2 Haziran 2019
Güney Expresi
"Neden bu kadar çok geziyorum?" sorusunun cevabı, beni
Dionysos'un Trakya'da yarattığı geleneği anlatmaya götürüyor.
Dionysos,
Trakyalı bir Şarap Tanrısı'dır ve etrafında onun için dans eden Bakkhalar adı verilen çılgın kadınlar vardır. Günümüz Trakya'sında rengarenk güllü dallı kıyafetleriyle
kapı gıcırtısında bile oynayan Roman kadınları, Bakkhalar geleneğinin devamı
olarak düşünebiliriz. Peki ya Dionysos geleneğinin devamı...
İşte benim gezme
öyküm bu noktada başlıyor. Trakya'nın erkekleri, bir çeşme başı, bir kaynak,
bir gölge bulduğu an çilingir sofrasını kurar ve içmeye başlar, kendini ve günlük
yaşamın sorumluluklarını tamamen unutur. "Kaç saat geçmiştir, evde bekleyen var mıdır?" gibi
sorular önemli değildir onlar için. Ben daha dünyaya gelmeden, bir çilingir
sofrasından kalkan ve eve geç gelen babama, annemin öfkeyle "İnşallah bir
kızın olur ve hiç evde durmaz. Sen de onu böyle merak edersin!" şeklindeki bedduası, benim, her fırsatta bu şekilde gezmemin sebebidir. Babam için
edilen bu beddua, benim için edilen bir dua olmuştur. Çünkü varoluşum, seyyah
olma hissinden besleniyor en çok.
...ve babam, ben ne zaman yola çıksam hep
huzursuzdur.
Sabah, Ankara Garı'nda, trenin kalkmasını bekliyorum. Tekrar garlarda ve trenlerde olmak çok güzel.
|
Üst geçitten Ankara Garı |
|
Tren harekete hazır |
Yolda olmak; kendinin, köylerin, kentlerin ve insan öykülerinin içinden geçmek... Bir pencere kenarından bu geçişi, bir gözlemci olarak izlemek...
|
Tren restoranında; çay, kitap ve yolda olmak |
|
Van Gogh sarısı tarlalar |
İç Anadolu'da yağmurun içinden geçiyoruz. Camlar damla damla ve buğulu... Bu buğulu ve damlacıklı lensten, Anadolu coğrafyası ve öyküleri daha bir hüzne bulanıyor. Her şey flulaşıyor, yoksullaşıyor ve hüzne gömülüyor.
|
İncecikten bir yağmur yağar, yağar Elif Elif diye |
|
Deli gönül abdal olmuş gezer Elif Elif diye |
|
Trenin camına minimal vuruşlar |
Yağmurdan sonra, İç Anadolu'nun o kıpkırmızı toprağının kokusunu içime çekme fırsatım olamıyor. Eski tip trenler olsaydı, pencereyi indirir, trenin rüzgarıyla o yağmur sonrası toprak kokusunu derin derin içime çekerdim.
|
Anadolu'nun bereketli toprakları |
|
Yaylalara yayılmış bir sürü |
Kayseri'ye, Erciyes Dağı'nın karlı zirvelerini seyrede seyrede giriyoruz. Haziran ayı ama zirveler hala karlı. Kayseri'yi geçtikten sonra akşam oluyor. Trende uyumanın keyfi.
|
Karlı zirveleriyle Erciyes Dağı |
Sabah, gözlerini bambaşka bir coğrafyaya açmak. Heyecanla beklediğim yerlerden biri... Hazar Gölü'nün güney kıyısından ilerliyor tren. Gün, gölün üstünde başlıyor, güneş ışıklarının oluşturduğu ilk yansımalarla.
|
Hazar Gölü |
|
Göle uzanan incecik burunlar |
|
...ve dağların gölde incecikten yansıması |
|
...ve gün Hazar'da yükseliyor iyice |
Hazar Gölü'nü geçtikten sonra, Diyarbakır'ın Maden ilçesine geliyoruz. Burayı da ayrı bir seviyorum, bir Mardin çağrışımı oluyor her geçişimde. Dağlar ve tünellerden sonra, Diyarbakır'a uçsuz bir ovadan, Karacadağ'ın püskürttüğü volkanik kara taşların içinden giriyoruz. Trenden daha inmeden, şehrin kokusu geliyor burnuma.
Diyarbakır
Şehir sıcak. Tren garından Dağ Kapı'ya yürüyorum, tüm özlediğim köşelere dokunmaya çalışarak. İlk önce Urfa Kapı... Güneş de gölgeler de derin Urfa Kapı'da... Oysa sabah daha... Kapıdan Sur'a girip çıkanlar.
|
Kent kapıları |
|
Eller dolu dolu, bayram alışverişi |
|
Sur'un yoksulluğuna ve acılarına yürüyen bir kadın |
Sur'a geçmeden surun dibinden yürüyorum. Surların dibinde bir grup amca, sırtını sura vermiş klam söylüyor. Biraz onlarla oturup klam dinliyorum.
|
Taşların serinliği |
|
Sur dipleri genelde oturanlar, yatanlarla dolu oluyor |
Sur diplerinden yürüye yürüye Dağ Kapı'ya geliyorum, Diyarbakır surları ile Fas'ın başkenti Rabat'taki surların hissi ne kadar benziyor birbirine. Aynı toplumsal dokudaki kentler. Sur diplerinde ve içinde aynı yoksulluk.
Dağ Kapı'dan sur içine giriyorum, Hasanpaşa Hanı ilk durağım. Yolun karşısı Ulucami. Diyarbakır aynı Diyarbakır ama coşkusu, renkliliği ve kültürel dokusu kalmamış gibi. Özellikle Sur'da yaşanan son olaylardan sonra insana dair canlılık yok olmuş.
|
Bazalt taşından yapılmış başka bir şaheser; Hasanpaşa Hanı |
Ulucami'nin girişinde bir baba ve çocuğuyla karşılaşıyorum, insanlardan yardım istiyorlardı, Suriyeli mültecilerdi sanırım. Doğu'nun güneş kavruğu yüzlü çocukları için getirdiğim el yapımı tahta oyuncaklardan veriyorum çocuğa ve evdeki kardeşlerine.
|
Gerze'de yapılmış el işi oyuncaklar, Suriyeli bir çocuğun elinde |
|
Volkanik taştan yapılmış Ulucami |
|
Caminin mimarisi ve taşın ruhu yine büyülüyor beni |
|
Farklı bir uzamın zamanında yürüyor sanki |
|
Sütunlar ve süslemeler |
Caminin içine giriyorum, içerideki tek kadın benim, bir kıyaya oturup sırtımı duvara veriyorum. Mavi halılar ile siyah bazalt taş ne kadar yakışmış birbirine. Caminin serinliğinde yatan amcalar, namaz kılanlar, Kur'an okuyanlar, muhabbet edenler... Caminin atmosferini uzun uzun soluyorum, bir huzur kaplıyor. Bu huzurda ve sırtımı verdiğim taşların serininde, gözlerimi kapayıp meditasyon yapıyorum. İlk önce havra, sonra kilise ve şuan cami olan bu ibadethanenin inançlar arası akışını hissetmeye çalışıyorum.
|
Caminin serininde yatan amcalar |
|
Bir yanda ibadetini yapanlar |
|
Arka arkaya dizilmiş sütunların ritmi |
|
Gülüşü, Ulucami'nin penceresinde çerçevelenmiş bir amca |
Bir milyon yıl önce püskürmeye başlayan Karacadağ, Güneydoğu Anadolu mimarisinin eşsiz güzellikteki malzemesi. Bu malzeme, kadim şehir Diyarbekir'in tüm şaheser mimarilerine bin yıla dayanan bir dirayet vermiş. Dünya'nın ikinci büyük duvarı olan, Diyarbakır surları, salt Karacadağ'ın püskürttüğü bazalt taşlardan örülmüş. Sonra Ulucami... İlk önce havra olarak inşa edilmiş, sonra kiliseye çevrilmiş ve şuan Ulucami olarak kullanılan ibadethane, yine bazalt taşından. Hasanpaşa Hanı, Dört Ayaklı Minare bazalttır, On Gözlü Köprü yine bazalt. Bu bazalt taştan yapılar, Diyarbakır tarihinin de tanıklarıdır. Tıpkı bu Dört Ayaklı Minare'nin Tahir Elçi'nin ölümüne tanıklık ettiği gibi. Canım Tahir...
Camiden çıkıp Çarşı-yı Şewiti'ye gidiyorum. Eski ruhu kalmamış, yan yana çarşı dükkanlarını modernize edip o eski üst üste hali yerini daha mesafeli ve soğuk bir atmosfere bırakmış. Dört Ayaklı Minare için yolun karşısına geçip ara sokağa giriyorum. Dört Ayaklı Minare, Tahir Elçi'nin öldürülmesine tanık. Kurşun izleri minarenin ayaklarında. Minarenin arkası, yani Suriçi yeniden yapılaşma için tamamen etrafı çevrilmiş, çevrilen alanda inşaat sürüyor. Karmakarışık duyguların iç içe geçtiği bir ara sokak. Bir kürsüye oturup Dört Ayaklı Minare'den gördüğüm o kesiti uzun uzun izliyorum binbir duyguyla.
|
Dört Ayaklı Minare |
|
Çekçeğinde yoğurt bakraçlarını taşıyan bir ape |
|
Bayram şekerlerine sırtını vermiş bayramı bekleyen başka bir ape |
Mardin Kapı'ya doğru yürüyor, surların üzerine çıkıyor ve Hevsel Bahçeleri'ne, On Gözlü Köprü'ye öylece uzaktan bakıyorum.
|
Mardin Kapı surları |
|
Kimisi surların üstünde turluyor kimisi dibinde |
|
Hevsel Bahçeleri |
Urfa Kapı'da bir çiğ köfteciye giriyorum. Dükkanı yeni açmışlar ve çiğ köfte henüz yoğruluyor. Hemen yan taraftaki Deliler Hanı'nı geziyorum. Bu han, lüks bir hotel olarak kullanıldığı için Diyarbakır halkıyla çok da bağı yok. Mimarisi dışında ben de bu handaki ruhu çok sevmiyorum.
|
Deliler Hanı |
Şanlıurfa
Bir gün sonra, sabah erkenden Göbeklitepe için yola çıkıyoruz. Gün ışığına daha yeni çıkarılmış ve insanlık tarihinin bilinen en eski yerleşimi,
yani popüler deyimle "tarihin sıfır noktası."
|
İnsanlık tarihinde Göbeklitepe'nin önemini gösteren çizelge |
|
Güncel bazı sorgulamalarla Göbeklitepe |
Göbeklitepe, insan topluluklarının örgütlenmesine dair, insanların yerleşik yaşama geçtikten sonra dini mekanlar inşa ettiğini savunan geçerli tezleri yıkmıştır. Göbeklitepe'nin bulunması ile artık, avcı/ toplayıcı toplulukların, ilk önce dini merkezler inşa edip sonra bu dini merkezleri kullanmak için yerleşik yaşama geçtiği savunulmaya başlanmıştır. Göbeklitepe'nin bende yarattığı his ise gün yüzüne çıkarılmış bu taptaze tarihin koynunda biraz dinlenmek isteği oluyor.
|
Bu geometrik yapının ibadethane olduğu tahmin ediliyor |
|
Bir tapınak mimarisi |
|
Tapınak sütunlarında bazı hayvan figürleri |
|
Her sütuna, farklı hayvan figürleri resmedilmiş |
|
Henüz, neyi temsil ettikleri bilinmiyor |
|
En çok bu sütunu sevdim |
Gaziantep
Günün yarısını Göbeklitepe'de geçirip yarısını da Gaziantep Mozaik Müzesi'nde geçirmek istiyoruz. Bu kaçıncı gidişim bilmiyorum ama her defasında işçilik, estetik, tarihten kopup gelme veya seni alıp tarihe götürme, insanı büyülüyor.
|
Tarihin mitolojik anlatımları arasında |
|
Meşhur Çingene Kızı Mozaiği |
|
Villa tabanlarının mozaikleri |
|
Bu kenar süslemelerini, ortaokulda defter kenarlarına yapardık |
|
Mitolojik kahramanlar |
Gün batımını da Halfeti'de yakalamak için telaştayız, neyse ki son dolmuşu yakalıyoruz.
|
...ve gün batımında Halfeti'deyiz. |
|
Yüzen restoranlar |
|
Suyun üstünde onlarca farklı işletme |
O kadar şaşkınlık içindeyim ki... Halfeti'yi yedi sekiz yıldır görmemiştim, başka bir yere dönüşmüş. Barajın üstü yüzen restoranlarla dolmuş, tıpkı Vietnam'daki gibi. Bir an coğrafyalar arası gidip geliyorum.
|
...ve bir asma köprü de yapılmış |
|
Suyun ortasında efil efil esen bir restoran |
|
Yarıya kadar sulara gömülmüş Halfeti Cami |
|
Günün son ışıklarıyla bir yansıma |
Akşam yemeğini yüzen bir restoranda yeyip Couchsurfing'ten bir arkadaşın evinin damında yıldızların altında uyuyoruz. ...ve yine yıllar sonra damda yatmanın keyfi...
Sabah, tam olarak Halfeti'yi görme şansımız oluyor hem yüzen restoranları hem de asma köprüyle birbirine bağlanmış iki mahalleyi.
|
Bir de sabah ışığında yüzen restoranları görüyoruz |
|
Restoranların yansımaları da suda |
|
Suyun ve esintinin ortasında oturma imkanı |
|
Halfeti'nin eski halinden geriye kalan sadece bir mahalle |
|
İki mahallenin birbirine bağlandığı bir asma köprü |
Kıyı boyunca yürüyüp tekneye biniyoruz. Halfeti'ye bir de suyun ortasından bakma fırsatımız oluyor. Kasabanın, büyük bir kısmı suyun altında, küçük bir kısmı da dağların tepelerinde kalmış. Suyun altı yerleşim aslında. Rum Kale'nin yanından geçiyoruz, on yıl önce gezmiştim Rum Kaleyi, oldukça küçük bir balıkçı teknesiyle gelmiştik. O zaman sanki sular da bu kadar yüksek değildi. Şimdi tekneler, gezi teknesi olmuş resmen.
|
Tekneden Halfeti'nin görünüşü, dağın tepesinde kalmış beş-on ev
|
|
Rum Kale |
|
Rum Kale'ye gelen tekneler hala balıkçı teknesiymiş |
Teknede, sıra gecesi müzikleri çalmaya başlıyor. Coğrafyanın hüzünlü güzelliğine, sıra gecesi müziklerinin hüzünlü güzelliği de ekleniyor. Bir de öyle ilginç bir köye geliyoruz ki... sarı taş evler, suya gömülmüş yarıya kadar, söğütlerin dalları suyu öpüyor.
|
Suyun altında kalmış başka bir köy ve camisi |
|
Söğütlerin altında ayran içiyoruz, zamansal ve mekansal çağrışımları çok fantastik |
|
Tamamen boşaltılmış bir köy. Birkaç işletme, tekneler ile gelenlere servis yapıyor |
|
Halfeti'nin bu köyü, ne kadar da Mardin'e benziyor |
Tekne turu sonrası, Halfeti'den ayrılırken şaşkınlığım hala üzerimde. Bu Halfeti'ye dördüncü
gelişim ama bu defa bambaşka bir yer ile karşılaştım. Asya'daki gibi suların üstünde yüzen bir sürü restoran, Ege
ve Akdeniz'deki gibi suların üstünde onlarca teknenin hareketliliği... Tabiki Ege ve Akdeniz'den farkı, etrafı kıraç dağların çevirmesi, dar boğazların
verdiği duygu ve bir de sıra gecesi müziklerinin hüznü...Tam bir batık kent olmuş burası ve bir sürü batık hikaye ile birlikte oldukça hüzünlü.
Öğleden sonra sıcakta bir otobüs yolculuğu ile Diyarbakır'a dönüyoruz. Her yan yanıyor, bazalt taşın kara sıcağından yansıyan ateşle. Otobüste, yan koltukta annesi ile oturan bir kız çocuğuna çantamdan çıkarıp ahşap oyuncak veriyorum. Gerze'de oyuncak ustası Adnan Abi ve Deniz Abla'nın yaptığı oyuncaklardan sırt çantama doldurmuştum. Çocuk, otobüste bir süre oynadıktan sonra karanlıkta otobüsten indiklerinde, annesi valizleri alırken o kaldırımda oyununa devam ediyordu. Nasıl da iç ısıtan bir an.
|
Otobüsteki küçük kız, oyuncağını öpüyor |
Bismil
Bir sonraki gün, Bismil'e geçiyorum. Bismil, öğretmenliğe başladığım yer. Aradan on beş yıl geçmesine rağmen hala görüştüğüm öğrencilerim var, onları görmek istiyorum. Bismil'in girişinden Dicle Nehri geçiyor, nehrin üzerinden yürüyerek geçmek istediğim için şehre girmeden iniyorum. Hava sıcak, Dicle'nin yatağı geniş olmasına rağmen coşkusu yok.
|
...ve Dicle |
|
Suyu oldukça azalmış |
İlk çalıştığım okul nehre yakın, okulun sokağına sapıyorum. Okul değil sanki hapishane, her yeri yüksek duvar ve telle çevirmişler. Okul bahçesini bir delik bulup da öyle görebiliyorum.
|
Bismil Mehmetçik İlköğretim Okulu |
|
Kapının dış tarafına gökkuşağı çizmişler |
Bizler okula giderken veya çıkarken kadınlar, tandırda ekmek pişiriyor olurdu ve bizlerle de paylaşırlardı o sıcacık ekmeklerini. Tandır ekmeğinin o lezzetini hiç unutmadım. Bu gidişimde bu defa kadınların topraktan yaptığı ve güneşe kurutmak için koyduğu tandır fırınlara denk geliyorum.
|
İçlerinde kim bilir ne leziz ekmekler pişirilecek |
|
Tandır başları kadınların sosyalleşme alanları |
Bir öğrencimin evine gidiyorum, eşi ve iki çocuğu evde, onlarla tanışıyorum. Sonra başka öğrencilerim de geliyor, bir tanesi doktor olmuş, bayram tatili için gelmiş Bismil'e. Bir diğeri de öğretmen olmuş, evlenmiş, onun da iki çocuğu var. Etraf kalabalık, çocuklar için yine çantamdan ahşap oyuncakları çıkarıyorum, ortalık oyun alanına dönüyor.
|
Öğrencimin kızı, ahşap bir yelkenli onun için |
|
İlk öğrencilerim |
Bir sonraki gün de başka bir öğrencimin düğünü varmış, ısrarla düğüne kalmamı istiyorlar. Düğüne geleceğime söz vererek geceyi Mardin'de geçirmek istiyorum. Bismil'den ayrılıp akşamüstü güneşini Mardin'de yakalıyorum.
Mardin
|
Mardin'de bazalt kaldırım taşlarında yazan bir cümle |
Hava kararmadan bir iki saatimi, Mardin'de geçiriyorum Mardin'in kısa bir süre de olsa atmosferini hissetmek çok iyi geliyor bana. Merdivenlerden inip çıkıyorum, abbaralardan geçiyorum. Mezopotamya Ovası'nı seyrediyorum.
|
İçinden geçilen abbaralar |
|
Daracık taş evlerin arasında daracık taş merdivenler |
|
Tarihi taş evler |
|
Mardin'in sokakları labirent gibi |
|
Çıkmaz sokaklar |
Sırt çantama doldurduğum oyuncaklardan Mardinli çocuklara da birkaç oyuncak düşüyor.
|
Evinin önünde kürsüye oturmuş bir çocuk da oyuncaklardan payını alıyor |
Her kentin olduğu gibi Mardin'in de bir kent kimliği var ve Mardin'in bu kent kimliği sanki
bir masal, bir destan, bir söylenceden günümüze ulaşmış gibi. Her inilen merdiven, her geçilen abbara, her dönülen köşe, insanı sanki bir masalın,
bir destanın, bir söylencenin içine çekmekte... Mardin, işte bu yüzden
gizemli bence ve defalarca da gitsen o gizem, büyüsünü hiç kaybetmiyor. |
Demirciler Çarşısı |
|
Sokağa dökülmüş bir suda tarihi caminin yansımaları |
|
Caminin yansımasında su içen bir sokak kedisi |
Gün Mezopotamya Ovası'nda bitiyor. Ovaya doğru çocukların uçurtma uçurma telaşı ve güvercinlerin kanat sesleri, bir gün batımına dair içinden geçilebilecek en tatlı telaşlar.
|
Mezopotamya Ovası'na doğru uçurulmaya çalışılan bir uçurtma |
|
Doğu'da çocukların uçurtmasının rengi bile kara, yas hali umutlarda bile... |
|
Sapsarı Mezopotamya Ovası |
|
Ovada yankılanan güvercinlerin kanat sesleri |
Geceyi Couchsurfing'ten tatlı mı tatlı bir kadın arkadaşta geçiriyorum. Ama öncesinde Mardin ve ova manzaralı bir terasta oturup tanışıyor, sonrasında bir Mardin evinde şarap içiyor ve yoğun bir günü yavru bir kediyle koyun koyuna bitiriyorum.
Sabah, Mardin sokaklarında, sabah telaşının içinden geçiyorum. İnsanlarda ekmek ve kahvaltılık alma telaşı...
|
Bir daha yolumun ne zaman düşeceğini bilmediğim bu masalda; ben |
Öğleden sonra Bismil'de öğrencimin düğününe yetişiyorum. Damat olan Mücahit, edebiyat öğretmeni olmuş. Kendisiyle öğretmenliğimin ilk günlerine dair unutulmaz bir anım var. Ortaokuldu çalıştığım okul ama Mücahit yaşça hepsinden büyüktü ve sınıf başkanıydı. Altmış kişilik sınıfta, benim çaresizlik içinde sınıfı susturamadığımı gören Mücahit, "Hocam, isterseniz size yardım edeyim." teklifinde bulunmuştu. Ben de arkadaşlarını susturma konusunda sihirli bir formül biliyor sandım ve onay verdim. Mücahit, ön sıradan başlayıp arka sıraya doğru arkadaşlarını tokatlamaya başlayınca ben şaşkınlık içinde durdurmaya çalıştığımda beş altı arkadaşını çoktan dövmüştü.
|
...ve düğün pastası |
Bismil'den ayrılırken öğrencimin ailesi, yanıma tandır ekmeği koyuyor, nasıl mutlu oluyorum. Toprak fırınlarda yapılan ekmeğin tadını, kokusunu nasıl özlemişim. |
Tandır ekmekleri hazır |
Bismil'den Diyarbakır'a dönünce son birkaç günüm kalıyor Diyarbakır'ı hissetmek için. Bir arkadaşım ile buluşmak için Sülüklü Han'a gidiyorum. Han odaları genelde farklı amaçlar için küçük işletmelere verilmiş. Sülüklü Hanı da cafe olarak işletenler var. Yine bazalt taşın verdiği farklı bir zamansallık algısının içinde arkadaşımla özlem gideriyorum.
Karacadağ'ın bu yüz binlerce yıl önceki volkanik hareketliliğinin oluşturduğu bu bazalt malzeme, Diyarbakır'ın tarihine nasıl da başka bir zamansal derinlik katıyor. Siyah bazalt taşın, bir zaman tüneli gibi beni içine çekmesi, büyülüyor bu defa...
|
Sülüklü Han'ın başka bir zamansallığında insanlar |
Yine çok sevdiğim başka bir mekana geçiyorum. Ulucami'nin önündeki kahvelere. Ortam o kadar eril ki... Bir kürsü bulup ilişiyorum, ortamdaki tek kadın olarak. |
Bazalt mimarilerin önüne atılmış kürsülerde apeler |
|
Arka fonda Ulucami |
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil