7 Nisan 2020 Salı

Baharı Ege'de karşılamak; Urla, Datça, Gökova ve Gümüşlük

12 Nisan 2019


Ege yolculuğum için çantam hazırlanıyor
Beni uğurlayanlar... Öyle mahzun...
Birisi de mamasının derdinde...


Urla/İzmir

Sabah... ışıl ışıl güneşli bir Ege sabahının kıyısında açıyorum gözlerimi, her yanım sapsarı katırtırnağı çiçekleri ile dolu... Sarı, doğaya ne kadar güzel de  yakışıyor. Bu sarı rengin doğadaki güzelliği karşısında, insanın içini birden nedensiz bir umut ve neşe kaplıyor. Ege'de bahar öyle bir coşmuş ki bu coşkunun neresine ilişeceğini bilemiyorsun.

Urla'nın Kuşçular köyünde, kardeşimin köy evine geliyorum. Biraz dinlendikten sonra motosiklete atlayıp Urla'ya gidiyoruz, sadece birkaç kilometre mesafede.
Bir köy hatırası, gece boyu yol yorgunluğuyla
Urla kadınları, oluşturduğu kooperatiflerle günlük yaşamın en üretken, en canlı yerinde... Bir yanda otların envai çeşit mezeye dönüştürülmesi diğer yandan el işlerinin renkliliği... Bir de birkaç hafta sonra yapılacak Enginar Festivalinin telaşı... Ege ve ot, Ege ve kadın, kadın ve emek...
Urla Sanat Sokağı, kadın emeği ağırlıklı
Urla kadın emeği ürünleri kooperatifi
Urla Sanat Sokağı'nda Frida
Tüm tezgahlarda satılan enginarlar
Nasıl da farklı bir ruhu var Ege'nin... "İzmir, İzmir" dedikleri bu olsa gerek. Kimse kimseyi yormadan, mümkün olduğunca nazik, güler yüzlü ve yardımsever... Duvarlardaki çizimler de bir o kadar ince bir ruhun yansıması...
Pencerelerde ve kapılardaki çizimlerin inceliği...
 Duvar resimlerine dahi yansıyan kedi sıcaklığı
Ege'de bir köy kahvesi
Kahve masalarının üstlerindeki çizimler
Bir güvercin çizilmiş kahve masasına
Eski Urla'dan deniz kıyısına iniyoruz, yine rengarenk taze baharın içinden. Urla'da deniz kıyısını çok katlı binalar kuşatmamış, dağların yeşilliği de efil efil esen rüzgarı da oldukça keyifli. Deniz kenarlarının betonlaşmasına o kadar alışmışım ki Urla'nın doğasını hissetmek umut veriyor. Bir şehirden çok bir balıkçı kasabası havası var etrafta...
Martılar çığlık çığlığa
Rengarenk balıkçı tekneleri
Yelkenliler
Dağların eteklerine tutunmuş alçak evler
Balıkçı teknesi manzaralı küçük barlar
Nasıl da kendi huzuruna sığınmış
Sonrasında yine motosikletle Urla'nın Demirciler Köyü'ne gidiyoruz. Yol boyu esen rüzgarın içindeki kokularla Ege'nin baharına dahil olma çabası... Güneş, koylar, köyler, doğanın renkleri; sarı, mavi, kırmızı, yeşil, mor...
Demirciler Köyü, bir koy köyü. Bahara mı koşayım, gelincikleri ve papatyaları mı koklayayım, balıkçı teknelerine mi bakayım, tepelere mi tırmanayım? Kurşuni bir gökyüzünün altında uzun bir kışı geçirmenin şaşkınlığı içindeyim. Karadeniz'in kurşuni ağır havasından sonra burası rengarenk geldi. 
Katırtırnaklarının sarısı, doğaya nasıl da yakışıyor
Gelincikler de sarıların ve morların içinde
...ve papatyalar
Demirci Köyü'nün balıkçı tekneleri
Koyları yukarıdan izleyebildiğimiz bir tepe
Deniz cam gibi, dibi gözüküyor
Gün içinde bir çok yere gittikten sonra yorgunluğum iyice artıyor, bir yandan da üşüyüp kardeşime köy kuzinesini yaktırıyorum.  Sobanın karşısında masamız ve müziğimiz hazır. Uzun süredir birbirimizi görmemiştik, muhabbet muhabbeti açıyor.
Alaçatı/İzmir

Urla'daki ikinci günümde, Alaçatı'ya gitmek istiyorum. Yaz sezonu açılmadığı için dolmuşlar çok sık çalışmıyor. Öğlende bulabildiğim bir dolmuşla Alaçatı'ya gidiyorum. Alaçatı'nın sembolü yel değirmenlerinin altından çarşıya yürüyorum ilk önce.

20’li yaşlarımın başında takip ettiğim Leman dergisi ve Güneri İçoglu'nun çizimiyle "Gönül Adamı" adlı serinin karakteri Yekta Bey, Alaçatı'ya girer girmez gözünde o bir damla yaşla karşıma çıkıyor. Sonra da Alaçatı'yı hep onun gönül gözüyle görüyorum.
Alaçatı sokaklarında Gönül Adamı
Taş evler, rengarenk boyanmış pencereler, sokaklara taşmış restoranlar, barlar ve meyhaneler, el işi dükkanlar, antikacılar ve rengarenk çiçekler...
Alaçatı'nın ahşap panjurlu evleri
Kapıları ve pencereleri bir de rengarenk boyamamışlar mı...
İşlemeli kapılar
Alaçatı'da yaşama incelik katan o minimal dokunuşlar... Alaçatı'da bu bazen kuru bir çiçek bazen deniz kabukları bazen vita kutuları olarak karşıma çıkıyor. Doğaya, insana, anılara açılan bu minimal dokunuşlar... 
Bir meyhanenin plaklarla süslenmiş dış duvarı
Mavi emaye çaydanlıkta kurumuş çiçekler
Balıkçı ağları ve deniz kabukları ile süslenmiş sokaklar
Ağlarda ve kabuklarda parıldayan güneş 
Doğal dekorasyona dair tüm incelikler Alaçatı'da bir araya getirilmiş
Girdiğim bir antikacı dükkanında çocukluğuma gidiyorum. Vita kutuları, beni, babaannemin fesleğenlerine götürüyor. Babaannemin taş bahçe duvarının üstü vita kutuları, vita kutularında fesleğenler ve renk renk sardunyalar ile doluydu. Emaye tabaklar, kovalar, taslar ve çaydanlıklar da çocukluğum. Hele o ahşap tabaklık... Sanki tüm çocukluğumu alıp da bu dükkana koymuşlar ve bana sürpriz yapmışlar gibi...
Tarihi Vita kutuları
Emaye tabak ve taslar
Emaye tepsiler, çocukluğumda yerde yemek yediğimiz
Ahşap tabaklık, çocukluğumun en kıymetlilerinden
Sizin de babaanneniz veya anneanneniz Vita kutularında sardunya, veya fesleğen yetiştirir miydi? Alaçatı'da bu dükkanda Vita kutularını görünce Yekta Bey gibi her an akmaya hazır gözyaşım, babaannemin Vita kutusundaki fesleğenlerinin üstüne düşüyor. Alaçatı'nın sokaklarında dolaşıyorum, kalabalık... Bir yandan da yerel kahveler ve yerli halk.
Alaçatı'nın yerlilerinden bir amca
Sokak ortasında taş duvarlara yaslanan sedirler
Mor salkım çiçeğinin sarmaladığı pencereler
Alaçatı'dan ayrılmadan taş değirmenleri de görmek için tepeye tırmanıyorum. Değirmenleri su değirmeni olsun, rüzgar değirmeni olsun hep çok sevmişimdir ama Alaçatı'nın sembolü olan bu değirmenlerin çok da ayırt edici bir özelliği yoktu benim için. Çarşıdaki ayrıntıları, yaşama minimal dokunuşları daha çok sevdim. 
Taş değirmenler
 Geleneksel taş değirmenlere karşı rüzgar tribünleri 
Akşamüstü Urla'ya dönüyorum. Kardeşim ile  bir Ege meyhanesinde buluşup leziz otlardan yapılmış Ege mezeleri eşliğinde rakı içiyoruz. Ege'de bir köy evi, yanan sobanın ateşini izlediğimiz küçük bir pencere...

Datça/Muğla

Bir sonraki günüm yolda geçiyor, oldukça soğuk ve yağmurlu bir hava, ilk önce Muğla'da sonra da Marmaris'te aktarma yaparak Datça'ya varıyorum. Gerze Dağcılık Kulübü'nden arkadaşlar ile buluşup bir haftalık kamp alış verişimizi yapıyoruz. Yeni Datça'da kamp kuracak bir yer ararken yerel dağcılık kulübü, sahildeki bir parkta kamp kurmamızı öneriyor. Mis gibi... Çadırlar kurulmaya başlanıyor hemen.
Balkon misali çadırım
Çadırı kurar kurmaz soluğu sahilde alıp gün batımını seyretmek istiyorum ama ortada bir güneş yok, daha çok bulutların arasındaki ışık dansıyla gün batımı hissini yakalayabiliyorum.
Ah! Datça!
Yeni Datça'da bir gün batımı
Deniz ve gökyüzü birbirinin rengini almış
Bu manzaranın içinde bir balıkçı... ortam, nasıl da şiirsel
Yeni Datça'yı sarmalayan kara bir bulut ve ışık hüzmesi
Gece ekip olarak dışarı çıkıyoruz, biraz hava alıp bir şeyler içelim diye ama hepimiz de çok yorgunuz. 
Küçük bir sahil kentinin gece ışıkları
Gün batımını ve gün doğumunu aynı güzellikle karşılamak... Güneşi, "güneşi selamlama" yoga serisi ile tüm bedenimde ve ruhumda hissederek karşılıyorum. Ayaklarımın kıyısına vuran dalga sesleri ile meditasyon yapmak... 
Gün batımı gibi kurşuni bir gün doğumu
Bulutları yarmaya çalışıyor güneş
Yakamoza dönen bir gün doğumu
Yeni bir güne karşı yoga ve meditasyon mekanım
Hikingimiz başlıyor, dört gün boyunca Datça yarımadasını tavaf edeceğiz.

Datça yarımadası etrafında hiking rotamız

Karya Yolu 1. Gün; Datça- Kızılbük

Yürüdüğümüz rotada antik yaşam kalıntılarına denk geliyoruz. Su sarnıçları çıkıyor karşımıza... Antik patikalardan, binlerce yıl önce geçen insanların öykülerini hayal ediyorum. 
Karya Yolu'nun karşımıza çıkan ilk tabelası
Koy manzaralı tepe üstlerinden yürüyoruz
Dağların, mavinin içinde siluete döndüğü anlar 
Bu ağaç, böylece dağ başlarında yapayalnız... 
Bir yanda koyların güzelliği  diğer bir yanda coşmuş baharın bir yanda da böyle bir coğrafyada yürüyor olmanın... Hiking her zaman  terapi gibi gelmiştir bana, özellikle böyle bir coğrafyada. Yıllardır ekip olarak Karadeniz coğrafyasında yürüyorduk, Ege oldukça farklı geliyor bizlere...
Bu iki farklı çiçek, bu kadar mı birbirine yakışır!
Burada da mor ve sarı kombinasyonu
Diken mi çiçek mi?
Koy köyleri
Denize girintili çıkıntılı uzanan dağlar, böyle narin çiçeklerle dolu
Hepsinin ayrı bir albenisi var
Yapraklarınızdaki o tek beneğe...
Mor, pembe ve yeşil kombinasyonu

Tepelerin başını tutmuş sarı katırtırnakları
Canım, sen ne yapıyorsun o incecik dalda?

İlk günkü yürüyüşümüz, uzun bir mesafe olmayınca erken dönüyoruz Yeni Datça'ya. Zaman varken günden geriye kalan akşamüstünü, Eski Datça'da geçirmek istiyoruz. Bu kaçıncı gidişim bilmiyorum ama her gittiğimde ayrı bir keyif alıyorum. 

Datça'nın o güzelim taş evleri
Taş evlerin önünde sizi oturmaya davet eden köşeler
Pencere önlerinin inceliği
Eskitme tekniği ile boyanmış pencere kepenkleri
Datça'nın daracık dar sokakları
Daracık sokaklarda sarmaşıklar
Datça yarımadasına ayak basar basmaz Can Yücel'in çekim alanına kapılmamak mümkün değil. O çekim gücü,  daha önce defalarca da gidilse insanı ilk önce Eski Datça'ya, sonra Can Yücel sokağına, adım adım evine, sonra da kapısının önüne çeker. Durup düşünürsünüz Can Yücel'in bu sokaktan, bu kapıdan geçişlerini... 
Her defasında insanı kendine çeken Can Yücel Sokağı
Can Yücel'in evinin bahçe kapısı
Bahçe kapısına yazılmış şiirleri
Şiirler ile kaplı bir köy evi
Can Yücel'in evini ziyaret de yetmez gider bir de Can Yücel'in takıldığı kahvehanenin atmosferinde soluklanmak istersiniz. Biz de dağcılık kulübü olarak cümbür cemaat gidip bu köy kahvesinin bahçesinde biramızı içip bu atmosferi soluduk.
Can Yücel'in takıldığı kahveye giderken
Köy kahvesinin içi
Kahvede Can Yücel anı köşesi
Can Yücel'in yarım kalan şarabı
Kampımızı, Datça'dan Palamutbükü'ne taşıyoruz. Akşamüstü Palamutbükü'ne varıyoruz. Gün batımı ışıklarında çadırlarımızı kuruyoruz.
Datça yarımadasında hikingimiz bitene kadar çadır kampımız burası
Palamutbükü
Sabah gün doğumunu, denizin üzerinde karşılamak istiyorum, o yüzden de erkenden matımla birlikte kendimi sahile atıyorum. Güneş bir sahil kahvesinin tahta masa ve sandalyelerinin üzerinden yükseliyor. Yoga, meditasyon ve deniz kıyısında kısa bir yürüyüş ile güne başlıyorum.
Palamutbükü'nde yeni bir gün
Koylara vuran günün ilk kızıl ışıkları
Denizin üstünde ışıktan bir yol
Karya Yolu 2. Gün; Knidos- Palamutbükü, 

Knidos'a araçla gidiyoruz sabah. Palamutbükü'nden Knidos'a değil de Knidos'tan Palamutbükü'ne yürümenin işimizi daha kolaylaştıracağı söylüyorlar. Ama bu hali bile canımızı çıkarmaya yetiyor gün sonunda.

 Knidos antik bir liman kenti. Hala her yan,  antik kentin kalıntıları ile bezeli.
Knidos limanı
Balıkçılar tarafından hala aktif olarak kullanılıyor
Ege'deki bu ahşap iskelelere bayılıyorum
Sabahın ilk ışıkları nasıl da keskin limanda
Knidos sert sabah ışıkları altında
Knidos limanından bir tepenin üzerindeki deniz fenerine yürüyoruz, makilerin arasındaki zorlu  patika bir yoldan. Rüzgarda tırman tırman bitmiyor. Ayaklarımızın altı arkeolojik parçalar ile dolu. Bir zamanlar nasıl bir objeyseler, kırılmışlar ve  parçalar halinde toprağa karışmışlar. Deniz feneri sert bir esintisi altında. Akdeniz ve Ege'nin buluştuğu nokta burası, karşımızda Yunan adaları ve denizde birkaç sahil güvenlik botu. 
Knidos'un en ucundaki deniz feneri
Keşke antik bir fener kalmış olsaydı ve biz de onu ziyaret ediyor olsaydık
Datça burnunun en ucundan Knidos Limanı
Akdeniz ve Ege'nin birbirine karıştığı nokta
Knidos Antik Tiyatrosuna doğru
Limana tekrar geldiğimizde sarı kara hindibaların, gelinciklerin ve papatyaların mavi deniz fonunda coşkusuyla karşılanıyoruz. Baharın renkleri, kokuları ve esintisi insanı sarıp sarmalıyor ve sarhoş ediyor.
Hele papatyalara hele...
Sarı  hindibalara hele...
Sarı hindibalar ve denizin mavisibin ahengi
Doğanın da süslediği antik eserler
Bir sunakta Tanrıçalara sunulmaya hazır çiçekler
Denize karşı inşa edilmiş bir tiyatro... Antik tiyatro hala bütünlüğünü ve ruhunu koruyor. Burada bir seyirci olmayı hele hele oyuncu olmayı hiç hayal edemiyorum. Nasıldı o zamanların günlük yaşamı acaba buralarda. Bir basamağa oturuyorum, o toplumsal yaşamı canlandırmaya çalışıyorum.
Merdivene oturup Antigone oyununun oynandığını hayal ediyorum
Denize nazır bir açık hava tiyatrosu
Antik kentin merdivenleri de aynı ruhla duruyor, merdivenlerden çıkarken sanki antik zamanın içinde adımlıyorsun.
Antik kentin basamaklı caddesi... harika bir ruhu var
Dionysos Tapınağı
Yine antik ruhu hissettiren yapılardan
Binlerce yıl öncesinde donmuş bir  kentin limanında modern zamanın tekneleri
Sütun başlarının, kapıların süslemeleri... Taş oymacılığının ince ruhu... Hepsi zarif bir anlayışın göstergesi...
Kapı üstlerindeki taş süslemeleri
Mermerin üstüne güzel bir bahar çiçeği
Oyma ile taşa verilen hareket 
Yapraklarla süslenen sütunlar
...ve antik kentin güneş saati
Knidos'tan ayrılmamız zor oluyor, hem limanda hem de antik kentte bir hayli zaman geçiriyoruz. Öğleni buluyor bugünkü hiking rotamıza girişimiz, adanın burnunun güneyinden yani Akdeniz'e bakan yamaçlardan yürüyoruz. Knidos'tan ayrılırken gözüm hala arkada...
Limana zorla veda ederken
Bugünkü hiking rotamız başlıyor, iki tarafı papatyada...
Bir süre sonra tekrar deniz kenarından devam ediyoruz
...ve bir süre sonra, Akdeniz'in kalkerli kayalık yapısı üzerinden harika bir deniz manzarasında ama bir o kadar da zorlu bir rotada yürüyoruz. Hem dikkatli olmak zorundayız hem de bu manzarada şımarmak istiyoruz. Kimi yerlerde bu karstik yapının üzerinden iplerle tırmanış yapıyoruz. Bize neden bu rotayı tersten önerdiklerini bu kayalıkları gördükten sonra daha iyi anlıyoruz. 
İlginç kayaç yapılarından
Uzun bir süre bu kayaların üzerinden yürüyoruz
Kayalar zorlu, manzaramız da bir o kadar keyifli
İple geçebildiğimiz kayalar
Kayalardan sonra bir de maki bitki örtüsü başlıyor, kollarımız ve bacaklarımız çizik çizik. Aklıma coğrafya derslerinde, coğrafya öğretmenimizin Türkiye haritası çizimi ödevi geliyor. Ege ve Akdeniz bölgelerini çizerken koy ve burunların girintisini çıkıntısını çizmeyi bir türlü beceremez, silip silip tekrar çizer ve o çocuk halimle çileden çıkardım. Silmekten kapkara olmuş bir Ege Bölgesi çizimi kalırdı defterimde geriye. Oysa şimdi o girinti ve çıkıntılar adımlanıyor, silip silip tekrar çizilen burunlar, yine ter attırıyor. Makinin nasıl bir bitki olduğunu da bu defa kol ve bacaklarımızdaki çiziklerden sızan kanlarla öğreniyoruz.
Coğrafya derslerinde bolca geçen maki bitki örtüsü
Karstik yapının ve makilerin içinde kaybolmuş yürüyüş ekibimiz
Ama bu zorlu coğrafi yapının içinde şöyle bir dönüp arkaya bakınca o burunların görüntüsü her şeye değiyor...
Ah, tüm yorgunluğun içinden yükselen bu manzara
Uzaklarda salınan bir gemi
Uzaklara salınan bir gemi
Bu yürüyüş rotası bizi perişan ediyor, Palamutbükü'ne 6 km gösteren bu tabeladan sonra çadır alanımıza sürünerek gidiyoruz neredeyse. Güneş, kayalık ve makiler... 

Ha gayret son 6 km...
O yorgunlukla oturduğum yerden yemek yapmaya çalışıyorum. Çadırda kalmak ve kamp yemeği yapmak bu zorlu yürüşe rağmen çok keyifli...

Karya Yolu  3. Gün; Knidos-Murdala 

Sabah tekrar Knidos'a gidiyoruz araçla, bu defa rotamız adanın kuzeyi yani Ege'ye bakan yamaçlarda yürüyeceğiz. Antik kentin içindeki basamaklı caddeden tırmanıp Afrodit Tapınağı'nın yanından geçerek rotamıza giriyoruz.
Afrodit Tapınağı'ndan fenere doğru
Knidos'un balıkçı tekneleri
Knidos artık geride kalıyor, bir daha dönmeyeceğiz
Yosunların şekli, bir cenin gibi
Knidos da  deniz de geride kalıyor, yemyeşil ama etrafı tepelerle çevrili bir düzlüğe çıkıyoruz. Küçük ova ile birlikte bir özgürlük hissi, ovanın ortasında kubbe şeklinde bir su sarnıcı ve niyeyse bu sarnıca doğru koşmak geliyor içimden.
Tepelerin arasında küçük bir ova
Antik bir köyün su sarnıcı herhalde
Ovada renk renk çiçekler
Kendi dünyasında bir kelebek
Ovayı ve küçük tepeleri aştıktan sonra tekrar kıyıya çıkıyoruz. Sarı çiçekler kıyıda da devam ediyor. Ege Deniz'nin mavisi ve çiçeklerin sarısı...
Kıyı boyu yürüyoruz, böğrümüzü rüzgara aça aça...
Tepelerden küçük bir adayı seyrediyoruz ve aşağıdaki köpüklü sahile iniyoruz
Harika bir sahil ama denize girilecek hava yok maalesef
Dağların arasından patikalar, patika kenarlarında türlü renkli çiçekler... Adanın Akdeniz tarafı ile Ege tarafı birbirinden oldukça farklı, karstik yapının ve makilerin bitmesi bizi sevindiriyor, onun yerini orman alıyor.
Taşların üstünden güç bela değil de patikalardan yürümek çok güzel
Yolumuza çıkan güzellikler
Sözde diken...
Siz iki kardeş, ne güzelsiniz
Morlar ve pembeler
Gün içinde, patikalardaki görece daha düzlük yerlerden yürüyünce Palamutbükü'ndeki çadır alanına çok da yorgun dönmüyoruz. Çadırın önünde yemek yapıp sonrasında denizde yakamozu seyretmeye gidiyoruz.
Denizle dolunayın dansı

Karya Yolu 4. Gün; Karaköy-Mersincik

Karya yolu yürüyüşümüzde son gün. Rüzgar, güneş, karstik taşlar ve makiler bir hayli yoruyor bizi. Son gün yürüyüşümüz Karaköy'den başlıyor. Bodrum-Datça feribot seferlerinin de limanı. Aynı zamanda birçok yelkenlinin...
Karaköy limanındaki yelkenliler
Karaköy limanı arkamızda kalıyor
Sahil kenarındaki bir tarlada soğan toplayan köylülere denk geliyoruz, onlarla muhabbet etmek nasıl keyifli geliyor. Yanımıza soğan koyuyorlar, nasıl ince düşünceliler, hepimize birkaç soğan.

Bir süre daha kıyıdan yürüyünce sandal ağacı ormanlarına giriyoruz, sandal ağacı Gerze etrafındaki yürüyüşlerimizde de karşımıza çıkardı ama buradaki gibi geniş bir alana yayılmış değildi.
Soğan toplayan köylüler
Papatya ve gelincik ne kadar da birbirine yakışıyor
Sanki kıyıdan ayrılmak üzere olan bir Viking teknesi
Sandal ağaçlarının bu kırmızı gövdeleri yok mu... bayılıyorum...
 Yemyeşil dağlar
Bir molada oturduğumuz yer tam Ege esintili, çam ağaçlarının altına oturmuşuz, dalların arasında mavi deniz önümüze seriliyor, denizin üstünden bize ulaşan bir esinti.
Ege deyince aklıma gelen kare
Oturduğumuz yerden manzaramız
Es deli rüzgar es...
Yüzüklerin Efendisi filminin fonunu anımsatan bir ormanın içine giriyoruz, ağaçlar birbirini sarmış. Büyüleyici bir atmosfer, inanılamayacak kadar farklı bir ruhu var ormanın. O sarmaşıklığın içinden bir de deli dalgalı bir koya çıkmaz mıyız? İki güzellik iç içe girmiş.
İçinden, altından geçmeye çalıştığımız orman
Ormanın içi
Ormanın derinliklerinden sonra ulaştığımız bu koy, tüm gürültülü dalga sesine rağmen bana inanılmaz meditatif geliyor. Sahile oturup  gözlerimi kapatıp ayaklarımın dibine vuran dalgaların sesini dinliyorum.
Kayaların arasından geçtiğimiz geçitler
Tırmandığımız kayada gözüme ilişen
Doğanın içinde büyülenmiş bir şekilde giderken sahile yakın ormanın içinde karşımıza çok acı bir toplumsal gerçek çıkıyor. Ormanın içine saçılmış kıyafetler, can yelekleri, içinde çocuk kıyafetleri de var. Belli ki mülteciler botlara binerken bıraktı bunları ya da diğer bir ihtimali, botun batmış ve bu kıyafetlerin, can yeleklerinin kıyıya vurmuş olma ihtimalini, düşünmek istemiyorum.
Suriyeli mültecilerden kalanlar
Öyküleri üzerine düşünmek  istemiyorum
Bir hayli depresifleşiyorum, bu sosyal gerçeklik karşısında. Son zamanlarda bu kıyılardan bir sürü teknenin kaçak yollarla mültecileri, Yunanistan'a geçirmeye çalıştığını biliyoruz. Bu tanıklıklarımız da bu acı dolu hikayenin bir parçası büyük ihtimalle.
Bu teknenin diğer öykü ile bağlantısı yoktur umarım
İlginç bir gün oluyor, sandal ormanları ile neşeli başlayan yürüyüş, ormanın derinlikleriyle fantastik devam ediyor, sonrasında mültecilerden kalanlarla karşılaşmamız günü bıçak gibi kesiyor ortasından. Günün geri kalanı, yolu tamamlamak, yorgunluk ve birkaç çiçeğe, ağaca bakmakla geçiyor.
Sarı doğada her zamanki gibi çok güzel
Denizden esen rüzgarın yan yatırdığı makiler
Bu güzellik de yabani aslanağzı olsa gerek
İnsan bilincinden ve farkındalığından uzak, öylece çok güzeller
Siz de çok güzelsiniz
Datça yarım adasını adım adım hissettik. Bugünkü parkurumuz, sandal ağacı ormanı içinden 20 km'lik bir yürüyüştü. Sandal ağaçlarının kızıl, bazılarının burgu burgu gövdeleri şaşırdıklarımız, sarıldıklarımız, okşadıklarımız oldu. Uçurumlar, küçük, büyüleyici koylar... Yaşlı çam ağaçları... Dinlendik, yorulduk, doğada şifalandık, çığlıklar attık fantastik ormanın derinliklerinde. Ama Datça rüzgarı iliklerimize kadar dondurdu bizi. Denize girmek bir yana ayağımızı bile sokamadık. 

Son gecemiz, Datça'dan ayrılıyoruz yarın sabah. Sabah son son deniz kıyısında kısa bir yürüyüş fırsatım oluyor. Çadırları topluyoruz ve ben arkadaşlardan Datça merkezde ayrılıyorum. Muğla'ya giden araçla Gökova'ya gideceğim. Yorgunum, dolmuşta uyumamak için kendimi zor tutuyorum, etrafın güzelliğini kaçırmak istemiyorum.  Okaliptüslü yolda inip iki tarafı okaliptüs ağaçlarıyla kaplı yoldan, 15 yıl önceki anılarımın içinden yürümek istiyorum.
Gökova'ya doğru kilometrelerce uzanan okaliptüslü yol 
Gölgeler ve anılar
Tekrar bu yolda olmaktan o kadar mutluyum ki o an
5 km'lik okaliptüslü yol, yıllar önce bu yolda bisiklet sürerkenki keyfi veriyor yine ve yeniden. Bu yolun ruhunun kaybolmamasına çok sevindim. Çantalarımla kilometrelerce yolu keyifle yürüyorum, hava sıcak. Dağları ve tarlaları seyrediyorum bir yanda,  bir yanda da tarihi mezarlar ve su sarnıçlarına bakıyorum.
Mavi, yeşil ve sarı
Tarlaların kıyısından yürüyorum


Tarla kıyısından yürürken bir yanım kral mezarı
Biraz ilerleyince su sarnıcı
...ve Cennet Restoran. Hala bir Ege köy evi sıcaklığında. Kıyısından akan Azmak Nehri ve nehirde yüzen ördekler... huzur öylece asılı kalmış sanki 15 yıldır.
Renkleriyle... Cennet Restoran..
Azmak Nehri'ne nazır bir manzara
Azmak'ın dibinde ayrı bir flora var
Azmak kıyısı boyunca yürüyüp denize çıkıyorum 
Azmak'ta tekne turları yapılıyor
Çantalarımı bırakmak ve biraz da dinlenmek için hosteli buluyorum, Akyaka'ya hostel açılmış. Benden başka kimseler yok hostelde. Oldukça rahatım odada. Biraz dinlenip gezmeye çıkıyorum. Bir yandan Akyaka mimarisinin içinde kaybolmak istiyorum bir yandan da deniz kıyısına gitmek...
Akyaka mimarisi
Beyaza boyalı evler, ahşap kapı ve pencereler
Yeşillik ve çiçekler içinde ayrı bir güzellikte bu mimari
Limon ağaçları da ayrı bir güzel
Yel değirmeni tasarımında bir ev
Akyaka, 20'li yaşlarımın balıkçı kasabasıydı. Anılarımın izini sürmeye çalıştım ama çok şey değişmiş. Sessizlik, sakinlik yerini büyük kalabalıklara, gürültüye, yeme-içme şıngırtısına bırakmış. Doğal güzelliği ve Akyaka'nın o eşsiz mimarisini kendi sessizliği içinde hissetmek pek mümkün olmuyor. Sahile yöneliyorum, kalabalık olmasına rağmen doğanın ve kendi içimin huzurunu yakalayabiliyorum.
Sahile vuran palmiyelerin gölgesi
Ah Akyaka!
Palmiyeye sırtını vermiş iki kadının anı
Sahilde başka canlar da var
Gün batımını bekleyenler
Sahilden sonra Azmak'a yöneliyorum, tekne turu yapmak için tekne bulmak istiyorum. Azmak'ın denize döküldüğü yer de kalabalık ve buraya bir köprü yapılmış, 15 yıl önce en son geldiğimde burası yoktu. Sahili gibi bu nehrin denize döküldüğü burası da çok güzel Akyaka'nın.
Azmak'ın denize döküldüğü yere köprü yapılmış
Azmak'ın ağzında balıkçı tekneleri
Balıkçı teknelerinde bir kedi
Hareket etmek üzere olan bir tekne var, ben de biniyorum hemen. Gün batımı ışığında, dağlara, dağların eteklerine tutulmuş evlere ve suyun altındaki yaşama bakıyorum. Azmak Nehri'nin biyosferinin büyüsünü, yaptığım tekne turu ile görmek oldukça sıra dışı oluyor benim için. 
Dağların eteklerine tutunmuş Akyaka Evleri

Gece hostelde sadece ben varım, başka kimseler yok. Keyfim oldukça yerinde, sabah Azmak kıyısında kahvaltıya gidiyorum. Tabi etrafta kediler, ördekler ve ben. Dünkü kalabalıktan eser kalmamış, bu da sevindiriyor beni.
Yatmış da ördeklerin sabah eğlencesini gözleyen bir kedi


Öğlende Muğla'ya oradan da Gümüşlük'e geçiyorum. Daha önce yolumun düşmediği yerlerden biri Gümüşlük. Bir arkadaşımın daveti üzerine geliyorum buraya. Bahçe içinde bir köy evi, eve vardığımda akşamüstü olmuştu, günün geri kalanını bahçede şarap içerek geçiriyoruz.
Evin güzeller güzeli kedisiyle
Yeşillikler içindeki evin bahçesinden
Köy ve sanat birleşimi
Kuzinemiz de var
Bir de pofuduk kedimiz
Gümüşlük'ü keşfe sabahtan çıkıyoruz, tepelerin eteklerine kurulmuş beyaz bir yerleşim. Hem dağlarla çevrili hem yeşillik hem de evler köy evi. Etraf, doğallığıyla sarıp sarmalıyor insanı. Manzara içinde etrafa baka baka, arkadaşımla muhabbet içinde sahile iniyoruz.
Gümüşlük'ün beyaz evleri
Bir tepenin üstüne kurulmuş Gümüşlük
Hepsi kireçlenmiş evleri
Bildiğimiz köy evleri
Taş evler de kireçlenmiş, aslında taşın dokusu ayrı bir güzelken
Sahilde balıkçı kahveleri yana yana dizilmiş, onlar da olabildiğince doğal ve Anadolu'nun ruhunu yansıtıyor, Anadolu'nun köy kahveleri gibi. Bir tanesinde oturuyoruz, kimseler yok, yaz sezonu açılmamış, biz de yalnızlığın keyfini çıkarıyoruz. 
Gümüşlük sahili boyunca yürüyoruz
Deniz kenarında kır kahveleri
Ahşap masa ve sandalyeler rengarenk boyanmış
Bazı kahveler de beyaz modasına uymuş
Kahveler beyazlığın sükunetinde, neredeyse kimseler yok
Deniz içine dere içine atılan masaları çok seviyorum
Kahveler ve cafeler boyunca yürüyüp sahilden çıkıyoruz, bir patika yolda hiking yapmanın da keyfini alarak Gümüşlük'ü karşıdan görebileceğimiz bir tepeye tırmanıyoruz.
Dağlar ile deniz arasına saklanan Gümüşlük
Yelkenlilerin de sığınağı
Etraftaki adalar
Tepeden inerken etraftaki bitkilerin, baharın kokusunu yayan renk renk çiçeklerin de güzelliğine dokunma fırsatımız oluyor.
Deniz ve koy manzarası dışında yanından geçtiğimiz çiçekler de çok güzel
Büyük boylu çiçekler
Kahve çekirdeği gibi
Çocukluğumuzun heyecanı... Üfleyince o uçuşanları seyretmek
Yolumuza çıkan mavi  bir ala karga
Batı Anadolu'nun daha önce yolumun düşmediği  köşelerinden biri olan Gümüşlük'te de sessiz dokunuşlarla doğayı duyumsama fırsatım oluyor. 
Kahvelerin şemsiyelerinin gölgeleri
Kuş bakışı baktığımız liman içine inip tekrar sahil boyunca yürüyoruz
Yelkenliler...
Balıkçı tekneleri ve yelkenliler yan yana
Sahilde oynayan bir köpeğin heyecanı
Limanı birlikte izliyoruz
Mor salkım bir pencereyi sarmaya başlamış
Alaçatı'da karşılaştığım Gönül Adamı Yekta Bey'in inceliklerle dolu ruhu yolculuk boyunca peşimi hiç bırakmıyor. Nerede, ne zaman ve nasıl kaybettiğimi hatırlayamadığım gönül kadını, bu yolculukta tekrar yeşerdi ruhumda. Dünyayı o gönül kadının gözüyle görmeyi nasıl da özlemişim oysa...
Turuncu, otobüsle yolculuklarım; yeşil gezdiğim yerler







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kuzey Amerika'yı Keşif 5: Arizona

3 Şubat 2020 Sabah, Arizona'nın çölleri üzerinden doğan güneşi karşılıyorum. Dün, Pasifik Okyanusu üzerinden uğurladığım güneş, bu sabah...