15 Haziran 2018 Cuma

İran; İslami baskının altında edebiyat, felsefe, müziğin ülkesi

26 Ocak 2017

Van'da son günüm, artık yavaş yavaş İran yolculuğum başlasın, Yalçın birkaç güne Süphan tırmanışına gidecek ben de Tebriz'e yola çıkmalıyım. Bu, yurt dışına ilk yalnız çıkışım. Yalnız bir yolculuk, kadın başına bir yolculuk başlasın artık.

Doğu'da çok kullanılan transitin ön tarafına oturuyorum. Arkaya Van'daki bir otelden İranlıları alıyoruz. Şoförümüz Kürt, gençten bir arkadaş. Moralim inanılmaz bozuk, kaygım hat safhada, sınır kapısından dönmeyi düşünüyorum, tek başıma nasıl yapacağımı düşünmek beni inanılmaz yoruyor. Etrafı izliyorum, etrafta bir sürü donmuş göl var. Gölleri izlerken kimi cesaretleniyorum kimi de moralim diplerde... Bu inişli çıkışlı ruh halim devam ederse döneceğim sınırdan. 

Şoför Kenan ile konuşuyorum, göllerden birinin donmuş yüzeyinde şaşkın şaşkın bize bakan tilkiyi görünce içim yine umut doluyor. Sınıra geliyoruz, evrak işleri için araçtan inmemiz gerekiyor, OHAL'de olduğumuz için Milli Eğitim Müdürlüğünden aldığım izin kağıdını soruyor polis. Yurt dışına çıkış izni kağıdının fotokopisini çekmek için bir odaya geçiyoruz, odada komiser masasında oturan tanıdık biri ama nereden? Hemen ani bir hafıza yoklamasıyla ağzımdan "Celil" ismi çıkıyor, o da "Elif" diye sesleniyor bana. On beş yıl öncesinden üniversiteden arkadaşım, atanamamış polis olmuş. Üniversite yıllarından, ortak arkadaşlarımızdan bahsediyoruz, ikimiz de çok mutlu oluyoruz bu tesadüfi karşılaşmadan. Tekrar tekrar buluşma, görüşme sözü veriyoruz birbirimize. Celil, beni hem Türkiye tarafında hem İran tarafında polislere tanıtıyor ve bu tanışıklıkla iki tarafta da işlerimi polisler yapıyor.

İşlemlerin bitmesi için bir kenarda bekliyorum. Bu arada kaçakçılık yapan, elinde mazot bidonu olan gençler ile tanışıyorum, 100 lira kazanıyorlarmış her kaçak mazot bidonundan. " Ne yapalım abla?" diyor. Van'dan sınıra gelene kadarki gerginliğim azalmış, hatta yerini coşkulu bir insan sevgisine bırakmıştı, insanları kucaklamak istiyordum, gerginliğim düğüm düğüm çözülmüştü. Celil ile karşılaşmak, şansımın yaver gitmesi bana çok iyi geldi. İran tarafına geçtiğimizde Celil, beni İran polisine tanıtırken kafamda kırmızı örgü şapkanın olduğunu fark edip nasıl bir panik yaptıysam, kırmızı şapkamı sıyırıp başörtümü takıyorum. İşlemleri beklerken aynı araçta yolculuk yaptığımız İranlı kadınlarla muhabbetteyiz, inanılmaz misafirperverler, ikram üzerine ikramlar; çaylar, hurmalar... Azeri Türkçesi konuştukları için muhabbet edebiliyoruz. 

Herkesin işlemleri bitiyor ve Tebriz'e doğru yola koyuluyoruz. Artık tek başıma yabancı bir memleketteyim. Şoför Kenan ile muhabbetimiz de değişiyor. Sanki sınırı geçince psikolojik olarak üzerindeki devlet baskısı kalkıp Kürt kimliğini daha kendi gibi yaşamaya başlıyor. Yaşam öyküleriyle yolculuğa devam ediyoruz. Askerlik sonrası yaşadığı işsizlik buhranını, bu buhranda  arkadaşıyla dağa çıkmak için Yüksekova'ya gitmesini, Yüksekova'da eniştesi ile karşılaşıp eniştesinin onları evinde ikna etmesini ve "kimbilir hangi ülkenin bombasıyla öleceksiniz?" sorusuyla onların kararını değiştirmesini anlatıyor. Sonra Yüksekova'da kaçakçılığa başlamış, para kazanmış şimdi de kaçakçılık yapıyormuş bu transit hat ile.

Muhabbeti derinleştirdiğim her Kürtle muhabbetin geldiği nokta, insanların Kürtlere karşı ön yargılarının onları nasıl etkilediğini, nasıl bir ayrımcılığa maruz kaldıklarını ve belli yaşanmışlıklar sonrasında bu ön yargıların  nasıl da parçalanıp bir dostluğa dönüştüğünü Kenan da anlatıyor. Bu arada küçük köylerden geçiyoruz.  Bir yerde yemek molasındayız. Kenan yemeğimi ısmarlama konusunda ısrarcı... İnsan, Kürtlerin misafirperverliği karşısında eziliyor. Karanlık bastı, Kenan, Kobane için yazılmış marşları açtı, ilginç bir moda girdik, karanlıkta, son hızla gidiyoruz.

Bu defa bana kaygı veren başka bir düşünce beni esir alıyor. Bir çifte Couchurfing'ten davet göndermiştim, en son Mortaza, eşi Somaiyeh'nin ailesine gitmesi gerektiğini yazmış. Yani ben ve Mortaza evde bir gece yalnız kalacağız. Aklımda, bunun bir komplo olabileceğine, taciz, tecavüz, gasp gibi şiddet biçimlerine maruz kalabileceğime dair, duygusal dünyamı alt üst eden bir sürü kaygı var. Tebriz'e yaklaştıkça kaygım artıyor, güvence olsun diye Kenan'ın telefonuna alıyorum. Kendimi sakinleştirmek için bir durum olursa "Kenan'ı ararım, polis ararım" şeklinde kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum ve son durağa geliyoruzİranlı kadınlar "konağımız ol" diye ısrarcılar, kaygılarımdan ve kaygılarımın sebebi Mortaza'dan kaçmak için tam zamanı...

Tebriz
Mortaza geliyor, yüzündeki masumiyet ve samimiyeti görünce kaygım, korkum dağılıyor. Arabasına binip evin yolunu tutuyoruz, yolda Türkçe samimi bir muhabbet.  Eve geldiğimizde hiçbir gerginliğim kalmıyor, çay yapıp yaşamlarımızı dair konuşuyoruz. Onlar da çift olarak gezmeyi seviyorlarmış ama İran'ın dünyadaki politik pozisyonundan dolayı gidebildikleri ülke sayısı oldukça sınırlı, sadece Ermenistan ve Türkiye'ye kolay giriş yapabiliyorlar, Avrupa'ya gitmeleri ise oldukça zor. Mortaza ve Somaiyeh de çocuk düşünmüyor, çocuğun sorumluluğunu alamayacaklarını, bu dünyaya çocuk getirmek istemediklerini söylüyor. Sinema üzerine konuşuyoruz, Mortaza'nın arşivinden tek tek filmlere bakıyoruz. Mortaza, mühendislikten sıkıldığını, mühendislik yapmak istemediğini, piyano çalmak, ahşap oyma ve süsleme yapmak, halı dokumak gibi daha sanat ve zanaat ağırlıklı hobileriyle uğraşmak istediğini söylüyor. Gece kendi evimdeki gibi huzur içinde bir uykuya dalıyorum. 
Mortaza'nın piyano çaldığı köşesi, kendi işi ahşap üzerine semazen de yanı başında
Sabah birlikte kahvaltı yapıyoruz, muhabbetimiz sabah da devam ediyor. Cuma günü olduğu için Mortaza, Tebriz'in merkezine gitmemi, çarşıda, meydanda namaz kılan molalarla karşılaşmamı pek istemiyor, o yüzden birlikte evlerinin yakınındaki bir parka çıkıyoruz. Safevi Devleti döneminde padişahın, sayfiye yeri olarak kullandığı bu yer, şimdi halka açık bir park, içinde kocaman bir havuz, havuz soğuktan donmuş. Uzun yıllardan beri ilk defa böyle bir kış yaşadıklarını söylüyor Mortaza. Hava güneşli aslında ve insanlar bu güneşli havada hafta sonu tatilinin -perşembe ve cuma günleri burada- keyfini çıkarıyor. Parkta yürüyüş yaparken Mortaza ile İran üzerine konuşuyoruz. İslam rejiminin, basın, sinema, tiyatro, internet üzerindeki baskısını anlatıyor ve hapishanedeki gazetecileri... eleştirel fikri savunanların ülkede artık kalmadığını, seslerin kesilmeye çalışıldığını, yurt dışına çıkıp orada ürettiklerini  söylüyor. Güneşli bir havada keyifli bir yürüyüş yapıyoruz, her ne kadar konularımız iç karartıcı olsa da...
Güzeller güzeli arkadaşım ve arkamızda donmuş parkın içinde sayfiye mekanı

Şehir içi otobüsüne binip Tebriz'in merkezine gidiyorum, tüm dükkanlar cuma günü olduğu için kapalı, şehir merkezi sessiz, şehre bisiklet yolu yapılmış, kadınları, çok da beden hatlarını örtmeyen spor kıyafetleriyle bisiklet sürerken görüyorum. Tebriz, İran geneline göre rahat. Tesadüfen gördüğüm Tebriz Azerbaycan Arkeoloji ve Heykel Müzesi'ne giriyorum. Bölgenin birçok arkeolojik eserinin  sergilendiği, alt katta Ahad Hosseini'nin heykellerinin bulunduğu, küçük ama keyifli bir müze. Hosseini'nin heykelleri özellikle beni çok sarstı. İnsanlık tarihini, ezen-ezilen ilişkisi içinde ele alan, insan ömrünün evrelerini etkileyici bir şekilde anlatan, insan psikolojisinin en derin girdabı 'kaygı'yı somutlaştıran enfes çalışmaları var. Üç kuşaktır kaygı bozukluğu ile mücadele eden bir ailenin bireyi olarak, ömrümün çoğunu kaygıyı tanımaya adamış, kaygı bozukluğu tanılı beni, inanılmaz sarstı 'KAYGI' adlı heykeli. Kaygı, bir ejderha şeklinde somutlaştırılmış ve bu ejderhadan kaçan korku, kaygı dolu insanlar... benim için o yüz ifadeleri çok şey ifade ediyordu. 
İnanılmaz bir işçilik
İnsanlık tarihine dair ezen-ezilen ilişkisi
Kaygı çok başlı bir ejderha
Kaygının yansıdığı yüz halleri
İnsan ömrünün evreleri
Müzenin giriş katında şiir okuyan birini dinliyorum, yanına gidip oturduğumda ozan olduğunu söylüyor. Adı Aşık Şekibi, Ankara'ya Aşıklar Bayramına geldiğini, Ankara'da bir parkta aşıkların heykellerinin olduğunu ve kendisinin de bu parkta heykelinin olduğunu söylüyor. Bana da armağan olarak bir şiir sunuyor, keyifle dinliyorum.
Şiirin keyfiyle Gök Mescid'i gezmeye gidiyorum. Mavi mozaikler kırmızı tuğlanın üstüne öylesine yakışmış ki... Mozaiklerden kalan dağınık parçalar bile insanı büyülüyor,  devasa mozaik kaplı bir kapı... Mavi Cami'nin içindeki ruhu çok hissedemiyorum, içeride bir erkek grubu yüksek sesle konuşuyordu ve onların bu ortamın ruhunu bozan tavrı, caminin ruhu ile özdeşleşmemi bir hayli engelliyor.
Sarı tuğladan yapılmış Gök Mescid
Mavi mozaikleriyle büyülen mescid, adı üzerinde gök kubbe
Mescidin giriş kapısı
İçi seramik süsleme
Farklı desenleriyle seramik süsleme
Tebriz sokaklarında dolaşıyorum, bizim ülkemizdeki şehirlerin bir çoğunda sanat sokağı olarak geçen, trafiğe kapatılıp sadece insanların dolaştığı sokağa benzer bir sokakta yürüyorum. Açık bulduğum bir yerde tahtın üstüne bağdaş kurup kebap yiyorum, yalnızlığım orada inanılmaz dokunuyor bana.
Trafiğe kapatılmış bir sokak
Sokakta tanıştığım anne-kız, çarşaflı kadın emekli edebiyat öğretmeni
Gazete tezgahı
Yalnızlığın dokunduğu an

Yemek sonrası Mortazalar'a geri gidiyorum. Mortaza gelip beni alıyor belli bir yerden. Evde muhabbet ediyoruz, sonrasında Someiyeh geliyor. Mortaza'yı öpüyor, sonra beni... Mortaza'ya karşı hiçbir kaprisi, afrası tafrası yok. Dün gece kendisi annesine gitmek zorunda kaldığı için biz Mortaza ile evde yalnız kalmıştık, ama ne bana ne ona karşı bir kıskançlık seziyorum. Aralarındaki güven ilişkisi, birbirinin dürüstlüğüne inanmaları çok hoşuma gidiyor. Üçümüz muhabbet ediyoruz, bir aile toplantısına gidecekler, Somaiyeh makyajını yapıyor uzun uzun, bir yandan da konuşuyoruz. Türk kahvesi yapıyorum onlara, birlikte içiyoruz. İran'da kadınlar inanılmaz bakımlı. Yüz, el, ayak bakımları emek, zaman isteyen incelikte. Neden böyle olduğunu sorduğumda kendilerini ifade etme alanlarının bedenlerinin sadece bu bölümleri olduğunu söylüyorlar.

Geceyi evde yalnız geçiriyorum, geldiklerinde hala ayaktayım, Mortaza piyanonun başına geçiyor. Biz de Somaiyeh ile muhabbet ediyoruz. İdeolojilerin insan yaşamındaki zorbalığını anlatıyor kendi ailesi üzerinden. Anneannesi öğretmenmiş ve Şah döneminde saçları zorla açtırılmış, ölene kadar da başının zorla açtırılmasını hiç kabul edememiş. Annesi de öğretmenmiş, Şah döneminin kadını, 1979'da İran Devrimi oluyor ve bu defa "kapanacaksınız" deniliyor ve istemeyerek kapanıyor annesi, annesi de bu istemediği şeyi yapmanın acısını yaşıyor. Somaiyeh de İslam Devrimi'nin içine doğmuş kapanmak istemeyen bir kadın... Bu nasıl çelişkilerle dolu bir dayatma...

Erkek kardeşinin kızından bahsediyor, yedi yaşında ilkokula başladığında saçlarını kapatmak zorunda kalmış. Birinci sınıfta namaz öğretiliyormuş. Yeğenine "İslam budur" demeyip bunun kanun olduğunu belirtiyorlarmış, İslamiyete karşı ön yargı geliştirmemesi için. Kadınların ahlak polislerine karşı sosyal medyada dayanışma ağlarından bahsediyor, karşılaşılan problemlerin paylaşıldığı ve birlikte çözüm üretildiği ağlar...

Geç saate kadar Somaiyeh ile muhabbet ediyoruz. Sabah erken kalkıp işe gidecek, sabah çıktığını duyuyorum ama Mortaza'dan ses seda yok. Sonra öğreniyorum ki akşamki akraba toplantısında Mortaza'nın parkinson ve alzheimer hastası annesi, çayı tutamamış ve üzerine dökmüş, Mortaza da buna çok üzülmüş, sabah da bu yüzden kalkıp işe gidememiş, böylesine duyarlı, kırılgan bir insan Mortaza...

Ben evden çıkıyorum, Kapalı çarşıyı ararken ana cadde üzerinde bir antikacı görüyorum. Bana Tebriz'i hatırlatacak bir eşya almak istiyorum bu dükkandan. Üst üste yığılmış eşyaların arasında gördüğüm bir teneke kutunun fiyatını sorduğumda dükkan sahibi soba başında arkadaşıyla bir muhabbette ve bana yarım saat sonra yardımcı olacağını, şimdi bir muhabbetin içinde olduğunu söylüyor. Ben de dükkandan çıkıyorum, sokaklarda dolaşıp kapalı çarşıyı bulmaya çalışıyorum, para değiştiriyorum, arzuhalci ve müşterisini izliyorum, tekrar antikacının yolunu tutuyorum. 

Tarihsellik içinde arzuhalcilik, elle yazım biçiminden daktiloya
Antikacıya geldiğimde, dükkan sahibi hala arkadaşı ile muhabbet ediyor, ben de tarihin farklı dönemlerinden gelen nesnelere bakarak muhabbetlerinin bitmesini bekliyorum. Sonra arkadaşı kalkınca onun yerine ben geçiyorum, ortamızda yanan odun sobasının üstünde yeşil çaydanlıktan bana karma bitkilerin aromasıyla demlenmiş çaydan döküyor, fonda Radyo Payam'dan etnik bir müzik... Rasht yöresine aitmiş. Sobanın etrafında, geçmiş dönemlere ait yüzlerce eşyanın arasında, bitki çayı içip Radyo Payam dinleyerek konuşmaya başlıyoruz. Ortam yeterince büyülü... Radyoda bu müzik...
Türkiye'den  geldiğimi söyleyince Türkiye'deki patlamalara çok üzüldüğünü, doğadan gelen felaketleri kabul ettiğini ama insandan gelen felaketleri kabul edemediğini söylüyor. "Doğa akar" diyor ve "onun bir ahengi vardır." Tanrı'ya inanmadığını, tanrısının doğa olduğunu söylüyor, öyle bir tesadüf ki ben de panteist olduğumu, aynı ruhu paylaştığımızı söylüyorum. Keyifli muhabbetimizin arkasında radyoda çalan felsefi bir müzik. Türkiye'de Kürtlerin ezilmesinden bahsediyoruz, Kürtlerin mazlum bir halk olduğunu söylüyor. Kendisi de İran'da ezilen bir Azeri Türk'ü olduğu için Kürtleri anladığını, ana dil hakkının ne kadar önemli olduğunu, aslında halkların problemi olmadığını, iktidarların problemleri olduğu üzerine konuşuyoruz. Mevlana'nın "iki derviş bir posta sığmış da iki hükümdar iki ülkeye sığamamış" sözüyle konuyu bağlıyor.

Dükkandaki eşyaların öykülerinden, onları kullanan, dokunan insanların acısından, öykülerinden konuşuyoruz. Birkaç defa daha bitki çayı koyuyor bardağıma... Kaç saattir burada oturuyorum, nasıl bir içsel yolculuktu bu yaptığım anlayamıyorum. Antikacı dükkanında birikmiş tüm zamanların içinde bir yolculuktu yaptığım, gözlerinden, içi gözüken bu güzel insanla yaşadığım anlar...  Sonsuza kadar bu anda yaşayabilirim sanki...

Gözlerinden, içi gözüken güzel yürekli adam..
Sora sora kapalı çarşıyı buluyorum, biraz da o büyülü ruh halinden sıyrılmak, günlük yaşama karışmak için insanlara temas etmek istiyorum. Tebriz kapalı çarşısı, İpek Yolu üzerindeki en büyük kapalı çarşı olma özelliğini ve güzelliğini taşıyor. Tebriz kapalı çarşısında kaybolmamak için temkinli davranıyorum, sadece birkaç sokağındaki dükkanlara, tezgahlara bakıyorum, tuğladan örülmüş enfes bir mimari...
Tuğladan tek tek işlenmiş bir mimari
Çeşit çeşit baharatlar
Kapalı çarşıda bir para koleksiyoncusu amca ile muhabbetimden, nasıl da mutluyum
Saat Kulesi'nde Somaiyeh ve Deniz'le buluşuyorum. Deniz, Couchsurfing'den yazıştığım genç bir kadın, beni ağırlayamadı ama bana şehirde eşlik etmek istedi. Güzel sanatlar öğrencisi, yüksek lisansa hazırlanıyormuş, bağışıklık sistemi çok güçlüymüş ve bir lösemi hastası gibi saçları ve kaşları dökülmüş, hiç saçının kalmadığı kafasına kelebek dövmesi yaptırmış. Ailesi, yaşam tarzı konusunda en büyük destekçisiymiş, kadın olarak tek başıma gezme cesaretimi merak ettiği için benimle buluşmak istediğini söylüyor. Yalnız bir kadın olarak ilk seyahatim olduğunu ve çok keyif aldığımı anlatıyorum. Oturma düzeninin taht olduğu bir mekana gidiyoruz, birlikte Tebriz yemeklerini tadıyoruz.
İran'da kadınlar buluşması
Hastalığını, kelebek dövmesi ile umuda dönüştüren Deniz
Deniz bizi arabasıyla Somaiyehler'e bırakıyor. Akşam yemeğinden sonra Mortaza ile Somaiyeh beni otogara getiriyor, ayrılmak çok zor birbirimizden... kucaklaşıyoruz...
Burası  İran'da bir ev ortamı... Piyano eşliğinde akşam yemeği hazırlığı...
Aslı ve Kerem, Fuzuli, Köroğlu kitapları
... ve Tebriz otagarında veda... çok zor ayrılmak...
Rasht
Tebriz'den ayrılınca İran coğrafyasında otobüste kendimle baş başa kalıyorum. Dağları, köyleri izleyerek derin düşüncelerdeyim. Sınır kapısında Celil'le karşılaşmamla başlayan şansım, Tebriz'de bir çiftin  güzelliğiyle yaver gidiyor. Rasht'ta Couchsurfing'ten Ghazal ile yazıştık, otogara gelip beni alıp almayacağı huzursuzluğu var içimde...

Rasht otogarına giriyoruz sabah, otobüs otogara girince park halindeki bir aracın içinden inen bir kadın görüyorum. Evet, Ghazal sabahın erken saatinde beni karşılamaya gelmiş, nasıl güzel bir jest... Arabasına biniyoruz, yolda bana Türk müzisyenlerinden sevdikleri olduğunu söylüyor, benim de aklımda bana İbrahim Tatlıses dinletecek korkusu... ve çalan Erkan Oğur... birden inanılmaz heyecanlanıyorum, Djivan Gasparyan ile bir albümünden... çok sevdiğimi söylüyorum, arkasından Shajarian çalıyor... Shajarian'ı  tanıdığımı ve  çok sevdiğimi söyleyince bu defa o şaşırıyor.  O an birbirimizle duygusal ortaklıklarımızdan dolayı inanılmaz bir şekilde kaynaşıyoruz. 

Etnik müziğin melodilerinin büyüsü ile şehrin içinden Ghazal'ın evine gidiyoruz. Sabah beni meğerse bir buçuk saat otogarda beklemiş, ben ise gelip gelmeyeceğinin endişesi içindeydim. Ekmek almış, ekmekler oldukça büyük ve ortadan katlanan bizdeki pide gibi, boynundan fularını çıkarmış ve ekmekleri ona sarmış, elimizde buğday ve hindiden yapılan kahvaltılık hellim tenceresi ile evine geliyoruz. Demir büyük bir kapıdan girip garaj olarak kullanılan avludan giriş kattaki dairesine çıkıyoruz. Keçeden kalın kilimlerin olduğu bir salon, kahverengi ve turuncu koltuklar, cam kenarında envai çeşit saksılarda küçük kaktüsler, duvarlarda  Ghazal'ın kendi yaptığı resimler... bahçeye inen bir kaç basamaklı balkon, balkonda kırmızı sardunyalar ve kaktüsler... Odamı gösteriyor Ghazal, küçük bir bambu kitaplıkta Farsça kitaplar... Üniversitede bir yıl boyunca Farsça eğitimi almıştım, oysa şimdi "keşke" diyorum, "keşke devam ettirseydim Farsça öğrenmeyi." 
Ghazal'ın Hindistan esintili evi
Kaldığım odadaki bambu kitaplıktaki Farsça kitaplar
Küçücük mutfağına geçiyoruz kahvaltı hazırlamak için, hellimi tanıtıyor bana, bir kaç çeşit ekmek masada... Rasht, çayı ile meşhurmuş, o bölgenin çayını içiyoruz, Shajarian dinliyoruz. Bana çalan müzikte bu coğrafyayı ve bu coğrafyada insanların yaşadığı zorlukları anlattığını söylüyor. Ben de ona Yaşar Kemal'i tanıtıp Yaşar Kemal'in de benzer bir şekilde ezilen insanların öykülerini eserlerine taşıdığını söylüyorum. O an Shajarian ile Yaşar Kemal arasında, farklı iktidar biçimlerinin altında ezilen insanlar ekseninde bir kardeşlik bağı kuruyoruz.  

Yaşar Kemal'in, ormandaki ağaçları kesip kendilerine yamaçta tarla açan köylülerini anlatıyorum, sonra yağmurda ekenek topraklarının selle akmasını, topladıkları toprakları sırtlarında küfürlerle yamaca taşımalarını ve tekrar ekim yapmalarını, yağan yağmurla toprağın tekrar akması, tekrar taşı, tekrar aksın toprak... Nazım Hikmet'i tanıtıyorum, Anadolu coğrafyasına ve insanına dair eserlerini... Evin ruhu ve muhabbetimizin uyumu, ikimizi de sarmalıyor. 

Ghazal hazırlanıyor ve akşam 17.00'ye kadar birlikte zaman geçirebileceğimizi, sonrasında işe gideceğini söylüyor ve çıkıyoruz. Sokağa kapalı evlerin birinden erkek arkadaşını alıyoruz, Faraz'la tanışıyoruz, siması yabancı değil. Kürt erkeklerine benziyor, tanışır tanışmaz yaşama dair derin bir muhabbete başlıyoruz, yaşamı müzikle anlamaya, insanların acılarına dair... Ortadoğu ve Asya'daki insanların acılarının ortaklığından bahsediyoruz. 

Bir fırında durup tarçınlı cevizli cookiesi tattırmak istiyorlar bana, inanılmaz güzel bir tadı var. Gilan eyaletindeyim, bu coğrafya pirinci, zeytini, balığı, çayı ile meşhurmuş. Uzun bir yolun sağında ve solunda devasa çınar ağaçlarının süslediği uzun bir yolda ilerliyoruz, tarlalar pirinç ekilmiş. Müzik, Ghazal, Faraz, geçtiğimiz coğrafya öylesine güzel ki... ruh halimi anlatmak için hem Türkçe'de hem Farsça'da hem Kürtçe'de ortak olduğunu bildiğim "serhoş" kelimesini kullanıyorum. "Ben serhoşam..." Faraz da bu dünyadan gelmiş geçmiş en büyük serhoşun "Mevlana" olduğunu söylüyor. Ben Yunus Emre ve Neyzen Tevfik'i de ekliyorum. 

Kurabiye fırını
Faraz ile Azeri Türkçesi konuşup anlaşabiliyoruz. Çıplak ağaçlarla dolu orman yolundan tepeye tırmandıkça kar, ağaçların yukarısından altlara doğru iniyor. Faraz, en sevdiği mevsimin kış olduğunu, doğadaki her şeyin iskelet gibi cansız görüntüsünden etkilediğini ve bu görüntünün Mevlana'nın bir şiirinde çok güzel betimlendiğini anlatıyor.
Tırmandıkça ağaçlar kristalleşiyor
Karla kaplı bir kasabaya geliyoruz, Masule... Masule'nin evleri sarı kerpiçten, sarı taştan Mardin'e benzeyen bir kent yerleşimi, evlerin damları başka bir evin bahçesi... Damlar, sokaklar karla kaplı... Daracık tırmanışlı ara sokaklarda kasabayı dolaşıyoruz. Evleri, kerpiç dokuyu, ahşap kapıları ve pencereleri inceleyerek geçmişteki öykülerini düşünerek geziyoruz. Faraz, telli çalgılara ilgili, sitar çalıyor. Bir kerpiç evin içinde, yanan bir sobanın etrafında sitar çalmanın ve dinlemenin keyfini düşünüyoruz. 
Dağın yamacına kurulmuş Masule
Kerpiç sarı evler beyazlığın koynunda
Kerpiç doku;  çocukluğumun, duygularımın, ilk varoluşsal kaygılarımın yaşandığı mekan... Tüm duygusal dünyamın, kerpiç evde olgunlaşması, beni "ben" eden en önemli varoluşsal biçimlendirme oldu. Kerpiç evin bende yarattığı fikirsel ve ruhsal algıyla edebiyata, felsefeye, müziğe, mekanın kendisine ve belki evrenin kendisine ilgim, sorgum başladı. Kerpiç evimizde, o tavanı akan, fare, yılan, karafatma, kertenkelelerin arada bir bizi ziyarete geldiği iki gözlü evimizde, evreni, sonsuzluğu, ölümü, öldükten sonrayı, öldükten sonra sonsuzluğu algılamaya çalışırken kafamın karışmasını ve ilk varoluşsal veya ilk yokoluşsal kaygılarımı deneyimlediğimi hatırlıyorum. "Anksiyete, yokoluşsun varoluşsal farkındalığıdır" der, bir Ekşi Sözlük yazarı. Çocukluğumun kerpiç evinde oluşan bu anksiyete, sonrasında da peşimi hiç bırakmadı. Çocukluğuma dair bu çağrışımlarla Masule'de dolaşıyorum. Faraz ile Ghazal'ın da aynı sıkıntılardan müziğe sığındıkları anlayabiliyorum.
Ahşap, kerpiç, kireç insanlık tarihinin yerleşik yaşamda ilk mimari malzemeleri
Masule'nin ahşap pencereli kerpiç evleri
Şu güzelliğe... hele...
Bir de toprak saksılar
Pencereler, kapılar ... kadın ve erkekler için ayrı kapı tokmakları... Ezan okunuyor, ezanın ezgisi farklı ve sonra anlıyorum ki Farsça dilinin ezgisi, ritmi ezanı değiştiriyor. Bir çay evinde oturuyoruz, dışarıda kocaman bir odun sobasını yakmaya çalışıyorlar, sobanın etrafında nargile içen çiftler... Biz de içeride çay içip muhabbet ediyoruz, felsefe ve edebiyat ile ilgilenip de günlük yaşamın rutininde devam edememekten bahsediyoruz. Keyifli bir yer oturduğumuz, birkaç saatimiz burada geçiyor. Masule'den yavaş yavaş ayrılırken Faraz, ağaçların beyaz iskeletine bakarak Platon'u hatırlatıyor; "belki de bu dünyada sadece bir gölgeyiz." Ben, sarhoş gibiyim, Ghazal ile sabahın erken saatinde buluşup Erkan Oğur'u açtığından beri...

Masule'den dönüş yolunda Ermeniler'den konuşuyoruz. Ghazal'ların Erivan'da da evleri varmış. Ermenileri seviyorlar, ben de Ermeniler ile ulus devlet olma sürecinde yaşadığımız hazin dolu tarihi kısaca anlatıyorum. Şu an Türkiye'de nefes aldığımız mimari, zanaat örnekleri varsa Ermenilerden doğru bize kalanlar olduğundan bahsediyorum. Ermenistan'a gitmek istediğimi ve tarihte olanlardan dolayı Ermenilerden özür dilemek istediğimi söylüyorum. Dağ yolundan inerken Erkan Oğur ve Gasparyan'dan Fuat çalıyor, aklıma Hrant Dink geliyor, anlatıyorum Hrant Dink'in o  hazin dolu ölüm hikayesini, o an benim için bunu hatırlamak çok acı... 

Bir dükkanın tabelası
Ghazal ile Masule hatırası,  dostluğumuzun resmi
İki tarafının çınarlarla kaplı olduğu uzunca düz yoldan Rasht'a geliyoruz. Ghazal bir aile dostunun yemeğine davetli, Faraz'ı eve bırakıp birlikte yemeğe gidiyoruz. Evin sahibi kadın yetmiş yaşında, yalnız yaşıyor ve dünyayı yalnız geziyormuş, evini yenilemiş de onun adına bir öğle yemeği düzenlemiş. Ghazal'ın annesi, babası, anneannesi, halası, amcası, kız kardeşi, kız kardeşinin eşi... oldukça kalabalık bir ortamın içine giriyorum ve nasıl davranacağımı şaşırıyorum. Kadınları kucaklıyorum, erkeklerle el sıkışıyorum. Memleketimin Edirne olduğunu söyleyince, Bahai hazretlerinin evini soruyorlar. Bahailer, Ghazal ve Farazlar'ın ailece ait olduğu bir dini gurup. Daha önce hiç duymadığım, bilmediğim için utanıyorum. İran'daki İslami iktidar Bahai hazretlerini istemeyince, Bahai, Kayseri'ye oradan İstanbul'a oradan Edirne'ye gitmiş ve İsrail'de ölmüş. Edirne'de kaldığı ev müzeye çevrilmiş, böyle bir bilgiyi daha önce hiç duymamıştım. Ghazal'ın ailesi bu müzeyi ziyaret için daha önce Edirne'de bulunmuş.

Aile yemek yemiş, biz geç kalmışız, evin sahibi yetmiş yaşındaki kadın enerji dolu, yemek ikramında o hizmet ediyor, Altına lavaş serilmiş pilav, safranlı, sebzeli, zencefilli, zerdecallı tavuklu yemekler, pilavın üstüne zeytinli soslar... orta sehpa meyveler, çerezler, hurmalar, şekerlerle dolu... 

Ghazal'ın halası Hintli biriyle evlenmiş ve Hindistan'da yaşıyormuş,  Mumbai'ye yakın bir şehirde. Halası da giyimi kuşamı, tipi ile Hintlilere benzemiş, saçları siyah Hint kınası, elbisesi Hindistan elbisesi... Ghazal ve kız kardeşi Bahai oldukları, devlet okullarında eğitim hakları olmadığı için Hindistan'da halasının yanında kalarak üniversite eğitimi almışlar. İngilizceleri çok açık ve akıcı.

Ghazal'ın ailesindeki kadınlarla
...ve Hindistan'da yaşayan halanın etrafında
Ghazal işe gidecek beni eve bırakıyor, kaldığım odadaki Farsça kitapları okuyamadığıma üzülüyorum, Fars alfabesine aşinalık dışında bir şey kalmamış. Oysa şimdi Mevlana'nın, Hafız'ın, Sadi'nin şiirlerini Farsça okumayı ne kadar çok isterdim.

Ghazal akşama gelince Faraz'lara gidiyoruz. Faraz ve annesi Feride ile Azeri Türkçesi konuştukları için anlaşabiliyoruz. Evde, Eman adında bir arkadaşları da var. Eman vurmalı çalgı çalıyor, Faraz da sitar. İran etnik müziğinden esintilerle güzel bir akşam geçiriyoruz. Biraz müzik, biraz muhabbet. Muhabbetin içinde Feride'nin büyük acılar içinde olduğunu öğreniyorum. Bahai oldukları için inanılmaz acılar çekmişler. Oğlu böyle bir sıkıntıdan sıyrılmak için ilk önce Türkiye'ye gelmiş, sonra Amerika'ya gitmiş. 16 yıldır oğlunu görmemiş, oğlu evlenmiş görememiş, oğlunun çocuğu olmuş görememiş. Feride, parkinson hastası kocasını yeni kaybetmiş, oğlu babasının cenazesinde dahi bulunamamış. Kızı yeni boşanmış, torununa bakıyor gündüzleri. Feride'nin yaşamına nereden baksan acı...

Sabah, Ghazal ile kahvaltı yaparken "bu dünyada ezilenlere dair müzik, edebiyat, sinema anlatılarını ve ezilenlerin acılarına ortak olmayı neden sevdiğimizi" sorguluyoruz. Neden ezilen insanlara dair anlatılanların bize hitap ettiğini, bizi duygulandırdığını sorduğumda, ben Balkan göçmeni dört farklı ailenin acısının ve yoksulluğunun içinde bir torun olarak büyüdüğümü ifade ediyorum, Ghazal da Bahai  dinine inanan biri olarak İslam rejimindeki baskının acısından bahsediyor. Bahai olduğu için devlet eğitiminden yararlanamadığını, Hindistan'da eğitim almak zorunda kaldığını, devlette iş bulamadığını, bu yüzden de amcası ile kendi iş yerini kurduklarını anlatıyor. 

Ghazal'ı işe bırakıyoruz, biz Faraz'la Bandar Anzali'ye yola çıkıyoruz. İran'da da ekonomik durum açısından uçurumların olduğunu gözlemleyebiliyorum. Ghazal'ın yaşadığı muhit zengin,  Farazlar'ın mahallesi yoksul... Zengin muhitte yaşam yüksek duvarlar arkasında, yüksek duvarların dış cephesinde zil ve kamera var. Evin içindeki ekrandan sokakta zili çalanı görebiliyorsun. Faraz da İran'da insanların birbirini ekonomik durumuna göre değerlendirdiğini, hangi mahallede oturduğunun, hangi arabayla gezdiğinin, ne giydiğinin insanın değerinin belirlenmesinde önemli olduğundan bahsediyor. Yani İran'da da kapitalist düzenin işlediğini görüyorum. Paran varsa değerlisin.

Yolda Shajarian dinliyoruz, Namjoo'nun "Toranj" adlı parçasını son ses açıp öyle yol alıyoruz. Muhteşem... Toranj bu parçada Hafız'ın bir şiirini okuyormuş, karşılıklı konuşma şeklinde söylenen bir aşk şiiriymiş, Toranj'ın müziğine bayılıyorum. Müziği sevdiğimi söylüyorum Faraz'a, ama enstrüman çalmak için yeterli sabrımın olmadığını da ekliyorum. Faraz da "being" or "doing" diyor.  Yaşamda ya "olmalısın" ya da "yapmalı."

Arabayı bırakıp Hazar kıyısında yürüyoruz. Nazım'ın Bahri Hazer şiiri düşüyor aklıma, yürürken bağıra bağıra okuyorum. Nazım Hikmet'in de bir kıyısından baktığı , izlediği Hazar, empati kurduğu bir Türkmen balıkçı... ve balıkçının Hazar Denizi'nde hazin sonu...

Balığa hazırlanan bir Türkmen kayıkçı

Bahr-i Hazer


Ufuklardan ufuklara
ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgarların dilini konuşuyor balam,
konuşup coşuyordu!
Kim demiş "çört vazmi!"
Hazer ölü bir göle benzer
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur Hazer!
Hazer'de dost gezer, ey!
düşman gezer

Dalga bir dağdır

kayık bir geyik!
Dalga bir kuyu
kayık bir kova!
Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip,
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!
Faraz'ın  doğum günü bugün, deniz kenarında yürürken topladığım deniz kabuklarını yeni yaşı için hediye ediyorum, birlikte yürüyoruz. Hava tıpkı Karadeniz'in kurşuni puslu havası, balıkçı tekneleri, yük gemileri, martılar... 
Faraz 'ın doğum günü için topladığım deniz kabuklarının serildiği kıyı
Balık pazarına yöneliyoruz, devasa balıklar tezgahlarda çeşit çeşit, büyüğünden küçüğüne... beyaz balığı meşhurmuş Hazar'ın. Balık pazarı oldukça hareketli, ara sokaklardan birinden tandır fırınından martılara atmak için ekmek alıyoruz. Denizde yük gemileri limana demir atmış, bir lagün karanın içine doğru uzanıyor. Martılara ekmek atarak onların ekmeği kapmak için pikelerini seyrederek anın keyfini çıkarıyoruz. 
Hazar'ın balıkları
Tandır fırını, yuvarlağın ortasında yanan ateşte duvarlara yapıştırılan ekmekler pişiyor
Sebze pazarında dolaşıyoruz, yeşillikler bol bol tezgahlarda, bizden farklı sebzeleri de var, köylü pazarı gibi rengarenk bir pazar. Ara sokaklarda kalmış tarihi bir deniz fenerini görmeye gidiyoruz. Arabaya binip lagün boyunca, son ses Toranj'ı açarak bu müziğin fonunda balıkçı barınaklarının, balık ağlarını tamir eden balıkçıların, balıkçılar için deniz üstüne yapılmış kahvelerin salaş yaşantısının kıyısından geçiyoruz. 
Lagünün denizden içlere uzanışı ve balıkçı barınakları
İçlere uzanan lagün
Tamir yapan bir kayıkçı
Lagün manzaralı bir çay evi
Erkan Oğur ve Shajarian dinleyerek sessiz bir yolculukla Rasht'a dönüyoruz, öğle yemeği için Ghazal'ın kendi işyerinin ofisindeyiz. Dün akşam tanıştığım Eman'in de  Ghazal'ın bilgisayar programı satış ofisinde çalıştığını  öğreniyorum. İran'ın birçok yerinde 12.00- 16.00 arası namaz ve siesta zamanı, biz de bu saati ofiste safranlı pilav, barbunyalı ıspanak, sarımsaklı yoğurtlu patlıcan yiyerek geçiriyoruz, ayranları da naneli... Eman'in yanında İran'da en meşhur vurmalı çalgı olan tombak var, yemek sonrası ofiste çalıp söylüyor arkadaşlar, bir anda iş yeri canlı müzik yapılan bir mekana dönüşüyor. 
Öğle yemeğimizden
İş saati gelince biz Faraz ile Rasht'ı gezmeye çıkıyoruz. Rasht'ın  günlük pazarını geziyoruz; balık pazarı, sebze pazarı... Hem tezgahlar rengarenk hem de insan kalabalığının dinamizmi hoşuma gidiyor. Rasht'ın sosyal dokusu diğer yerlere göre oldukça rahat, 2. Dünya Savaşı sırasında Hitler'den kaçan Alman ve Rus sosyalistlerin Rasht'a sığınması böyle bir sosyal dokunun oluşmasını etkilemiş. Gezdiğimiz sokaklarda heykeller görüyoruz, heykeller daha çok  Tebriz'deki gibi zanaatkarların iş başındayken eylemselliklerinin biçimlendirilmesi. Hatta Tebriz'de körüklü fotoğraf makinesi ile fotoğraf çeken fotoğrafçının heykelinin önünde, akıllı telefonla selfie çeken bir çift görmüştüm. Körüklü fotoğraf makinesinden akıllı telefonla selfie çekimine giden insanlık tarihinin anı biriktirme serüveni.
Rasht'ın pazarından, turşular
Pirinç unuyla pişirilen bir çeşit tatlı
Baharatlanarak kurutulmuş balıklar

Rasht'ın heykelleri
Yürüyoruz, çıplak çınar ağaçları ile kaplı yolda, rahat bir sosyal yaşam var derken bir polisin bir kadını polis arabasına bindirirkenki ana denk geliyoruz. Faraz, tayt giydiği için olabileceğini söylüyor. Ben durup biraz olan biteni anlamak istiyorum ama Faraz, baş örtüsü yerine kırmızı şapka taktığım için sıkıntı çıkabileceğini, beni de karakola alabileceklerini söylüyor, hızlı hızlı uzaklaşıyoruz.

Akşam, Faraz'ın doğum günü partisi için Farazlar'a gidiyoruz, ailesi ve arkadaşları olarak birlikteyiz. Doğum günü sehpasındaki hediyeler arasında gündüzden Hazar Denizi'nin kıyısından topladığım deniz kabukları ve fonda çalan Stephan Micus'un bir albümü var. İran'da 35 TL'ye buldukları kırmızı Tuborg'u üç kişi paylaşıyoruz. Eman tombak, Faraz sitar çalmaya başlıyor, muhteşem Farsça etnik müzikler ile büyüleniyorum, geceye Nazım Hikmet'in Bahri Hazer ve Taranta Babu'ya Mektuplar şiirini okuyarak devam ediyorum. Anadolu coğrafyasındaki etnik dansları sevdiğimi söyleyince dans etmemi istiyorlar, Trakya'da çingene kültürünün içinde büyümüş biri olarak 9-8'lik ritmi tarifliyorum. Eman tombak ile ritmi yakalıyor,  Faraz da  uydurma seslerle şarkı söylüyor. Ben de bu  sıra dışı müzikte roman havası oynamaya çalışıyorum, sonra Kürt halayından örnekler gösteriyorum. Hepimizin ağız dolusu güldüğü, yürek dolusu hüzünlendiği bir gece oluyor.




 
Sabah, Ghazal benimle vakit geçirmek için işe gitmiyor, evde keyifli bir kahvaltı... Kitapçıya çıkıyoruz, çıplak çınarların altından uzun yolda yürüyerek. Nazım Hikmet'in, Yaşar Kemal'in, Elif Şafak'ın kitaplarını Ghazal'a alıyoruz. Ghazal bana İran edebiyatının modern yazarlarından Farsça bir kitap alıyor. Yaklaşan newroz için yeni takvimler çıkmış, Faraz ve Eman'e yeni yılları için takvim hediye alıp ilk sayfalarına iyi dileklerimi not düşüyorum. Bir hayli keyifli zaman geçiriyoruz kitapçıda. 
Yaşar Kemal'in kitapları Farsça'da
Nazım Hikmet'in kitapları Farsça'da 
Öğle yemeği için Ghazal'ın ailesinin yanındayız. Evde köpek bakıyorlar, İran'da evde evcil hayvan çok yaygın değil. Annesi çeşit çeşit yemek hazırlamış. Ailece Rusça kursuna gidiyorlarmış, Erivan'daki evlerine gittiklerinde oradaki halk ile konuşmak için. Babası Rusça kitapları ve haritalarla geliyor, Farsça baskılı Türkiye haritasından yaşadığım şehir Sinop'a bakıyoruz. Ghazal'ın ailesinin evindeki odasında siesta için uzanıyoruz, odası kitaplarla dolu, babasından kendisine kalmış bir sürü kitap... kitaplarla dolu odanın büyüsüne kapılıp bir düşün içinde uzun süre uyumuşum.
Farsça bir Türkiye haritası
Kitaplarla dolu bir  oda
Ghazal'ın kendi evinin atmosferini çok sevdim, Ghazal işteyken ben yalnız vakit geçiriyorum. Buradan ayrılması çok zor olacak, Ghazal işten geliyor, yolculuk için bana sandviç yaptırmış, vedalaşmak için Farazlar'a gidiyoruz, annesi Feride ile vedalaşırken Feride koşa koşa gidip su getiriyor, arkamdan atmak için... su gibi yolum açık olsun diye, Azeri oldukları için Faraz hemen "Küçelere Su Serpmişem" şarkısını hatırlıyor ve İran'da bir küçede vedalaşırken bu şarkıyı söylüyoruz. Arabada otagara giderken birlikteliğimizin son anları, birbirimize sevgi ve daha şimdiden özlem dolu sözcüklerle son cümlelerimizi ediyoruz. Hüzünle otobüsün kalkmasını beklerken, kucaklaşıyoruz. Ruhum orada kalıyor, bedenim yoluna devam edecek, el sallayarak ayrılıyoruz. Yola çıktığımızda Ghazal'ın  hazırlattığı sandviç poşetini açtığımda içinden tek bir elma da çıkıyor, o tek bir elma o kadar içten ki; annemin çok sık yaptığı gibi, Moskova'da tanıştığımız, dedesinin Anadolu'dan olduğunu bizimle paylaştıktan sonra bir de yanımıza bir şey koymak için çantasından ekmeğini çıkaran Ermeni genç gibi... çok hüzünleniyorum... Dünya'da böyle insanların var olduğunu bilmek bana çok iyi geliyor.

Najafabad-İsfahan

Yolculuk kimi uykulu kimi uyanık İsfahan otogarında son buluyor, İsfahan otogarı mermer yapının üstüne mavi süslemeleri ile ilginç bir mimari. Najafabad'a gidecek otobüsü kadınlara sorarak buluyorum. Yeşil eski model, sevimli bir dolmuş, en arka sırada kadınların arasında yerimi alıyorum. Bir saatlik bir yolculuk sonrası bana yardımcı olacağını söyleyen bir amca ile dolmuştan iniyoruz, ceketi, pantolonu, ayakkabıları eski ve yırtık, elinde bir çuval ile yürüyor kaldırımda, onu takip ediyorum, bir köşeden beni taksiye bindirip gönderiyor.
İsfahan otagarı
Her yanı yeşil dolmuş ile İsfahan-Najafabad yolculuğu
Daha önce, İstanbul'dan Tahran'a bisikletle giden bir çifti evimizde ağırlamıştık; Hajer ve Mohammed... şimdi ziyaret sırası bende. Hajer gelip alıyor beni bir sokağın köşesinden, oldukça heyecanlı, bana bir sürprizi olduğunu söylüyor. Sarı tonda kerpiç, tuğla, mermer evlerin arasından Hajer'in evine gidiyoruz. Salon oldukça büyük, yer yatağında bir Alman çift yatıyor. 
 Hajerler'in evi
Bahçenin saksılarının ve çiçeklerinin güzelliği
Hajer, kendisi hukuk mezunu ama iş bulamıyormuş ve Workaway organizasyonu aracılığıyla bir dil cafesi oluşturma hayalini hayata geçirmeye başlamış. Workaway, dünya genelinde bir işte dört saat çalışıp yaptığın işin sahibi tarafından uyuma ve yeme ihtiyaçlarının karşılandığı bir organizasyon. Hajer de Workaway ile gelen gezginlerin, çocuklarla, gençlerle İngilizce pratik yapması üzerine bir cafeterya hayali kurmuş ve bu hayali gerçekleştirmek için Alman çiftle on gündür çalışıyorlarmış. Yerde yatan Alman çift Laura ve Benjamin, kalkıyor ve birlikte yer sofrasında kahvaltı yaparken dokuz aydır van ile yolda olduklarını öğreniyorum. 
Alman çiftin dünyayı gezdiği vanı ve Mohammed'in pikabı
Kahvaltı sonrası ben de ekibe katılıyorum ve Cafelingo'nun  yolunu tutuyoruz. Laura'yla ikimizin bugünkü işi led ışıklarını cafenin tüm duvarlarına döşemek ve bunu yaparken duvarların bazı yerlerini matkapla delmek, normalde kullanmaktan korktuğum için evimde öğrenemediğim matkabı kullanmayı öğreniyorum. 
Matkapla led için gerekli hazırlığı yapıyoruz. 
Öğle yemeği paydosunda başka bir Alman çift daha geliyor; Jojo ve Estel. Onlar da bir yıldır yolda, Latin Amerika'dan başlamışlar ve İran'da bir yıllık yolculuklarının son günleri. Öğleden sonra birlikte devam ediyoruz. Sabah ondan akşam ona kadar sadece bir öğle yemeği paydosu ile tüm gün çalışmakla geçiyor. Günün finalini ledlerin tüm duvarları ışıldattığı bir görüntü ile yapıyoruz.  
Ekibin son hali, Cafelingo hayali için enerji biriktirmeye çalışıyoruz
Kerpiç, tuğla, mermer evlerin birlikte bulunduğu mahalleden çalışmaya giderken
Eve akşam yemeğine geldiğimizde bitmiş bir haldeyiz, hepimiz kocaman salonun bir köşesinde yer yatağında yığılmışız, mışıl mışıl uyumuşuz. Yer sofrasında kalabalığız, bol muhabbetli bir kahvaltı. Çalışmaya devam, ledlerle kapladığımız duvarları erguvan dallarından örülmüş hasırlarla kapatacağız. Tüm gün bu işle uğraşıyoruz.

Öğle yemeği için, dün Cafelingo'ya gelen Hajer'in arkadaşı Azeri Mohammed'in davetlisiyim. Tek katlı bir eve geliyoruz, eşi çeşit çeşit yemek hazırlamış, ilkokula giden bir oğlu var. Mutfak ve salon birlikte ve salonun içinde yazları serinlemek için ayakların yıkandığı bir çeşme... 
Mohammed'in ailesine öğle yemeğine davetliyim, Azeri oldukları için bana jest yapıyorlar
Salonun ortasında mermer çeşme, yaz için
Yemek sonrası Mohammed beni anneannesine götürüyor, seksen küsur yaşında, Türkçe anlaşabiliyoruz, eski kerpiç bir evde yaşıyor anneanne, o yaşına rağmen bize çay ve çayın yanında yenen İsfahan şekeri çıkarıyor. İran'da ilginç şekerlemeler var.  Teyze Sitare ile de tanışıyorum, Türkçe anlaşabiliyoruz, çılgın bir kadın, eşiyle ayrılmışlar, eşi İstanbul'da yaşıyormuş.

Mohammed beni Cafelingo'ya bırakıyor, öğleden sonra çalışmaya devam, inanılmaz soğuk. Matkap, çivi ve zımba makinesi, kompresör hepsini kullanıyorum. Estel ile eve gidip cafenin ihtiyacı olan iki abajuru, duvarların kaplandığı erguvan dallarından kalanlarla demir bir halkanın etrafına keten iplerle düğüm atarak yapmaya başlıyoruz. Tüm arkadaşlar akşam eve gelince yemek sonrası abajur yapımında kullandığımız keten iplerle salonda ip atlıyoruz. Gecenin bir vakti oldukça eğlenceli oluyor. 

Zımba makinesi ile üç kadın monte yaparken
Gün boyunca kullandığımız araç -gereçlerle bir anı olsun istedik
Erguvan ağaçlarından abajur yaparken Estel'le
Abajur için keten iplerini ayırıyorken aklımıza ip atlamak geliyor
Ve Laura ipte, salonun ortasında
Mohammedler'e kahvaltıya davetliyim, beni almaya geliyorlar, fırından ekmek, kahvaltılık çorba, krema, sos alışverişimizi yaptıktan sonra Sitare Teyze ve iki kızını da alıp eve geliyoruz. Yer sofrasında geniş bir kahvaltı ve sonrası dağlarda kaymaya hazırlık, günlerden cuma, hafta sonu tatili... Çocuklarla birlikte cümbür cemaat dağlara kaymaya gidiyoruz. 
Sabah kahvaltısından
Uzun bir yol, iki saat süren, kimi zaman arabada alkışlar, oyunlar, şarkılar eşliğinde kimi zaman da dağları, köyleri izlediğim bir sessizlik içinde yol alıyoruz. Araçlar üstünde iç lastiklerle insanlar dağ yolunda, biz de yol üstünde bir lastikçide lastikleri şişiriyoruz. Kayak alanı inanılmaz kalabalık. Aile boyu, lastiğe oturarak çığlık çığlığayız.
Lastiklerimiz hazır,  kayak ekibimiz de
Kayak alanı
...ve lastiği yukarıya taşırken
Kayarken üşüyünce arabanın yanına gelip Sitare Teyze'nin yaptığı mercimekli erişte çorbasını yiyoruz, bir nevi karda piknik. Etrafta Horasan oyununu sopalarla oynayanlar var, arabadan müzik açıp karşılıklı oynuyorlar. İnsanların İslami rejimin baskısından sıyrılmak ve özgür olmak için doğaya sığınmaları üzerine konuşuyoruz. Eve dönme zamanı, yolda güzel kerpiç köyler, karlı dağlar, arabanın penceresinden güzel görüntüler... 
Sitare Teyze'nin mercimek çorbası
Dönüşte izlediğim köyler, köy evlerinin duvarlarında bu renkli Farsça yazılara bayılıyorum
Muhammed annesini ziyarete gitmemizi istiyor, annesi de Türkçe konuştuğu için Türkçe konuşmaktan mutlu olacağını düşünüyor. Gelinlerinin hepsi de orada, kalabalık dini bir aile ortamı.
Gelinlerle ve torunlarla Mohammed'in annesi etrafında toplanıyoruz
Bu kısa ziyaretten sonra beni Cafelingo'ya bırakıyorlar, arkadaşlar hala çalışıyor, ben koca gün gezip eğlenmenin vicdan azabını çekiyorum, onları böyle yorgun görünce. Birkaç saat birlikte çalışıyoruz, artık iş oldukça hafifledi. Biz de şımarmaya vurduk hafiften. 
Led lambalarının üstünü erguvan dallarından hasırlarla kaplama  işlemi
...ve günün sonu
Bu gün İsfahan'da gezme günü, evin önünde van hazırlanıyor,  İran'da her yer gaz kokuyor, en eski evlerde, köylerde bile doğal gaz var, sokaklarda dolaşırken çakmak çaksan şehir havaya uçacak sanki. Van ile üç kadın öne oturuyoruz. Laura kullanıyor aracı, erkekler de arkada. Bir grup erkeğin siyah bir pankart üzerine yazılar yazarak trafiği kapatıp eylem yaptıklarını görüyoruz, trafikte olmasak biz de onlara katılacağız.
Vanla İsfahan'a gitmek için hazırlık
İsfahan kapalı çarşısına yakın iniyoruz, arkadaşlardan ayrılıyorum. Kapalı çarşı büyük bir dikdörtgen, ortası devasa bir meydan, meydanda büyük bir havuz. Bu dikdörtgen kapalı çarşı yapısının farklı köşelerinde cami, saray gibi şaheserler var, ama hepsinin giriş fiyatı 20000 Tümen, sabit bir fiyat koyulmuş, müze kartı, öğrenci indirimi gibi daha uygun fiyata getirebileceğin bir yol da yok, hepsine giremiyorum dolayasıyla. Meydanda dolaşıp mekanın ruhunu hissetmeyi tercih ediyorum.
Kapalı çarşının ortasındaki devasa İmam Meydanı
Şeyh Lütfullah Cami
Seramik, ahşap, mermerin büyüleyici örnekleri
İmam Cami'nin giriş kapsının enfes mozaikleri
İmam Meydanı'nın kuzey tarafında kalan kapalı çarşıda o bölgenin birçok işçiliği pazarı renklendiriyor. Özellikle seramik işleri çeşit çeşit, kilim desenli çantalar, bakır işleri, ahşap işleri, dokumalar... Bazaar-e Bozurg kapalı çarşısında saatler geçiyorum.
Çarşıdan kuru yemiş tezgahları
Kilim dokuma çantalar
Kilimler
Seramik kaplar
Bazaar-e Bozorg çarşısından Zayende Nehri'ne yöneliyorum,  yolumun üstünde bir kitapçıda vakit geçiriyorum. Bildiğim yazarların Farsça'ya çevrilmiş kitaplarını görmek beni inanılmaz heyecanlandırıyor. Mesela Kafka'nın Dava kitabına denk geliyorum. Yaklaşan newrozun yeni ajandaları çıkmış, sayfalarında Fars kültüründen motiflerin çizimleriyle...
Kafka'nın Dava'sı, Farsça çeviriyle
İran'ın şair ve yazarları
Yol beni Zayende Nehri'ne çıkarıyor, zamanlamam da müthiş, tam da gün batımı... kızılın tonlarının tarihi Siosepol Köprüsü'nden geçişini izliyorum. Köprünün iki yanı nehre bakan gözlerle mimari özellik kazanıyor, ortası uzun bir sokak, gün batımını köprüde karşılamak isteyenlerin kalabalık yürüyüşü... Nehir boyunca kendi içme yürüyorum.
Zayende Nerri'nde gün batımı
İnsanlar gün batımını nehrin ortasında kuğu biçimli deniz bisikletlerinde karşılıyorlar
1602 yılında inşa edilmiş Siopesol Köprüsü
Hava kararınca taksi ile Najafabad'a dönüyorum. Someiyeh ve Mohammed'e son bir veda çayı için uğruyorum. Korside oturuyoruz. Korsi, ahşap sehpanın altında elektrikli bir ısıtıcı, sehpanın üzerine battaniye örtülmüş ve ev halkı battaniyenin altına ayaklarını sokarak oturuyor, hem ısınıyor hem de sehpanın üstünde yemeğini yeyip çayını içiyor. Korside bir veda çayı ve muhabbeti. Hajer'in annesini hastaneye kaldırmışlar, eve geldiğimde kimse yok. Alman çiftler de İsfahan'dan geç saatte geliyor, geceyi yer yatağında yazarak geçiyorum, keyif de alıyorum yalnız geçirdiğim bu geceden.
İranlı kadınların ne hissettiğini anlamak için çador deniyorum, bir veda fotoğrafı
Korside muhabbet, sehpanın altında ısıtıcı var
Sabah, yer sofrasındaki kahvaltı faslını uzatıyoruz, Laura ve Ben'in Yunanistan'da mülteci kampında gönüllü olarak çalıştığını öğreniyorum. Kamptaki kültürel çatışmalardan bahsediyorlar, yardım amaçlı İngiltere'den bir sürü kıyafet geldiğini, ama kıyafetlerin hepsinin Ortadoğulu bir insanın giyemeyeceği kadar açık olduğunu anlatıyorlar. Dağ şeklinde kıyafet yığılıyor ama kadınlar kendine giyecek kıyafet bulamıyor...

Öğleden sonra Cafelingo'ya geçip açılışa hazır hale getirmek için temizlik yapıyoruz.  Hajer ve Mohammed'e bu evrensel mekan için kendi ana dilimde dileklerimi yazdığım, gelenlerin kendi dillerinde dileklerini yazabilecekleri ve onlarca dilin hemhal olacağı bir dilek köşesi yapıyorum. Benim vedamın yaklaştığı saatlerde,  Fransız bir kadın geliyor, turist rehberiymiş ülkesinde, para biriktirip sonra yalnız yollara düşüyormuş. Hajer beni otogara bırakıyor, yolda samimi bir muhabbet. Buradan da ayrılmak çok zor oluyor.

Fransız kadının da katılmasıyla ekibin son hali, Cafelingo  açılışa hazır
Dilek köşesinde ilk not, ilk dil; Türkçe
Shiraz

Otobüste yol boyu uyumuşum, günlerin hamallığının yorgunluğu... Shiraz otogarda sabahın 4.30'u. Salonda erkeklerin uyuma manzaraları, hiç kadın yok, bu manzarada nereye konumlanacağımı düşünürken bir grup çarşaflı kadın bir kapıdan giriyor, peşlerine takılıyorum, meğerse kadınlar mescidiymiş, ben de burada sabahın olmasını bekleyebilirim. Uyuyan, uzanan, muhabbet eden kadın ve çocuklarla dolu içerisi. Sabah namazı vakti, namazlarını kılıyorlar. Eşek gözlü bir çocuğa takılıyorum, dünya güzeli gülüşü, bakışı... annesi ve abisi ile teması beni etkiliyor. Üç saat oturuyorum, Azeri bir anne ve kız ile tanışıyorum. Kadın, Kürt kadınlarına benziyor. 
Mescitte kadın halleri
Eşek gözlü güzel çocuk
Azeri anne ve kız, ama anne daha çok Kürt annelerini hatırlatıyor
Taksiye binip Couchsurfing'ten yazıştığım Sanam'a gidiyorum, açık kalmış bir kitap, içilmiş sigaralar, birkaç dağınıklık... gecenin, okumalı, düşünmeli yaşandığı belli. Kahvaltı için vejeteryan hellim yapıyor Sanam, çay demliyoruz, evinin giriş kapısının arkası film afişleri ile dolu, afişler üzerinden sinema tartışıyoruz. Kahvaltıda edebiyat, sanat, felsefe, yolculuk muhabbetleri yapıyoruz. Sanam  fizik öğretmeni ama şuan internet üzerinden bir işle uğraşıyormuş.
Sanam'ın kitaplığında Nazım Hikmet kitabı
Kibritler üzerinde Fars kültürüne dair çizimler
Yolculuğumun son gününü Shiraz'ı yaşayarak geçirmek istiyorum, dışarı çıkıyorum. Son durakta inince çarşıya, meydana, kaleye yürüyorum. Baharatçılar envai çeşit, cadde boyunca, koca koca çuvallarla dükkanların önlerinde baharat sunumları, rengarenk; sarı, yeşil, pembe, kırmızı, mavi... kokular da ayrı sarmalıyor seni.
Baharat sunumlarındaki estetik
Sokağa taşmış baharat çuvalları
Şehrin merkezindeki Kerim Han Kalesi'ni geziyorum. Dışarıdan o sarı tuğla duvarların dibinde gezmek bile seni tarihin içine çekiyor.  köşelerde borçları da ayrı bir güzel. Diyarbakır surları gibi etrafında bir sosyal yaşam dönüyor. 20000 Tümen verip içine giriyorum, içinde Kerim Han'ın sarayı, camlar vitray işi. İç avlularda muhakkak havuz var, bölgenin sıcaklığında serinlemek için. 
Kerim Han Kalesi, burçlarındaki süslemelere hele
Kale içindeki ahşap süslemeleriyle Kerim Han'ın sarayı
Sarayın vitrayları, offff...
Sokaklara bırakıyorum kendimi, Vakil Bazaar'ı veziyorum. Adı üzerinde kapalı çarşı, içeride satılan eşyaların üzerinde gölge oyunları... elbet büyüleyici... envai çeşit nesne; halısı, şalı, baharatı, takısı...
Vakil Bazaar
Dokuma için kök boyalı ipler
Baharat sunumları
Ahşap oyma ve boyama işleri
Çarşıdan dışarı çıktığımda ilginç bir iç avlu görüyorum, ağaçlarda, duvarlarda, kapılarda şiirlerin asılı olduğu bir hanın avlusu. Giriyorum cafeymiş, şair bir dedenin torunu işletiyor, şiirler dedesine ait. Avlu çiçeklerle ve şiirlerle bezeli. Hz. Ali'nin resmi de asılı. Şiye yani bizim kültürde Aleviymişler, iç avluda yayılan  müzik de etnik.  Üst katta ahşap oyma ile uğraşan bir arkadaş, oymaları da hoş. Mekan çok hoşuma gidiyor, dinlendiriyor beni, hiç çıkmak istemiyorum.
Böyle dolu dolu bir cafe
Dedenin şiirleriyle süslü bir cafe
Vitraylı camlardan rengarenk ışığın süzüldüğü Nasir Al- Mülk Mosque'u arıyorum. Camiyi ararken  Shah-e  Chareag Shrine'ne çıkıyorum, rehber eşliğinde gezebiliyorsun. Tuğla, cam, seramik, ayna hepsi birlikte kompoze edilmiş. İçi binlerce parça aynadan dekore edilmiş. Aynalara bakınca kendini onlarca parçada görmek ürkütüyor. 
Shah-e Chareag Shrine
Sarı tuğla ve seramiğin ortaya çıkardığı estetik
Shah-e Chareag Shrine, devasa bir kompleks
Bin bir parça aynadan oluşan  iç mekan
Yine camiyi aramaya devam ederken Khan Medresesi'ne çıkıyorum, restorasyon olmasına rağmen bahçe, havuzu ile en etkilendiğim yapılardan oluyor.
İç avlusu havuzlu Khan Medresesi
Hafız'ın mezarına gitmek için Sanam ile buluşuyoruz, Hafız'ın mezarında ışıklandırma ve Hafız'ın şiirlerinin okunduğu büyük ses sistemleri var, Shajarian okuyor Hafız'ın şiirlerini... Bahçesi çok büyük, Sanam ile dolaşıyoruz. Sanam isminin Sadi'nin Fal kitabından geldiğini söylüyor, genelde herkesin evinde bu kitap varmış ve insanlar sıkıştığında yol bulma amaçlı bu kitabı kullanıyormuş. 
Hafız'ın mezarı
Eski bir tekstil fabrikası binası, sanat galerisi yapılmış, resim sergisini geziyoruz, Şiraz ulusal kütüphanesine gidiyoruz, İran Devrimi' nin yıl dönümü dolayısıyla kütüphanenin giriş katında İslam devrimine dair fotoğraflar var. Sanam, devrim esnasında bir çok açık modern kadının olduğunu ve bu fotoğrafların, sergilerde artık sergilenmediğini, sergilerdeki kadınların çarşaflı kadınlar olduğunu söylüyor. Devrim esnasında birçok komünistin düştüğü tarihi bir yanılgıdan bahsediyor. Sanam entelektüel bir kadın. 

Taksiye binip Sanam'a gidiyoruz, soslu makarna yapıp ev yapımı içki ile kolayı karıştırıp içiyoruz, bizim boğma rakıya benziyor içki, içki ile muhabbet derinleşiyor, otostopla yaptığı yolculuklardan bahsediyor. Kadın sorunları ile ilgili, kendini feminist olarak tanımlıyor. İran'da kadın sünneti olduğundan, İran'da kadınların cinsel yaşamlarında sırf erkeği tatmin etmek için "-mış gibi" yapmalarından, bunun kadını kendine yabancılaştıdığından bahsediyor. Sanam Farsça şiir okuyor, ben Türkçe...  birlikte otostop çekip gezme hayali kuruyoruz.

Taksi ile gecenin bir vakti hava alanına gidiyorum, içki ve muhabbetten o kadar sarhoşum ki... İstanbul'a geldiğimde akşam sarhoş kafayla yaptığım eksik hava alanı işlemlerinden dolayı İran'dan aldığım baharat, kitap, newroz takvimi, kilim çanta, tütün, seramik, bakır kap, takıların olduğu çantanın İstanbul'a gelmediğini anlayınca kahroluyorum, o kafayla çantanın üzerine etiket yapıştırtmayı unutmuşum. İran'dan aldığım maddi değeri olmayan ama manevi değeri olan birçok etnik obje, kim bilir nereye gideceğini bilmeden dünya üzerinde dolanıp durdu...

Turuncu otobüsle seyahat ettiğim, yeşil gezdiğim şehirler











1 yorum:

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...