18 Haziran 2018 Pazartesi

gazinoları ile değil, milli parklarıyla anılmayı hak eden Gürcistan...

22 Temmuz 2017


Golden turizm ile Karadeniz sahil yolu boyunca ilerliyoruz. Biriken sermayenin Karadeniz bölgesine otoyol, devasa beton evler, denize kavuşamayan boğulmuş nehirler, nehirlerin başını tutan HES'ler olarak dönmesi... Kapitalist sömürü biçiminin sonucu biriken  sermaye, uzamda dolaşan ve dolaştıkça geçtiği yeri boğan ve bu döngüde sıkışıp kalan insan yaşamları... Karadeniz'de yaşanan da tam bu gibi geliyor bana; kıyılara yığılmış beton yerleşimler, HES'ler, doğayı baştan başa katleden otoyol...


Hiçbir şekilde emeğinin karşılığını alamayan üreteciler, fındık ve çay üreticileri... Bu karamsar düşüncelerin arasında otobüsten gördüğüm ve beni gülümseten şey; bir apartmanın dış camını atletli ve pijamalı bir amcanın siliyor oluşu... sen çok yaşa emi... Bütün betonlaşmaya karşı yol kenarında sıra dışı bir mimari örneği... Karadeniz sahil yolu boyunca ihtiyaçlarımızı karşılayan otobüsün Gürcü hostesi, güçlü bir kadın profili, bizim kadınlarımızın ezikliğine göre oldukça kendinden emin, kurumsal prensip olarak kibarlık göstermiyor, Türkiye'deki hostes kadın kibarlığı yok, dobra, samimi, güler yüzlü...
Karadeniz sahil yolu boyunca betonlaşmış yerleşimlein arasında bu güzellik hala ayakta

Batum

Yeni bir günün ilk dakikaları, sınırdan geçmeye çalışıyorum, yağmurlu tipik bir Karadeniz havası, dolmuş yok, Batum'a taksi ile  gitmek için bir Azeri erkek yardımcı oluyor, sınır ana baba günü gibi... bu kalabalığa yağmur da eklenince tam perişanlık. Batum'da Türk bir işletmecinin gazinosunda bir Türk olarak kendisine 3.000 liraya viski satılmasını gururuna yedirememiş bir adamın sınır kapısında etrafı ayağı kaldırmasına tanık oluyorum.


Taksiyle Couchsurfing'den Esteban'a gidiyorum, sıcak karşılıyorlar beni. Yeni Zelandalı Emma da misafir olarak orada, çok yüksek bir apartmanın balkonunda şehrin ışıklarını seyredip Gürcü şarabı içiyoruz. Sabahına da Batum yağmurlu, balkonun manzarasından gördüğüm tüm kirli sermayenin diktiği gökdelenler... Sheraton Hotel karşımda...  Batum'da sermaye kendini kumar, seks, alkol ile tekrar tekrar üretiyor ve sonra inşaat, beton olarak vücut buluyor. Kadının cinsel bir meta olarak kullanıldığı mekanlar... SSCB  döneminden kalan naif evlerin arasında yükselen gökdelenler, o kadar çoğalmışlar ki kentin ruhunu şekillendiriyorlar artık. Bu kenti hiç sevmiyorum.
Esteban'ın balkonundan Batum

Gün içinde Emma ile takılıyoruz, tavla oynamayı seviyormuş, limanda tavla oynayacağımız bir yere oturuyoruz. Avustralya'da sosyoloji okumuş, İstanbul'da öğretmenlik yaptığı dönemlerde Gezi direnişine katılmış, şimdi de Bükreş'te öğretmenlik yapıyormuş, gündüzden içmeye başlıyor, öğlen tavla oynarken üç bira içti bile ve sahile gittiğimizde de iki birayı devirdi. Kendini alkol ile daha rahat hissediyormuş. 
Emma ile Batum sahilinde

Sahilde güzel bir gün batımı, iki İranlı çift de gün batımı keyfimize katıldı, Esteban müziği son ses açıyor, sahilde müzik eşliğinde İranlı Peyman ile doğu ülkelerine dair güzel bir muhabbet ediyoruz. Pakistan, Hindistan, İran'daki yol anılarını dinliyorum. Yine İranlıları çok seviyorum. Peyman&Meryem çifti ile muhabbet hoşuma gidiyor. İranlılarda ne var böyle, beni sarıp sarmalayan? Yaşamı derinden deneyimlemeleri mi?
Batum'da enfes bir gün batımı


İranlı Meryem


Enfes bir gün batımı ışığı

Geceyi evde geçiriyoruz, 90'ların pop müziklerini Esteban'ın seçkisiyle dinleyerek. Emma eve gelirken bizden ayrılmıştı, dışarıda içmiş, üç şişe şarapla da gelmiş, şarap içerek tavla partisine devam ediyoruz balkonda. Evinde misafir olduğum Esteban ve Hızır Rizeli, Batum'da meyve suyu ticareti yapıyorlar. Batum'un kumar, seks, alkol üçgeninde dönen hızlı yaşamına göre oldukça sade bir yaşamları var, ekonomik olarak bu şehre tutunmaya çalışıyorlar. Farklı kültürlere açık ve saygılılar.

Esteban'ın müzik kültürü oldukça iyi, yanıma da yol müzikleri listesi yapıyor. Emma bir Adile Naşit karakteri sanki ama sadece içip yürüyor, kahvaltıdan sonra içmeye başlıyor. Sabah kahvaltıyı Emma hazırlıyor, bir Adile Naşit edasıyla. 


Sveneti Milli Parkı'ndaki Mestia'ya gitmek için Zugdidi dolmuşunu arıyorum. Terminale gitmek için bir pazardan geçmem gerekiyor. Altmış, yetmiş yaşında kadınların yoksullukla mücadelesi... pazarda duvar diplerinde,  yaşına rağmen kadınların satış yapmayı bekleyişi... emekli olup evinde dinlenmesi gereken kadınlar ekmek derdinde... Genç kadınlar da gazinolarda bedenlerini satarak yoksullukla mücadele ediyor. İki durumda da kadınların ezilmişliği... Gürcistan'ın  SSCB'nin yıkılışından sonraki kadın yüzü...

İçinden geçtiğim pazarın baharat tezgahları, hem Gürcüce hem Rusça etiketlerle




Yaşına ve yıllanmış yorgunluğuyla  satış yapmayı bekleyen  kadınlar




Yılların yüz çizgilerine rağmen umut hala gülümsemede




Yıkık dökük duvar diplerinde satış yapan kadınlar


Mestia

Zugdidi dolmuşundayım, Karadeniz sahili boyunca ilerliyoruz, Kabuleti'ye kadar bitki örtüsü inanılmaz güzel, bambu ağaçları etrafta ve yol kenarlarında bambu ürünlerini satan tezgahlar... Bambu ağacı nasıl güzel bir ağaçmış böyle, boğum boğum gövdesi, süpürge gibi incecik dalları... bir tanesini sırtlayasım var... Bambu'dan yapılan farklı tasarımlar yol boyu tezgahlarda... Yine Karadeniz sahil yolunda muz ağaçları, manolya ağaçları... Flora olarak bizim oralardan ne kadar farklı... oysa deniz aynı deniz; Karadeniz... Okaliptuslu yollardan ilerliyoruz, bazen iki tarafın okaliptüslarının dalları birbirine geçmiş ve dallardan yemyeşil tünel örmüş. Yolda çok fazla gezgine denk geliyoruz, bisikletliler birbirine zıt yönlerde pedallıyorlar. 

Belli bir bölgeden sonra yol kenarlarında domuz ve inekleri görmeye başlıyoruz, hatta yol ortalarında inekler oturmuş dinleniyor, araç sürücüleri hayvanlara göre yoldan geçmeye çalışıyor. Bahçelerde, çayırlarda evcil domuzlar... Karadeniz'e dökülen nehirlerin üstünden geçiyoruz, nehirlerin çoğu yeşil, Karadeniz'e kavuşuyor, bizim oradaki gibi nehirler HES ile boğulmamış anlaşılan, dolu dolu nehir yatakları...

Zugdidi'den Mestia dolmuşuna biniyorum, Mestia, Sveneti Milli Parkı'nda gezginlerin uğrak yeri. Dolmuş çok kısa bir süre sonra tırmanışa geçiyor. Kaçkar Dağları gibi bir coğrafyaya giriyoruz, kısa sürede dağlık, yeşillik başlıyor. Dolmuşun önündeyim, cam açık, püfür püfür dağ havası, nehirler devasa köpüklerle dökülüyor, kayalara çarpa çarpa uçurumlardan geliyor. Kafkas Dağları'na tırmanıyoruz, yaklaşık üç saatte 1500 metreye yayıla yayıla geliyoruz.

Mestia'nın mimarisi ilginç, evlerin dibinden baca gibi yükselen kuleler var, evler de taş, kuleler de... Akşam üstü indiğim yerde çadır kurmak için kamp alanı arıyorum, bir bakkalın önündeki kadın yardım ediyor, guest house olarak kullanılan bir evdeki kadınla konuşuyor, bahçelerine 5 lariye kamp kurabileceğimi söylüyor. Rus evlerinde olan bir koku var bu evde de.  SSCB dönemi evi, eşyalar da sanki o döneme ait. Eski eşyaların olduğu bir salonda, başlayan yağmurun dinmesi için bekliyorum. 
Guest house'un bahçesine kurduğum çadır

Küçük çadırım, büyük bahçenin ortasındaki bir ağacın altında. Yağmur boşalacak gibi, çarşıya çıkıp çadırımın üstüne ve kendi üstüme bir şeyler bakmak istiyorum, çarşıda sığınabileceğim bir yer bulana kadar yağmur başlıyor. Kate'in kek evinin üstü kapalı terasında yağmuru izliyorum, deli gibi boşalıyor. Tam dağ havası... Bir kadının kek yapıp sattığı sevimli bir yer, oturup Ece Temelkuran'ın Ağrı'nın Derinliği kitabına başlıyorum, keyifli bir mekan, kara bulutlar, gök gürültüsü ve şimşekler arasında... Kendimi ait hissettiğim kek kokulu bir mekan...
Bir kadının elinin ve yüreğinin güzelleştirdiği mekan

Çadırıma dönüyorum, yağmur deli gibi yağmış, ama çadırın içi kuru, geceyi çadırda yalnız geçiriyorum, çadır kurma ve yalnız kalma deneyimim ilk, içimde korku yok, keyfim yerinde. Sabah kahvaltı yapmadan Mestia'yı tanımaya çıkıyorum. Milli parkta, dağların arasında bir küçük kasaba. Birbiri ardına sıralanmış dağların içinde, gelişigüzel yürüyorum, evlere yapışık kulelerin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Üstünde insanların oturduğunu gördüğüm kuleye yöneliyorum, demek ki en üste çıkılabiliyormuş.
Mestia'nın içinde gizlendiği Kafkas Dağları


Karlı dağlar fonunda bir tablo sanki


Bir yayla esintisi


Mestia

Daracık sokaklar ve taş evlerin arasından bir müzeye giriyorum, müzeden de bu baca gibi metrelerce uzayan kulelere çıkış var, ahşap merdivenlerle kat kat çıkalabiliyor. Merdivenler bildiğimiz ahşap ilkel merdivenler, çıkarken yükseklik korkum depreşiyor. Zoraki çıktığımda bakıyorum ki gencecik bir anne ve küçük kızı kulenin çatısında, keyifle oturuyor, sıcacık bir selamlaşma... Moskova'dan gelmişler, Rus olamayacak kadar sıcakkanlı bir kadın, birlikte oturup manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Kızıyla birlikte geziyormuş, kızı okuma yazma bilmediği için resim çizerek gördüklerini anlatıyor, onlarla tanışmam beni rahatlatıp mutlu ediyor.
Rus anne ve kızı ile bir bacanın çatısındayız


Yolda olmaktan nasıl da mutluyum


Mestia, baca şeklinde kuleleriyle


Köpük köpük akan  Mulkhara Nehri

Çatıda oturup kulelerin tarihi üzerine konuşuyoruz. Feodal beylerin zenginliğinin ve güvenliğinin sembolüymüş bu taş bacalar. Feodal beylerin hanesine yapılacak herhangi bir saldırıyı görmek ve önlemek amacıyla... Kafkas Dağları, kasabanın ortasından köpürerek akan bir nehir ve evlerin yanından yükselen bacalar görünüyor, çatı manzaramızdan. Bacanın çatısından birlikte iniyoruz, küçük kıza inerken birlikte yardım ediyoruz, yolculuğumda bana heyecan veren ilk tanışma, ilk arkadaşlık... 

Etrafta dolaşıyorum, kilisede etnografik nesnelerin sergilendiği bir müze, ahşap üzerine boyanmış Hristiyanlık motifleri heyecanlandırıyor beni... bir dağ köyünde müzenin olması ne kadar güzel...
Mestia'nın taş evleri ve yanlarından yükselen güvenlik kuleleri

Mestia, genelde hiking, treking, climbing için gelen birçok sırt çantalı gezginin yeri... Şehrin merkezinde biraz zaman geçirip çadırımı kurduğun bahçeye geri dönüyorum, bahçede çadırımın yanında bahçenin hamağı... hamağa uzanınca dinlendiğim, nefes aldığım, gökyüzünü ve ağaçları izlediğim bir an oluyor. Bahçenin sahibi kadının çocukları etrafımda oynuyor. Daha yolculuk moduna çok giremedim, hala içimde Gerze'deki yaşantıma dair boşluklar, kaygılar var. Yol moduna, motivasyonuna girince gezgin olma ruhunu daha iyi yakalayacağım diye düşünüyorum.

Mestia'ya gelirken gördüğüm, Mestia'dan bir önceki yerleşim İskari'yi görmek için yürümeye başlıyorum,  dağ manzaralı uzun bir yürüyüşten sonra gelen dolmuşa biniyorum. Etrafta yavrularıyla dolaşan domuzlar... Bahçelerde çalışan kadınlarla selamlaşıyoruz. Taş evler hep, SSCB döneminden kalma evler, pencerelerde eski pervazlardan yeni yeni pimapene geçiliyor, tüm pencereler değil de belli odaların pencereleri. Köyün içinde gezerek vakit geçiriyorum.
Mestia'dan önceki yerleşim İskari


Hele yavruşların tatlılığına


Pimapene geçmiş taş evler

Mestia'ya dönmek için otostop çekerken dolmuşa denk geliyorum, dolmuşta Slovakyalı iki genç kadın, tanışıyoruz. Yeni geliyorlar Mestia'ya, ama ikinci gelişleriymiş. Hiking, treking muhabbeti yaparken yarın Chalaadi Buzulu'na gitmek için sözleşiyoruz. Hiking, treking etkinlikleri yapan gruplar yok, herkes kendi rotasını ve planını kendi yapıyor. Böyle bir hiking rotasına da ben tek başıma cesaret edemezdim, neyse ki iki kadınla tanışmamız bölgede hiking yapmak için bana bir fırsat oluyor. Slovakyalı iki kadın arkadaşla yarın sabah buluşmak üzere ayrılıyoruz.

Kate'in kek evinde oturuyorum, bu mekan akşam üstleri kitap okuduğum, gezi yazısı yazdığım keyifli bir mekana dönüşüyor. Ece Temelkuran'ın Ağrı'nın Derinliği kitabı ile Ermenistan yolculuğuma hazırlanıyorum. Çadırıma erkenden gelip soğuğa karşı  kıyafetlerimi üst üste giyip yatıyorum. Çadırın içinde huzurluyum. Sabah buzul için hazırım, yanıma kamp kurduğum bahçenin önündeki fırından tandır ekmeği, bir manavdan elma, muz alıyorum. 
Gürcistan meyve açısından oldukça zengin

Yola koyuluyoruz, bölgede küçük bir hava alanı var, Gürcistan iç uçuşları içinmiş. Yürüdükçe dağların manzarası, karşımızda asılı bir tabloya dönüşüyor. Yollardan buz gibi su akıyor, serinlemek için suyun içinden yürüyoruz, yoldan ormanlık alana girince, patika yürüyüş için daha keyifli oluyor. 1500 metreden 1770 metreye çıkıyoruz. Arkadaşlarla meyve molası, meyvelerimden ikram ettiğimde almıyorlar, kendi soydukları salatalıklardan da bana ikram etmiyorlar. Paylaşmayı bilmemek, gezgin olmanın ruhuna ne kadar da aykırı...
Mestia'dan Chalaadi Buzulu'na yürürken

Mestiachala Nehri boyunca yürüyoruz

Sanki duvarda bakmaya doyamadığın bir tablo gibi

Moladan sonra yola  devam, parçalanmış kayaçlardan oluşan zorlu bir bölgede ilerliyoruz. Buzul bir mağara ağzına benziyor ve uzadıkça dağın derinliğine doğru gidiyor. Mağara ağzından da eriyen buzullardan doğru gürül gürül bir su... Devasa Chalaadi Buzlu'nun bir ucundayım; dağlar, buzul, nehir, buzulun parçaladığı kayaçlar ile atmosfer beni içine çekiyor. Kafkasların harika buzul esintisine bırakıyorum ruhumu...
Kilometrelerce geriye uzanan Chalaadi Buzulu


Chalaadi Buzulu'nun bulunduğumuz noktası, Mestiachala Nehri'nin  aktığı bir mağara ağzı gibi


Kilometrelerce uzanıyor, biz 1770 metredeki kırmızı çarpıdayız


Hiking ekibimiz, Slovakyalı genç kadın arkadaşlar

Tekrar orman içi yola koyuluyoruz, dağ çilekleri toplayıp yiyerek keyifle yürüyoruz, orman içinden  yola çıktığımızda bir araç alıyor bizi, bir mesafe sonra yine tabanları kuvvet. Sağımızdan akan güldür güldür Mestiachala Nehri... Ben yürümekten perişan bir haldeyim, arkadaşlar dönünce bir de başka bir tepedeki kiliseyi ziyaret etmeye gidiyor. Ben onlardan ayrılıyorum, yaşları yirmi beş civarındaydı, ama Gürcistan'da bilmedikleri hiking rotası yok gibi... Tüm kanyonlarda, vadilerde hiking, trekking rotalarını deneyimlemişler. 

Ayaklarım perişan, güneşten omuzlarım yanmış, ağrılar içindeyim. O yorgunlukla kendimi hamağa atıyorum,  yanıma evin küçük kızları geliyor, ellerinde birer tavşan yavrusu... Evin babaannesi de yanıma gelip beni hamakta sallamaya başlıyor, rahatsız oluyorum. Batılı kadınların hizmetine koşan emekçi Gürcü kadınları hissiyatı... kendimi kötü hissediyorum ama o beni memnun etmek ister gibi hizmet etmeye çalışıyor. SSCB dağıldıktan sonra birçok Gürcü kadının bakım emeği, seks işçiliği, pazarcılık, mevsimlik işçilik için ülkemize geldiğini düşününce Mestia'da da hizmet sektöründe kadınların bu kadar yoğun emeğini görmek beni çok üzüyor. Hamakta, kafamda bu düşünceler, fiziksel yorgunluğum geçene kadar dinleniyorum. Akşamüstü Kate'in kek evindeyim, artık garson genç ile bir hayli samimi olduk, sürekli gülümseme halindeyiz birbirimize. Günlerdir  her türlü yardımıma koşuyor sağ olsun.
Çadırımın yanı başındaki hamağıma gelen ziyaretçiler; üç kız, üç tavşan

Sabah mis gibi tandır ekmeği kokusu ile uyanıyorum, bu gün Ushguli'ye gitmek istiyorum, Mestia'nın çıkışında otostoptayım, ama alan yok, kırk kilometre yol, neden almıyorlar? diye düşünüyorum. Yaklaşık bir saat araç bekledikten sonra, araç gelmeyince marshutkaların (dolmuş) yolunu tutuyorum. Gidecek  bir araç var, üç Rus çift ve ben marshutkayı dolduruyoruz, ben önde oturuyorum, manzarayı görmek için harika bir bakış açısı. Dağlar, kıvrılan yollar, zirveler... yolumuzun üzerinden uzakta gördüğümüz Ushba zirvesi,  5000 metreymiş. Yol kısa bir süre sonra bozuluyor, Patara Enguri Nehri, yolumuzun yanından Munzur Vadisi'ni andıran uçurumların içinden akıyor. Kırk kilometrelik yolu iki buçuk saatte alıyoruz. 

Ushguli'ye geldiğimizde başka bir zirve Shakara ve bu zirveden gelen Patara Enguri Nehri, Ushguli'ye taş tarihi bir köprünün altından ulaşıyor. Burada feodal beylerin daha eski gözetleme kuleleri var. Dağcılar, trekingciler, hikingciler etrafta... artık ormanın bittiği, sadece yeşil bir örtünün olduğu, yüksekliğin 1730 metre civarında olduğu bir yayla...
Shakara Zirvesi,  5193 metre


Engürü Nehri'nin kıyısında Usghuli yaylası

Usghuli'nin Enguri Nehri üzerinde tarihi köprüsü

Ushguli'den önceki yerleşime yürüyorum, orada da eski kuleler, eski evler var. Yayla kadınları sokak aralarında dolaşıyor.  Enguri Nehiri gürül gürül akıyor. Mestia'da tanıştığımız genç anne ve kızı ile karşılaşıyoruz, birbirimizi görünce çok seviniyoruz. Ayaküstü muhabbet... 
Ushguli'ye uzaktan bakış


Muhteşem bir yayla


Yayla kadınları işinde gücünde


Yaylanın taş evleri

Onuncu yüzyıldan kalma bir kilise, etrafı kerpiç sıvalı, içi mağara gibi... Üç katlı taş bir yapı, etnografik müze olarak hizmet veriyor, müzeyi geziyorum. Herhangi bir güvenlik kulesine çıkmak içimden gelmiyor. Zaten bizim marshutka da harekete hazır. Rus çiftlerin piknik için gittikleri dağlardan dönmesini bekliyoruz. Tekrar keskin uçurum manzaralı yollardayız.
Onuncu yüzyıldan kalma dışı kerpiç sıvalı, içi mağara görüntülü kilise

Ushguli'nin kadınları 

Rus çiftlerle samimi oluyorum,  ikide bir şoföre ve bana şeker veriyorlar,  Rusların paylaşımcı yanları hoşuma gidiyor, muhabbet ediyoruz yol boyu. Kate'in kek evindeyim, garson çocuğa Harry Potter kitap ayracı hediye ediyorum ve yarın sabah erken ayrılacağımı söyleyince kucaklaşıyoruz. Gece etnik müzik yapan bir barda bu güzel dağ kasabasına veda etmek istiyorum. Gerçekten Kafkas müzikleri ve dansları ile capcanlı bir gece. Mandoline benzeyen, sesi beni oldukça etkileyen etnik bir enstrüman ile ana bağlanıyorum. Erkeklerden oluşan bir koro, iki genç kadın da Kafkas dansı ediyor. Daha önce burayı keşfetmediğime çok üzülüyorum, keyif aldığım bir bar gecesi oluyor. 

Sabah erkenden çadırımı toplayıp yolcuyum, dört günlük çadır maceram bitiyor, birçok yürünecek hiking ve treking rotası ile yarım kalmış bir gezi; Mestia... Gürcistan'ın doğal zenginliklerini fark ettim, dağlarının tablo gibi kusursuz güzelliğini...

Saatin alarmını duymamışım, uyandığımda marshutkanın kalkmasına çok az vardı, apar topar çadırımı toplayıp  Zugdidi marshutkasına yetişiyorum, marshutkanın içi sırt çantalı gezginlerle dolu. Yolculuk esnasında Belçikalı bir çift ile muhabbet kuruyorum. Svaneti Milli Parkı'nın içinde keyifli bir yol... Derin vadide akan nehir ve yaylara çıkan ip gibi kara yolu... Bu ipin üzerine dizilmiş köyler, ara ara verilen mola, molada her yan çeşme ve haçapuri yapan kadınlar... 

Belçikalı sıcakkanlı kadınla öykülerimizi paylaşıyoruz, dağlara karşı... mola yerindeki kediyi seviyoruz birlikte. Saatlerce süren yolculuk, Belçikalı kadınla yollarımız bir mola yerinde ayrılıyor. Sonrasında Fransız Tina ile devam ediyoruz. Marshutka'nın önüne oturup ikimiz muhabbetle yola devam ediyoruz. Tina 20'li yaşlarında, sosyal hizmetler mezunu, Fransız devlet politikalarını sevmediği için devlet kurumlarında çalışmak istemediğini söylüyor, mülteci kamplarında çalışmayı tercih ediyormuş. Drama, müzik, dans ile mültecilere bir an olsun içinde bulundukları trajik durumu unutturmak için elinden geleni yapıyormuş. Yaşadığı yer de bir squat mekanmış. Makedonya'da bir aile ile kalıyormuş burada, üç aydır yalnız bir kadın gezgin olarak yollardaymış... Kendini feminist, vejetaryen, Kürt hareketine meraklı biri olarak tanımlıyor. Türkiye'nin doğusunda gitmek istiyor, Kürtler ile tanışmak için. İnanılmaz paylaşımcı, komün bir perspektiften yaşama katıldığı çok belli. Sabah kahvaltı yapmamıştım, elindeki tandır ekmeğini paylaşıyor, genç yaşına rağmen sosyal yaşama katılma noktasında inanılmaz bir enerjisi var. İleride deneyimlerinin içinden sıra dışı bir karakteri oluşacak gibi.

Zugdidi'de inip Tiflis marshutkasına biniyoruz birlikte. Ben Borjomi'de ineceğim o devam edecek. Marshutkanın içinde klima yok, camların hepsi açık, şoför deli gibi hızlı gidiyor. Dışarısı 40 derece, her birimiz marshutkanın içinde bir köşeye savrulmuşuz. Herkes uyuyor, Tina'nın ekmeği, muzları bir yere düşmüş, molada biraz kendimizi toparlayıp yemek için haçapuri alıyoruz. 

Borjomi
Bir süre Kura Nehri boyunca gitmenin keyfindeyim, Kura Nehri, Ermenistan ve  Gürcistan'ı batıdan doğuya doğru boydan boya geçen bir nehir. Borjomi için yolda şöför indiriyor beni, Borjami'ye geldiğimi zannederek kalacak yer arıyorum. Meğerse indiğim yer Borjomi değilmiş, insanlar dil bilmiyor, ben neredeyim onu bilmiyorum, inanılmaz bir şekilde panikliyorum. Sonra zar zor birileriyle anlaşıyorum da beni Borjomi marshutkasına bindiriyorlar. 

Borjom- Kaharaugili Milli Parkı'nın içinden Kura Nehri boyunca gidiyoruz. Evini, yazın dağ havası almak isteyenler için açan Şato karşılıyor beni, içi görünen insanlardan, ilk anda ısınırsın ya hani, işte öyle... Arabasıyla beni evlerine bırakıyor. Annesi Kate, kız kardeşi Natia ile tanışıyoruz, kendisi işe gidiyor. 
Kate ile yemek hazırlarken 

Tüm odaları yazlık olarak kiralanmış, oda yok, ama ben ve Natia ile aynı odayı paylaşacağım. Kate, SSCB dönemi kadını... tarzı hoşuma gidiyor; salaş bir elbise, sallanan küpeler, kısacık saçlar... SSCB döneminden konuşuyoruz, insanların parasız eğitim aldıklarından ve kolaylıkla iş bulabildiklerinden bahsediyor. Tiyatro, opera, kitap okuma onlar zamanında yaygınmış.  Kate'in küçük bir kütüphanesi var, Natia genç, anne-kız birbirinden farklı iki kuşak... biri komünist sistemin kadını, diğeri kapitalist... Kate, gençlerin artık tiyatroya değil, gece kulüplerine; kitaba değil akıllı telefonlara meraklı olduğunu söylüyor. 
Kate ve Natia ile
Kate inanılmaz leziz bir kahvaltı hazırlıyor, bir de el yapımı naneli votka, oldukça sert. Muhabbetle yemek yiyoruz, gezgin olmayan local birilerinin yaşamına temas etmek, onlarla günlük yaşamlarını paylaşmak inanılmaz hoşuma gidiyor. Evleri SSCB döneminden kalma, yaz için Batum ve Tiflis'ten dağ havası almak için gelen kadınlar çardak altında çocukları ile oturuyor, biz de onlara eşlik ediyoruz. Kadınlar ile muhabbet ederken bahçedeki çiçekleri suluyorum bir yandan akşamüstü serinliğinde, badminton oynuyoruz kadınlarla, ilk oynayışım, kadınların oyun oynarken  şen şakrak halleri hoşuma gidiyor. Milli park içindeki bu yerde Natia ile akşamüstü yürüyüşü yapıyoruz. 
Kendi evimdeki gibi, bir akşam üstü bahçe suluyorum

Akşam yatmadan önce Kate'in kitaplığında Herman Hesse'in Bozkır Kurdu kitabını görüyorum. Sevdiğim yazarları, kitapları başka dilde görmek sevindiriyor beni. Gürcüce dilinin karakterlerini bu kitapta inceliyorum. Natia ile yan yana yataklarda bir odaya paylaşıyoruz,  dört gün çadırda uyuduktan sonra yatak iyi geliyor. Sabah geç saate kadar da uyuyorum.
Herman Hesse'nin Bozkır Kurdu kitabı

Gürcüce'de Herman Hesse

Kate erkenden kalkmış, kek ve bir sürü güzel şey hazırlamış, inanılmaz çalışkan ve temiz bir kadın. Kahvaltıdan sonra Natia da şehir merkezinde bana eşlik etmek istiyor. Borjomi'den Kura Nehri yeşil yeşil akıyor. Muhtemelen, milli parka can veren de bu nehir. Müzeye gidiyoruz, müzenin en üst katında, bölgenin flora ve faunasına dair sunumlar var. Flora bölümünde, bölgenin ağaçlarının gövde, yaprak ve tohumları müzede sergileniyor. Fauna bölümünden çok rahatsız oluyorum, bölgenin envai çeşit hayvanı dondurulmuş bir şekilde sergileniyor. Hayvanları kendi doğal ortamlarında tanımamız daha doğal olur diye düşünüyorum. Onları öldürerek bizim yaşantımıza getirmek değil de onları yaşatarak bizim onların yaşantısına gitmemiz daha insalcıl sanki...
Borjomi'den geçen Kura Nehri


Müzenin flora bölümü

Borjomi, üzümü ile meşhur, SSCB döneminde Borjomi'nin orak, çekiç, üzüm salkımlı bir amblemi de müzede sergileniyor. Evlerin bahçeleri asma dolu. Borjomi, aynı zamanda volkanik bir bölge, mineral suyu meşhur. Gazlı ve kükürtlü mineral suyuna her yerden akan çeşmelerden ulaşılabiliyor. Şehrin merkezinde bir hareketlilik, tezgahlarda envai çeşit meyve suyundan yapılmış cevizli sucuk, pestiller... tezgahlar renk renk...
 SSCB dönemi Borjomi  logosu


Borjomi'nin tarihsel süreçteki şarap şişeleri


Envai çeşit meyve suyundan yapılan cevizli sucuk


Envai çeşit meyve suyundan yapılan pestil

Couchsurfing'den yazıştığım Dimitri'nin şarap evine gidiyorum, barın masasında çeşit çeşit şarabın, yeşil kocaman cam şişelerde kadehe dökülüp tattırıldığı bir mekan... Paletlerden oturak, sehpa  yapılmış, saman balyaları etrafta dekor olarak... Renk renk cevizli sucuklar asılmış bar masasının üstüne. Dimitri'nin eşi şarap evinin önünde, yol kenarında, tezgahta peynir satıyor. Küçük kızı etrafta koşturuyor, kedileri de gelip kucağıma oturup oyun istiyor. 

Böyle bir atmosferin keyfini şarabımı yudumlayarak çıkıyorum, Akşam üstü evin yolunu tutup geceyi evde geçiriyoruz, Kate ile işaret dili ile anlaştığımız bir gece. Sabah, Kate, patates kızartması, soslu makarna, haçapurili nefis bir kahvaltı hazırlamış. Kate, yolculuğumun sonrası için kendi yaptığı, sabah kahvaltıda dahi kendisinin içtiği naneli votkadan yanıma koyuyor, ayrılmak zor geliyor bu ailenin yanından, kendimden bir şeyleri geride bırakarak onlardan bir şeyleri yanıma alarak bu güzel aile ile vedalaşıyorum. Şato, beni Tiflis marshutkasına bırakıyor. Yeni bir yol hikayesi başlıyor, bir yerlerden ayrılmak zor geliyor ve gideceğim yerin belirsizliği bu zorluğu daha da arttırıyor. 

Naneli votka ile Borjomide yazılan gezi notları


...ve bir veda anı
Tiflis
Ara ara, Kura Nehri'nin görüntüsüyle kesişen yolla şehre giriyoruz, trafik yoğunluğu fazla, binalar yüksek, bir şehrin zehri çeperine kadar yayılmış. Otogarda iniyorum, etraf pazar alanı gibi karışık. Couchsurfing'ten beni ağırlayacak kimseyi bulamadım, belirlediğim, fiyatı uygun olan, fotoğraflardan atmosferini beğendiğim bir hostele gitmek istiyorum, sevimli bir taksici yardımcı oluyor bana. Şehir içinde, taksicinin kendimi iyi hissetmek için sağladığı sıcak atmosferde keyifli bir yolculukla adresi buluyorum, zile cevap vermeyen hostele ulaşmak için karşı taraftaki berbere giriyorum. Kadının, erkek berberi olarak çalıştığı bir dükkan, bir an ilginç geliyor, kadının erkek berberi olması... Berberler çok eril mekanlar kafamdaki şemaya göre, oysa değişmesi lazım bu durumun bizim ülkemizde de...
Erkek berberi olarak bir kadın

Hostelde oturduğu sandalyesinden beni sıcakkanlı bir gülümseme ile karşılayan kadın; Nana. Free Style Hostel, ruh olarak çok hoşuma gidiyor; kitaplar, kuru çiçekler, plaklar, fotoğraf makineleri, farklı dilde notlar, çizimler... Nana'nın resmedildiği bir çok çizim. Ortama kolayca adapte oluyorum, Rusça, Türkçe, İngilizce muhabbet dönüyor ortamda. Havanın serinlemesini bekliyorum, kendimi kentin akışına bırakmak için. Hostel, çınar ağaçlarının altında, SSCB dönemine ait bir bina. Yol boyunca süslemeli binaları izleyerek, local giyim dükkanlarına girip marka etiketi taşımayan kıyafetlere bakıyorum. Kapitalizmin markaları bu ana caddede daha yeni yeni boy göstermeye başlamış. En meşhur caddeye hala bakkal ve mağazalar hakim. Çok seviyorum bu durumu...
Devesa çınar ağaçları altında, SSCB döneminden kalma bir binanın giriş katındaki hostelimiz


İşte Free Style Hostel'in sahibi Nana, nasıl güzel bir kadın

Gezginlerin çizimiyle Nana


Bu da Nana'nın anlatıldığı başka bir çizim, Gürcü mantısı üzerinde

Kura Nehri'ne yöneliyorum, nehrin kıyısını setler ile çevirmişler ve iki yanında işlek bir otoyol akıyor. Dolayısıyla nehir, kentin sosyal yaşantısını çok da belirleyemiyor, nehrin o görüntüsü, serin esintisi trafik gürültüsü ve görüntüsü ile boğulmuş durumda. Bir barda bira içip etrafı dolaşmaya devam ediyorum. Yıllar önce geldiğimizde de gezmekten keyif aldığım, tarihi ve estetik bir binanın süslü sütunlarının altında merdivenlere yayılmış küçük pazardaki tezgahları dolaşıyorum. Daha önce geldiğimde, bir çok renkli iple etnik motifli el emeği çorap almıştım. Şimdi de renk renk keçeden kolye alıyorum. 
Backpaker olmanın yanında bir bisikletçi de olduğum için Gül Devrim Meydanı'ndaki bu heykel hoşuma gidiyor


Sürekli açık olan ve el işleri satılan bir merdiven pazarı

Yorgunum, erkenden uyuyorum, hostelin huzurlu ortamında keyfim yerinde, gençler eğlence mekanlarında olmalı... Gecenin bir vakti sokakları süpüren birinin süpürge sesine uyanıyorum. O ses nasıl hoşuma gidiyor, beni evimde, köyümde hissettiren bir yanı var bu çalı süpürgesi sesinin... Köydeki evimizde sabahları annemin odamın önündeki avluyu süpürmesi ve benim o sese uyanmam gibi şu an... Yine böyle bir sese uyandım, kalkıp camdan baktığımda belediye işçisi bir kadın, sokakta etrafa savrulmuş çınar yapraklarını toplamaya çalışıyor. Keşke süpürmese, kurumuş çınar yaprakları ne kadar çok yakışıyor, ne kadar çok anlam katıyor kentlere... Bir kadın gecenin üçünde yalnız başına -bunun yapılabilmesi doğal olması gerekir aslında- yalnız işini yapması oldukça şaşırtıcı benim için. Türkiye'de bunu düşünemiyorum. 
İşte kenti güzeleştiren bu çınar ağaçlarının  dökülen yapraklarını süpürüyor, bırak dağınık kalsın

Yeni bir gün, Trinity Katedrali'ni gezmekle başlıyor. Katedral o kadar yeni ki duvarlara fresk yapmak için kurulan platformlar duruyor kilisenin içinde. Derin bir tavan, yanan mumlar, öpülen İsa ve Meryem resimleri, erimiş, sönmüş ve çöpe atılmış kilolarca dilek mumları... Bir ahşap oturağa oturuyorum, etrafı gözlemleyip atmosferi koklamaya çalışıyorum. Kiliselerin yakılan mumdan ve tütsüden olsa gerek ayrı bir kokusu var. Kıyıda köşede kendi duası, dileğiyle İsa'ya, Tanrı'ya yakaranlar... özellikle kadınlar... Bu da ilginç geldi şu an, kadınların sürekli bir dileğinin olması, bir şeyler adına -belki çocukları, kocası için- sürekli yakaran bir durumda olması...
Trinity Katedrali
2004 yılında inşasına başlanmış


Kilisenin her yanında selfie çeken insanlar, bu narsist beden ve zihniyetlerden inanılmaz rahatsız oluyorum. Bu insanların hareketlerinden mekanın ruhunu hissedemiyorum. Narsist kimlikler, akıllı telefonların piyasaya sürülmesiyle başlayan günümüz insanının hastalığı... 
Eski şehre yürürken karşılaştığım evler


Eski şehire geçip kilise, cami, sinegog, hamam, kale, tiyatro binası geziyorum. 4. yüzyıldan kalma Anchiskhati Basilica'sı beni çarpıyor. O kadar sıra dışı bir ruhu var ki... Tiflis, İpek Yolu güzergahında olan bir kentmiş.  Farklı dinlere ait ibadethaneler, hamamlar hep İpek Yolu'nun kattığı kültürel değerlerden sanırım. Üç farklı dine ait olan ibadethaneler, hep kırmızı ince tuğladan örülmüş, belli ki hepsi aynı dönemin ürünü... Kiliseyi geziyorum ilk olarak, içerideki mistik ruhu yaşıyorum uzun uzun, küçük karanlık freskler ve çerçevelenmiş dini anlatılarla süslenmiş bir kilise... Ortamı insanı içine çekiyor. Camide daha ışıklı, halıların ve avizelerin ortama kattığı farklı bir ruh var, kilisede dua edenler kadın ağırlıklı iken, camilerde erkek ağırlıklı...

Anchiskhati Basilica, duvarların dokusunu değiştiren nem değil tarih


Başka bir küçük kilisede sabah temizliği


Sabah duası

Dolaşırken üç yüz yıllık, dış yüzeyi mozaik ile süslenmiş, görünüşü muhteşem bir hamama denk geliyorum. İçerisinde  restorasyon vardı, inanılmaz lüks bir şeye çevirmişler, Dışarıdaki ruh ile içerideki ruh arasında inanılmaz bir uyumsuzluk olmuş. Puşkin'in Tolstoy'un, Lermantov'un kullandığı bir hamammış. Hatta Puşkin'in bu hamamın ne kadar güzel olduğunu anlatan bir sözünü girişe mermer tabelaya yazmışlar. Kırmızı tuğladan, sülfür banyosu denilen hamamları dışarıdan geziyorumHamamlar hala günlük yaşamda kullanıyor.
Orbeliani Hamamı


Orbeliani Hamamı ve  Jumah Camii

Jumah Cami


Kükürt Banyoları

Bir sinegog kalmıştı, onu da gezme fırsatım oluyor. Kilise gibi içeride ağır bir mum ve tütsü kokusu yok. Kiliselerdeki gibi oturma sistemi arka arkaya sıralar halinde. Camlarda vitray kullanılmış. Üç ibadethaneye de  şortla, ipli bluz ve açık saçla girmek yasak. 
Büyük Sinegog'un içi


Rezo Gabriadze Kukla Tiyatrosu Saat Kulesi


Daha sonra kaleye çıkıyorum oldukça yüksek, hatta şehir merkezinden insanlar teleferik ile çıkmayı tercih ediyor, ben tabanlara kuvvet diyorum. Tüm şehir görünebiliyor bu noktadan, Kura Nehri şehrin ortasında iki tarafındaki oto yolun tüm gürültüsüne rağmen yeşil yeşil sessizce akıyor. Şehrin yapısı bu kuşbakışı görüntüden daha iyi anlaşılıyor. Kalenin etrafında eski şehir konumlanmış, karşılarda SSCB dönemi binaları, batı tarafında kapitalist sistemin sermayesi gökdelenler, plazalar... İdeolojilerin mekanlarda nasıl vücut bulduğunu da  görmüş oluyoruz. 
Kaleden şehir manzarası, Kura Nehri ile


"Ayaklarıma kara sular inmek" deyiminin tam bende karşılık bulduğu andayım. Kendimin, uzun mesafeler yürüyerek gezme alışkanlığına böyle durumlarda inanılmaz sinir oluyorum. Sağ ayağımda inanılmaz bir ağrı, üzerine basamıyorum. Geceyi dinlenerek geçiriyorum hostelde. Gece ve sabah hostel muhabbetleri, girişteki Nana'nın masasında. Hostelde, yan yatağımda kalan Kazakistanlı Balnur da çarşı, pazar, bit pazarı gezmeyi seviyormuş. Birlikte çıkıyoruz, Balnur'un Rusça bilmesi pazarları daha kolay bulmamızı sağlıyor. Meyve sebze pazarından giriyoruz, meyve sularından yapılma cevizli sucuk ve pestiller pazara görünüş olarak estetik bir renk katıyor. Oldukça salaş bir pazar ortamı var, biliyorum her pazar yeri dağınıktır ama Gürcistan'da pazarlar daha bir dağınık.  
Ya bu ne renk cümbüşü...


Giyim pazarına geçiyoruz, Gürcistan'a tekstilde markalar çok yerleşmemiş, daha kendine özgü kıyafetleri var, ortalık bir hayli renkli görünüyor. Kumaşlar çok kaliteli değil ama rengarenk. Bit pazarı olduğunu öğreniyoruz bölgede. Onu soruşturuyor Balnur, bir yer altı çarşısı şeklindeymiş. Her şey ikinci el... ne ararsan var ve çok ucuz. Bir hayli eşiniyoruz bit pazarında. Ayağım hala üzerine bastıkça ağrıyor, öğleden sonra hostelde yine dinlenmeyi tercih ediyorum, beni gezmekten alıkoyan böyle bir engel canımı sıkıyor. Hostelde yine masa başı sohbeti, Nana ananın etrafında, normalde hostelde bira içmek yasak ama biz gidip bakkaldan litrelik biraları alıp içiyoruz. Tiflis'in bu kuru sıcağında, bir öğleden sonra muhabbetle geçiyor. 

Gece hostelde dinlenirken Rus bir kadın arkadaş, yemeğe davet ediyor beni... Seviniyorum. Muhabbetimizin  içinde feminist olduğunu öğreniyorum, şarap kadehlerimizi "kadın mücadelesine" kaldırıyoruz.  Heyecanlı, yirmi beş yaşında genç bir kadın arkadaş, güzel bir yemek ve muhabbetle geçiyor akşam. İkimiz de birbirimizi tanımaktan mutlu oluyoruz.
Rus Veronika ile kadın mücadelesine içerken

Sabah erkenden Ulusal Müze'yi gezmeye gidiyorum, hatta müzenin önünde çınar ağları altındaki bankta bir saat müzenin açılmasını bekliyorum. Bir kat, SSCB'nin Gürcistan'ı işgal dökümanlarına ayrılmış. Bir gece önce birlikte yemek yediğimiz Rus Veronika, müzenin "işgal" bakış açısı ile bu dönemi ele almasını eleştiriyordu, işgal sözcüğüne takılmış, SSCB'yi birçok halkın birlikte var ettiğini söylüyor. Ben de rahatsız oluyorum müzeden, kapitalist mantığın savunuculuğu ile ele  alınmış. SSCB döneminin soylu, zengin ailelerinin mallarına nasıl  el koyduğunu, nasıl zorbalık yapıldığını anlatan veriler sunulmuş. 

Müze üzerine Kazakistanlı Balnur  ile konuştuğumda o  da işgal olduğunu düşünüyor. Borjomi'de iki dönemi de yaşayan Kate'in konuşmaları geliyor aklıma, o da SSCB döneminin Gürcü'lerin dilini, kültürünü yok saydığını söylemişti. Bunu aklım almıyor, nasıl olur da eşitlik fikrini savunan komünist sistem, ekonomik eşitliği sağlamaya çalışmanın yanında, tüm etnik kimlikleri ve onların kültürlerini tek bir kalıba sokmaya çalışıyor, bir anlamda Hitler misali... Kültürlere, dillere eşitlik fikrini zorla uygulaması çok acı... Coğrafyalar eşit mi ki kültürler ve diller de eşit olsun? Bu da SSCB dönemine en büyük antipatiyi doğurmuş.

Etnik enstrümanların sergilendiği Gürcistan Folk Müziği ve Müzik Enstürümanları Müzesi'ni geziyorum. Çok keyifli enstrümanlar var, keşke bu enstrümanlardan canlı canlı müzik dinleme şansım olsaydı. Beş saat yürümenin sonucu perişan bir haldeyim, ağrıyan ayağım daha da perişan oluyor. 
Ahşap gramafon ilk kez görüyorum

Harp


Akşam üstü bit pazarına ortopedik bir sandalet almaya çıkıyorum. Eczaneden de merhem, bandaj alıyorum, ayağımbiraz sakinlesin diye. Bit pazarının olduğu  yeraltı çarşısı felaket sıcak, hiç esmiyor, bu sıcakla baş etmeye çalışan kadın halleri... yığın yığın kıyafetlerin üstüne sıcaktan yatmış kadınlar... Pazarda sıra dışı takıları ve kıyafetleriyle dolaşan bir kadın, bu takıların arasında Stalin resmi, SSCB dönemi madalyaları da var. 
Sıcaktan kıyafetlerin üstüne yatmış kadınlar


Pazarda sıra dışı bir karakter

Sabah Erivan yolcusuyum, arkadaşlarla kahvaltı yaptıktan sonra veda ediyorum, ki bir gece önce arkadaşlar bana ve Rus Veronika'ya veda partisi düzenlemişti. Pasta almış Mısırlı arkadaşlar, birlikte pasta yedik. Sabah vedalaşıyoruz Almanya'dan bisikletle gelmiş Peter'in hazırladığı hafif kahvaltıdan sonra... 



Nana'ya, hostele, arkadaşlara, kedişe veda


...ve gezginlerin notları arasında benim  notum

Nana ile akşam vedalaşmıştık, sabah hostelde değil, inanılmaz farklı bir kadın. Hostelin ortamını nasıl de paylaşımcı, sevgi dolu yapıyor, ki İngilizce konuşamamasına rağmen. Yüreğiyle, gözleriyle konuşuyor.

Erivan'a gidecek marshutkanın yolunu tutuyorum, uzun süre bekliyoruz, en önde etrafı görebileceğim şekilde oturuyorum. Kendimi Ermenistan'da karşılaşacağım acılara hazırlıyorum, Arto Tunçboyacıyan'ın "Ah! Ararat" şarkısını, Djivan Gasparyan'ı dinleyerek, Ağrı'nın Ermenistan tarafından nasıl göründüğünü merak ediyorum, bir de insanların Ağrı'ya yükledikleri özlemi... 
Gürcistan'ın son köyünden geçiyoruz, Gürcistan sınır kapısından kolayca geçiyorum, ama Ermenistan sınır kapısından e-vizemi kabul etmiyorlar. Yeşil pasaportum olduğu, devlet görevlisi olduğum için bu sıkıntılı bir durum. Normal pasaportla bir çok Türk, o an orada vizesini alıp geçip gidiyor. Polisler, bir yerleri arayıp soruyorlar ama bunun yasalarına aykırı olduğunu söylüyorlar. Tam da Ermenistan'ı hissetme ruh haline girmiştim... 

...ve geri dönmek zorunda kalıyorum, canım inanılmaz sıkılıyor, bira alıp hostele gidiyorum, Sırp Zoran da iki litrelik bira almış içiyordu, ben de ona dahil oluyorum. Başıma gelenleri anlatınca benimle bir hayli dalga geçiyor, biranın yanında çerez oluyor yaşadıklarım. Gece Mısırlı Halit, koca bir tencere yemek hazırlıyor, kendi veda partisini kendi yerel yemeği ile yapıyor. Gülüş cümbüş yiyoruz. Gençler bara eğlenmeye gidiyor, yaşlılar olrak biz; Mısırlı Halit, Alman bisikletçi Peter, Sırp Zoran, Nana ve Ben geç saate kadar oturuyoruz. Hostelin önüne, çınar ağaçlarının altına gelen taksiyle Halit'i uğurluyoruz. Aramızdan bir kişi daha eksiliyor. Gece sabaha kadar uyuyamıyorum, kafam rotam konusunda çok karışık. Gece sık sık kalkıp kaygıdan kusuyorum. Ermenistan'a girememek ve planımı değiştirmek zorunda olmak duygusal dünyamı bir hayli yoruyor ve korkutuyor. Sabaha karşı zihnim fırtınadan sonra netleşiyor. Sabah gidip Tiflis'teki Ermenistan Konsolosluğu'na vize başvurusunda bulunacağım. Vizenin çıkışını da Kazbegi Milli Parkı'nda bekleyeceğim. Bu kararı verince epey rahatlayıp güzel bir uyku çekiyorum. Ermenistan Konsolosluğu'na  başvurduktan sonra öğleden sonra bir marshutka ile dağ yollarındayım. 

Kazbegi
Dağları, nehirleri geçiyoruz, yol inanılmaz güzel, yeşillik bitiyor kıraç dağlar başlıyor, yeşilliğin bitmesi yüksekliğe dair bir veri. Milli parkın içinde Stepantsminda kasabasında iniyorum, çadır için kamp yeri ararken takip ettiğim bir kamp yeri tabelası beni kamp alanına çıkarıyor, Kazbegi Dağı'na karşı çadırımı kuruyorum, artık yerleşiklik hissi de içime sinince hamağa uzanıp kitabımı Kazbegi'ye karşı okuyorum. 
Bulduğum kamp alanı



Çadırımdan dağ manzarası


Ayağımın değdiği Kazbegi

Terapi gibi geliyor atmosfer. Kamp alanında  geceleri ateş yakıp etrafında oturup eğleniyorlarmış, öyle yorgunum ki erkenden yatıyorum. İran için çantama koyduğum uzun kollu ve bacaklı kıyafetlerimi üst üste giyip üşümemek için uyku tulumunda mücadele veriyorum. Ara ara müzik, kahkaha seslerine uyanıyorum. Gece dağ esintisi fena, sabah güneşe uyanıyorum. Bugün hiçbir şey yapmak istemiyorum, içinde bulunduğum doğanın duruluğu beni medite ediyor, kitap okumak, dağları seyretmek, hamakta uyumak istiyorum. Keşke meditasyon yapmayı bilseydim diye hayıflanıyorum.
Kamp alanından Kazbegi'yi çizen bir genç


Kamp alanında sabah kahvaltısı


Otostop için hazırlık yapan Kransız bir kadın


Koca gün hamakta Kazbegi'ye karşı keyif yapıyorum, güneş beni kızartıyor, hatta uyuyakalmışım. Kamp alanı sanki güneşin böğründe... Akşamüstü kendime gelmek için çarşıya inip otobüsten bozma bir cafede bir şeyler yiyorum. Kasaba sırt çantalarıyla yüklü dağcılarla dolu. Herkes bir yerlerden bir yerlere gidiyor. Kasabada bir akşam üstü yemek telaşına denk geliyorum, ben de bu telaşta yerimi almak için leziz bir mantar çorbası içiyorum, içerisinde her türlü sebze var.
Kasabanın en keyifli kafesi

Güneşi, Kazbegi'nin arkasında batırıyorum, kitabımı okurken. Gece yine eğlenceye katılmıyorum, çadırıma gidip bu güzelim coğrafyada olduğumu hissetmek, bu meditatif histen uykuya geçmek daha keyifli geliyor. İçki kahkahaları, flört fısıltıları, dans ritimleri çadırımın içinde, ama bana hiç cazip gelmiyor, bu yabancılaşmış ilişki biçimleri. Bu yolculukta daha derinlikli, daha sakin bir ruh halindeyim.  


Kazbegi


Kazbegi'de hiking rotaları


Kazbegi'de ikinci günümde bisiklet kiralıyorum, ama nasıl bir yola girdiysem, daracık yayla sokaklarından bisikletimi taşıyorum, sıcak o biçim, Kazbegi'ye doğru bisiklet elimde tırmanıyorum, uzansam tutacağım sanki. Yayla evlerini geçince çayırın içindeki patikalarda bisiklet sürebiliyorum, bu nasıl bir keyif yaylada pedallamak... müthiş güzel... sonra tozlu, taşlı yoldan kasabanın içine dik aşağı bastıkça basıyorum pedala... 
Bisikletle aralarından geçtiğim yayla evleri



Kazbegi'ye doğru bisikletle

Dağlarda bisiklet sürmek


Yayla güneşinin hiç affı yok, yolumun üzerinde  ağaçların altında dere kenarında bira içebileceğim yeşillik bir yere oturuyorum, dereyle birlikte püfür püfür esen deli rüzgar, es deli rüzgar es... Yanıma İsveçli bir çift oturuyor, onlar da benim gibi bir hayli yanmış, muhabbetimiz koyulaşıyor. Suriye savaşının, Avrupa'daki sosyal ve siyasal ortamı nasıl değiştirdiğinden bahsediyoruz. Hoş bir muhabbet oluyor. 
Dere kenarında biramı içtiğim manzara

Kazbegi'nin arkasından batmak üzere olan güneşe koşuyorum, kamp alanında, basit bir yoga asanasıyla güneşi uğurluyorum. Güneş gittiyse ben de yalnızlığıma kaçayım, inanılmaz huzur buluyorum çadırda. 

Milli parktaki Kazbegi fonunda bir dağın zirvesindeki Gergeti Trinity Kilisesi'ne tırmanacağım. Sabah kahvaltı sonra yola düşüyorum erkenden, oysa sıcak çoktan basmış, yokuşa vurunca kendimi aynı yola tırmanan bir çok insan görüyorum. Özellikle küçücük çocukları ile aileler bu zorlu yolculuğu nasıl göze alıyor?  Yol, dağları dolana dolana zirveye, zirvedeki kilise varıyor. Yolun yarısında devasa sırt çantalı dağcılarla karşılaşıyorum, yükleri oldukça ağır gözüküyor, milim milim ilerliyoruz. Belli bir yerden sonra yemyeşil bir çayır... inanılmaz ferahlatıcı, o yorgunluğun üstüne kendimi yeşillikleri atıyorum. Bir de  bu açıdan Kazbegi'yi seyrediyorum...huzurun adı, barışın tadı yüreğimde... 


Tırmanacağım Gergeti Trinity Kilisesi


Kilise çıkış yolunu kullanan dağcılar


Gergeti Trinity çok eski bir kilise, fotoğraf çekmek yasak. Bacaklarımı, kollarımı fularlarla kapatıyorum. Kilisenin bahçesinden kuşbakışı kaldığım kasabaya bakıyorum, bir de arayışımın sürmesi dileğiyle kilisede bir mum yakıyorum, kendim için. Dağlarda tutulan dileğin göklere ulaşması daha kolay olur. 
Gergeti Trinity Kilisesi


Kilisiden kaldığım kasabaya kuş bakışı görüntü

Kilisenin yanındaki düzlükten dağcıların koca sırt çantalarını katırlara yüklemesini bekliyorum ve günlerce yürüyecek bu dağcıların arkasından boynu bükük bakakalıyorum. Ormanın içinden inişe geçtiğimde, ağaçların kokusunu duymak istediğimde oturuyorum altlarında, kafama göre takılmanın özgürlüğü içindeyim. Dere kenarında iki bira tüm yorgunluğumu alıyor, sonra çadır alanında gün batımı... Demek ki insan nerede olursa olsun kendi rutinini yaratıyormuş. 
Dağcılar Kazbegi için çantalarını katırlara yüklüyor


Sabah çadırımı toplayıp marshutkada en önde yerimi alıyorum, Rusya- Gürcistan geçiş kara yolunda ineklerin sere serpe dolaşıp yatması, devasa tırların ineklerin keyfini beklemesi inanılmaz hoşuma gidiyor. Etrafı doyasıya seyrettiğim bir yolculuk oluyor.

Tekrar şehirdeyim, tekrar Nana'nın yanına gidiyorum, tekrar bana kucağını ve yüreğini açıyor,  kendisi mutfakta yerde yatmayı kabul ederek, yaşına, bedeninin yorgunluğuna rağmen sorun olmadığını söylüyor. Benden sonra gelen, yer olmadığı için geri gönderdiği İranlı genç için gece boyu üzülüyor; "Good boy. Ah, ah!" diye. Sonra o hosteli nasıl birbirine benzeyen insanlarla doldurduğunu anlıyorum, kapının karşısında oturduğu masasından geleni karşıdan değerlendiriyor ve gözlerinden yüreği görünen insanları kabul ediyor. İranlı çocuk gerçekten gözlerinden yüreği okunuyordu. Ben de hostelde yer olmamasına çok üzüldüm.

Nana inanılmaz tatlı, sabah Tatar bir kadınla kahvaltımızı yapıyoruz, anneannemin öyküsünü anlatıyorum ona, Romanya göçmeni anneannemin çingene olduğunu düşünürken Tatar çıkmasından bahsediyorum, bir Tatarla ilk tanışmam, inanılmaz sıcak kanlı.
Gürcistan'da son sabah , İranlı Erfan ve Tatar arkadaş


Anneannemin memleketinden diye kadını bunaltmasaymışım iyiymiş

Hostelin anılarla dolu her köşesinde bizim ekip de yerini alıyor

Gürcistan'da on sekiz gün kaldığına inanıyorum, hep Ermenistan'a gitmek istememden doğru uzadı yolculuğum bu kadar. Nana sayesinde, o hostel sayesinde çok güzel anılarım oldu. Vizem öğleden sonra çıkacak, İranlı Erfan,  Ermenice bildiği için bana eşlik etmek istiyor. Gün boyu da beni bekledi, konuşurken gözlerinin içine bakan ve sonra gülümseyen  Erfan... Ermeni Konsolosluğu'na giderken heyecanlıyım, umarım vizem çıkmıştır. 

Ve evet, çantamı yükleniyorum, Erfan ile vedalaşıyorum. Ortaçağlı'da otobüs terminaline geçiyorum, bir taksi var sadece Erivan'a gide... yapacak bir şeyim yok, o sınır bu gün geçilecek! Taksi şoförü güler yüzlü bir adam, yüzünde utangaç, samimi bir ifade var. Kısa süre sonra Polonyalı bir çift geliyor ve birlikte yola koyuluyoruz.
Turuncu marshutkayla yol aldığım, yeşil gezdiğim yerler








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...