır ve birden her şey dağılır. Arap Amca’ya bir şey de söyleyemezsin, kulakları ağır işittiği için. Bu anıların gülümseten yanıyla kapısını çaldım, elini öptüm, “Trakyalı Hoccae!” diye beni hatırladı.

Hele tandır ekmeğine hele hele tandır ekmeğine …  
Okulun karşısında, sevdiğim öğrencilerimden biri olan Kesumelere gidiyoruz. Ailece kapıya çıkıyorlar, annesi avluda tandır ekmeği yapıyordu gittiğimizde, hemen dumanı, kokusu üzerinde tandır ekmeğinin birini bize uzatıyor. 


Öğrencim Kesume, Annesi ve Kardeşi


Nuray'ın Ninesinin Kerpiç Evine Gidip Onun Da Özlemle Elini Öpüyorum


Öğrencilerimle Dicle'nin kıyısına doğru yola çıkıyoruz. Yolumuzun üzerinde mezarlık, mezarlık silme çocuk dolu. Mezarlık ziyaretine gelenler duasını bitirdikten sonra, yanında getirdiği şekerleri havaya fırlatıyor ve şekerlerin üzerine kapanan bir çocuk halkası. Hepsinin elinde naylon poşet dolusu şeker. Dicle boyunca şamata halinde yürüyoruz, yorulduğumuzda nehrin kıyısındaki koca koca kayaların üzerine oturuyoruz, birlikte çıkardığımız tiyatrodan hatırlanan ve oynanan repliklerle coşkumuz daha da artıyor. 



Bismil’deki İlk Öğrencilerim  


Dicle'm sessiz, bir o kadar Asi

Birden öyle bir yere geliyoruz ki gülmem, coşkum yüzümde donup kalıyor. Aklıma boğulan dört öğrencimiz geliyor. Okula haber geldiğinde okuldan koşa koşa çıkıp Dicle'nin kıyısına geldiğimizde ömrüm boyunca unutamayacağım bir kare ile karşılaşmıştım, onlarca kadın beyaz başörtüleri ve fistanları ile kayaların üstüne dikilmişler ve yürek parçalayan ağıtları ile çocukların çıkarılmasını bekliyorlardı. Arama, kurtarma ve ağıtlar uzun sürdü, sonra da cansız bedenleri ağıtların arasından ambulansa taşındı.



Bismil’den Geçen Dicle Nehri ve Üzerindeki Karayolu Köprüsü 

Dicle’nin üzerindeki uzun karayolu köprüsünde vedalaştık öğrencilerimle, onlar geriye döndü biz de köprünün demirlerine kollarımızı yaslayıp güneşin Dicle Nehri üzerindeki batışını seyrettik, pembelik nehrin sularında. Dicle’nin kıyısında üç genç, kuzu otlatıyordu, güneş kaybolunca kuzuları seyretmeye başladık. Bir koyunun üçüncü yavrusunu doğurmasına tanık olduk kuşbakışı. Çoban çocuklardan biri nereden geldiğimizi sorup da İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince, “ben oraya gittiğimde şu hayvanları bile özlüyorum.” diye İstanbul’a dair duygularını ifade etti. Köprüyü geçtikten sonra otostop çektik. Bir kamyonet ile yarı yola kadar geldik, abi, üşümememiz için başka bir araba gelinceye kadar arabada oturabileceğimizi söyledi. Bizi üşütmeme telaşı ne kadar insani idi. Biz dışarıda beklemeyi istedik, çünkü durduğumuz yer kırmızı toprak evlerden oluşan bir köydü, biraz da köyü yaşayabilmek için dışarıdayız, toprak evlere ve üstümüze sis çöktü. Bir süre sonra başka bir araba geldi ve Diyarbakır garın önünde indik.Geceyi öğretmen arkadaşım Şevin’de Atilla İlhan’dan, Edip Cansever’den, Can Yücel’den şiirler okuyarak geçiriyoruz.

Hele  Amed’e Amed’e hele hele Amed’e …
Sabah, Hasan Paşa Hanı’na gidiyoruz. Hasan Paşa Hanı da, tarihte, en hareketli güzergâhlardan biri olan İpek Yolu’nda önemli merkezlerden birisiymiş. 500 beygirin kalabileceği kapasitede ahırları, 88 odası ile tam bir ticaret merkezi. Avlusundaki havuzu hala duruyor. Son yıllarda yapılan yenileme çalışmasından sonra turizme açıldı. Küçük küçük restoranlar şeklinde hizmet veriyor.


Hasan Paşa Hanı        


                        Hasan Paşa Hanı Giriş Kapılarından Biri                                                   


Sur içinde eski Diyarbakır’da dolaşıyoruz. Renk renk badanalı eski Diyarbakır evleri, daracık sokaklar, sokaklarda bayram telaşındaki çocuklar… Ceplerimize doldurduğumuz şekerleri çocuklara dağıtıyoruz. Bayramı sokaklarda çocuklarla kutluyoruz. 



Diyarbakır Urfa Kapı

Diyarbakır'ın surlarının kapılarından bir tanesinden girdiğinizde bambaşka bir dünyanın içinde bulursunuz kendinizi. Yaşam her şeyiyle eski bir zamandadır. Surların bu kapılarından geçtiğinizde zaman tünelinin içinden geçmiş gibi olursunuz. Çok severim Sur'un içini. Bir kahvede kürsüye oturup da sırtını duvara verdin mi, zamanın sessiz akışını görürsün...



Sur İçi Evleri


Rengarenk, Tuğlalı, Dar Sokaklı, Labirent Gibi

Çarşıya Şewiti'nin Yan Tarafında Bakraçları İle Yoğurt Satan Kadınlar


Yük Taşımada Kullanılan Bu Çekçeklerin Hastasıyım


Taşımak İçin Yük Bekleyen Çocuk İşçiler


Ulu Cami’ye girdiğimizde, bir ilkokul öğrencisi, bize illaki Ulu Cami'nin tarihini anlatmak istiyor, biz de çok dinleme taraftarı değiliz. Bu şekilde insanların peşine takılan, onlara zorla bir şeyleri dinletmeye çalışan çocukları pek sevmem. Bizim onu dinlemediğimizi fark etmesine rağmen o durmadan Ulu Cami'nin tarihini anlatıyor, cami ile ilgili bildiklerini sayıp döktükten sonra Cahit Sıtkı Tarancı'nın evini anlatmaya başladı. Ben artık tam bağırmak üzereydim ki bizim ufaklık Cahit Sıtkı Tarancı'nın “Yaş Otuz Beş” şiirini okumaya başlamaz mı, çocuğa olan tüm kızgınlığım gidiyor, hatta Ulu Cami'nin insanı o sarıp sarmalayan havasında bu şiiri dinlemek -hele hele Diyarbakırlı bir çocuğun şivesi ile dinlemek- çok hoşuma gidiyor. 




 Ulu Cami
                                                                               
Yürüyerek Dicle Nehri'nin kıyısına gidiyoruz. Gecekonduların arasından uzun bir yokuştan indikten sonra Dicle'nin kenarındaki dümdüz uzanan bahçelerin arasındaki patikadan ilerliyoruz. Amacımız günbatımını Dicle kıyısında seyretmek. 



Gençler Dicle Nehri'nin Üzerinde Seyr-ü Sefada


Türkülerle, şiirlerle karşılıyoruz geceyi. Yalçın, Şevin, ben halay çekerek patikadan geriye dönerken karanlığın bastığı bir vakit, bir çiftçi kulübesinin yan tarafında dikilen –başta korkuluk zannettiğimiz- bir insan ile irkilip halayımızı bırakıyoruz, Mardin Kapı türküsü de halayımız da yarım kalıyor. Çiftçi olduğunu zannettiğimiz amcaya, bizi korkuttuğu için kızıyoruz. İşlerin rengi birden değişiyor; bir paçavra ile yüzünü örtmüş bu kişi, elinde kocaman bir sopayla psikopatça tavırlarla bizi sorguya çekiyor, bağırıyor, sıraya sokuyor, çantalarımızı boşalttırıyor, öldürmekle tehdit ediyor. Biz alttan almaya çalışıyoruz. Etraf iyice karardı, her yer tarla, bir kişi bile yok etrafta, yani bizi öldürse, Dicle Nehri’ne atsa kimsenin ruhu duymayacak. Bir türlü tehditkâr tavrını kıramıyoruz. En sonunda üstümüzdeki paraları alıyor ve bizi bırakıyor. Biz o korkuyla, şarkılarla, türkülerle, indiğimiz yokuşu soluk soluğa tırmanıyoruz. İnsanların arasına karışınca rahatlıyoruz. Yakındaki karakola gidip de başımızdan geçenleri anlatınca, polis bize: “Oralara polis bile giremiyor, sizin ne işiniz var orada?” diye bağırıyor. Yüzü sarılı olduğu için yüzünü de göremedik, dolayısıyla yapabilecek pek bir şey kalmıyor.

Şoktan kurtulunca Batman arabasına biniyoruz. Yolda uyumuşuz. Batman’da inmeden şoföre Hasankeyf'e nasıl gidebileceğimizi soruyoruz. Bu saatte araba bulamayacağımızı, dolayısıyla onda misafir olabileceğimizi söylüyor, biz de geceden Hasankeyf'te olmak istediğimiz için yola bir şekilde devam etmek istiyoruz, abi misafir etmek için ısrar ediyor, “evimiz kaloriferli” diye de ekliyor. Onun ısrarı, güzelliği karşısında eziliyoruz. Bu gün insanlığın iki uç haline de tanık oluyoruz; bir tanesi saldıran, soyan bir tanesi de kollayan, sahip çıkan. Bunları böyle arka arkaya yaşayınca allak bullak oluyor insan. Şoför bizi sisli bir üç yol ağzında bırakıyor. Bir yol Siirt’ten geliyor, bir yol Batman'a bir yol da Hasankeyf'e gidiyor. Sisin içinde bekliyoruz. Geçen arabaya el kaldıracağız. Siirt’ten Midyat'a yolculuk eden İsmail Abi alıyor bizi arabasına. Siste, Dicle Nehri ile yan yana Hasankeyf'e doğru yol alıyoruz. İsmail Abi o kadar iyi niyetli ki Hasankeyf'te kalacak yer bile ayarlamaya çalışıyor bize. Doğu insanı gerçekten çok fazla misafirperver, sense eziliyorsun onların iyi niyeti karşısında. Hasankeyf'e gelince biz de abimize kahvede çay ısmarlayalım istiyoruz. Bir köy kahvesi, tıka basa dolu, sesler, sigara dumanı… Biz de okey seti isteyip 101’e başlıyoruz. Gece ilerledikçe kahvedeki amcalar gibi davranmaya başlıyoruz. İsmail Abi, yolu daha olduğu için müsaade istiyor, onu geçirip biz de öğretmenevinin yolunu tutuyoruz. Gençten, sessiz, utangaç bir çocuk kapıyı açıyor bize. Sobalı bir salona geçiyoruz. Odalarımızı belirledikten sonra açık bulduğumuz bakkaldan zeytin, peynir alıyoruz, uzun bir süre de ekmek arıyoruz. Bizi, meydanda, anlamsız anlamsız dolaşan yabancılar olarak gören bir genç, ekmeğe ihtiyacımız olduğunu öğrenince “ ben evden getireyim” diyor. “Ama tandır ekmeği var, yer misiniz?” Ne demek çok severiz. Öğretmenevinin salonunda yanan sobanın üstünde tandır ekmeğini ısıtıp bir güzel doyuruyoruz karnımızı. Sabah kahvaltıya şiirlerle devam ediyoruz. Öğretmenevinin bahçesi sararmış, kurumuş yapraklarla dolu, o yaprakların arasında şımardıkça şımarıyoruz.



Yaprakların Coşkumuza Pastoral Bir Mekan Oluşturması

Sokağa çıktığımızda;

Hele Hasankeyf’e  Hasankeyf’e hele hele Hasankeyf’e …  
Hasankeyf’in ne zaman kurulduğuna dair tarihi yapıtlara ve kitabelere bakanlar Hasankeyf’in çok eski medeniyetler tarafından kurulmuş olduğunu söylemektedir. Tarih sahnesindeki sırasına göre Mitaniler, Assurlar, Urartular, Medler, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Artuklular, Eyyubiler ve Osmanlılar bu koca kayanın üzerinde yıllarca dinlenmişler, tarihi biraz da buradan yazmışlar. Hâlâ yaşanılabilir meskenleri barındıran Hasankeyf Kalesi’nin kuruluşu ise MS 4. yüzyıla rastlamaktadır. Bizans İmparatoru bölgeye hâkim olunca Hasankeyf Kalesi’ni inşa ettirmiş. Hasankeyf, en parlak dönemini Artuklular devrinde yaşamış ve bu dönemden günümüze birçok tarihi eser kalmış.

Hasankeyf'e tırmanmaya başlıyoruz. Mağara evlere girip çıkıyoruz, her şey taştan. Koca kayanın yumuşak yapısından oyularak yapılmış mağara evler, evlerde odalar, odalarda raflar… Hepsi taştan oyma. Saray kalıntıları, cami kalıntıları, kalıntı olmasına rağmen görkeminden bir şey kaybetmemiş. Çok eski, büyük bir mezarlık da o bin yıllık tarihin içinde zamanın yüküyle ağır bir sessizlikte. Hasankeyf'te kocaman bir kayadan oyularak yapılmış her şey. Hasankeyf’in adı da bu kayadan geliyor. Hüsn; güzel, keyf; kaya demek, Arapçada. Güzel ki ne güzel bir kaya, göz göz oyularak insanların binlerce yıl yaşadığı, yaşarken çoğaldığı, çoğalırken tarihi yazdığı “güzel bir kaya.” Dolaş dolaş bitmeyen ‘bir taştan’ kent. Bu antik kent doğal bir teras gibi, Dicle’nin birçok koldan zikzaklar çizerek akan haline bakınca bu terastan, tarih ile coğrafyanın bu eşsiz buluşması insanı büyülüyor. 

 
Hasankeyf; Güzel Kaya, Çok Güzelsin, İnsanlığın El Nuru



Taşlara Oyulmuş Mağara Evler

Kaleden aşağıya iniyoruz. El-Rızk Cami, kale ile köprü arasında, sarı taştan, süslemeli, öyküsü ile daha da bir anlam kazanıyor; Sultan Süleyman Bin Turan Şah Eyyubi'nin hükümdarlığı döneminde yapılan Sultan Süleyman Cami'nin minaresi, inşaat tekniği bakımından usta ile kalfa arasında bir anlaşmazlığa neden olur. Minarenin henüz dikdörtgen kaidesi yapılmakta iken usta ile kalfa arasında başlayan bu tatlı çekişme, kalfanın usta tarafından kovulmasıyla son bulur. Bu olay kalfanın çok zoruna gider. Ancak buna karşılık vermek için Dicle Nehri’ne hâkim kayalıklar üzerinde bulunan El Rızk Cami'nin minaresini yapmayı üstlenir. Kalfanın buradaki amacı, ustasının yapmakta olduğu minareden daha güzel bir minare yapmaktır. Usta ile kalfa minarelerini birlikte yapmaya başlarlar. Her iki minare de yükseldikçe ihtişamları da belirginleşmeye başlar. Ancak kalfanın, yapmakta olduğu minarede herkesten saklı tuttuğu bir ayrıntı vardır. Minareler, ilk bakışta dış görünüş itibariyle birbirine benzemektedir. Ancak halk, zarafet ve estetik açısından minareleri karşılaştırdığında kalfanın yapmakta olduğu minarede daha güzel ve göze daha hoş gelen desenler bulunduğunu fark eder. Zaman ilerledikçe her iki minarenin inşaatı da hızlanmaktadır. Bir süre sonra minareler birlikte tamamlanır. Usta yaptığı minarenin açılışını, başta melik olmak üzere kentin ileri gelenlerinin iştirakiyle gayet görkemli bir törenle açar. Kalfa ise yaptığı minarede sır gibi sakladığı bir inşaat tekniğini yalnız ustasının görmesini istemektedir. Bu nedenle minarenin açılışını yapmadan önce, ustasına karşı duyduğu saygıyı ön planda tutarak ve mütevazı bir tavırla minarenin açılışını ona yaptırır. Minarenin açılışından sonra usta, minarenin merdivenlerini kontrol etmek için minarenin tepesine çıkar. Bir de ne görsün, kalfada minarenin tepesinde kendisini beklemektedir. Bu durumu hayretle karşılayan usta, kalfaya buraya nasıl çıktığını sorar. Kalfa da her zaman olduğu gibi tevazuyu elden bırakmadan ustasına yan tarafta bulunan ikinci yoldan çıktığını söyler. Bunun üzerine usta, şöyle bir yan tarafına bakar ki ne görsün, minarede çift yol yapılmış. Üstelik bu yollardan çıkan ve inen birbirlerini görmeyecek şekilde bir inşaat tekniği kullanılmış. Bu durum karşısında ne yapacağını şaşıran usta, kalfasının bu şahane eserini takdir edeceği yerde gururuna yenik düşerek minarenin tepesinden aşağıya atlar. 



Mağara Evlerden İndirilen Halkın Yaşadığı Yeni Evler ve El Rızk Cami  


Taş Köprüden Kalan Ayaklar, El Rızk Cami ve Nehir Manzaralı Oyma Evler 

Dicle Vadisi ve Derin Uçurumu İle Güzel Kaya
       
Dicle Nehri'nin kıyısına iniyoruz, karşımızda Artuklular’ın 12. yüzyılda yaptırdığı taş köprünün yan yana duran ayakları. Ortaçağ’da kesme taştan yapılan en büyük köprü. Bu köprü İpek Yolu kervanlarının yüzyıllarca kullandığı bir geçit olmuş aynı zamanda. Arkamıza döndüğümüzde, kalenin üstüne oturduğu koca kayanın altında, Dicle'nin kıyısında binlerce yıllık Yolgeçen Hanı. Tamamen kayadan oyularak yapılmış iki katlı bir han. Belki de taş köprüden geçen İpek Yolu kervanları bu handa dinleniyordu. Dicle Nehri'nin içine mavi demirden tahtlar konulmuş, biz de çıkıp bu tahtlarda biraz dinleniyoruz. Altımızdan nehir geçiyor. Bu mavi tahtlar, Güneydoğu Anadolu'nun damlarında fazlasıyla rastlayabileceğimiz bir yatak türü. Benim de yıldızlı gecelerde öğrencilerimle uyumuşluğum var bu mavi demirden tahtlarda.



Altından Dicle'nin Üstünden Yıldızların Geçtiği Tahtlar

Öğretmenevine çıkarken çarşıda, küçük bir dükkânda kilim dokuyan yaşlı bir amca… Oysa Hasankeyf'te zanaatkârlık 20. yüzyıla kadar çok gelişmiş ve ürünler Dicle Nehri üzerinden keleklerle yani sallarla Mezopotamya ortalarına kadar götürülüp satılıyormuş. Şuan ise zanaatkârlığa dair sadece gözümüze çarpan küçücük, izbe bir dükkânda tezgâhının başında kilim dokuyan bu yaşlı amca. 


Çarşıda, Dükkânında Kilim Dokuyan Amcamız

Kilim dokuyan bu yaşlı amca beni çocukluğuma götürüyor. Anneannemin kilim tezgâhında geçti çocukluğum çünkü. Büyük ninem, mübadeleden dolayı  Romanya’dan göç ederken vapura kilim tezgâhını da yüklemiş ve Trakya’ya yerleştiklerinde bu kilim tezgâhı anneannemlerin geçim kaynağı olmuş. Sonrasında tezgâh anneanneme kalmış. Anneannem de bu tezgâhın kendisine neredeyse 50 yıl geçim kaynağı olduğunu söyler. Kilim tezgâhında, bir çocuğun sığabileceği darlıkta bir bölüm vardı -sanki benim için yapılmış diye düşünürdüm o zaman- anneannem kilim dokurken ben de onu seyrederdim. Çok ama çok güzeldi o günler. 

Öğretmenevine çantalarımızı almak için çıkıyoruz ama ne görelim; bahçedeki tüm yapraklar yakılmış. Şok ve sinir oluyoruz. Bir insanın duygularını tahrik ediyorsa sonbahar yaprakları yok edilmeli. Kurumsal aklın hastalıklı hali. Yani o pastoral mekânımız duygularımızı coşturdu diye artık yoktu.

Midyat’a giden bir aile alıyor bizi arabasına. 

Hele Midyat’a Midyat’a  hele hele Midyat’a …  
Süryanilerin ruhunun sindiği harika bir yerleşim… Süryaniler, yaklaşık 5.000 yıllık geçmişleriyle Mezopotamya'nın en eski halklarından. Süryaniler; kendilerini tarihte Mezopotamya olarak bilinen bölgede hüküm sürmüş olan Akad, Asur, Babil ve Aram uygarlıkların mirasçıları olarak görmekte. 



Midyat  
Çarşıda Süryani telkari ustalarının işçiliğinin sergilendiği gümüşçü dükkânlarını dolaşıyoruz, girdiğimiz dükkânlarda aynı zamanda Süryanilerin yaptığı ev şarapları da satılıyor, biz de birkaç litrelik şarap alıyoruz. Süryanilerin sarı kalker taşını oya gibi işleyerek yaptığı evlerin arasında dolaşıyoruz, evlerin görünümü insanın ruhunu güzelleştiriyor. Süryanilerin ruhu, telkâri bir süs iğnesinin, bir evin duvarının işlemesinde… 

Yolumuz bizi Midyat Konuk Evi’ne çıkarıyor. Süryani taş ustalarının sanatının doruk noktası belki. Anadolu'nun kalabalık aile yapısına uygun inşa edilmiş, sanatsal bir yapı. Odaları, mutfakları, balkonları dolaşıyoruz. En üst kata yani damına çıktığımızda Midyat gün batımında çok hoş görünüyor. Hemen bu manzaranın içinde şarabımızı açıyoruz ama fırtınadan dolayı ayakta durabilecek gibi değiliz. Bir kuytuya geçip birbirimize sokularak içiyoruz şarabımızı. Karanlık iyice çökmüş. Çarşıya inerken bir sokak lambasının altında, çocukların gündüz oynadığı oyunlarından kalma sek sek oyunun çerçeve çizgisi… Bir kiremit bulup hoş kafalarımızla biz de 1’ler, 2’ler, 3’ler … diye uzayıp giden sek sek oyunumuzda, Süryanilerin şarap yapımcılığındaki marifetli ellerinin de etkisiyle bir çocuk heyecanıyla, bir çocuk rekabetiyle ve bir çocuk küskünlüğü ile oyunumuzu oynuyoruz. 

Midyat’ın daracık sokakları ıssız, bu sessizliği düşününce bir an oyunumuzu ve coşkumuzu yadırgıyorum. Ayıldıkça üşüdüğümüzü fark ediyoruz. Kendimizi bir kahveye atıyoruz. Kahve dolu, kâğıt oynuyoruz üç kişi. Bizi gecenin bir vakti Batman’dan alıp da Hasankeyf'e bırakan İsmail Abi geliyor kahveye, okey oynamaya başlıyoruz. Gece İsmail Abi’ye gidiyoruz. Bir ranzanın üst katında kafamı yastığa koyar koymaz uykuya dalıyorum. Sabah erkenden evden çıkıyoruz, akşamki fırtına yerini yağmura bırakmış ve Midyat yıkanmış. 

Mor Gabriel Manastırı’na gitmek için otostop çekiyoruz. Genç, yolundan sapıp bizi manastıra kadar bırakıyor. Kocaman bir arazinin ortasında kocaman bir manastır. MS 397 yılında kurulmuş. Kiliseleri, derslikleri, mezar odaları, yemekhanesi, tarlaları ile bir kasaba gibi. Manastırın içindeki dehlizler ve dışındaki işlemeleri, Süryanice yazıları ile mimari olarak eşsiz. Manastır’da yalnız dini bilimler okutulmamış; retorik, tıp, felsefe alanlarında Mezopotamya'nın en ileri eğitim merkezlerinden biri olarak adını duyurmuş. Okulun etkin olduğu dönemde Manastır Kütüphanesi çok zengin; minyatürlerle süslenmiş çok sayıda el yazması eserler, kitapların kopyalanarak çoğaltılması işini gören yazıcı rahipler… Ama yağmalar sonucunda eşi benzeri bulunmayan bu kültür hazinesi ortadan kayboluyor. 


Mor Gabriel Manastırı’nın İnce İşçiliği


Mor  Gabriel Manastırı

Manastırdan büyülenmiş olarak çıkıyoruz. Ana cadde bir hayli uzak, yola koyuluyoruz, önde de bir amca ilerliyor, yol arkadaşı olabilmek için ona da sesleniyoruz. Manastırın civarındaki köylerdenmiş, yarım yamalak Türkçesi ile anlatıyor da anlatıyor. O soğukta tarlaların arasından 2 km yol yürüyoruz. Bir araba caddeden alıyor bizi Midyat’a bırakıyor. Midyat’ta küçük bir manastırı daha geziyoruz, ara sokaklarda dolaşıyoruz. Midyat’tan Mardin’e otostop çekiyoruz. Arabadaki iki kişi sürekli Kürtçe konuştuğu için hiçbir şey anlamıyoruz.

Hele Mardin’e  Mardin’e hele hele Mardin’e …  
Mardin’de bir Arap lokantasında Arap müzikleri eşliğinde yemek yiyoruz. Bir yokuştan tırmandıktan sonra günümüz şair ve yazarlarından Murathan Mungan’ın evi karşılıyor bizi. Murathan Mungan, çocukluğunun geçtiği bu evi “Paranın Cinleri” adlı kitabında uzun uzun anlatır. Bu evin yan tarafı postane, o kadar güzel bir bina ki… Postaneleri çok seviyorum, Mardin mimarisinin tüm inceliklerini taşıyan bu postaneyi daha da çok seviyorum.


Mardin Postanesi 


Mardin Postanesi'nin İnce İşçiliği


Mardin Postanesi'nin Alt Katı, Kapının Güzelliğine


Bu postane 19.yüzyılda bir Ermeni mimarın elinden çıkmış ve sonrasında da Ermeni konağı olarak kullanılmış. Açık hava müzesi gibi görünen bu kentteki evlerin çoğu Ermeni taş ustalarının eseri. Postane binasının önündeki çay bahçesine oturuyoruz. Çay bahçesi tam bir teras, merdiven basamakları gibi sıralanan Mardin damlarına ve uçsuz bucaksız Mezopotamya Ovası’na açılan… 



Mezopotamya Ovası

Mardin evlerinin en güzel özelliklerinden biri de hiçbir ev diğer bir evin güneşini, havasını, Mezopotamya Ovası manzarasını kesmiyor. Bir evin damı arkasındaki evin terası oluyor ve teraslarda yine demirden, ahşaptan tahtlar karşımıza çıkıyor. 



Mardin, Ah Mardin!

Daracık sokaklarda kimi zaman da ‘abbara’lırın altından geçerek dolaşıyoruz. Abbara, evin bir bölümünün altından geçilen bir geçit. Mardin’in çarşısında dolaşıyoruz, semerciler çarpıyor gözümüze, bir an şaşırsak da sonradan Mardin’in o daracık sokaklarında taşımacılığın eşekler ve atlarla yapıldığını hatırlayınca birçok kentte ölü bir zanaat olan semerciliğin bu kentteki anlamı yerini buluyor. Mardin’de çöp toplama işi belediyeye ait eşeklerle yapılıyor. Dolaşırken dolu yağmaya başlıyor, kendimizi bir kafeye atıyoruz. Kafede menengiç kahvesinin de tadına bakma fırsatımız oluyor. Güzel bir tat.


Semerci, Bu Yaşlı Amca Bu Çocuğa Ne Öğüt Veriyordu Acaba?
                                                 
Mardin Sokakları  


 Mardin’in Daracık Sokakları 

Abbara ve Mardin’in Meşhur Eşekleri

Merakla başımı, burnumu, gözümü soktuğum avlulardan birinde beni bekleyen sürpriz:



Merak Her Zaman İyidir, Sürprizi Böyle Bir Güzellik Olabilir

Zinciriye Medresesi’ne çıkıyoruz. 1385 yılında yapılan medresenin kubbeleri, incecik dilimler şeklinde inşa edilmiş. Bu mimari tarz, Mezopotamya Ovası’ndan gelen kervanlara “bu yapının han olmadığını” anlatıyormuş. Hanifi ve Şafi mezheplerinin eğitim yerleri farklı. 



Zinciriye Medresesi 



Zinciriye Medresesi 'nin Bakmaya Doyulamayan Kapısı



                 Zinciriye Medresesi’nin Dilim Dilim Kubbesi                            

İnsan yaşantısının İslami inanca göre akıbetinin su ile sembolleştirildiği bir avluya çıkıyoruz. Çeşmeden akan su doğumu, döküldüğü yer çocukluğu ve gençliği, sonraki ince uzun bölüm olgunluk ve yaşlılık çağını temsil ediyormuş. Buradan da büyük bir havuzda biriken su ölümü ve ebediyeti anlatıyormuş. Medresenin dilim dilim kubbesinin yanına çıktığımızda eşsiz bir Mezopotamya Ovası manzarası ile karşılaşıyoruz. Seyrine doyum olmayacak bir manzara. 

Arkamıza döndüğümüzde ise Mardin Kalesi… İnsan tam da bu noktadan hiç ayrılmak istemiyor. Hep kalsın istiyor. Gün batmak üzere, dolmuşa atlayıp şehrin en altına iniyoruz, amacımız ve telaşımız batan güneşin Mardin’in taş evlerinde yaratacağı renk cümbüşünü yakalamak. Mezarlığın içinden geçip bir damın üzerine çıkıyoruz. Mardin, tepenin üstündeki kızıla çalan görüntüsü ile tam karşımızda. Sözün bittiği ve heyecanın batan günle paralel tırmanışa geçtiği bir an. Kimse konuşmuyor. Gün batınca Mezopotamya Ovası denize dönüşüyor, uçsuz bucaksız bir deniz sanki. Denize karşı şarabımızı çıkarıp içiyoruz. Nasıl bir fırtına var, damda donuyoruz ama bu manzaradan da vazgeçemiyoruz, birbirimize sokulmuşuz yine. 

Güneşin Batışının Aşamaları Mardin Evlerinin Renginden Görülebilir
        

Geceyi Köy Hizmetlerinin misafirhanesinde geçiriyoruz. Sabah erkenden Mekin Hoca ile buluşuyoruz. Mekin Hoca, Çınar Lisesinde bir yıl boyunca birlikte çalıştığım arkadaşım. Kendisi evli ve beş çocuk babası aynı zamanda gezmeyi de seven biri. Mekin Hoca’nın veteriner bir arkadaşı da arabasıyla geliyor, grubumuz kalabalıklaşıyor. Araba ile Kasımiye Medresesi’ne yola çıkıyoruz. Medrese 1400’lü yılların sonunda tamamlanmış. Mezopotamya Ovası’na nazır enfes bir manzarası var. Mimari olarak Zinciriye Medresesi’ne çok benziyor. Medresenin içindeki sınıfları geziyoruz. Sınıfların kapıları insan boyunun yarısı kadar, bu şekilde yapılmasında ‘talebelerin içeriye girerken eğilerek girmeleriyle ilme duyulan saygıyı pekiştirmek’ amaçlanmış. Ama esas etkileyici olan sınıfların kapılarının üstündeki taşa işlenmiş simgeler. Matematik, astronomi, tıp simgeler ile gösterilmiş. Yine bu medresenin de avlusunda yaşam, ölüm ve sonsuzluğu anlatan havuz sembolü var. 


Kasımiye Medresesi   


Yaşam, Ölüm, Sonsuzluğu Anlatan Çeşme ve Havuz


Medresenin Sınıf Kapılarının Üstündeki Semboller


Medresenin Sınıf Kapılarının Üstündeki Semboller  

Buradan Dayrulzafaran Manastırı’na gidiyoruz. 2500 yıllık bir geçmişi var. MS 5. yy.’a ait Pagan Tapınağı (Güneş Tapınağı) var. Tapınağın gün doğusuna açılan penceresinden gün ışığı içeriye girer girmez ibadete başlıyorlarmış. Pagan tapınağının üzerine manastır yapılmış. Pagan tapınağının zeminine gömülmüş Hıristiyan din adamlarından bahsediyor, manastırda görevli rehber. Din adamları yere gömülmek istemişler, bu onların naifliğinin göstergesiymiş, insanların, insanlığın ayakları altında olmak istemişler. Manastırın başka bölümlerinde de oturarak ya da ayakta duvarlara gömülen din adamlarından bahsediyor. Manastır; kiliseler, yatakhane, mezarlar, okul gibi birçok bölümden oluşuyor. Manastıra gelir gelmez gözlerim zangocu aradı, çünkü buraya kaç defa geldiysem hep onu bu kilisenin yıllanmış bir parçası gibi algılamıştım. Kamburu ve içine kapanık haliyle avluda gizlenerek dolaşan çok yaşlı bir amacaydı, ölmüş meğerse.

             
Süryanice

Dayrulzafaran'dan Küçük Bir Kesit

Kapının Yıllanmışlığı
        
Hele Dara’ya Dara’ya  hele hele Dara’ya …                     
Dara köyüne gitmek istiyoruz, veteriner abimiz illaki bizi Dara’ya da götürmek istiyor. Biz de bizim için o kadar yol kat etsin, istemiyoruz. Otostop çekiyoruz. Gazete dağıtımı yapan bir araç alıyor bizi. Arkada gazetelerin üzerine oturup manzarayı seyrede seyrede gidiyoruz. Dara, zamanında Mezopotamya'nın en ünlü kentlerinden biriyken şuan sadece bir köy yerleşkesi… 

Kent İran Hükümdarı Dara tarafından kurulmuş ve Dara ile Büyük İskender’in savaşına sahne olmuş. Dara, İranlılar ile Romalılar arasında sürekli el değiştirmiş. Günümüze, büyüleyici güzellikte su sarnıcı, su kanalları, köprüleri, mağara evleri, kaya mezarları kalmış. Dara’yı ilk defa duydum ve ilk defa gördüm. Büyülendim.


Kaya Evler, Bunların İçinde Yaşamak


Kaya Evler  


Canım, Ciğerim Arkadaşım Mekin Hoca, Charlie Chaplin Yürüyüşüne ve İnsan Sevgisine Sahip Güzel İnsan


Su Kanalları 

Mekin Hoca ve Şevin otostopla Mardin’e dönüyor; Yalçın ile ben de otostopla Nusaybin’e yola çıkıyoruz. Nusaybin’e gelince tarihin o güzelim büyüsünden de çıkıyoruz ister istemez. Fazlasıyla elektronik çarşı ve dükkânla dolu bir yer. Suriye’den getirilen elektronik malzemeler ucuza satılıyor burada. Geceyi Demiryolları’nın lojmanlarında geçiriyoruz. Trenimiz sabah erkenden kalkıyor, Suriye sınırından, ortadan yarılmış yerleşimlerin arasından geçiyoruz. Fırat Nehri’ni, demirden Carablus Köprü’sünü ve Karkamış’ın (Gılgamış) tarihsel anlamının güzelliğini bir kez daha yaşıyorum. Antep’te bizi koskocaman, kıpkızıl bir dolunay karşılıyor.

Suriye Kerpiç Evli Köyleri



 Suriye’de Tarlalar 


 Carablus Köprüsü’nden Fırat Nehri
     
İstanbul’a gitmek için tren bileti bulamıyoruz, otogara gidip otobüs bakıyoruz, otobüslerin de hepsi dolu. Hem bayram dönüşü hem de asker uğurlaması var. Her yer nasıl kalabalık, davul zurnalar çalıyor, halaylar çekiliyor, anneler ve gelinler bir köşede ağlıyor, “en büyük asker bizim asker” nidaları, askere gidecek gençler havalara atılıyor. Tam bir panayır alanı gibi otogar… Ankara’ya ek sefer olarak konan bir otobüste yer buluyoruz, otobüs yarım otobüs ve tıka basa asker dolu. Bu otobüs Ankara’ya gitmez düşüncesindeyiz ama yapacak bir şeyimiz de yok. Asker halayları son son bizim otobüsün çevresinde de çekilmeye başlıyor. Yarı uyur yarı uyanık Ankara’ya geliyoruz. Şansa hemen de İstanbul’a otobüs buluyoruz.

                                                                                                                                                                 
Mor; Trenle Gittiğimiz, Yeşil; Gezdiğimizdir
                                                                                                         





Annapolis / Maryland / USA

9 Ağustos 2020 Türkiye’ye dönmeden önce, Amerika’daki bir yıllık yaşamımın son günlerinde ve Covid-19 pandemisinin ortasında toplumsal hayat...