11 Ağustos 2019 Pazar

bilinmeyen ülke; Laos

23/07/2018

Vientiane
Laos'un başkenti Vientiane'ye gökyüzündeki pofuduk bulutları izleyerek geliyorum, hava alanından şehir merkezine giden otobüsü buluyorum. Muavinin güler yüzlülüğü dikkatimi çekince bizim kültürümüzde erkeklerin çok ciddi, asabi, gergin olduğunu düşünüyorum. Şehrin merkezindeki hostelimi bulup yatağım gösterilir gösterilmez de yatıyorum. Yirmi dört saat içinde feribot, otobüs, tren ve uçakla yolculuk yaptığımı fark edince yorgunluk ve uyku iyice bastırıyor.
Mekong Nehri kıyısına kurulmuş Vientiane'ye inişe geçmişken
Akşamüstü Mekong Nehri kıyısına yürüyorum, birkaç tane balıkçı teknesi... güneş, nehrin üzerinden değil de şehrin beton yapılarının üzerinden batıyor. İnsanlar nehir kenarına yapılmış yolda, akşam yürüyüşünde... çoğunluğu kadın olan bir grup, bir hoca ve son ses müzik eşliğinde spor yapıyor, katılmak isteyen de dahil olabiliyor.  
Başkent Vientiane'de gün batımı
Mekong'da balıkçılar
Gün batımının uçuk sarısında bir Mekong öyküsü
Mekong kıyısında, direkler ile göğe yükseltilmiş bayraklardan biri Laos'un bayrağı, diğeri orak çekiç. O an  komünist bir ülkede olduğumu idrak ediyorum. Laos'u, Laos'un komünist olduğunu hiç duymamışım, meğerse 1975'ten beri komünist tek parti ile yönetiliyormuş.
Orak-çekiç bayrakları dalgalanıyor
Güneş battıktan sonra akşam pazarına gidiyorum, pazara girmemle de tam bir hayal kırıklığı yaşıyorum, Tayland'ın o renkli pazarlarından eser yok. Kıyafetler markaların çakmaları ile dolu, yemek stantları yok denecek kadar az, etnik bir şey göremiyorum. Tayland'ın pazarlarının, tüm Asya kıtasında devam edeceğini düşünmüşüm meğerse. Pazarda ayrıca dilenciler de çok fazla. Engelli insanlar pazarda şarkı söyleyerek para kazanıyor, görme engelli bir kadının sesi gerçekten etkiliyor beni.
Hostele dönüyorum, hostelin kafeteryasında otururken hostel çalışanı Hintli bir arkadaş, beni İsrailli bir çocukla tanıştırıyor, yarın o da Buda Park'a gitmek istiyormuş. Scooter kiralayıp birlikte gitme planı yapıyoruz. Hostelin iki saatlik bedava viski saatinde Hintli, Çinli erkek arkadaşlar ile muhabbet ediyorum. Hintlilerle ilk muhabbetim bu, daha önce Hintli birisiyle hiç tanışmamıştım, duygusal olarak hoş insanlar, enerjimiz tutuyor. Sinema, müzik muhabbeti ,viski eşliğinde gidiyor.

Sabah kahvaltıdan sonra İsrailli erkek arkadaşla scooter kiralayıp ilk önce onun Tayland sınırındaki vize işlemleri için sınıra gidiyoruz. Vize ofisi Buda Park yolu üzerindeymiş, o işlemlerini yaparken ben bambu kulübede, otopark için fiş kesen iki yerli erkek ile bekliyorum. Bana sigara ikram edip oldukça kibar davranıyorlar.

Scooter ile tekrar yola çıkıyoruz, Buda Park Mekong Nehri kıyısındaki çayırlık bir alanda, iki yüz tane Hindu ve Budist felsefe içerikli heykelden oluşuyor. Hindu ve Budist felsefe eğitimi alan keşiş bir heykeltıraş, ölen karısının yası ile mücadele etmek için karısı adına böyle bir park yapmış. Kırk metre boyunca  uzanmış taştan Buda heykeli... Oldukça çarpıcı bir park, Salvador Dali, burayı ziyaret ettikten sonra oldukça ünlenmiş Buda Park. 
Buda Park'ta mitsel anlatılar
Anlamlandırmam çok mümkün olmuyor figürleri
Çok başlı heykeller
Yoğun bir yeşilliğin içinde sunulan anlatılar
Scooter ile Pha That  Luang tapınağına gidiyoruz. Olduğu gibi sapsarı bir tapınak, altın kaplama... Budist keşişler sıraya geçmiş, tapınağın önünde fotoğraf çekiliyor, ben de onları çekiyorum. İnsanlar yine ellerinde muz yapraklarından huni biçimli ve üzerinde turuncu kasımpatı süslemeli sembolik sunaklarla Buda'nın huzurunda...
Pha That Luang Tapınağı
Altın kaplama kubbeli
Kubbe süslemeleri
Tapınak kapısı süslemeleri
Bir ibadet anı
Keşişlerin bir anı
Etrafta başka tapınaklar da var, genç keşişler, ellerinde süpürgelerle temizlik yapıyorlar tapınağın içinde. Bugünkü turumuz, hostelin yanında, nefis Hint yemekleri yapan restoranda bitiyor. Yemek esnasında öğreniyoruz ki Laos'un güneyinde barajın kapakları kırılmış ve altı bin kişi evsiz kalmış, yüzlerce kişi kayıp, köyler su altında.
Tapınağı temizleyen çocuk keşişler
Budist kültürde her ayın bir hayvanla sembolize edildiği on iki hayvanlı takvim
Etraftaki tapınaklardan
Akşam pazarına çıkıp birkaç kıyafet alıyorum. Hava yağmurlu ve esintili. Tuk tukçular pazar köşesinde, müşteri bekliyor. Hostelde yine bedava içki saati, gece viski içerken yol notlarımı yazıyorum. Güneş ve rüzgar, scooterda çok fazla yordu. 

Bir sonraki gün, hostelden yürüyerek çıkıyorum, ilk önce sabah pazarına uğruyorum. Etraf, bitki satan kadınlar ile bezeli, kadınların tezgahları da bitki poşetlerinin üstünde Laosça yazılı poşetlerle... Muhtemelen bitkinin şifası üzerine yazılar... 
Ot ve kök pazarından
Biraz yürüyünce tam bitki çarşısının içine düşüyorum. Çeşit çeşit profillerde kadınlar ve bitkiler... ikisi birbirine çok yakışıyor... Tam da eko-feminist bir çarşı. Yığınla üst üste bitki, kadınlar bitkilerin arasında kaybolmuş. 
Çarşıda hesap kitap işleri
Üstü kapalı bir alanda bitki çarşısı
Emektar kadınlar
İlk defa mangalda kızartılmış muz yiyorum pazarda
Patuxay Anıtı'na yürürken That Dan tapınağı çıkıyor karşıma, sadece kırmızı tuğladan bir tapınak. Tapınaklarda kırmızı tuğla en sevdiğim, esas tapınak ruhunu onlar veriyor bana. 
Kırmızı tuğladan That Dan Tapınağı
Patuxay Anıtı, Laos'un Fransa'dan bağımsızlığını kazanması adına, bağımsızlık  savaşçıları için dikilmiş. Dışarısı Fransız mimarisi, içerisi Doğu mitolojisi süslemeli. Dar merdivenlerden en üste çıkıp şehre her açıdan bakabiliyorum. Anıtın açık girişinde, selden dolayı yaşanan mağduriyeti bir nebze olsun gidermek için yardım toplanıyor. İnsanlar paket paket yardım getiriyor. 
Patuxay Anıtı
Başkentten... Eski tapınaklar ve resmi kurumlar...
Patuxay Anıtı'nın en üstünden Vientiane'nin görünümü
Sisaket Tapınağı'na gidiyorum, eski bir tapınak, dış görünüşü etkileyici. İçerde keşişler için bir tören... Rahip beyaz kumaş ile kaplı büyük kaseleri, keşişlerin sırtına bağlıyor ve sonra keşişler arasında süren bir seremoni başlıyor. Sırta bağlanan o kase neyi ifade ediyorsa... belki de sırtlanacak hayatın çilesini... 
Sisaket Tapınağında onlarca Buda Heykeli... Etkileyici
Kendini adayış...
Sisaket Tapınağı
Sonrasında Wat Si Muang tapınağı... rahip hediyelerle gelenleri huzurunda karşılıyor, herkes büyüklü küçüklü hediyelerle gelmiş, rahibin önünde eğiliyorlar, rahip ise onların kollarına ince bir ip bağlıyor. 
Wat Si Muang tapınağı
Tapınağın bahçesinde bir Buda heykeli
Wat Si Muang tapınağında şirin mi şirin bir an. Rahibin altın kaplama kasesinin altında bir kedi... Rahibin huzuruna gelen ailenin küçük kızı kediyle oynuyor. Bu kedi, rahibin kedisi mi, rahibe gelen hediyeler arasında mı, yoksa ailenin bir bireyi mi? İçeride Buda'nın huzurunda dua edenlere katılıyorum, güzel bir yolculuk için. 

Laos'ta, Tayland'dan farklı olarak Budizm'de bir yozlaşma görüyorum, rahiplerin etrafı hediyelerle çevrili, her gelen eli dolu geliyor. Rahipler, kendilerine bu kadar tapınmanın karşısında güçlü bir ego geliştirmişler. Budizm ve ego, birbirine ters duygular sanki... Tapınaklar etrafında Buda'ya sunmak için muz yaprağından ve genellikle turuncu kasımpatıvari çiçekten hazırlanan sunaklar satılıyor.
Tapınaklarda Buda'ya sunulmak üzere hazırlanan çiçekler
Muz yapraklarından hazırlanıyor
Yürüye yürüye Mekong Nehri'nin kıyısına geliyorum, nehrin karşı kıyısı Tayland. Nehrin ortasında dört ayak üzerine kulübeler yerleştirilmiş, tekne hareketliliği nehrin üstünde...  
Mekong Nehri ortasındaki evler
Nehirde bir akşam üstü telaşı
Heyecanla, gelen teknenin yanına  gittiğimde, tekne kıyıya çekilmiş, içindekiler işe koyulmuş,  kadınlar uzun bir bitkinin taze filizlerini ayırıyor. Öğreniyorum ki Pakbong adında bir bitki, İngilizce morning glory, Türkçe deniz ıspanağı. Kadınlar kırmızı akan Mekong Nehri'nin içinde, bellerine kadar.  Donuyla dolaşan bir adam, ayıklananları taşıyor.
Nehrin ortasından toplanan deniz ıspanağı
Beline kadar suyun içinde iş yapan kadınlar
Asya'nın emekçi kadınları
Emek emek emek... Kadın kadın kadın...
Tayland'da pirinç tarlasında çalışan çiftle paylaştığım o sevgi dolu anlardan sonra, deniz ıspanağı temizleyen bu kadınların nehir içinde çalışan halleri de beni anın içine çekiyor. Uzun süre izliyorum kadınları, bir yandan da çok içler acısı bir görüntü. Asya'ya geldiğimden beri günüm geçmiyor ki Nazım'ı, Yaşar Kemal'i, Ahmed Arif'i anmayayım. Bu yazarlar, gözüm, kulağım, yüreğim olmuş, dünyayı onların gözüyle görüyorum. Bu görüntü karşısında ne söyleyebilirim ki... Uzun süre emekçi kadınların yanlarında oyalanıp tanıklık ettiğim yoksulluğun, sefaletin, emeğin, ezilmişliğin duygusallığını yaşıyorum. 

Yolculuğum boyunca, içinde olmaktan fazlasıyla hüzünlü olduğum anlardan... Biri Laos'a diğeri Tayland'a ait.


Hostele yürürken bir tapınak süslemesine denk geliyorum. Genç keşişer uzun renkli kumaşları tapınağa sarıyor.
Turuncu ve mavinin uyumu
Hostele yakın bir masaj salonunda Lao masajı ile bedenimin ve ruhumun tüm yorgunluğunu atıyorum. Laos'un güneyine 4000 Ada'ya gitmek istiyorum ama sel felaketi çok yeni, nasıl bir felaket bölgesine düşeceğimi bilmediğimden ilk önce Pakse'ye gidip ordan 4000 Ada için daha güneye gidip gitmeyeceğime karar vereceğim. Bindiğim otobüs iki katlı  ve iki katı da çift kişilik yataklı, çok şaşırıyorum. Otobüse binerken poşet veriyorlar ve ayakkabılarını poşete koyup yalın ayak dolaşıyorsun otobüste, yataklı yorganlı bir otobüs atmosferi... Yanımda bir kadın, birlikte yatıyoruz. Gece bir ara kalktığımda deli gibi yağmur yağıyor, gün ağardığında etraftaki evlerin ahşap ayaklar üzerine  kurulduğunu görüyorum, Karadeniz'in serender yapılarına benziyor. Evlerin altları, her yan kırmızı çamur. Otobüs gece boyu o kadar salladı ki... yollar delik deşik sanırım.
Yataklı otobüste birlikte yolculuk yaptığım arkadaşım
Pakse
Otobüs terminalinde lotus meyvesi satan bir kadın, bir sopayı omzuna, meyveleri de sopanın ucuna takmış, öyle satış yapıyor. 
Lotus meyvesi satan bir kadın
Kalacağım hostel yürüme mesafesinde, kaldıklarımın en kötüsü; pis ve yerler muşamba. Resepsiyondaki arkadaş Hintli ve oldukça samimi. Sanırım bu yolculukta, Hintlileri de tanıma fırsatım oldu, sevdim duygusal dünyalarını, bize benziyorlar. İçten bakışlar, gülümsemedeki samimiyet. Birkaç saat uyumak ve sonra da Pakse'yi keşfe çıkmak istiyorum. Odada Fransız bir genç, motorsiklet kazası geçirmiş, ayağı kötü, odadan çıkamıyor. Bir iki saat uyumuşum, kalktığımda yağmur yağıyordu, dinmesini bekliyorum kahvaltıya çıkmak için. Xe Don Nehri'nin yakınındaki bir cafeye gidiyorum, Asya'da bara, cafeye, alışveriş merkezine, eve, hostele girerken ayakkabılarını çıkarıyorsun, hava da sıcak olduğu için yalın ayak dolaşılıyor. Etraf Fransızlarla dolu. 
Sokaklardan...
Evlerden...
Pakse, 1900'lü yılların başında sömürgeci devlet Fransa tarafından kurulmuş, Mekong ve Xe Don Nehirlerinin kesiştiği noktada. Fransız mimarisi etkileri hala hakim, aynı zamanda selden etkilenmemek için dört ayak üzerine kurulu ahşap evler de hakim. Kahvaltıdan sonra Xe Don kıyısına bakıyorum, çamur akıyor. İçinde bulunduğum manzara; çamur, muz ağaçları, Hindistan cevizi ağaçları, tekneler, kıyılarda ahşap kulübeler, yemyeşil dağlar... Muson yağmuru yüklü bulutlar, kapkara, boşalmaya hazır. 
Kırmızı çamur akan Xe Don kıyısında Hindistan cevizi ağaları... Nasıl da egzotik...
Yağıştan evler bile yeşile bürünmüş
Bakmaya doyamadığım kıyılar...
Hindistan Cevizi ağaçları nasıl da estetik ve egzotik
Yağmur boşalmak üzere...
Wat Luang tapınağının keşişleri nehir kıyısında, köprüden etrafı izlerken yağmur bastırıyor. Beş dakikalık yürüme mesafesinde sırılsıklam oluyorum, yağmurluğuma rağmen. Yağmur biraz hafifleyince Wat Luang tapınağına gidiyorum, eski ve masalsı süslemeli yeni tapınak bir arada. Eskisi kullanılmıyor ama dış görünüşüyle daha çok ilgimi çekiyor, dış duvarları yosun bağlamış. Yenisi de oldukça süslü, giriş kapıları ahşap oyma. Çok hoş, girişte uzun yeşil yılanlar merdiven başlarını tutmuş.
Eski tapınağın süslemelerinden
Wat Luang Tapınağı
Ahşap kapı ve pencereler ve ejderha başlı merdiven süsleri
Oldukça süslemeli
Tapınakta sel felaketinde mağdur olanlar için yardım toplanıyor, tapınağın içinde üst üste yığılmış yardımlar. Tapınağın içinde iki köpek... burada tapınakların içine kediler, köpekler girebiliyor, insanlar ve hayvanlar hep birlikteler Buda'nın huzurunda. Hatta kediler, rahibin altın kaplama kasesinin altında yuvarlanabiliyor. Sel fotoğraflarını gördüm, insanlar, hayvanlarını da çatılara çıkarmış. "Bir olma" anlayışı böyle bir şey herhalde. Xe Don ile Mekong Nehri'nin kavuştuğu noktada vakit geçiriyorum. Sonra Mekong Nehri'ni takip ediyorum. Kırmızı çamurlu nehirde, baba oğul balıkta. 
Baba-oğul balıkta
Mekong kıyısındaki evler
Hava tekrar doluyor, tekrar yağmur bastırıyor ama bu defa fena. Bir bara sığınıyorum, göz gözü görmüyor. Nehri, bir sis gibi yağmur kaplıyor, şimşekli, gök gürültülü bir muson yağmuru. 4000 Ada'ya gitmekten  o an vazgeçiyorum. Çünkü yarın daha yağışlı gösteriyor hava durumu. Ve muhtemelen ada sokaklarında dolaşmak, bir şeyler yapmak pek mümkün olmayacak, yarınki planımdan vazgeçiyorum. Beklediğim barın önünde iş makineleri çalışıyor, nehrin kıyısına kum yığıyorlar, muhtemelen su taşkınlarına set olsun diye. 
Yağmurun altında...
Yağmur hafifleyince sokaklardaki çamurlu kırmızı suyun içinde yürümeye çalışıyorum. Oysa çocuklar bu suyun içinde oyun oynayıp bisiklet sürüyorlar. Ayaklı ahşap evlerin altı göl hatta lotuslu, yosunlu göller. Çamurlu suya yansıyan Hindistan cevizi ağaçları. Dağ fonunda balıkçı tekneleri... Bir tapınaktan geçip şehir merkezine ulaşmaya çalışıyorum. Tapınağın avlusu göl olmuş, tapınağın ve Hindistan cevizi ağaçlarının yansıması bu kırmızı çamurlu gölde. Keşişler, avludaki suları süpürüyor, yaşlı bir keşiş ahşap mimarinin dış kapsına oturmuş, bu telaşı izliyor. 
Yağmur sonrası tapınağın bahçesi
Yağmur sonrası dışarıyı seyreden yaşlı bir keşiş
Yosunlanmış yolda kayıp düşüyorum ve üstüm başım sırılsıklam oluyor. Bu durum modumu iyice düşürüyor ve bu gece kuzeye, tekrar başkent Vientiane'e  gitmeye karar veriyorum, bu yağmur ve çamurda hareket alanım oldukça daralıyor çünkü. Otobüs yine yataklı, çift kişilik yatakta yalnızım, otobüs fazla dolu değil. Arkada iki keşiş. Yol daha az sallıyor ve keyifli bir yolculuk yapıyorum. 

Vientiane
Vientiane'de, Wat Sok Pa Luang Tapınağı'na meditasyon saati için gitmek istiyorum, bir saat boyunca yürüyorum. Sabah pazarından geçiyorum, öğleden sonra olduğu için kimsecikler kalmamış, sadece kuru bitki satan teyzeler cansız bir şekilde oturuyor, sabahki neşeleri yok. Uzun bir yürüyüşten sonra tapınağı buluyorum, çamur içinde etraf, genç keşişler etrafta, tapınak terk edilmiş gibi gözüküyor. Keşişlere meditasyon saatini soruyorum, sadece cumartesileri meditasyon yapılıyormuş. Bir  saatlik yolu boşuna yürümüş gibi hissediyorum. En kısa yoldan kendimi Mekong Nehri kıyısına atmaya çalışıyorum. Tenha yerlerden geçerken Türkiye'deki gibi tedirgin olmadığını fark ediyorum. Tayland'daki gibi Laos'ta da erkekler tacizci değil, laf atma, bakma, korna çalma yok. Hiçbir rahatsızlığa maruz kalmadan nehrin kıyısına varıyorum ki bir süre otoyolun içinde yürüyorum. Ne korna çalan oluyor ne de yavaşlayan. İnsanın kendi ülkesinde, kendi erkekleri arasında kendini rahat hissedememesi ne acı. 

Mekong Nehri, Tayland ile Laos sınırını oluşturuyor. Mekong Nehri, Asya kıtasındaki nehirlerin annesi. Lao halkının can damarı. Himalaya Dağları'ndan doğup Vietnam, Tayland, Laos, Kamboçya'dan geçiyor. Çinhindi denilen bu bölgede, çiftçilere, balıkçılara, hayvanlara, doğaya yüzyıllardır can verip  ulaşımın sağlanmasında da çok önemli.

Balıkçılar nehirde... bir kıyıdan diğer kıyıya tekneleriyle geçenler, tekne ile nehrin ortasında otların olduğu yere gidip orada göğüsüne kadar suya girenler... yine bir şeyler toplayıp teknenin içine atanlar... nehrin ortasında kulübeler... 
Nehrin ortasında yaşam... Karşı kıyı Tayland...
Uzun bir süre yürüyüp nehirdeki hareketliliği gözlemleyerek Mekong Nehri'ndeki yaşamı, özümsemeye çalışıyorum. Nehirde büyük bir yılan yüzüyor, ileride de insanlar göğüslerine kadar suyun içinde. Peki nasıl oluyor da nehirdeki hayvanlar, insanlara zarar vermiyor? 
Göğsüne kadar suya girmiş ve bir şeyler toplayan insanlar ve yakınlarından geçen yılanlar
Otların arasında bir tekne hareketliliği... Toplayıcılık, sanrım toplanan su ıspanağı
Nehir kıyısında kurulmuş küçük bir pazarın içine çıkarıyor yol beni, bir tezgah dolusu pakbong (morning glory, su ıspanağı)  görüyorum. Bu nehir bitkisi çok seviliyormuş, insanlar, bu bitkiyi yağda kızartıp yiyormuş. Tabaklarda nehirden yakalanmış balıklar... Nehrin bereketi tezgahlarda yani... Nehirden çıkarılanlar hemen kıyıdaki pazarda satılıyor, bu pazar çok hoşuma gidiyor.
Bir tezgah dolusu su ıspanağı
Hint restoranda yemek yeyip, saçımı daha kısa kestirip hostele geçiyorum. Avrupalılar müziği son ses açmış, deli gibi bağırıp deli gibi içiyorlar. Hatta sabah ben çıkarken içer bıraktığım grup hala içiyor. Avrupalılar gerçekten çok rahatsız edici, sömürü devam ediyor. Ucuz ülkeye gelip, buranın yerlilerini kendi hizmetine koşup, yeyip, içip, dans edip, sevişip tüm pisliklerini geride bırakarak çekip gidiyorlar. Pisliklerini, yerli halk temizlesin.  Gece okuyup yazarak, Avrupalıların gürültüsü içinde kendimi yaşamaya çalışıyorum. Neredeyse yirmi dört saattir içen İrlandalı kadının gürültüsü ile sabah beşte uyanıyorum, yatmaya çıkıyorlar daha yeni. Sabah  sarhoş Avrupalı'ların hepsi dağıldıktan sonra sabahın ruhunu hostelin cafesinde yakalamaya çalışıyorum. 
Yoluma, trafiğin içinde pilav kabı satan bir teyze çıkıyor
Motorsiklette Asyalı bir çift
Yolculuk Vang Vieng'e, Laos'un kuzeyine. Laos'ta yollar çok bozuk, yağmurdan olsa gerek, delik deşik. Uykuya direnerek etrafı izlemek istiyorum ama çok da mümkün değil. 

Vang Vieng
Burda da yağmur fena... rezerve ettiğim hosteli buluyorum, odada Malezyalı bir erkek arkadaş var. Birkaç saat uyumak istiyorum.  Bir ara uykumun arasında, odaya, Asyalı bir kadın arkadaş geliyor, selamlaşıyoruz. Uyandığımda odada kimse yok. Gün batımını kaçırdın diye üzülüyorum, hostelin dağlara bakan balkonuna çıktığımda oda arkadaşlarımın ikisi de orada,  tanışıyoruz. Kadın arkadaş Güney Koreli'ymiş, aramızda güzel bir enerji oluşuyor. Gün batımı için dışarıya çıkmak istediğimi söyleyip onları da davet ediyorum. Yemek için onların planları varmış, onlar beni planlarına davet ediyorlar. 

Ben gün batımını izlemek için dışarı çıkıyorum, Nam Song Nehri'nin kıyısına gitmek istiyorum, indiğim bir ara sokakta renkli uzun teknelerin karşı kıyıdan geldiğini ve karşı kıyıya gitmek için hareket ettiğini görüyorum. Motoru akıntıya karşı çalıştırıp sonra durduruyor, akıntı ile sürüklenip karşı kıyıya ulaşıyorlar. Bu hareketlilikte bir hayli oyalanıyorum. Restoranlar var nehrin kıyısında oldukça otantik, karşısı hep dağlık. Kıyıdaki her şey yarıya kadar suya gömülmüş, yağmur nehri öyle coşturmuş ki... Gün batımını izleyebileceğim bir güneş yok. 
Nehrin kıyısına gün batımını izlemek için indiğimde hava bu...
Nehirde yüzen restoranlar
Nehrin üstünde cafeler
Su baskınlarından dolayı evler hep ayaklar üzerinde
Hostele dönüp oda arkadaşlarımla akşam yemeği için hazırlanıyoruz, bir Kore restoranı götürüyor İnhe bizi. Restoran kendin pişir kendin ye usulü. Masaya ocak geliyor, et çeşitleri, birçok farklı sebze, noodle...  Etleri ocağın kümbet gibi olan kısmına koyuyoruz, otları ocağın oluk gibi olan yerinde çaydanlıktan döktüğünüz suyla haşlıyoruz. Noodle da otlarla haşlanıyor. Pişen her şeyi tabağına alıp karışık yiyorsun, enfes bir lezzet.
Kuzey Koreli kadın arkadaş İnhe'nin rehberliğinde bara gidiyoruz, gece iki saat viski bedavaymış. Bir iki saat yağmurun altında viski içiyoruz. İnhe'nin 46 yaşında olduğunu öğrenince şok oluyorum, oysa 25 yaşında görünüyor. İnhe bir anne şefkat ve sevecenliğinde bize karşı, benim bakışlarımın içtenliğinden dolayı öğretmen olduğumu tahmin ediyor. 
Hostelden oda arkadaşlarım, barlarda bedava viski saatleri var
Hostel üç dolar, sabah kahvaltısı da dahil. Kahvaltı salonu terasta, dağ manzaralı, inanılmaz güzel, dağlar yeşil ve sisli, bir Muson yağmuru şırıltısı var etrafta. Yürümek istiyorum biraz, İnhe'yi de çağırıyorum ama o yağmurdan dolayı gelmek istemiyor. Ben de çarşıda dolaşmaya diye çıkıyorum sözde.
Hostelin kahvaltı yaptığımız terasından manzaramız, yağmurlu bir gün yine

Nehre inen ara sokaklarda tekne hareketliliği... renk renk, sıra sıra yolcu getiren uzun tekneler... Nehrin üzerinden geçen bir asma köprü görüyorum, oraya yöneliyorum.
Nehir kıyısındaki evlerin güzelliği...
Ara sokakların ulaştığı kıyılar
Nehrin karşı kıyısına geçiyorum, bir mahalleye dalıyorum, etraf çamur, mahallede basit bir tapınak var. Dağlara doğru giden ana caddeye çıkıyorum. Yürüyenler, bisikletliler, motosikletliler, buggy car ile çamur içinde geçenler... Dağlara doğru uzun, keyifli bir yol... Yola koyuluyorum, pirinç tarlalarında ellerinde süzgeçlerle suyun içinde bir şey yakalayanlar var, kafalarında konik şapkalar, çok hoş bir an. Dağlar mavi ve sisli, inekler etrafta, pirinç tarlalarında suya  dağların yansıması düşmüş, birkaç pirinç işçisi tarlada. İnanılmaz keyifli  bir yol, mest oluyorum. 
Pirinç tarlasının içinde sanırım böcek topluyorlar
Pirinç işçisi bir kadın
Pirinç tarlalarının renkliliği
Yeşille kaplanmış kayalar
Yoldaki ben
Bir kız çocuğunun, kucağında köpeği, evlerinin balkonunda yüzü karış karış seksen  yaşında bir kadınla oturduğunu görüyorum, yanlarına gidip aralarına katılıyorum. Evlerinin kapısı ahşap ve oymalı, evin içine göz atıyorum yeni yapılmış bir ev, odaları bölünmemiş, kocaman bir salon, yere serilmiş yatak, yatakta yatan bir kadın. Kadın, küçük sessiz kız, köpek... üçü birlikte harika bir uyum içinde. 
Bir evin balkonundan, yolumun üstündeki öyküler
Ah! O hüzün...
Evin kapısının estetiği...
Buralarda evlerin ev mi, dükkan mı, ardiye mi, depo mu, restoran mı, manav mı olduğunu anlamak çok zor. Hepsi iç içe geçmiş. Restoran olan bir yerin bir kısmı aynı zamanda ev olarak da kullanılıyor. Bizim  yaşam düzenimiz ile hiç ilgisi yok. Bakkalın arkasında yatak, masa, komodin var mesela veya manavın önünde yatak ve  yatakta yatan kadınlar...  


Etrafta buggy car istasyonları, insanlar çamur içinde geliyor. Öğreniyorum ki Blue Lagün'lere gitmek için bu araçlar kullanılıyor. Bir beş kilometre yürüyorum herhalde, etrafa bakarken tam dönecekken bir seyir terası tabelası görüyorum, sekiz yüz metre olarak gösteriyor. "Ne olacak bir sekiz yüz metre daha yürüyeyim" diyorum. Aynı yöne bisikletlerle bir çift de geçiyor. Sazdan bir kulübede iki kadın, seyir tepesi için bilet kesiyor. 
Seyir tepesine sadece 800m ama nasıl bir 800m ?
Seyir tepesi için bilet gişesi
Ben yürüyerek dağların arasında bir yere gideceğimi  zannediyorum. Bisikletle gelen İspanyol çifte katılıp ben de yürüyüşe başlıyorum, tırmanış fena zorluyor. Yağmur çiseliyor, patika çamur, kayalar var, onları tırmanıyoruz. Nefesim kesiliyor, panik atak krizi geçiriyorum. Bir ara dönmeye karar veriyorum, ama İspanyol çift parmak arası terlikler gelmişler, onların yürümekte zorlanması beni nefeslendiriyor. Kayalardan geçmek çok zor, durduğun an sivrisinekler yapışıyor. Nefes nefeseyiz, yol bitmiyor. Birinci terasa geldiğimizde ayaklarımız vıcık vıcık çamur içindeydi, nefesimiz bitmişti. Arkadaşlar yolda terliklerini çıkarıp yalın ayak çamurda devam ediyorlar. Birinci teras dağlara bakıyor ve "bu kadar eziyeti bunun için mi çektik" diye düşünüyoruz. İkinci teras için yüz metre gösteriyor. Yüz metreyi yirmi dakikada çıkıyoruz. Yağmur ormanları hep, sarkan, sarılan otlar, kökler... İkinci teras, dağlara, pirinç tarlalı küçük bir ovaya bakıyordu. 
Terastan manzaramız
Ayaklarımızın en son hali
Teraslar daha devam ediyordu ama biz dönüş yoluna geçiyoruz. Çamur çok kaygan, kayalar keskin. Bir saat de inmesi sürüyor, sivri sinekler  her yerimizi sokuyor ki sprey sıkmamıza rağmen. Orman içi karanlık, yağmur yağıyor bir yandan, perişan bir haldeyim, sandaletlerim çamurdan perişan, düşmüşüm üstüm başım perişan. Şehre beş kilometrelik yolum var, yolda yağmur iyice bastırıyor, yağmurluğumu çantamdan çıkarıp giymiyorum bile, sırılsıklam olana kadar ıslanıyorum. Dilimde türküler, arınma yaşıyorum. Pirinç tarlalarında kimse kalmamış, o yolu keyifle yürüyorum.
Dönüş yolu üzerinden tatlı mı tatlı mekanlar
Oda arkadaşım Güney Koreli İnhe beni beklemiş ben gelmeyince, yemeğe gitmiş. O geliyor odaya, biraz dinlenmek istiyor, sonra beni yemeğe götürüyor; "bu akşam senin meleğinim" diye. Çok ama çok tatlı bir kadın. Akşam yemeği menüm; sebzeli pilav, bira ve papaya salatası. Oradan  da Sakura Bar'a geçiyoruz, bedava viski saati için. Yağmur altında viskilerimizi içip muhabbet ediyoruz. Sabah iki oda arkadaşım da gidiyor, ben yalnız kalacağım odada. Onların gidişine üzülüyorum, üçümüz güzel bir arkadaşlık kurmuştuk. Avrupalıların saçma sapan tüketime yönelik ilişkileri gibi değil ilişki anlayışları, daha anlamlı, daha yoğun. Bu yolculukta, tanışmanın ötesine geçip daha derin, daha özel bir şeyleri paylaştığım ilk arkadaşlarım oluyor ikisi de. 
Oda arkadaşlarım ile vedamız, kadın arkadaşın 46 yaşında olduğunu düşünmek...
Onlar gidiyor, ben yağmurda dolaşmaya çıkıyorum, hiç gitmediğim yönlerine yöneliyorum kentin, yağmurdan korunmak için mor uzun bir yağmurluk alıyorum, her yanımı kaplasın düşüncesiyle. Wat That  tapınağına giriyorum, tapınakta bir hareketlilik var, keşişler ve kadınlar... Keşişlerin biriyle konuşuyorum İngilizce, "yemek saatinizse sizi rahatsız etmeyeyim" diyorum. Yeni bitirmişler yemeklerini, kadınlar farklı biçimdeki tepsilere yemek hazırlıyor.
Wat That tapınağı
Tapınağın içinde keşişlere dair...
Keşişlerin yemek sonrası temizliği
Tapınağın üç yanı açık, geniş alanında on - on beş kadın, küçük küçük kaselere yemek dolduruyor. Üç tepsi etrafında kümelenmiş kadınlar, yemek yiyor. Yemeklerine beni de davet ediyorlar, oturuyorum aralarına. Benim gibi gezgin ve aralarına oturmuş bir Çinli kadından öğreniyorum bu anın anlamını. Mahalleli her öğün keşişlere yemek getiriyormuş, ilk önce keşişler yemek yiyormuş, onlar bitirince kalanını da getirenler hep birlikte oturup yiyorlarmış. Tepside bana daha tanıdık gelen yemekleri yemeye çalışıyorum. Bambu ağacının filizini tadıyorum burada, haşlama yapılmış. Aralarından bir kadın babaanneme çok benziyor; yüzü, gülüşü, yüzündeki huzur ve hoşgörü. Yıllar önce kaybettiğim babaannemi bir Budist tapınağında buluyorum. 
Keşişlerin yemeğini bitirmesi sonrası yemekleri getiren mahalleli kadınlar yemeğe oturuyor
Kimi hasır kimi plastik sepetlerle yemek getiriyor
Mahalleli teyzeler beni ve etrafı gezen Çinli bir arkadaşı davet ediyorlar
Sol tarafımdaki Laoslu babaannem, o kadar benziyor ki...
Ah sizin güzelliğiniz, teyzelerim...
Tapınağın içinde hareketlilik; keşişler etrafı süpürüyor, köpek, kedi tapınağın içinde. O an o hareketliliğin içinde bir olduğunu hissetmek. Elif olmak, Elif'i, Elif olarak yaşamak. Bu ana tanıklık etmek çok güzel, iyi ki denk geldim, tapınaktaki bu telaşa. Mahalledeki teyzelerin hepsi saçlarını topuz yapmış, tertemiz giyinmişler, omuzlarına farklı renklerde şallar atmışlar, hepsinin yanında yemek sepeti, bir de önlerinde pirinç kapları hasırdan... Herkes kendi önündeki hasır pirinç kabından aldığı bir tutam pirinci ya elinde yuvarlak yapıp yemeğin suyuna batırıyor ya da direkt ekmek niyetine ağzını atıyor. 
Senin o tek dişine kurban...
Yüz ve yüzdeki hoşgörü ne kadar da babaannem...
Her teyzemin önünde bulunan, elleriyle bir parça alıp avuçlarında yuvarladıkları pilavlar, ekmekleri yani...
Birlikte sofrayı toplayıp, üzerine oturduğumuz naylon hasırları katlayıp palmiye yapraklarından yapılmış süpürgeyle tapınağı süpürüyoruz. Çinli kadın arkadaş ile bu ana tanıklık ettik diye mutlu vedalaşıyoruz. Tapınaktan yemek sepetini alan teyzeler de bir bir dağılıyor evlerine.
Laoslu babaanem ile plastik hasırları topluyoruz
Tapınağı süpürmek bana da nasip oluyor
Tapınaktan ayrılırken yağmur sağanak şeklinde yağıyor,  yağmurun altında bisiklet süren çılgın küçük keşişlere rastlıyorum, ıslanmışlar ama eğleniyorlar.
Yağmurun altında çılgınlar gibi eğlenen ufaklık keşişler
Yönümü tekrar dağların önünde uzanmış pirinç tarlalarına çeviriyorum, asma köprüden geçiyorum, nehrin kıyısında bungalov evlerin olduğu bölge sular altında. Pirinç tarlalarının arasında yürüyorum, birkaç pirinç işçisi, dağların yansıması pirinç tarlalarında... 
İçinden geçtiğim mahalle sular altında
Evlerin bahçesinde bile tekne kullanılıyor...
Pirinç işçileri tarladan dönüyor
Su içinden yürünüyor tarlalarda...
Evlerinin sundurmasında bir akşam yemeği hazırlığı
Keyifli bir yürüyüş oluyor yine,  sanki kendi köyümde bir akşamüstü yürüyüşünde gibi... o kadar kendimi evimde hissediyorum. Dönüşte farklı yolları kullanarak, farklı tapınaklar görerek, çok başlı yılan heykellerinin süslediği bir tapınakta vakit geçirerek... Küçük keşişler, tapınağın bahçesinde iş yapıyor. 
Keşfettiğim farklı tapınaklar
Keşişlerin ve köpeklerin dostluğu fazlasıyla dikkat çekici
Tapınakta bir içe dönüş
Tapınakta bir iş telaşı
Birkaç saat dinlenmek için hostele geliyorum, çıktığımda hava açmıştı, nehrin kıyısına inen ara sokakların birinden inip nehrin akşam üstü hareketliliğini görmek istiyorum ama kimseler yok. Hemen nehrin kıyısındaki bir restoranda oturup bir birinden  güzel renklerin etrafı boyadığı enfes bir gün batımı yaşıyorum. Coşkun akan kırmızı çamur, bir  kente bu kadar mı çok yakışır... Vang Vieng'de  silüet halinde dağların tanıklık ettiği bir gün batımı...
Nehir kıyısına indiğim bir ara sokakta karşılaştığım öykü
Bir gün batımı kızıllığı ancak böyle oluyor...
Nehrin çamurlu rengine bayılıyorum
Kırmızı nehirde emek daha bir anlamlı
İçinde bulunduğum anı içime çekiyorum ve "namaste" diyorum. O an o kadar güzel ki... Kızıl ve kara arası bir ışık altında, Mekong, silüet halinde kara dağlar, tekneler... Biramı açmış, nehir kenarındaki bu kızıl hareketliliği seyrediyorum.

O anın içinde mutlu olan ben
Gece pazarını gezmeye çıkıyorum, küçük ve hiçbir şey yok. Nehrin parelelinde daha önce gitmediğin bir sokakta geziyorum karanlıkta. Cafeler, questhouselar sakin ve güzel bir sokakmış, daha önce keşfetmediğime üzülüyorum. İki gün Koreli ve Malezyalı arkadaşlarla zaman geçirince sanki yerel halkın sosyal yaşamına dair bir şeyleri kaçırdığımı düşünüyorum. Sokak karanlık ve sadece birkaç kişi var, kendimi bilmediğim bir ülkede, kendi ülkemde olmadığım kadar güvende hissetmem de bana çok acı geliyor. Kendi ülkende, kendi dilinde, kendi halkının, kendi erkeklerinin içinde kendini güvende hissedememek...

Sabah erken kalkıp Wat That tapınağında sabah seremonisini yakalamak istiyorum, sabah keşişlerin sokakta yemek toplamalarını görmek istiyorum. Ama sokakta keşişlere denk gelmeden tapınağa varıyorum. Mahallenin teyzeleri, omuzlarına astıkları sopaların ucundaki yemek sepetleriyle tapınağa gelmeye başlıyorlar. Sinilere yemekler hazırlanıyor. Ortada dört beş sini var, her siniye aynı yemekten koymaya özen gösteriyor teyzeler. Yemek getirenler arasında erkekler de var, yemekler hazırlanıp üstü plastik sepetlerle kapatılıyor. Birer birer keşişler gelmeye başlıyor, keşişler anladığım kadarıyla belli bir hiyerarşiye göre oturuyor, Budizm'de hiyerarşinin olması garip geliyor bana, sanki ikisi birbirine ters. İlahiler başlıyor güneşin doğuşu için, mahalleli kadınlar da keşişlerle karşılıklı ilahileri eşlik ediyor. Uzun uzun ilahiler okunuyor ve sonra keşişler tepsileri önlerine alıyor ve ilahilere devam ediliyor. Ben burada ayrılıyorum.
Yemek öncesi seromoni
Yemek getiren mahalleli teyzeler de katılıyor bu seromoniye
Dün gece girdiğim karanlık sokağı bir de gündüz gözüyle görmek istiyorum, sokağa girdiğimde küçük bir sabah pazarı var. Küçüklüğüne rağmen bana çok güzel geliyor, daha önce bu pazarı keşfetmediğime çok üzülüyorum. Pazarda plastik süzgeç içinde kıpır kıpır böcekler... yemek içinmiş... Bambu filizi satan kadınlar, o da yemek için... Renkli, küçük, kadın satıcıların olduğu bir pazar. 
Yuvarlak tezgahların güzelliğine...
Kurutulmuş balıklar...
Pazarcı kadınların sepetleri, Karadeniz kadınlarının sepetleri gibi...
Bana yoksulluğun resmini sorarsanız, pazarcı kadının gülüşündeki hüzne bakın derim
Restoranlar bomboş etrafta, teraslarına gidip Mekong Nehri'ni,  dağları, pirinç tarlalarını, ormanları seyrediyorum. Sabah sessizliğinde etraf çok güzel görünüyor. Yeşil-mavi dağlar,  kahverengi Mekong... Egzotik bir doğa...
Mavi, yeşil, kahverengi... Doğadaki renklilik...
Taşkın Mekong...
Nehir kıyısında evler... 
Doğa rengarenkse ben de öyle... 
...ve Vang Vieng'e, bu kırmızı çamur akan nehre, siyah silüet dağlara, tapınaktaki yemek seromonilerine vedam zor oluyor. 
Luang Prabang için araç bekliyorum. Bacaklarımın altında benimle bekleyen bir dost...
Vang Vieng'den Luang Prabang'a yolculuğum üç farklı minivan değiştirerek başlıyor. Bileti alırken yolculuğun dört saat süreceğini öğreniyorum. Güzel mi güzel dağ ve nehir manzarasında ilerliyoruz. Vang Vieng'den çıkarken manzara gerçek olamayacak kadar güzel. Pirinç işleri çoluklu çocuklu...
Pirinç tarlasına yeni gelen işçiler
Ah, emek ve yoksulluk...
Asya'da bir çok işçilik suyun içinde...
Sonra dağlara tırmanışa başlıyoruz, dağ köylerinden geçiyoruz. Bir köyün çıkışında dağ yolu tıkanıyor, önde kaza olmuş. Araçtan inip dağ köyünün atmosferine katılıyorum. Köy çamur içinde, insanlar da öyle. Evler derme çatma, bulunan doğal malzemeden yapılma bir köy evi. Bir çocuk yüzünü kapıya dayamış, dışarı seyrediyor. Bir kadın etrafında çocuklar ile köyün çıkışında olan kazayı anlamaya çalışıyor, çocukların kimisi çamurun içinde yalın ayak kimisi renkli naylon çizmeli. Evin önü renk renk çocuk çamaşırları ile dolu. Birkaç saat tıkanık yolun açılması için bekliyoruz, şoför ve yolcular yemeklerini çıkarıp yiyorlar. Şoför, poşete koyulmuş pirinçten koparıp koparıp eliyle ağzına atıyor ve ardından etleri... elleri yağ içinde... Her şey bu coğrafya bağlamında oldukça normal.
Bir kaç saat beklediğimiz dağ köyü... Nehirler gibi yollar da kırmızı-kahverengi...
Dağ köylerinde yaşam...
Dağ köylerindeki duruşlar ve bakışlar
Utangaç bir kız çocuğu...
Bu bekleyiş esnasında Laos'un dağ köylerinin gerçekliğini fark edip yol boyu köylere yoksulluk, pislik olarak yansıyan komünist rejimin toplumsal gerçekliğini hayretler içinde gözlemliyorum. Kadınları, toprakta aşının peşinde, erkekleri de sırtlarına bağladıkları çocukları ile çocuklarının çamaşırlarını tellere serdiklerini görüyorum. Evler, Hindistan cevizi yaprağından sepet örer gibi dört duvar şeklinde örülmüş ve yağmurdan dolayı sanırım direkler üzerine oturtulmuş. Mimari olarak çok doğal ve çok ilkel ama yaşam koşulları olarak tam bir perişanlık. Dağ yollarında yavaş gittiğimiz için açık kapılardan ev içlerini görme fırsatım oluyor. Bu Hindistan cevizinden örme duvarlar, dört ayak üzerine dik yamaçlara kurulmuş, zeminine kalas döşenmiş, ama kalasların arasından yerden odaya ışık sızıyor,  evlerde pencere yok, muhtemelen el örgüsü duvara pencere yerleştiremedikleri için. İçeride ışık olmadığı için insanlar, kapının eşiğinin arkasına oturmuş dışarı izlemek için, bu da  inanılmaz çaresiz ve hüzünlü bir görüntü. Evlerin içinde varsa naylon hasır, yoksa zemine sıra sıra dizilmiş kalasların üzerinde yaşıyorlar. Basit bir yatak, o da yine doğal malzemeden. Elektronik eşya yok, evin tek göz odasında herkes bir arada. 
Çoğu yalın ayak ve çamur içinde...
Karadeniz kadını gibi sırtında küfe...
Bahçede de ördekler, domuzlar, çocuklar hep bir yerde dolaşıyor. Bir çocuk yolun kenarında çamurun içine  oturup ayaklarını uzatmış, ayaklarında kardeşini sallayıp uyutmaya çalışıyor. Bir grup çıplak çocuk yol kenarında akan bir çeşme suyundan kaplarına su dolduruyor. Çocukların çırılçıplak köy içinde dolaştığını görünce Vietnam'da atılan bombadan kaçan çıplak kız çocuğu geliyor aklıma. Kadınlar, evlerinin önünde vücutlarına sardıkları bir hamam beziyle mavi kocaman bidondan aldıkları -muhtemelen muson yağmurlarından birikmiş- su ile yıkanıyorlar. 

Yine bir dağ köyünde kadın çocuk,  açık bir alandaki köy çeşmesinin etrafında sanki açık hamam gibi topluca yıkandıklarını görüyorum. Yol kenarlarında çoğunlukla kadınlar, tarladan gelirken kullandıkları dolu çantalarının askısını kafalarına asmışlar, yani çantalarının ağırlığını kafalarına vererek taşıyorlar, bu yöntemle odun taşıyanları da görüyorum. Diğer bir taşıma yöntemi, terazi gibi uzun sepetlerin bağlı olduğu sopayı omuzlarına alıp sepetleri aşağıya kadar sarkıtarak taşımak. Yoksulluğun içindeki bu emek, iç parçalayıcı. Emek ve yoksulluk neden birbirine bu kadar yakın olgular? Emek ve yoksulluk, insanların bakışlarında, yürek delen bir oka dönüşüyor. İnsanların kapı eşiklerinde bir çift çaresiz göz olarak oturuşları sarsıyor beni. Yoksulluk, yoksunluk, pislik, emek... "Abidin, bana yoksulluğun resmini çizebilir misin?" deseler koşulsuz aklıma bu görüntüler gelecek bundan sonra. 

Hava yağışlı ve çamurlu. Dört saatte gideceğimiz söylenen yeni yol toprak kaymasından kapanmış. Bu dağ yolunda da düşen taşlar, kaymış toprak ve ağaç kökleri, sis, akan yağmur suları, kırmızı çamur... Dışarıdaki tablo içler acısı, bir muson sezonunun tüm kasvetinin içindeyiz. İçeride yapılan tartışma daha gergin. Şoförün yanında oturan Alman çift şoförün birinci vitesten ikinci vitese çıkması gerektiğini, çok yavaş gittiğimizi, bunun arabaya zarar verdiğini hal dili ile anlatmaya çalışıyor. Şoförü aşağılayan, müdahale eden halleri ile araç içindeki iletişim bir çatışmaya dönüyor. Zaten dağ yolları, uçurumlar, hava koşulları olabildiğince kötü ve insana gerginlik verirken bu Alman çift beni oldukça geriyor. Alman çift şoförün, araba kullanmayı bilmediğini iddia ediyor, bunu kendisine de söylüyorlar, ama tabi ki şoför anlamıyor. "Siz ehliyet ile mi araç kullanıyorsunuz?" diye sorguluyorlar. O hegemonik, teknik akıl yine üçüncü dünya ülkesi vatandaşlarını aşağılamaya devam ediyor. Riskli yollarda şoföre araba kullanmayı öğretiyorlar. Dört saatlik denilen yol, dokuz saat sürüyor.

Luang Prabang
Luang Prabang, büyük bir kentmiş, merkezde bir hostele yerleşiyorum. Biraz dinlenip hostelin karşısında, dekorasyonu güzel bir barda yorgunluk birası içmeye gidiyorum. 

Sabah keşişlerin sıraya girip halktan yemek toplama seremonisi için erken çıkıyorum hostelden. Tapınakların olduğu bölgeye yürüyorum nehir kıyısından. Nehir çok güzel görünüyor, kıyıdaki Hindistan cevizi ağaçlar... 
Mekong Nehri'nin bir kolu, Nam Khan nehri
Kırmızı akan bir nehir
Gün yeni aydınlanıyor,  Nam Khan Nehri kıyısından içeriye tapınakların olduğu yere giriyorum ama keşişler görünürde yok. Hindistan cevizi ağaçları altında tapınaklar çok güzel görünüyor. Yürüyüşüm beni başka bir nehrin kıyısına çıkarıyor, haritadan kentin coğrafi yapısını anlamaya çalışıyorum. Luang Prabang'ın bir tarafından Mekong Nehri, diğer tarafında da Mekong'un bir kolu Nam Khan nehri akıyor. Mekong geniş bir yataktan hızlı ve kırmızı bir akışla kente güzellik katıyor. Uzun botlar, balıkçı tekneleri, kıyıda bekleyen tekneler... Sabah saatinde hafif bir telaş. 
Her şey benim için çok büyüleyici...
Her renk, her ahenk var
Mekong'un ve teknelerin güzelliği
Mekong Nehri'nde uzun tekneler
Ahşap teknelerin güzelliğine...
Mekong'a paralel geniş bir caddede, insanlar bisiklet sürüyor, yürüyüş yapıyor. Caddenin mimarisi Fransız, sanırsın ki Avrupa'dasın. Fransız nüfusu da çok fazla. Laos'un bir zamanlar, Fransız sömürgesi olmasından dolayı sanırım, hala buraları Fransa'nın arka bahçesi yapmış. Fransızlar,  bu ucuz, egzotik ülkede keyiflerince yaşıyorlar. Cadde boyu yürüyorum, feribot iskelesine denk geliyorum, karşı kıyıya geçen. 
Nehir kıyısı boyunca Fransız mimarisinde evler...
Mekong'da insan öyküleri
Mekong'taki bu tekneleri çok seviyorum
Sabah pazarına denk geliyorum, pazara girmemle birden keyifleniyorum. Kadın ve çocuk satıcılar, sebzeler, kurutulmuş otlar, parça parça etler tezgahın üstünde açıkta, kozasının içinden bir bıçak çiziği ile çıkarılan ve bir sepette vızır vızır hareket eden ipek böcekleri. Oysa kozalar, ağaçtan koparılmış bir meyve kabuğu gibi görünüyor. Bambu filizi temizleyenler, yemek tezgahları... 
Sabah pazarı
Budist bir keşiş de pazar alışverişinde
Sebze tezgahı
Pazarda et tezgahları... Etler o sıcakta nasıl bozulmuyor bilmiyorum
Küçük bir sokağa giriyorum. Aklımın bir kısmını bu sokakta satılanlarda bırakıyorum. Kovalar dolusu Mekong'dan yakalanmış su yılanları, üzeri filelerle örtülmüş leğenlerde kurbağalar, yengeçler, sümüklü böcekler, yarasalar, hepsi canlı ve hepsi tezgahlarda satışa hazır. Bir yılan kovadan kayıp bacaklarının dibine düşebiliyor, satıcı kadına "kurbağalar yemek için mi?" soruma, bana bir kilogram kurbağa tartarak satmaya çalışıyor.  Bir kilogram kurbağayı ne yapabilirim ben? Ancak öpüp Mekong Nehri'ne geri atabilirim. 

Yengeçler
Kabuklu ve kabuksuz ipek böcekleri
Pazarda rehberle gezenler var, ben de çok ihtiyaç duyuyorum bir rehbere bu pazarda gezerken. Asya, pazarda rehber eşliğinde gezip kültürü, rehber eşliğinde anlamlandırabildiğin bir coğrafya. Rehbere "yarasaları da mı yiyorlar?" diye sordum. "Evet" dedi. "Kurbağalar?" O da "evet." Rehber akşama kurbağa çorbası yapacağını söyleyerek beni de davet etti. Teşekkür ettim, bu alt üst olmuş duygusal dünyamın içinden. Kurutulmuş balıklar, Mekong'dan yakalanmış kocaman balıklar. Bu pazar beni çok sarsıyor, gördüklerim karşısında şok oluyorum. 
Tezgahta bir yılan
Tezgahta yarasalar
Kurutulmuş balıklar
Neden balık, inek, tavuk, kuzu, keçi eti yemek bu kadar şaşırtmıyor da yılan, kurbağa, kaplumbağa, yarasa yemek beni bu kadar şaşırtıyor. Yemeye alıştığımız hayvanlara karşı duygusal duyarsızlaşma, yabancılaşma yaşadığımız için sanırım. Yemeye alışık olduğumuz için sanırım onları metalaştırmış, duygularını, canlılıklarını yok saymışız. Ama kültürel olarak yemeğe alışık olmadıklarımız, onlar hala canlı... Onlar nasıl yenebilir? Beslenmenin de tamamen kültürel olduğunu anlıyorum. 

Asya'ya geldiğimden beri hiç müzeye gitmediğini fark ettim. "Neden?" diye düşündüğümde pazarların, günlük yaşamın etnografik bir müze tadında olduğunu fark ediyorum. Her şey çok farklı ve otantik... Günlük yaşamı keşfetmek, müzedeki bilgiyi keşfetmekten daha keyifli geliyor bana. Buradaki her şey kapitalizmin kodlarından çok farklı. Fark ediyorum ki fiziksel coğrafya, kendi kültürel akışını belirlemekte. 
Bir şeyler taşımada kullanılan en yaygın araçlardan
Pazar şokunu atmak için hostele kahvaltı yapmaya yöneliyorum. Başka bir hostelin önünde Vang Vieng'de tanıştığım, tapınakta mahalleli kadınlarla birlikte yemek yerken bana Budist kültür ile ilgili açıklama yapan Çinli arkadaş Jun ile karşılaşıyoruz. Ayaküstü konuşuyoruz, birlikte dolaşmak için plan yapıyoruz kahvaltı sonrası için. 

Jun ile buluşup Mekong Nehri kıyısında halkın kullandığı feribot ile karşıya geçmek istiyoruz. Motorsikletler, araçlar, bisikletler, yayalar toplanıyor. Yolculuk göz açıp kapayıncaya kadar çok kısa sürüyor, nehrin rengine bayılıyorum. Nehrin sürüklediği büyük ağaç kökleri geçiyor etrafımızdan. 
Mekong yine çok güzel, bu defa yansımalarla...
Nehirdeki gölgeler, yansımalar ve renkler

Kırmızılıkta yüzen bu tekneleri seyretmeye doyamadım
Bineceğimiz feribot yaklaşıyor
Bir mahalleye geliyoruz, Hindistan cevizi ağacı yapraklarından örülmüş evler... Eski bir tapınağa geliyoruz. Tapınağın bir bölümü kırmızı tuğladan, bir kısmı Fransızlar tarafından restore edilmiş. Tapınağın zemini muşamba kaplı. Laos, zemin kaplamasında hasır ve muşamba dönemini yaşıyor. Hasır dönemini bilmiyorum ama muşamba çocukluğumun zemin kaplaması. Benim için hep rutubet kokan bir çağrışımı var. 
Hindistan cevizi ağacından sepet gibi örülmüş evler
Hasır evlerin çoğunlukta olduğu mahalle
Ev önleri, Asya'da genelde böyle, oldukça karışık
Yerleri muşamba kaplı tapınak, böylesini de ilk kez görüyorum
Tapınağın bahçesinde, Mekong Nehri'nden Nam Khan kolunun ayrılışı ve Luang Prabang manzarası gözüküyor. Keyifli bir nokta, kenti izlemek için. 
Güzeller güzeli Luang Prabang
Bu nasıl otantik bir tekne böyle...
Merdivenler ile inilen iskeleler...
Bir kentin ruhunu Hindistan cevizi ağaçları nasıl da değiştiriyor
Tapınağın bahçesinde çocuklarla vakit geçiriyoruz, hava çok sıcak, mahallenin içinden tekrar geçiyoruz, kadın yüzlerine hayran kalıyorum, yaşanmışlık ve duygu yüklü. 
Mahalleden kadın profilleri
Çinli arkadaşım Jun ve çocuklarla Luan Prabang'a karşı
Ah, Asya'nın şaşkın çocukları...
Feribotta çalışan işçiler arasında kadınlar da var, feribotta yaşlı bir kadın gözüme ilişiyor, omuzuna hasır örgü bir sepet takmış kadının yanına gidiyorum, bakıyorum ki sepetin içinde birkaç piliç var.  Piliçleri hasır sepetin içinde çanta gibi koluna taşıyan cana yakın bir kadın. "Mekong Kadınları" profillerimden en sevdiğim kadın profili oluyor. Feribot yolculuğu yine çok kısa geliyor, Hindistan cevizi ağaçları ve altlarında yine tekneler, botlar... Egzotik bir görüntü...
Feribot kalkmak üzere...

Feribotta çalışan bir kadın işçi
Budist keşişler de tekne turunda...
Piliçlerini omuzuna astığı hasır sepetle  pazara satmaya götüren teyze
Piliçlerini omuzuna astığı hasır sepetle  pazara satmaya götüren teyzenin kaygısı
Her an görsel bir şölen
Kuang Si şelalesine gidiyoruz öğleden sonra Jun ile. İlk önce kara ayıların olduğu tellerle çevrili bir bölgeden geçiyoruz. Kara ayılar dinleniyor, yere sere serpe yatmışlar, bebekler de salıncakta. Şelale coşkun ama daha çok yatay genişlikte akıyor, şelalenin yan tarafındaki patikadan yürüyoruz. Her ilerleyişimizde farklı bir  şelale çıkıyor karşımıza. Tesadüfen ilerlerken geldiğimiz noktada kilitlenip kalıyoruz. Kuang Si şelalesi meğerse buymuş. Muhteşem... Altmış metreden yoğun bir serpintiyle muson mevsiminin tüm coşkusu ile dökülüyor, büyüleniyorsun ve o akışta onunla birlikte akıyorsun sanki. Şelalenin karşısında serpintiden durmak çok mümkün değil, ıslanıyoruz. Yüzümü serpintiye açtığımda o zerrecikleri hissetmek nasıl sağaltıyor ruhumu.  Orman içinde keyifli bir yürüyüş ile dönüyoruz şelaleden. 
Ana şelaleye doğru kıyısından yürüdüğümüz küçük şelalecikler
60 metreden dökülen Kuang Si Şelalesi
Gün boyu keyifli vakit geçirdiğimiz arkadaşım Çinli Jun
Kente dönünce akşamüstü gün batımını yakalamak için Phousi Dağı'ndaki tapınağa tırmanıyorum onlarca merdivenlerden. Sağda solda gördüğüm farklı anlamlarda Budist heykellere küçük küçük Budist selamlarla zirvedeki tapınağa çıkıyorum.  Phousi Dağı'ndaki tapınaktan hem Mekong Nehri  hem de Nam Khan gözüküyor ve kent iki nehrin arasında kalıyor. Yukarıdan Fransız mimarisinin hakimiyeti daha belirgin. Bağımsızlık kazanılmış ama kültürel sömürü devam ediyor. Bu gariban halkın emeğinin, coğrafyasının üzerinden keyif yapmak... 
Phousi Dağı'nın tırmandığım yönünden Nam Khan Nehri
Nehirle birlikte akan yerleşim
Fransız mimarisinde evler
Tapınağın etrafı kalabalık, insanlar Mekong Nehri üzerinde gün batımını bekliyor. Güneş bulutların arasında ama ışık nehre çok güzel yansıyor. Mekong  her haliyle çok egzotik. 
Gün batımı ışıkları altında Mekong Nehri
Kentin ve Mekong'un üzerine uzanan bir dal
Gün batımından sonra Wat Tham Phu Si tapınağını geziyorum. Buda heykellerinin önünde,  nehirlere, bu egzotik coğrafyaya, bu güzel kente, evrenin sonsuz raksına o andaki hissimle dahil oluyorum. 
Buda, sonsuz teşekkürler
Tapınakta gün batımı davulları çalıyor ve gün batımı ilahileri okunuyor. Açık kapının aralığından onların ilahilerini dinliyorum.

Akşam yemeği için Jun ile Hmong gece pazarındayız, bir açık büfe yemek standında tıka basa doyuyoruz. Gece pazarında Luang Prabang'ın tüm el işleri satılıyor.  Bir sürü farklı kumaş işlemesi, kanaviçe işi yaygın. Pazar bir hayli hoşuma gidiyor, pirinç kağıdından yolculuk notlarımı yazacağım bir defter alıyorum.
Akşam pazarında açık büfe yemek standı
Fransız tarzı cafelerin olduğu sokakta geziyoruz, bugün o kadar yoğun geçti ki bir de o yorgunlukla gidip Ütopya barda oturuyoruz. Ütopya, Mekong Nehri kıyısında sazdan teraslı bir bar, yerde uzanmalı minderler, kıyının yansıması nehre vurmuş. Uzandığımız yer minderinde uyumamak için kendimizi zor tutuyoruz.

Jun ile sabah 05.00' te keşişlerin "Tak Bat" adlı sabah seremonisini izlemeye gitmek için sözleşiyoruz. Sabah uyandığımda nasıl yorgunum, elimi yüzümü yıkamadan hostelin kapısını araladığımda, Jun ile başka bir kadın arkadaş karşımda. Anna ile de tanışıyoruz, Polonyalı. Jun, bize rehberlik ediyor.  Tapınakların olduğu bölgeye gidiyoruz, insanlar yiyeceklerle geliyor. Biz de yiyeceklerle oradayız, Jun ile hazırlığımızı dünden yapmıştık. Yiyecek veren insanların oturakları sıra sıra kaldırımlara konulmuş, keşişler de sıra sıra gelip oturan ve yiyecek veren insanların önünden geçiyor. Gün doğumu davulları çalmaya başlayınca farklı tapınaklardan farklı keşiş grupları sıra sıra çıkıyorlar, insanların önlerinden geçerken keşişler, sefer taslarının kapaklarını açarak yiyecek topluyorlar. Keşişlerin arasında veya yanında yürüyen köpekler yok mu, onlara bayılıyorum. Seremoni uzun sürüyor, çok fazla tapınaktan çok fazla keşiş geliyor. 
Tapınaklardan grup grup gelen Budist keşişler
O sırada yürüyen köpek yok mu, yerim ben onu...
Seremoni karanlıkta başlayıp bir iki saat sürüyor


Seremoni bittikten sonra, üç kadın Nam Khan nehri kıyısında yürüyüşe çıkıyoruz. Sabah, kıyının raksı nehre çok güzel yansıyor. Ağaçların hafif esinti ile dalgalanan raksı iyi geliyor bize. 
Sabah, Nam Khan Nehri
Sabah ışığında Nam Khan Nehri'nde yansımalar
Sabah sisi, nehrin üzerini sarıyor
Sis ve nehirin akışı
Benim hostelde çay molası verip sabah pazarına gidiyoruz yine, yılanlar, kurbağalar, yengeçler, ipek böcekleri... Bu defa tezgahlarda dolandırılmış yılanların bir tanesinin ağzı bağlanmış. Ayakları bağlanmış kurbağalar, bambu filizleri soyan çocuklar  var.  Dün daha renkliydi sanki pazar, pazarları anlamak için rehber gerekiyor gerçekten. 
Mekong Nehri kıyısında pazarcı kadınlar
Genelde satıcılar, kadın
...ve çocuk satıcılar, bambu ağacı filizi soyarken
Yeşillik satan bir kız çocuğu
Kızartılmış kurbağalar
Kabuklu ve kabuklarından soyulmuş ipek böceği
Yoksulluk mu, kadının bakışlarına bakın
Anna ve Jun ile öğlende benim hostelde buluşmak üzere ayrılıyoruz. Kahvaltımı yapıp yatıp uyuyorum, yorgun hissediyorum kendimi. Normalde Etnografya Müzesi'ni ve bir kaç tapınağı gezecektim ama Asya'da yaşamın kendisi etnografik müze. Uyumuşum, kalkınca sersem gibiydim. Arkadaşlar geliyor, Nam Khan Nehri kıyısında  yeşil bir bot ile üç kişi nehrin karşı kıyısında bir restoranda öğle yemeğine gidiyoruz. 
Yolcu bekleyen tekneler...
Karşıya geçmek için beklediğimiz tekne
Nam Khan Nehri'nden karşı mahalledeki restorana yemeğe gidiyoruz
Üçümüz ortak Laos Fondure söylüyoruz, yani Asya barbeküsü. Etler, sebzeler bir kapta geliyor, sen kendin pişiriyorsun. Ben Koreli İnhe'den öğrendiğim kadarıyla rehberlik ediyorum yemek yapımında. Nehir kıyısında yer sofrasında oturuyoruz, birbirimizi tanımaya çalışıyoruz. Kadın konusunda, toplumların cinsiyet rejimleri konusunda uzun uzun konuşuyoruz. Türkiye'deki kadına, çocuklara, hayvanlara yapılan tecavüzleri, kadın cinayetlerini anlatınca çok şaşırıyorlar.
Nehir kıyısında yer oturmalı restoran
Nam Khan Nehri'nin ortamının keyfini çıkıyoruz, dönüşte yürüyüp köprüden geçerek şehre dönüyoruz. Ütopya cafeye geliyoruz, gündüz gözüyle harika görünüyor. Nehirin kıyısında üç minder, bugün üç kadının keyif günü oluyor. Dünkü koşuşturmadan sonra saatlerce keyif yapıyoruz, nehrin karşı kıyısında çocuklar yüzüyor, onları seyrediyoruz, saatlerimiz geçiyor burada. Sticky rice sipariş ediyoruz. Mangolu harika bir şey geliyor.
Tekneyle geçtiğimiz nehri, köprüyle dönüyoruz
Nam Khan Nehri kıyısında yerde yatmalı-oturmalı Ütopya bar
Nasıl da mutluyuz...
Nasıl da şımarık...
Karşı kıyıda çamurlu nehirde yüzen çocuklar da bir o kadar şımarık
Vietnam için otobüs bileti almaya gittiğimde arkadaşlar bir gün daha birlikte vakit geçirmeyi teklif ediyor, zaten bir planım, acelem de yok. 

Sabah Kuang Si şelalesi üzerinde bir gönüllü çalışanların olduğu köy okuluna gitmek istiyoruz. Şehrin çıkışında üç çılgın kadın otostop çekiyoruz, insanlar gülümsüyor, el sallıyor ama bizi aracına alan yok. Çinli bir grup erkek şelaleye gidiyorlarmış, pikabın arkasına üçümüzü alıyorlar. Ormanların, köy yollarının esintisini hissederek efil efil bir saate yakın gidiyoruz. Keyfimiz yerinde, onlar şelaleye gidiyor,  biz de Fasay Garden'e gidiyoruz. 
Gönüllülük esasına dayanan bir köy okulunu ziyaret için otostop çekiyoruz
Laos'ta otostopa almak yasakmış, bunu bilmeyen Çinli arkadaşlar bizi alıyor
Köyün içinden yürüyerek ormanda karşılaştığımız küfeli, üçgen şapkalı bir kadına Fasay Garden'i soruyoruz. Meğerse kocası ile birlikte bu gönüllü okulun kurucusuymuşlar. Kocası koşa koşa okul çocuklarıyla geliyor, genç ve heyecanlı bir adam. Çocuklarla İngilizce tanışıyoruz. Okulun kurulduğu arazi, kadının arazisiymiş, Lao'da evlenince erkek kadının ailesinin yanına taşınıyormuş. İlk  ve ortaokul ücretsiz, üniversite paralıymış. Bu yüzden okuma oranı düşükmüş, erken yaşta evlilik yaygınmış, on altı yaşında evleniyorlarmış. Aileler kız çocuklarını bir an önce evlendirmek istiyormuş, aile kurmak güvenlik açısından önemliymiş. 
Fasay, bu kız çocuğunun adı, okulu oluşturan baba kızının adını vermiş okula.
Ev-okulun kapısında okul çocuklarıyla
Biz çocuklardan daha mutluyuz sanki...
Fasay Garden projesi, köy çocuklarına hem ziraat eğitimi hem de matematik, İngilizce eğitimi için kuruluyor. Bu proje kız çocukları  için bir kurtuluş. Workaway hesabından gezginler, gönüllü öğretmen olarak gelip çalışabiliyor. Anna, Jun, ben bu günün anısına okulun bahçesine muz ağacı dikiyoruz. Bahçede papaya, bambu, greyfurt, avakado, muz gibi meyveler var. Bahçeden bambu filizi çıkarıp papaya toplayıp bize öğle yemeği hazırlıyorlar. Evlerinin içine gidiyoruz, dersliği görmeye. Evin içinde eşya yok. Mutfakta bir tahta, ders için. Enfes yemekler yapmışlar, yumurtalı bambu filizi kavurması harikaydı. Çocukların eğitim için yüklü bir miktar bağış bırakıyoruz, ders anlamında yardımda bulunamıyoruz. 
Çocukların büyüttüğü papaya ağacının altında...
Papaya salatası, bambu filizi kavurması
Çinli erkek grubu bizi alıyor, öyle sözleşmiştik. Araç ile köyün içinden giderken köyün içinde hamam havlusunu vücuduna sarmış, elinde lifi, yanında köpeğiyle bir kadın, ana caddeden muhtemelen banyo yapmak için köyün çeşmesine gidiyor. 
Köyün sokağında, köy çeşmesine banyo yapmaya giden bir kadın
Öğleden sonra Ütopya barda, nehir kıyısında, yer minderlerine uzanarak saatlerce dinlenerek geçiyor. Gece saat 9.30 masaj salonu gidiyoruz, yağ ile  mesaj yaptırıyoruz. Masaj çıkışı arkadaşlarla vedalaşıyorum, zor oluyor onlardan ayrılması, birlikte çok eğlenmiştik günlerdir.
Ütopya barda önümüzden akan manzara
Sabah Vietnam yolcusuyum, yine dağ köyleri, yağmur, çamur, sis... Yoksul dağ köyleri, Hindistan cevizi ağacından evler, insanlar çeşme başında topluca yıkanıyor, ana cadde kenarında. Hamamları, çeşme başları. Kafasında yük taşıyan köylüler, çocuklar çıplak... İnsanlar ile hayvanların yaşamları arasında pek bir fark yok. Mola verdiğimiz yerlerde restoranlar ev mi, restoran mı, depo mu belli değil. 
Vietnam sınırı belki bin metrede, ilk defa böyle yüksekte bir sınır kapısı görüyorum. Yeşil pasaportum kargaşa yaratıyor geçişte ve otobüs uzun süre benim işlemlerimi bekliyor ama neyse ki geçiyorum. Vietnam'a otobüs içinde tıklım tıklım giriyoruz. 
Turuncu, otobüs ile gittiğimdir




























2 yorum:

Zephry Ekspresi ile Kuzey Amerika'yı Keşif 3: San Francisco

25 Ocak 2020 San Francisco  Üç günün sonunda Emrywill tren istasyonunda iniyorum ve otobüs aktarması ile San Francisco'ya geçiyoruz.  Sa...