19 Mayıs 2018 Cumartesi

ulaşılamayan zirve; Verçenik

1 Temmuz 2016

Rize

Paltolu Konak'ın Paltolu Gezginleri...(http://paltolukonak.blogspot.com/)
Bir yıl boyunca Paltolu Konak'ta dünyanın birçok yerinden birçok gezgini ağırladıktan sonra nihayet bizim de paltolarımızı alıp yollara düşme zamanımız geldi. Gerze Dağcılık kulübü Gerdak olarak Verçenik tırmanışı yapacağız. Yedi kişi bir transportıra doluşup Gerze'den yola çıkıyoruz. Ben transportırın arkasındaki yatağa kitabımı alıp çekiliyorum, değmeyin keyfime... Kitabımı okurken uyuya kalmışım.
Samsun Decathlon'un önünde durunca uyanıyorum.

Kamp malzemesi eksiklerimizi tamamlamak için Decathlon'a giriyoruz. Kışlık malzemeleri yedeklerken gökkuşağı renkli iplerden dokunmuş tropikal esintili bir hamak görüyorum, harika... Hemen alıyorum. Dışarı çıktığımızda yağmur boşalmış. Yola koyulduğumuzda yağmur doğuya kayıyordu. Yağmuru takip ediyorduk. Radyodan çalan sanat müziği eşliğinde, bir ev sıcaklığı ortamında yolumuza devam ediyoruz.

Terme'de yemek molası verdiğimizde gökyüzünden boşalan bir şelalenin altından geçtik restoranın kapalı bölümüne. Boşalan yağmur kısa bir süre sonra kesiliyor yoksa sele kapılıp gidecektik. Ordu trafiğinden çıkamamışız saatlerce, ben yine arkada uyuduğum için fark etmiyorum. Trabzon'da, Samsun'dan gelen üç arkadaşla buluşacaktık, ama yolda iki araba birbirini yakalayamıyor. Rize'de nihayet buluşuyoruz, içki yasağına birkaç dakika kala grup olarak içki raflarına saldırıp sepeti doldurup kasaya geldiğimizde bir dakika ile içki yasağına takıldığımızı öğrenip moralimiz inanılmaz bozuluyor. Her şey aksamalı, gecikmeli ve ters gidiyor. Neyse ki Pazar'da bir tekel bulup kamp süresince bizi idare edecek içkimizi stokluyoruz.

Zil kale tarafından Fırtına Pansiyon'a gece geç saatte ulaşıyoruz, grup arkadaşlarımızın pansiyon sahipleriyle çok öncesine dayanan dostluk bağlarının samimi atmosferinde nefesleniyoruz. Pansiyonun girişinde uzun bir masada alkolle yorgunluğumuzu hafifletirken muhabbet de yolunu buluyor.
Ancak sabah gün doğumuyla etrafı keşfe çıkıyorum

Bir köy ilköğretim okulunu pansiyon yapmışlar

Pansiyon sahiplerinin tuvale yansıyan halleri

Pansiyonun, doğa ve gündelik yaşamın tarihsel araç gereçleriyle bezenmiş insanı içine çeken çok hoş bir dokusu var. Kargalaklar -doğanın heykelleri- camların geniş denizliklerine dizilmiş, hedikler -kara batmadan yürünebilen ayakkabılar- duvarlara asılmış, örülmüş çoraplar, kasetler, eskiden kullanılan tarım, eğitim, tıp araçları eski dolaplara konulmuş... Ekmek tekneleri, toprak testiler ve odun sobasının yanmamasına rağmen ortama kattığı sıcaklık. Ah! saatlerce bu ortama bakıp o objelere dair öyküler oluşturabilirim.
Sanki etnografik müze

Okulun araç gereçleri

Doğanın heykelleri; kargalaklar

Hedikler; karda batmadan yürünebilen ayakkabılar

Pansiyonun salonu
Herkes kendi uyku sahasına çekiliyor, biz de Fırtına Deresi kıyısında kurduğumuz çadırımıza... Sabaha kadar derenin şırıltısında uyumuşuz ve erkenden dinç bir ruhla doğanın içine uyanıyoruz. Etrafı keşif, Fırtına'nın coşkusu, pansiyonun sıradışı ruhu... Doğa ile insanın doğaya uyumlu barışçıl ruhunun mekâna değmesiyle beslenen pansiyonun atmosferi.
Dere kenarında çadırımız

Ve ağaç köklerinin heykelleri

Kahvaltı sonrası bizi almaya gelen dolmuş ile dağların, yeşilin, derelerin arasından büyülenerek tırmanıyoruz. Zirvelerden gelen küçücük dereler, yamaçlardan aşağıya incecik, nazlı nazlı ve köpüklü akıyor. Öpesin gelir o incecik derecikleri, turuncuya çalan gelincikleri... Ağaçlar bitiyor, yeşil ot tabakası başlıyor, ot tabakasının üzerinde sürüler, gencecik çobanlar...
Pansiyonun sahibi Selçuk Bey'in deneyimleriyle kara kalem çalışması olarak çizilmiş Kaçkar haritası

Dağlara dağlara dağlara doğru

Yaylalara yaylalara yaylalara doğru

Öpülesi köpüklü derelere doğru

Hasretiyle eriyen kadınlara doğru

Yeşil örtü bitiyor Verçenik yaylasında, 2600 metre rakımda, kayaç başlıyor ve bizler de sırt çantalarımızı yüklenip daha önce gelmiş arkadaşların önerilerini ve babaları -yolu gösteren daha önce geçenlerin üst üste koyduğu taşlar- takip ederek yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Sırt çantalarıyla yürümek tam bir baş belası, bir de patika da yok. Belli bir süreden sonra üst üste yığılmış devasa kayaların üzerinden dik bir açıyla tırmanmaya başlıyoruz. Ben artık evrimleşmenin iki ayaklı zirvesinden gerileyip dört ayaklı bir keçi ruhuyla emeklemeye geçiyorum. Devasa kayaların arasından ve kardan köprülerin altından dere akıyor ama biz birbirimize yardım ederek ilerleme derdindeyiz.
Verçenik Yaylası

Şimdi bizi bu kendine çeken köpüklü derenin vadisinden yürüyüşe başlıyoruz 

Ne diyebilirim ki; bu tablo...

Kendine yolculuk

Karların dere oluşuna tanıklık etmek

Kar, sis, dere... suyun farklı hallerinin içinde bir mücadele

İşte yolun en zoru, artık emekliyorum burada

Uzun ve yorucu bir tırmanıştan sonra ilk gölü görüyoruz. Yaşasın! İkinci gölün kıyısındaki düzlükte çadırlarımızı kuruyoruz. Kapılı Göller... Göllerin hepsi birbirine ince bir akışla bağlı. Etrafımız bir daire şeklinde karlı kayaçlı dağlarla çevrili. Sanki bu daireden çıkmamız için ikinci bir Ergenekon destanını yazmamız gerekli. Pansiyodan ayrılır ayrılmaz ne cep telefonu ne internet kapsama alanında. Verçenik yaylasında dolmuş şoförü de bizden ayrılınca on kişi, çantamızdaki sınırlı sayıdaki araç gereçle vahşi doğada bir başımıza kalıyoruz. Bundan sonra 2800 metre rakımda yaşamaya çalışacağız; buzul göller, karlı dağlar ve rengarenk çadırlarımızla.

İlk şefimiz Yalçın, sebzeli makarna yapıyor bize. O yorgunluğun üzerine harika gidiyor. Yalnızlık ve ıssızlığın içindeyiz. Dağlar, göller ve dağların göle, göllerin dağa yansıması... Bir Narkissos ruhunda "an"a ve kendimize dönüyoruz.
Kapılı Göller

Birbirine küçücük derelerle açılan üç göl; Kapılı Göller

Kamp alanımız hazır

Üçüncü göle akşamüstü yürüyüşü yapıyoruz. Göl kıyısında her taşa bir insan. Göle rakı çalınsa da rakı çoğalsa düşü kuruyoruz. Nasıl olsa Nasreddin Hoca'nın torunlarıyız. Kayaların, karların, taşların suda yansıması. Doğa... Sanki doğanın sessiz sesini sonsuza kadar dinleyebilirim.

Akşam yavaştan çöküyor. Isınmak için bir ateşimiz bile yok. Ateşi gürül gürül yaktığımız kamplar geliyor aklımıza, meğerse ne kadar lüks kamplarmış onlar. Etrafta ağacı bırak çalı çırpı bile yok. Isınmak için dans edelim istiyoruz. Küçük bir dans seansı ve ardından küçük bir koro denemesi.
Kapılı Göller'de bir Kleopatra

Karanlık, soğuk çökmüş. Aldığım tropikal esintili hamağı asacak bir ağaç bulamadığım için Kızılderili battaniyesi gibi sırtımı, omuzlarımı, belimi soğuktan koruyacak bir battaniyeye çeviriyorum. Doğada oturan bir Kızılderili; Küçük Tüy'üm sanki. Soğuğa dayanmak mümkün değil, çadırlarımıza çekiliyoruz. Üçüncü gölden ikinci göle akan dereceğin şırıltısı dibindeki çadırımızda uykuya geçiyoruz. Bir an evrenin sonsuzluğu, Dünya... ve Karadeniz coğrafyasında devasa dağların arasındaki zerre kadar varlığımız beni ürpertiyor. Zihnim, Google Earth gibi sonsuzluktan bulunduğum noktaya odaklanıyor, sonsuzluktan bulunduğum noktaya... ve ürperiyorum.

Sabah neyse ki uyandığımda ürküntüm kayboluyor ve taptaze bir doğaya uyanıyorum. Verçenik zirveye gidecek arkadaşların hazırlıklarını yapıyoruz, onları uğurladıktan sonra kalan dört kişi çadırlarımıza dönüyoruz. Uzaklardan gelen yırtıcı kuş sesleriyle birkaç saatlik uyku... Taş soframızda kahvaltı... Kahvaltı esnasında küçük fareler bir delikten çıkıp bir başkasına giriyor. Farelerin yemek arayışını izliyoruz. Güneş öyle bir ısıtıyor ki güneş kremlerimizi sürüp güneşleniyoruz. Yalnız hava saniyeler içinde değişiyor, sis geliyor ve bir anda donuyoruz.
Zirve tırmanışı için hazır olan arkadaşlarımız

Biz de yayla tayfası

Zaman geçiyor ve aklımız zirveye giden arkadaşlarımızda. Gözümüz dağlarda, belli bir süre sonra kayalara sürekli bakmaktan halisülasyon görmeye başlıyoruz. Başka şeyle uğraşalım istiyoruz ama yok yine gözümüz hemen kayaları taramaya başlıyor. Birkaç arakadaşımız bulunduğumuz yerden biraz daha yükseğe çıkıp zirve tarafından arkadaşların geldiğini görünce haber uçuruyorlar. Evet, devasa kayaların ortasında hareket eden renkler var küçücük.
Sis geliyor, arkadaşlarımız adına endişeleniyoruz

Beyazlıkta bu küçük noktalar bizim arkadaşlarımız

Vur davulcu! Çorbalar kondu ateşe. Onlar inene kadar çorba pişmeliydi. Çorbalar, alkışlarla karşılamalıydık onları. Zirve maceraları Verçenik 1- GERDAK 0 olarak sonuçlanmış. Ama hiç önemli değil, onlar bizim gönlümüzün zirvesindeydiler. 3400 metreye kadar çıkmışlar. İki arkadaş beklemeye karar vermiş. Diğer arkadaşlar 100 metre kar üzerinden iple yatay geçiş yapmışlar. 200 metrelik kayanın önüne gelip oradan dönmeye karar vermişler. Geldiklerinde alkışlarla karşılandılar, sıcak çorba ikram edildi ve vücutlarındaki ateş biraz sönsün diye etrafı karlarla kaplı buz gibi buzul göle atladılar. İşte o an onları kıskanmamak elde değildi. Güneş gitti, sisle birlikte çember yaptık, ortamızda yanan bir ateş hayal ettik, bir kızıl alev yanıp söneydi o bile içimizi ısıtacaktı.

Doğa ve doğada yaşayabilmek için sınırlı sayıda araç gerecimiz, birbirimiz ve sözcüklerimiz var. Rakım ve rakının yaratıcılığında birer sözcük söyleyerek şiir yazmayı deniyoruz. Absürtleştikçe gülüyoruz, güldükçe ısınıyoruz. Ateşimiz yok ama sözcüklerimiz var. 3. Yeni şiir akımını oluşturmanın eşiğindeyiz. 1. ve 2. Yeni şiir akımları politik olayların sıkıştırdığı noktada doğmuştu 3. Yeni şiir akımı da doğadaki yoksunluğun içinden doğmak üzere. Ama inanıyorum, bir gün, rakımı yüksek, rakısı bol bir zirvede GERDAK'ın içinden 3. Yeni şiir akımı çıkacak.


Hüseyin Doktor'un yaptığı sebzeli bulgur pilavı üzerine vazgeçemediğimiz şehirdeki tartışma alışkanlıklarımızı yine gündeme getiriyoruz: kadın sorunu, Kürt sorunu, bilimsel bilginin neliği... Kendimize geldiğimizde ya niye bunları tartışıyoruz, doğadayız ve doğanın keyfini çıkaralım diyerek her birimiz ayrı bir köşeye akşamın aksını izlemeye çekiliyoruz.

Sırtımı bir kayaya verip karşımdaki devasa kayaçtaki insan portrelerinin anlattığı hikayeleri dinliyorum. Kendi hikayeme benzettiğim sancılı bir kadının hikayesini dinliyorum bir süre. Sis geliyor, her yer kapanıyor ve soğuyor etraf. Soğuk, çok soğuk. Dışarıda durmanın imkanı yok. Erkenden uyuyoruz. Su sesinde uyku. Erken yatınca erkenden de güne başlıyoruz. Kapılı Göller'deki çadırlarımızı toplayıp Tatos Gölü'ne sırt çantalarımızla yürümeye başlıyoruz. Sert bir iniş sonrası, güldür güldür akan bir derenin içinden geçerken ayaklarım sırılsıklam.
Çadırlarımız toplandı, Kapılı Göller'den Tatos Gölü'ne yürüyüş başlıyor

Dereden maşrapama su doldurup dağların şerefine kaldırıyorum. Hey özgürlük! Verçenik Yaylası gözüküyor, biz oraya varmadan yukarı vuruyoruz. Tırmanış sonrası vardığımız çukurda Verçenik zirve tüm ihtişamı ile karşımızda.
Ulaşılamayan zirve; Verçenik

Vadilere dolan sisler

Yayla çiçeklerinin dünyasında biz

Ah! Ah! Bu güzellik...

Küçücük dereciğin üstünden hop!

Küçük küçük gölcükler geçiyoruz, binbir çiçekli yaylalar... Adalı Göl'ü, göllere yansıması vuran karlı dağları geçiyoruz. Uzun, yorucu bir yokuştan sonra Tatos aşıtına geliyoruz, 3000 metrede bizi cıvıl cıvıl kuşlar karşılıyor. İlk defa kuş sesi duyuyoruz. Aşıtta sis bastırınca Tatos Gölü'ne siste hiçbir şey görmeden iniyoruz. Gölün kıyısına vardığımızda gölün üstündeki buzlar çarpıyor gözümüze. Gölün buzlarının son tabakaları kalmış.
Adalı Göl

Çadırlarımızı kurup ekmek arası sucuğumuzu yedikten sonra yağmur çiseltisi hızlanıyor, çadırlarımıza girip öğle uykusuna geçmek zorunda kalıyoruz. Uykumuzun arasında yukarılardan kopan ve yuvarlanan bir taş sesiyle fırlıyorum çadırdan. Dışarı çıktığımda etraf sis, bir şey göremiyorum ama kopan kayanın sesi hızla yaklaşıyor. Diğer çadırdaki arkadaşları uyarırken kopan taş gelip çadırın birkaç metre gerisinde duruyor, neyse ki çok büyük değilmiş. Ama birkaç dakika yaşattığı korku bana yetiyor. Çadırın tentesine vuran çiseltilerin sesiyle siestaya devam ediyoruz. Hava biraz müsaade etseydi de nasıl bir yerdeyiz görebilseydik. Akşamüstü sis yavaştan dağılıyor. Sağımızda yükselen yalçın kayaların sisten kurtulmuş zirvelerini görünce ürküyorum. Göle hafiften dağların yansıması vuruyor ve yansıma büyüleyici.
Tatos Gölü, sisin kalkmasını bekleyiş

Tatos Gölü'nde karlı yansımalar, boyut içinde boyut gibi

Hüseyin Doktor'un Narkissos gibi kendine dönüşü

Gölün etrafındaki sis hafiften kalkınca karşı kıyıdan kara bir gölgenin kayalıklarda dolaştığını görüyoruz. Yalçın sisin içinden karşı kıyıya geçmiş ve bağıra bağıra Can Yücel'in "Aç" şiirini okuyor. Etraftaki eko kesilince şiirin bittiğini anlıyoruz ve bizden de karşı kıyıya bir alkış gidiyor.

Yalçın'ın Tatos yansımasıyla sisin içinden Can Yücel okuduğudur

Dakikalık hava geçişleriyle etrafımızdaki dağları bir görüyoruz bir kaybediyoruz. Barbunyalı makarna, yumurta ve soğandan yaptığımız piyaz ve Hüseyin Doktor'un etraftan topladığı tere tatlı otlardan yaptığı nefis salata... Dağ yaşantısında yaptığımız doğaçlama yemek denemeleri harikaydı. Yağmur, yemek yememize müsaade etti. Yemek sonrası hem yağmur hem karanlık hem soğuk dışarda eyleyebilmemizi çok olanaklı kılmıyor.

Herkes çadırına dağılıyor, az çadır taşıyalım, yükümüz hafif olsun diye biz üç kadın aynı çadırda kalıyoruz. Etraf sakin, sadece doktorların çadırından rakının gülüşmeleri geliyor, tam dalmışız ki altımızdan kayan matlardan dolayı birbirimizin üstünde uyuduğumuzu fark ediyoruz. Bir gülme de bizden kopuyor, artık toparla toparlayabilirsen geceyi.

Hüseyin Doktor hala rakı içiyormuş, sesimizi duyunca çadırımıza geliyor. Muhabbet, harf oyunları, kahkaha... Muhabbet biraz daha sürdükten sonra herkes dağların ve sisin ıssızlığında uykuya çekiliyor. Sabah 04.30'da uyandığımızda etraf pırıl pırıl, dağlar ve göl, yansımalar harika bir tablo oluşturuyor. Bu eşsiz tablonun içinde çadırlarını toplayan bizler. Malzemeler toplandıktan sonra bir şeyler atıştırıyoruz. Artık kervanın yola düzülme zamanı, şöyle bir arkaya baktığımızda birçok güzelliği ve anıyı geride bırakmanın burukluğu. Halk dansları, küçük bir grupla koro denemesi, şiirler, kolektif öykü oluşturma denemeleri, yoga duruşları ve bol kahkaha...Ha bir de dört kişinin Tatos Gölü'ne renkli kâğıtlara yazıp bıraktığı dilekleri...

Çantalar yüklenildi, tek sıra halinde gölün kıyısından yola koyuluyoruz. Tatos Gölü'nde yansımalar... İçimde garip bir burukluk, kendimize ve doğaya yabancılaşmış bir yaşamı sürdürdüğümüz şehre geri dönecek olmanın burukluğu ve huzursuzluğu...
Sabahın seherinde tekrar yola düşüyoruz

Sabah etrafımızı bütünlüklü görme fırsatımız oluyor

Emine ile en arkada yürüyoruz. Emine ile şehir yaşamında çok bir paylaşımımız olmuyor ama doğadaki coşkumuz, hüznümüz, sevgimiz birbirini çok besliyor. Doğadan ayrılıyor olmanın hüznüyle kaç çiçeği öpüp kaç küçük derenin akışına şaşırıyoruz bilemiyorum. Emine ile doğadan ayrıntıları birbirimize göstererek yürüyoruz, daha doğrusu yürüyemiyoruz.
Artık dönüş yolu başlıyor

Bu köpüklü dereler böylesine insanlardan uzak kendi halinde akıyor

Sisin içine bir dalıp bir çıkıyorsun

Çiğ, sis, yağmur, kar, dere suyun beş hali, hepsi birbirinden güzel

Öpülesi damlalar

Günlerdir doğanın içinde olmamıza rağmen her akış her renk her biçim bizi şaşırtıyor. Nazım'ın şiiri düşüyor aklıma;

Ve dünya öyle büyük,
Öyle güzel
Öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların türküsü dinleyebiliriz...


Yaşamak ne güzel şey
Taranta Babu
Yaşamak ne güzel şey.

Niye bu kadar güzel, bu kadar sonsuz bir gezegeni paylaşamıyoruz. Bu savaşlar ne için? Şehirlerdeki üretim ve sömürü ilişkisi... Emeğin naifligi ve ezilmişliği... Bu çelişki ne zaman sona erecek? Oysa barış içinde özgürce, dans ederek, şarkı söyleyerek yaşamak mümkün. Doğadayken bunu daha iyi anlıyorsun, doğa da zaten sana bunu söylüyor. Ah! İktidar hırsı. Bir yanda doğanın güzelliği bir yanda toplumsal çelişkiler.


Sonra derelere bakıp "su akar yolunu bulur" diyorsun. Belki kafandaki sorulara cevap veremediğinden. Küçücük ama güzeller güzeli çiçekler, devasa dağlar... ve içinde ne kadar küçüğüz. Ama insan o lanet olası aklıyla kendini öyle bir merkeze koymuş ki ve zanneder ki "tüm her şey onun için." Oysa sen de bu sonsuz döngünün küçücük bir parçasısın.

Bazen acıların içine öylesine gark oluruz ki belki de böyle zamanlarda bu dağ başlarındaki papatyaları düşünmek lazım, akan dereleri, otlayan koyunları, parıl parıl parlayan yıldızları. .. Ah! Bu dönüş yolculuğu çok iyi geldi bana. Doğa muhteşem, iç dünyam muhteşem ve hiç bitmeyebilir bu anlar. Bu dönüş yolculuğu içsel bir yolculuk oldu benim için, Emine ile yaşadığımız ve büyüttüğümüz...


Bir yaylaya geliyoruz, ahıllar, ahıllarda koyunları sağan çobanlar... Sahi bayram bu sabah, çobanlarla bayramlaştık. Yayladaki köyün içine yürüdük. Dağdan inen halimizle bizi karşılayan bir Hemşinli, sanırsın ki bayram misafiriyiz, masa kuruluyor, çaylar, tereyağlı un helvası, baklavalar. Köy evine girdiğimde Sümbül Ana kümbetin üzerinde bayram yemeklerini pişiriyor, ben de yediklerimizin içtiklerimizin bulaşıklarını yıkıyorum. O arada muhlama yapalım mı? diye soruyor. Çok sevdiğim için çok seviniyorum. Ama bizi almaya gelecek olan dolmuş erkenci, bulaşıklar da yarım kalıyor muhlama düşü de.
Bir ahılın bayram sabahı hali

Küçük bir dere evlere ulaşır ve biz de yolun sonuna

Fırtına Pansiyon'a iki saate yakın yolumuz var. Hemşin ezgileri ve eşsiz doğanın doyum olmayan keyfi ile Fırtına Deresi'nin kıyısındaki Fırtına Pansiyon'dayız. Büyülü bir yolculuğu bitirmenin hüznü...
Ve Karadeniz müzikleriyle döndüğümüz yollar

Ve tekrar Fırtına Pansiyon, Şenyuva İlkokulu

Rize'ye kadar dört arkadaş gidiyoruz. Bir öğle yemeği sonrası ben ayrılacağım. Yemek yemeğe oturduğumuzda şehirden, kalabalıktan afallıyoruz. Doğada güldüğümüz, eğlenceli halimiz gitmiş yerine kekeme, yabancı, birbiriyle iletişim kuramayan bir hal gelmişti üstümüze. Neyse ki bu halimize çok tanıklık etmek zorunda kalmıyoruz, ben ayrılıyorum arkadaşlardan. Çok umut vaad eden bir ekiptik, inanıyorum ki başka rakımlarda ve rakılarla bizden halay ekipleri, korolar, 3. Yeni şiir akımı ve yoga seansları çıkacak. Emeği, bilgisi, varlığı, deneyimi ve coşkusu ile bu paylaşımlara güzellik katan gezginlere teşekkürler.

Ve Heraklitos ateşe işaret ederken ne kadar da haklıymış.







11 Mayıs 2018 Cuma

Kafka'nın izinde... Prag/ Çek Cumhuriyeti

Ağustos 2015

Viyana'dan Prag'a gece otobüsüne biniyoruz.  Sabah erkenden Prag'tayız. Sabah 4.30'da toplu taşıma araçları çalışmaya başlayınca Pavel'in adresine giden otobüse biniyoruz.  Couchsurfing'den belki 50 kişi ile yazıştıktan sonra son anda davetimizi kabul eden 46 yaşındaki eczacı arkadaş, Pavel. Sabahın 5.30'unda uykusunu bölüp gelip bizi duraktan alıyor. Evi ile ilgili bilgi ve evin anahtarını verdikten sonra biz uyumak için odamıza çekilirken o da  işe gitmeye hazırlanıyor. Tanıştığımız ilk andaki bize güveni çok hoş. Teşekkür ettiğimizde bu Couchsurfing'in ruhu diye cevap veriyor. 

Akşam üstüne kadar güzel bir uyku çekiyoruz. Sonra şehirdeyiz. Gördüğümüz bir kilisenin görüntüsüne kapılıp tramvaydan atlıyoruz. Sonra yürüyerek eski şehrin yolunu tutuyoruz. Meydanlardan geçiyoruz,  heykellerle süslenmiş devasa binalar görüyoruz. 
Tramvayla geçerken görüp de indiğimiz kilise

Çekoslavakya zamanından binalar

Yabancılaşmış modern insanın başka canlıları da yabancılaştırmak adına doğal ortamından çıkarıp şov malzemesine dönüştürmesi

Eski Prag'ın merkezine yaklaştıkça kalabalık da artıyor, meydana geldiğimizde envai çeşit performans gösterisi ile karşılaşıyoruz. Bu meydan aynı zamanda Kafka'nın okulunun, babasının dükkanın, yaşadığı birkaç evin bir arada bulunduğu bir meydan ve bu yüzden Kafka Meydanı da deniliyor. Yani kısacası Kafka'nın mahallesi...

Ama gel gör ki bu kalabalıkta Kafka'nın ruhunu hissetmenin imkanı yok. Eğer Kafka yaşadığı evlerin birinin penceresinden bu meydana baksaydı, kendisini hamam böceği gibi hissetmesi işten bile değildi. Bir turist akıntısının içinde sürüklenirken fena halde bunalıyoruz. Ama farklı bir eylem belirlememiz de çok mümkün görünmüyor. Biz de Kafka'nın tiksintiyle bakacağı o güruhun içinde yerimizi alıyoruz. Her şeyi turistik bir malzeme olarak tüketen ve yabancılaşmanın bir sürü psikolojisi şeklinde ortalığa saçıldığı bir insan topluluğu... Kafka'nın okuduğu okulun önünde caz müzik yapan gençler var. Sergilenen performanslar içinde bize en hitap edeni, biralarımızı alıp meydana oturuyoruz biz de. Müzik güzel geliyor, dinliyoruz bir kaç saat. 
Kafka Meydanındaki Astronomik Saat

Kafka'nın okulu ve caz, kendimizi en ait hissettiğimiz bir etkinlik oluyor

Bu da Kafka Meyda'nında caz dinlerken mutlu bir anı olarak burda kalsın

Caz dinletisi sonrası, biralarımız da bitince meşhur Karlov Köprüsü'ne yöneliyoruz. Köprünün iki yanı dini heykellerle süslü ve köprünün üstü performans gösterisi yapan ve  onları izleyen kitlelerle dolu. Köprü üzerindeki insan seli milim milim ilerliyor, çok bunaltıcı. 

Gece eve geç gidiyoruz nasıl olsa anahtarımız var diye. Pavel'in kızları gelmiş tanışıyoruz. Odamız güzel,  keyfimiz yerinde Pavel erken işe gittiği için evde yalnızız,  istediğimiz zaman kalkıp evden çıkabiliyoruz. Eve yakın bir yerde ucuz bir market de bulunca değmeyin keyfimize. Bira 2 TL,  Çeklerin meşhur likörü Becherevka da uygun fiyata, bir limonlu likor alıyoruz.  Kahvaltılık malzemelerimizle akşamüstü nehrin ortasındaki adalardan birine kahvaltı yapmaya gidiyoruz. Etraf park performanslarıyla dolu,  bir Budist bizden bağış koparmaya çalışıyor. 

Karlov Köprüsü'nün giriş kapının kulesine çıkıyoruz,  köprüye ve şehre yukarıdan bakma fırsatımız oluyor. Kuşbakışı baktığımız yerlerin içine dahil olup makrodan mikro bakışa geçiyoruz. Köprünün üstünde oturup limonlu likörümüzü açıp köprü üstü müziklerinde keyif yapıyoruz.
Karlov Köprüsü giriş kulesinden

Karlov Köprüsü Kulesinden

Prag'a kuleden bir bakış

Karşımızda farklı bir tasarımla, kadehlerin içine su doldurup kadehlerin ağzında parmaklarını gezdirerek klasik müzik çalan bir abiyi dinliyoruz. On iki yıl önce geldiğimde de bu abi, yine bu köprüde müzik yapıyordu.  

Hava çok sıcak, yürüyerek kaleye çıkıyoruz,  kaleden manzara güzel. Kafka'nın Şato adlı eserini yazarken esinlendiği katedral ise kapalı. Kale içinden Prag'ı seyredip nehir kıyısınca yürüyoruz.

Kale içinden Prag


Eski ve yeni Prag

Kale içinin Arnavut kaldırımlı güzelim sokakları

Daracık sokaklar, çok güzelsiniz, ah!

Letna bira bahçesine çıkıyoruz. Prag manzaralı ormanlık bir alanın içinde devasa ağaçların altında, göz alabildiğine uzanan bir alana karşılıklı oturmalı bankların atıldığı ve insanların iş çıkışlarında tıka basa doldurduğu bira bahçeleri. Çok kalabalık, bir yerlere sığışıyoruz. Çok kalabalık ama buna rağmen kendi başına vakit geçirebileceğin bir alan yaratıyorsun, bahçede uzun soluklu ve muhabbetli oturuyoruz. Birayla da limonlu likörü karıştırmışız, keyfimiz yerinde. 
Nehir ve şehir manzaralı bira bahçeleri

Eve dönünce Pavel ile ilk defa muhabbet etme fırsatımız oluyor. Keyifli biri, güne öğlende başlayıp Pavel'den ayrılıyoruz. Prag'taki bu insan kitlelerinden kaçmak için bir kaç günlüğüne çadır kurabileceğimiz bir kamp alanına gidiyoruz. Nehir kıyısında bulduğumuz, daha doğrusu Bratislava'da Katarina'nın bizim için bulduğu bir kamp alanı. Bu kamp alanının nehir üzerindeki yapay kano ve rafting parkuru için yapıldığını ve insanların bu sporları yapmak için gelip burada kamp kurduğunu anlıyoruz. Biz de çadırımızı bir gölgeye kurup tekrar şehirdeyiz. 
Kamp alanındayız

Karlov Köprüsü'nden geçip Kafka Müzesine gidiyoruz. Müze 10 yıllık bir geçmişe sahip. Kafka'nın el yazıları, çizimleri, çocukluğuna ve sevgililerine dair fotoğrafları var. Şehrin kalabalığından kaçıp Kafka'nın ruhunu hissetmek çok iyi geldi. 
Ah! Can!

Kafka çizimleriyle insanın halleri

Sokaklarda dolaşıp biraz, kamp alanına döndük erkenden. Sporcular yatmıştı. Biz de çadırımızın yanına çektiğimiz ahşap bankta Becherevka likörümüzü içerek muhabbet ettik. Sabah erkenden güneşin çadırın içine vurmasıyla, matları ve uyku tutumlarını alıp bir ağaç gölgesinde uykumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Gün aydınlanınca fark ettik ki mat ve uyku tulumuyla yatan bir çok genç var. Kahvaltı ve ardından çamaşır saati... Çamaşırlarımızı bir çeşmenin bakır yalağında yıkayıp ahşap bankın üstüne kurutmak için de atınca günlük işimizi bitirmiş oluyoruz. 
Kamp alanında yalakta çamaşırlarımızı yıkarken

Güneşin böğründe kuruyan çamaşırlarımız

Yeni bir günün yeni bir şehir turu. Bira müzesine gittik. Çeklerin envai çeşit birasının arşivi, 1300 yılından bu yana. İşkence müzesi vardı,  işkence aletlerinin sergilendiği, kararsız kaldık ve girmedik. Toplu taşıma araçlarını o kadar özgürce kullanıyoruz ki atlayıp bira bahçesine gitmeyi tercih ediyoruz. Akşamı şehri kuşbakışı seyrederek karşıladık. Prag'ta son günümüz, günlerden pazar. Şehre inmeyip de pazar keyfi yapıyoruz kamp alanında. Öğlene kadar ağacın gölgesinde uyuyup,  uzayan bir kahvaltı, nehir kıyısında bir akşamüstü gezintisi ve kamp alanında mangal ateşi ile son günümüzü bitiriyoruz Prag'ta.
Prag'ın bira belleği
Daha sonraki yolculuklarımız için öneriler yazıyorum kendime. 

*  Çok fazla ülke gezmemek. Tam bir ülkenin ulaşım ağını,  para sistemini öğreniyorsun, haydi başka bir ülkeye geçiyorsun. Bizim mantığımız da şöyle çalışıyor; Shengen vizesi almak için 350 Euro vermişim, gitmişken birçok yer göreyim. 

*Bir de kalmak için Couchsurfing'i tercih edeceksen insanlara iki geceden fazla davet gönderemiyorsun. Üç gece çok fazla,  özellikle insanlar Avrupa'da ya küçük evlerde yaşıyor ya da ev arkadaşları oluyor. Büyük şehirlerde insanların günlük rutinini aksatmak da seni rahatsız ediyor. O yüzden kaldığımız evlerde iki gece üç gün geçirelim mantığı güttük ama mantığımız çok da işlemedi.

* Turistik şehirlerden, yerlerden uzak dur. O şehrin ruhunu hissedemiyorsun. O turist güruhunun içinde sürüye kapılan birine dönüyorsun sen de. Kafka'nın izinden gelmiştik, Kafka bir yana Prag'ın ruhunu bile hissedemedik.

*Gezmek için workaway'i kullanmak daha mantıklı. Barınma, yeme içmeyi onlar karşılıyor,  sen de günde beş saat çalışıyorsun,  o kültürü daha iyi tanıyorsun,  bir hafta veya on  gün kalma durumun olabiliyor,  çalışma saatleri dışında zaman senin.

* Yazın sıcak bölgelerde gezmek bana göre değil,  sıcaktan algım, ilgim tamamen kapanıyor dış dünyaya dair ve her şeyden şikayet eden birine dönüyorum. Sömestr tatili gezmek için daha ideal gibi görünüyor.





9 Mayıs 2018 Çarşamba

kelebekler evinde kelebekler gibi hafif olmak; Viyana /Avusturya

Ağustos 2015


Bratislava tren istasyonunda treni beklerken Erbilli bir Kürt arkadaşla tanışıyoruz,  bir saatlik kısa bir yolculukta pek muhabbetimiz olmasa da Viyana'ya girince bize çok yardımcı oluyor.  Metro hattı çok karışık ve elimizde daha önce Gerze'de Couchsurfing davetiyle ağırladığımız Mira'nın adresi. Erbilli arkadaş ısrarla eve davet ediyor bizi, Kürt misafirperverliği ile Viyana'da da karşılaşıyoruz. Sağ olsun ineceğimiz durağa kadar bize eşlik ettikten sonra gecenin bir vakti nereye gideceğimizi bilmeden kalıyoruz. Bir pizzacı görüp birer pizza yiyelim derken abi Türk çıkıyor hem pizzadan para almıyor hem de adresi bulmamızda yardımcı oluyor. 

Mira, Viyana Üniversitesi'nde müzik öğrencisi, odasında bir sürü enstrüman. Gerze'de erkek arkadaşıyla birlikte 2 gece bizde ağırladığımızda bize ukulele çalmıştı. Bu yolculuk biraz iade-i ziyaret gibi oldu. Görüşmeyeli yaşamımızda değişen şeylerden bahsediyoruz. Mira annesi ile Hindistan'a gitmiş,  bir ay kalmış. Annesi 1960'li yıllarda Viyana'dan Hindistan'a otobüsle yolculuk yapmış, çocukmuş o zaman. Şimdi de annesi 50li yaşlarında ve hala Hindistan yollarında. Mira'nın Hindistan fotoğraflarına bakıyoruz; inekler, filler, tapınaklar, rengarenk kıyafetler... Gece epey ilerlemiş fotoğraf bakarken bir yandan da Bratislava'dan getirdiğimiz şarabı içiyoruz. 

Mira'nın sade bir kahvaltısıyla güne başlıyoruz. Mira görülebilecek yerler konusunda haritadan gerekli işaretlemeleri yapıyor bize. Şehre indiğimizde devasa tarihi binaların içine düşüyoruz. Her yan tarihi bina, yavaş yavaş tarihi binaları anlamlandırmaya başlıyoruz. Restorasyonda olan devasa bir kilisenin etrafında dolaşıyoruz, belediye binasının içini dışını geziyoruz, çok görkemli bir bina. Belediye binasının dışına dev bir ekran konulmuş ve Viyana Film Festivali'nin afişleri her yanda aynı zamanda dans festivalinin afişleri de...
Etrafını tavaf ettiğimiz kilise

Viyana Belediye binası

Viyana Belediye binasının içi

Belediye binasının iç avlusu

Viyana aklımızda hep sanatsal aktiviteleri ile meşhur bir şehir olarak vardır ya gerçekten de öyle. Parlamento binası karşımıza çıkıyor, sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma saraylar, müzeler...
Parlamento binası

Yine dış cephesi restorasyonda bir kilise

Tarih müzesinin fiyatı 50 TL idi, hem o parayı vermek istemedik hem de bir günümüzü müzede geçirmek istemedik. Geçen yaz Moskova ve Petersburg'da o kadar çok müze ve kilise gezdik ki, çok farklı eserler olmasına rağmen müze gezmek, kilise gezmek cezbetmiyor artık. Bir de müze gezmek ciddi bir tarih, sanat tarihi, din tarihi bilgisi gerektiriyor.  Eğer böyle bir birikimin yoksa belli bir süreden sonra her eser aynılaşıyor ve içeriğe duyarsızlaşıyorsun. Bir günde yüzlerce eser izlemek, anlamlandırmak ve o eserlerin senin birikiminde bir yerde anlam bulması ciddi bir zaman, zihinsel ve duygusal emek gerektiriyor. Kendimi de bu emeği harcayabilecek güçte hissedemedim. Müzelerin dıştan görüntüsü ile yetindik. 
Evrim Müzesi

Tarihi binaların hepsi birbirine yakın bölgedeydi.  Bir çoğunu görme fırsatımız oldu. Binalar çok görkemli,  binaları ayakta  tutan sütunlar çok estetik, binaları süsleyen heykeller çok gerçekçi ama belli ki yine kralların iktidarının simgesi için her şey. Kraliyet kendi gücünü göstermek için yaptırmış bu sarayları. Bu sarayların ihtişamı ile de halkı sustursun, ezsin diye. 500 yıl sonra bile bu binalar görkemiyle seni eziyor. Kralların kışlık sarayının bahçesinde oturuyoruz bir süre, şimdi Başbakanlık çalışma ofisi olarak kullanılıyormuş. Öyle göze çarpan bir güvenlik önlemi yoktu. Herkes bahçesine yayılmış kendi keyfince aktivitelerinde; güneşlenen, spor yapan, oyun oynayan... 
İmparatorluk döneminden  kışlık saray, şimdi Başbakanlık çalışma ofisi

Ama Viyana'da beni en çok heyecanlandıran Kelebekler Evi oldu. Okumuştum bir yerlerde ama nerede, nasıl bulacağımıza dair bir fikrimiz yoktu. Derken ansızın karşımıza çıktı, önünde kokteylli bir düğün,  düğünün kalabalığının arasından geçiyoruz. Camdan bir sera ve envai çeşit kelebek... Kimseler yok, Yalçın'la ikimiz keyfimizce dolaşıyoruz. Kelebekler üstümüze konuyor. Sonra anlıyoruz ki düğün için mekân kapatılmış ve masaları sonradan dışarı çıkarmışlar ve biz de böyle bir anda girmişiz. Normal zamanda girseydik hem ücret ödeyecektik hem de bir turist güruhu ile gezecektik. Çok keyifli oldu işte böyle.
Cam sera

Kelebekler Evi

Onlarca kelebekten biri

Birbirinden farklı kelebekler

Bu da siyahlı ve mavilisi

Akşam Mira'nın evinin yolunu tutuyoruz. Mira sabah Hollanda'ya yola çıkacak,  onun hazırlığında. İki ev arkadaşı daha var. Viyana'da oda kiralanıyormuş. Mira bir oda için 1000 TL gibi bir ücret ödemiş. Oda kiralayanlardan biri erkek, hiç tanışmadıkları biri. Diğeri de İspanyolca öğrencisi genç bir kadın. Yani kızlı-erkekli birbirini hiç tanımadan kalabiliyorlar.  Hatta ev sahipleri aynı evi kızlı-erkekli kiraya verebiliyor.  Bizde cinsellik gerçekten ciddi bir sorun hatta bir saplantı. Cinselliğimizi dinsel ve kültürel baskıdan sıyrılıp yaşayamadığımız sürece  iki cins yan yana geldiği sürece hep cinselliği düşüneceğiz. Yani ateş ile barut yanyana durmaz hesabı. Zaten toplumun geneli olarak düşünebildiğimiz bir şey var mı? Ülkedeki taciz, tecavüz oranları da bunu göstermiyor mu? Avrupa'da ergenlik ile birlikte cinsellik baskı olmadan yaşandığı için insanlar çok daha farklı uğraşlara yönelebiliyor. Mira sabah erkenden Hollanda yolculuğu için çıkmış, bizi de ilerleyen saatlerde ev arkadaşı uğurladı. Evin yanında bulunan büyük bir parka kahvaltılık malzemelerimizi alıp gidiyoruz. Büyük bir ıhlamur ağacının altında kahvaltı için oturuyoruz ama öyle huzur verici ki ortam, saatler geçiyor. Bizim gibi parkın derin huzurlu ortamına kapılan birçok insan var. 
Parkta yeşillikler arasında kahvaltımızı yaparken

Sırt çantalarımızı yüklenip yola düşüyoruz. Şehirde tarihi binaların arasındayız. Toplu taşıma araçlarına ücretsiz olarak bindiğimiz için tramvaya atlayıp etrafı göre göre gidelim istiyoruz. Tuna Nehri'nin olduğu yöne giden bir tramvaya atlıyoruz. Tuna Nehri şehrin bir hayli dışında. Nehrin kıyısında 11. Afrika Kültür Festivalinin içine düşüyoruz. Yemek, içmek, dans, giyim, müzik, spor stantları ve etkinlikleri. Hatta bir bölgede develerle bile geziyorlardı. Nehrin kıyısına oturup akşam yemeği için makarna hazırlıyoruz. Nehirde yüzenler, nehrin diğer kıyısından gelen tam tam sesleri ile süren büyük bir grubun performansı. Bir hayli keyifleniyoruz.
Tuna Nehri'nde etkinlikler

Akşam yemeği hazırlıkları


Akşam yemeğimiz

Bir ara buraya kamp atıp bir geceyi Afrika kültürü içinde geçirmenin hayalini kuruyoruz. Ama gece için Prag'a otobüs biletimiz var. Afrika ritmleri ile akan Tuna Nehri'ni istemeye istemeye bırakıp Prag otobüsünün yolunu tutuyoruz.











Annapolis / Maryland / USA

9 Ağustos 2020 Türkiye’ye dönmeden önce, Amerika’daki bir yıllık yaşamımın son günlerinde ve Covid-19 pandemisinin ortasında toplumsal hayat...