22 Ocak 2015 Perşembe

Haydarpaşa'dan kalkan Pamukkale Expresi'nin son seferi; Hatay için

                                                              
  







23 /07/ 2008
Pamukkale Ekspresi

Özgür ve Pınar Diyarbakır’dan tanıdığım, daha önce de Diyarbakır’dan Adıyaman'a keyifli bir yolculuğu paylaştığım arkadaşlarım. Özgür on güne kalmaz askere gidecek ve son olarak birlikte vakit geçirebilmek için İskenderun'a gidiyoruz.
     
Haydarpaşa’dayız, güzel bir akşamüstü ama Haydarpaşa'nın keyfini çıkaracak gibi değiliz pek, Avrupa yakasından koştura koştura gelmişiz, önceden tren bileti almamışız, İç Anadolu Mavi trenine son -iki kişilik yataklı- bir kompartıman bileti kalmış ve biz üç kişiyiz. Neyse o yataklı kompartımanın biletini aldık, kondüktöre bir şekilde derdimizi anlatırız düşüncesiyle. Tren kalkmak üzere ama biz kondüktöre durumumuzu kabul ettiremiyoruz. İnmek de istemiyoruz, bir şekilde Adana’ya kadar gitmemiz gerek. Ama inmek zorunda kaldık. 

Haydarpaşa’da da öylece kala kaldık, nasıl yapacağız da İskenderun'a gideceğiz. Tren çizelgemizi çıkarıyoruz, çeşitli bileşkeler kurarak bir yol buluyoruz. Birazdan kalkacak olan Pamukkale Ekspresi ile Afyon’a gideceğiz, Afyon’da birkaç saat bekleyip Meram Ekspresi ile de Konya’ya geçeceğiz. Sonrası belirsiz.

Bugün Pamukkale Ekspresinin son seferi. Bunu biliyordum ama bu son seferin içinde olacağımı hiç tahmin edememiştim. Pamukkale Ekspresi Haydarpaşa’dan son defa hareket edecek, Denizli’ye gidecek ve bir daha dönmeyecek. Birçok ekspres gibi Pamukkale Ekspresi de tarihe gömülecek. Hareket saati geldi, hüzünlü, cılız, yenik bir düdük sesi kaplıyor Haydarpaşa’yı, bu Pamukkale Ekspresinin Haydarpaşa’ya vedası. Bedenim trenin içinde olmasına rağmen, ruhum Haydarpaşa’da kalıp Pamukkale Ekspresinin arkasından kayboluncaya kadar el sallıyor. Haydarpaşa, Özay Gönlüm’ün de türkülerinde kullandığı o güzelim Ege ağzını kaybetti. Artık Ege ağzı ile konuşan insanlar dolaşmayacak Haydarpaşa’da, son trenleri şimdi gitti…
Ey benim canı gönülden kursağımın incisi, gözümün zencisi, gıymatlım, çılbağım, bağrıyanığım, yetimim, elimin asası, gönlümün tasası, evlerin yakışığı, gızların aşığı, çorbamın kaşığı, bidanem yavrım benim. nasılsın bakem, eyi misin? eyi olman için dağları taşları, kurtları kuşları, her şeyi yaratanıma dua edip oturuyom gari. sen de benden, gözü yolda, bağrı yufka ninenden sorarsan, şükürler ırabbıma eyiyim. sen yavrımdan başka heç bi tasam yok, anlat, köyün içinde ne kadar havadisler varsa hepiciğini yazın deyon. bizim köyün çobanı mustafaali aben var ya, malları güdüvemeyo gari. zebebi de, geçenlerde iraz kızın kına gecesinde karılar toplandık, çengiler, çalgılar başladılar ünleşmeye, tüm garılar oynadılar gari. tam mustafali abeyinin garısı ayşe'ye gelmişti sıra, oyneycem diye kalkıvediydi, çengiler, çalgılar da susuvemedi mi, karıcağız ortalıkta sinek gibi kalıkaldı. sona ağlaya ağlaya eve gelmiş gari, ''biz çoban karısı olduysak, insan değil miyiz'' diye. mustafali abeyin de 'gız karı ne ağlıyon''demiş, o da anlatıvemiş.(1)

Pamukkale Ekspresi Son Seferi İçin Hareketi Bekliyor…    
      
                                                            
Gün Sapanca Gölü’nde Batıyor…

Yaz tatili benim için dinlenmekten çok zihin yorgunluğu oldu, zihnimde coğrafyalar birbirine karıştı; Toros Dağları Yıldız Dağı ile kardeş oldu, Fırat Nehri Meriç Nehrine karıştı, Konya Ovası Mezopotamya’ya eklendi. Yorulmuş zihnimde Anadolu coğrafyası başkalaşmaya başladı, Anadolu coğrafyası zihnimde başka bir jeolojik dönem yaşıyor sanki. Nehirler, dağlar, ovalar, insanlar, farklı kültürler… Bir Rum evinden çıkıp bir Ermeni evine giriyorum. Bir camiden çıkıp bir havraya, bir havradan çıkıp bir kiliseye… Muhabbetçilerim de Anadolu’da yaşayan tüm halklar... Anadolu tarihi ile coğrafyası ile ne kadar da bereketli. Ne de olsa bu coğrafyanın en eski Ana Tanrıçası Kibele’dir. Bereketin ve doğurganlığın simgesi.   

Ne zaman dalmışım bilmiyorum, gözlerimi açtığımda bir gün batımı yaşanıyordu. Gün hangi coğrafyada batıyordu çıkaramıyordum, sabahları kalktığımda “hangi kentteyim?” diye sorduğum çok olmuştur kendime. Yine o anlardan biri, evet bir göl, Sapanca Gölü olmalı.

Gecenin bir vakti Beşiro’nun Elfida adlı şarkısına uyanıyorum. Son gittiğimde Diyarbakır sokaklarında bangır bangır çalan hüzünlü bir şarkı. Hüzünleniyorum, Diyarbakır düşüyor aklıma gecenin bir vakti.

Afyon Garında iniyoruz. Pamukkale Ekspresi Afyon’da bizi indirdikten sonra Denizli’ye son kez gitmenin hüznünde… Elveda Pamukkale Ekspresi…

Karanlığın içinde bir türlü gelmeyen sabahın kahvaltısını yapıyoruz; simit ve ayran ile
                                      kaymaaaaaaaakkkkkkkkkkkkk       
sesleri arasında.

Meram Ekspresi de sabah ile birlikte geliyor, Sapanca Gölü’nde batan güneş bizi Afyon’da karşılıyor. Akşehir Gölü’nün kıyısından uzun bir süre gidiyoruz. Güneşin ilk ışıkları altında, Akşehir Gölü bitiyor, Konya Ovası başlıyor. Göz alabildiğine dümdüz. Hasat mevsimini atlatmış Konya Ovası. Hasat mevsiminden geriye tarlalarda tellenmiş saman balyaları kalmış. Meram Ekspresinin son durağı Konya’da iniyoruz. Otobüse binip para verme taraftarı hiç değiliz, şehir dışına çıkıp otostop çekiyoruz. Bir petrol tankeri duruyor, iki kardeş Adana’ya kadar bizi bırakacaklar. Muhabbet ede ede, müzik dinleye dinleye, coğrafyayı seyrede seyrede gidiyoruz. Konya Ovası kuzeyde uçsuz bucaksızken güneyde Toroslar’a dayanmış. Adana’dan sonra otobüse atlayıp İskenderun'a geçiyoruz. Diyarbakır’dan arkadaşımız Koçero, bizden önce gelmiş ve şehirde bizi karşılıyor.

Dolmuşla İskenderun’un en yükseğine çıkıyoruz. Özgürler’in evi hem İskenderun hem de deniz manzaralı. Bahçeli, iki katlı bir evleri var. Bahçesinde birçok bitki ve hayvan. İnsanın içinde huzur bulabileceği bir mesken. Ev sakinleri de sanırım bu huzuru hissedip de vazgeçemeyenlerden. Bahçelerindeki bitki ve hayvanlardan birkaçı;


Canras

                                                                                                                            
Kudret Narı  

                                                                                            
Güvercinler 
                                             

Kanaryalar


Ev sakinlerinden İsa Amcanın İskenderun'daki ziraat bahçesinde şoför olması tüm aileyi hem hayvanlara hem de bitkilere yakınlaştırmış. Özgür’ün de babasından dolayı hayvanları tanıması çocukluk yıllarına dayanır. Özgür’ün yaşama dair ilk gözlemlerinde hayvanların anlamı büyük. İlk beslediği hayvanlardan bir tanesi ipek böceği olmuş. Hayvanlara karşı yaptığı muzırlıklar da yok değil;
—Karıncalar sıra oluşturmuş, kış hazırlıklarını zor bela yuvalarına taşırken ben elime bir tokmak alıp karınca kervanının geçtiği sabit bir noktaya vururdum, tabi karıncalar ezilirdi, ama çocuk aklımla savunmam hazırdı; onlara ben vurmuyorum ki onlar gelip benim tokmağımın altından geçiyor.

Şimdilerde ise ne zaman karıncaların komün halde çalıştıklarını görse kolay gelsin demeden geçmez.

—Bir gün bir arkadaşla plajdaydık, karabiber ağacında bir bitbiti (dut kuşu) vardı. Arkadaşıma “bak şimdi” dedim ve kuştan dahi büyük olan taşı bir attım, kuşa tam isabet etti, yanına gittiğimizde kuş ölmüştü, gözünden bir damla yaş geldiğini fark ettim, bir çocuk olarak arkadaşıma karşı ilk şovumu yapmayı düşünürken bir ahlaki sorgulama gelip düşüncelerimi sardı, o gün bugündür hayvanları incitemiyorum.

İsa Amca’nın da hayvanlar ve bitkilerle ilgili öykülerinin tadı doyulamayacak cinsten. Bu öyküleri kayıt altına almak istiyorum onun ağzından ve kameranın düğmesine basıyorum. Bir hikâye ile başlamak istediğini söylüyor:
Günün birinde aslan ile kedi arkadaş olmuş. Aslan kediye demiş ki;
—Ya arkadaşım sen benim sıfatıma çok benziyorsun, pençelerin, bıyıkların, suratın aynı ama neden çok küçüksün?
 Kedi demiş ki;
—Ah arkadaşım ben insanoğlu eli altında yaşıyorum o yüzden 
küçük kaldım.
Aslan;
—İnsanoğlu mu dedin, o da kim?
Kedi;
—İnsanoğlunu bilmiyor musun yoksa sen, gel sana göstereyim.
Yola koyulmuş iki arkadaş, önlerine bir boğa çıkmış. Aslan;
—İnsanoğlu bu mu? diye sorunca
Kedi;
—Yok canım, insanoğlu bunu kesip etini yiyor.
Biraz ileriye gidince bakıyorlar ki bir at. Aslan;
—İnsanoğlu bu mu? diye tekrar sorunca
Kedi;
—Yok ya, insanoğlu bunun üstüne binip gezmeye gidiyor.
Biraz daha ileriye gitmişler ki bir fil. Aslan filin gücünü de görünce;
—Tamam, insanoğlu bu olmalı, diye düşünürken
Kedi;
—Yok yok, insanoğlu buna tüm eşyalarını yükleyip diyar diyar dolaşıyor, deyince
Aslan insanoğlunu iyice merak etmeye başlamış, tam o sırada karşıdan 80 yaşlarında, kamburu çıkmış, eli bastonlu bir insanoğlu gelir. Kedi;
—İşte insanoğlu bu, deyince
Aslan şaşırarak inanmak istemez.
—Ben bunu hemen pençelerim ile parçalarım.
Aslan insanoğluna yaklaşır ve insanoğlunu güreşe davet eder, insanoğlu da;
— Ben senin methini çok duydum, ormanlar kralısın, ama ben kuvvetimi evde unuttum, bilseydim seninle karşılaşacağımı kuvvetimi yanıma alırdım, şimdi gidip alsam sen kaçarsın.
Aslan;
— Olur mu öyle şey ben seni görmek için geldim buraya.
İnsanoğlu;
— Tamam, gidip getireceğim ama kaçmaman için seni bağlayacağım.
İnsanoğlu aslanı bağladıktan sonra aslanı dövüyor, dövüyor, bayıltıyor. Aslan kendine geldiğinde ise karşısına geçmiş, kıs kıs gülen kediyi görüyor. Kedi;
— İŞTE İNSANOĞLU BU, diye cevap veriyor.

Aslında sonrasında anlayacağız ki bu hikâye bir günah çıkarmadır. İsa Amca uzun yıllar evinde ceylandan leyleğe, yılandan kekliğe, kurbağadan kanaryaya, köpekten güvercine birçok hayvanı sevgiyle bakmasına rağmen hayvanları inciten yanlarına dair üzüntüsünü bu hikâye ile dile getiriyor. “Cehenneme gidersem kuşlar yüzünden gideceğim.” diyor İsa Amca. Yaşamda başka hiçbir incitmişliğinin olmadığını ve sadece kuşları incittiği için cehenneme gideceğini düşünmesi ne kadar ilginç İsa Amcanın. Böylesine naif bir ruh…

Cehennemde cezalandırılacağını düşündüğü davranışlardan bir tanesi;
Bir gün Antakya'daki ormanları dolaşıyor İsa Amca, ağaçlarda Arap Bülbülü yuvası arıyor, evinde Arap Bülbülü beslemek için. Bulduğu bir Arap Bülbülü yuvasını ağaçtan indirip üç yumurtası ile birlikte eve getiriyor. Arap Bülbülü yumurtalarını evdeki kanaryaların altına koyup onları yetiştirmeyi düşünürken bir kedi gelip yumurtaları kapıyor ve o kuş yuvası yumurtasız, kuşsuz tüm yalnızlığıyla ortada kalıyor. 

Kuş yuvasını Özgür görünce darmaduman oluyor; kızıyor babasına. Özgür; “o yuva benim ibretim oldu.” diyor. “Yuvayı ilk gördüğümde gözlerim doldu; yuvadaki emek ve sevgi karşısında. Kuş ilk önce kurumuş ince dallarla yuvayı daire şeklinde örmüş sonra dışına yeşil dallar eklemiş hem yuvayı serin tutsun hem de gizleyebilsin diye, sonrasında da yumurtalarını yumuşak yere yapabilmek için zeytin ağacının çiçeklerini getirip yuvanın içine koymuş.”

Özgür babasının bu öyküsünü anlattı ve sonrasında yuvayı getirip gösterdi, gözlerim doldu kuşun emeği, yuvanın güzelliği karşısında. İnsanoğlu ihanet duygusuyla her güzelliğin içini boşaltırken kendi yuvasının içini de boşalttı. Böylesine manidar bir yuva anlayışı gün geçtikçe insanoğlundan uzaklaşıyor.


 İsa Amca’nın Yumurtaları İle Birlikte Ormandan Getirdiği Arap Bülbülü Yuvası 

İsa Amca hayvanlarla ilgili öykülerine devam ediyor, bu defa bir hayvana ihanetini değil de bir hayvanın ona ihanetini dinleyeceğiz. Onun ağzından dinleyelim;
— Bir gün Arsuz civarında balığa gitmiştik, bir baktık ki sahilde kocaman bir kaya, "acaba bir yerden mi düştü?" diye düşünürken bir çakal geldi ve kayanın etrafında dönmeye başladı.  Bir oraya koşuyor bir buraya koşuyor, kokluyor derken taştan bir kafa çıktı ve çakalı tuttuğu gibi denize sürüklemeye başladı, meğerse kocaman bir kaplumbağa imiş. Çakal bir bağırıyor, bir bağırıyor, dedik "gelin bu hayvanı kurtaralım, bizim de hayatımız tehlikede." Biz de kayığa bindik açıldık ve dönüp denizden çakalı kurtarmak istedik, kayığın küreği ile kaplumbağaya vurup çakalı bırakmasını sağladık. Çakal baygın bir halde yatarken kuyruğundan çekip kayığın içine koyduk, biz balık avlamaya başladık. Arkadaş, yarım saat sonra bu bir canlanmadı mı, başladı bizim üzerimize atlamaya, kalktık hepimiz suya atladık, çakal kayıkta tek başına kaldı, yav ne yapalım, başladık tekneyi sahile doğru itmeye, sahile yaklaştığımızda çakal kayıktan atladı, kaçtı, gitti.

İsa Amca muhabbeti hayvanlardan Antakya'nın coğrafyasına getiriyor. Amik Ovasında önceden büyük bir kent varmış, o kent suyun altında kalınca Amik Gölü oluşmuş. Çok fazla kuşun konakladığı bir göl haline gelmiş. Göçmen kuşların da avcıların da uğrak yeriymiş; insanlar tekneler dolusu ördek, sakarca, bıldırcın avlıyormuş. Amik Gölü’nün en büyük su kaynağı taşan Asi nehriymiş. DSİ, Antakya’ya havaalanı yapılacak diye ve Afgan mültecilere yer vermek için bu gölü kurutmuş. Şimdi Amik Ovası Anadolu coğrafyasında en bereketli yerlerden; mısır, pamuk, kavun, karpuz… her türlü sebze ve meyvenin ekimi yapılıyor.

Akşamüstü terasta hamağa uzanmışım Özgür’ün küçücük yeğeni de kucağımda uyuya kalmış. Üstümde salkım salkım üzümler, bülbül asmada ötüyor, karşımda Amanos Dağları ve akşam tüm ıssızlığı ile çökmekte.

Sabahın altısında Arsuz’a doğru yola çıkıyoruz, bugün zorlu bir gün bizi bekliyor. Yol boyunca dolmuşta Arapça konuşuyorlar. Höyük Köyü’nde iniyoruz. Arap-Alevilerinin yaşadığı bir köy. Samimi bir halk. Köyün içinden geçtikten sonra uzun bir süre tarla yolundan ilerliyoruz, tarla yolu bitince kocaman kayalar ve doğal havuzlar başlıyor.

3 saat boyunca o güneşin altında kah kayadan kayaya zıplayarak kah kayalardan aşağı kayarak kah tırmanarak kah havuzlarda yüzerek kanyonun ulaşmak istediğimiz yerine geliyoruz. Abartısız irili-ufaklı milyonlarca taş. Enfes bir coğrafya. Kocaman, derin bir havuza geldik, öğle yemeğimizi yeyip uzun bir süre uçurumun altında dinlendikten sonra havuz yüzülerek geçilecek ve koca bir kaya tırmanılacak sonra esas mekâna, yerkürenin hangi katmanından geldiği bilinmeyen, şarıltı ile dökülen sıcak bir şelaleye varılacak. Boyumu geçen derinliklerde yüzemediğim için ekipten ayrılıyorum. Havuz başında koca bir kayaya oturup doğayı dinlemeye başlıyorum. Sanki o an bana fantastik bir dünya açıldı, kayalarda farklı ifadelerde, farklı yaşanmışlık öykülerini barındıran, farklı coğrafyalara ait yüzlerce yüz görüyorum. 

Yüzlerdeki öyküleri yakalamaya çalışıyorum; gülen kızlar, yavrusu ile yüz yüze vermiş babasını bekleyen eksik bir aile, acı çekmiş bir işçi, fesli ve Faslı bir amca… ve daha yüzlerce yüz ve yüzlerce öykü. Yoksa insanlık tarihinin içinden geçen hiçbir yüz, yeryüzünden silinmiyor mu, bu şekilde kayalarda rüzgârın, suyun aşındırması ile tekrar tekrar mı yeryüzünde yüzünü gösteriyor? 

Issız doğa beni fantastik bir dünyaya çekiyor. Hava serinlemeye başlayınca yine geyikleri taklide başlıyoruz. 3 saat geriye dönüş, kanyonun çıkışına gelince son büyük bir havuz var, yüzüp de öyle çıkalım istiyoruz. Suya sırtüstü yattığımda, kararmış gökyüzünün içinde Venüs gezegeni parlıyor. Kayaların, gökyüzünün, suyun sessiz dünyası ruhuma iyi geliyor. Uzun bir süre dinleniyorum, suyun üstünde. Tekrar yola çıkma zamanı geldiğinde ayaklarım havuzda bir türlü ilerlemiyor, çabalıyorum çabalıyorum bir türlü karaya varamıyorum, sanki canlının sudan karaya çıkışının tüm sancısını ben yaşıyorum. Ve canlılığın evriminde sudan karaya geçişin ne kadar zor olduğunu anlıyorum. Karanlıkta Höyük Köyü’ne giriyoruz, insanlar balkonlarda. “İyi akşamlar” dediğimiz herkes bizi buyur ediyor. Ama vakit geç oldu. Eve o yorgunlukla zor atıyoruz kendimizi.


İçinden Geçtiğimiz Dereler  

                                                                                                                                                                 
Enfes Renkleriyle Kayalar 

                                                                                                
İçinde Yüzdüğümüz Doğal Havuzlar
                                                                             
                                                                                     
 Sıcak Şelaleler 

                                                                                                                                                               
Aralarından Geçtiğimiz Kayalar  

                                                                                           
Şaşkın Bakışlı Bir Anne

 Sabah tek başıma Antakya’ya yola çıkıyorum. Belen Geçidi, Amik Ovasını seyrettiğimiz teraslardan. Ovaya inene kadar manzara kuşbakışı görünümde. Yıllar öncesinin Amik Gölü’nü ve çeşit çeşit kuşu hayal ediyorum inene kadar. Asi Nehri kentin ortasından geçiyor, önceden üzerinde yapılan taşımacılıkla ticarete katkı sunan Asi Nehri, şimdi ise lağım kokutuyor kenti. Nehirleri bu hale de mi sokacaktı modern insan? Yeme çılgınlığının atıklarıyla nehirleri kirletiyor. 

 Kentin Ortasından Geçen Asi Nehri

Ulu Cami’nin avlusunda oturuyorum. Cami avluları oturup düşünmek için, zamanı, yaşamı dinlemek için en sevdiğim mekânlardan. Caminin bir odasında kuran kursu var. Kurstan fırfırlı uzun etekli, takunyalı kız çocukları çıkıyor. Takunya sesleri avluyu dolduruyor. Caminin imamı gözüküyor kapıda; bir elinde kızılcık sopası bir elinde cep telefonuyla, caminin kapısına yaslanıp lakayt bir şekilde telefonla konuşuyor. 



Ulu Cami’nin Avlusu    

Kalkıp çarşıya dalıyorum, şalgam içiyorum kana kana. 


Çarşıda Satılan Kurutulmuş Sebzeler

Ortodoks kilisesini geziyorum, oradan Habibiye Camii’ni, havra kapalı, havrayı gezemiyorum.



Ortodoks Kilisesi    

Farklı dinlerin barışçıl beşiği Antakya...


Katolik Kilisesi ve Arkada Sarımiye Camii

Çarşıda Kurşunlu Hanı’nı buluyorum. Hayvanların bağlandığı alt kattan, insanların konakladığı üst kata çıkıyorum. Beyrut, Şam, Mekke, Medine, Filistin, Lübnan’dan gelip de Anadolu’ya, İstanbul’a giden kervanların duraklarından bir tanesiymiş, Kurşunlu Hanı. Han işlevini kaybettikten sonra dükkânlardan oluşan çarşıya dönmüş. Harabe haline dönen handa bir Ali Amca kalmış eskiyi ahşapla uğraşarak yaşatan. Önceden üst kat mobilya yapan dükkânlardan oluşurken alt kat elek yapan dükkânlardan oluşuyormuş ama şimdi handa bir Ali Amca kalmış tüm anıların yükü ile. 55 yıl öncesinden kalma ahşap oymalarını gösteriyor ve küçük bir parça oyma ahşabı da bana hediye ediyor. 


Kurşunlu Hanı   
Geniş avluların dar kapılarla dar sokaklara açıldığı eski Antakya yerleşiminde dolaşıyorum, kimi kendimi kaybederek kimi kendimi bularak kimi de bir kapı açılsa da kapı aralığından geniş avlulardaki yaşamları görebilsem merakıyla...


Eski Antakya Sokakları

Asi Nehri’nin kıyısındaki Arkeoloji Müzesi’ne dönüyorum. Mozaik koleksiyonu bakımından dünyada ikinci sırada yer alan bir müze. Harbiye’den gelen mozaiklerle dolu. Mozaikler Helenistik, Roma ve Bizans Dönemi’ne ait. Son olarak bulunan mermer lahit de müzeye getirilmiş. Lahitin üzerindeki oymalardan lahitin içindeki kişiye dair bilgi elde edilebiliyor.

                                                                       
MS IV. yy.da Harbiye Bulunmuş Okeanos Tethys Mozaiği  

                                                         
Süslemeleriyle lahit

Akşamüstü Payas’a yola çıkıyoruz, Sokullu Külliyesini görmek için. Mimar Sinan'ın harika eserlerinden biri. Külliyeler; hac yolcuları ve kervanlar için inşa edilen; yolcuların, barınma, temizlik, ibadet, alışveriş ve en önemlisi de güvenlik ihtiyaçlarını karşılayan karmaşık yapılar. Özellikle İstanbul-Mekke güzergâhında günlük yürüme yolu mesafesinde birer külliye inşa edilmiş. Sokullu Külliyesi; kervansaray, pazar, hamam, cami ve medreseden oluşan büyüleyici bir Osmanlı mimarisi. Dönemin insanlarının canlılığı ile külliyenin içini doldurduğu zamanları görmek isterdim.



Sokullu Külliyesi’nin Çarsısı
                                     

                                                               
   Hanı  

                                                                                                   
                                 Hamamı


                                                                                           
Cami ve Medresesi
                                                             
Sabahın erken saatinde dört arkadaş yola çıktık, amacımız Asi Nehrinin döküldüğü Samandağ'daki Aknehir Beldesi’ne gitmek. Antakya’da Asi Nehri kıyısında Fransızlardan kalma parkta kahvaltımızı yapıyoruz. Antakya’dan Samandağ tarafına otostop çekerken Suriyeli bir taksi  şoförü duruyor, Hüseyin Abi. Çok cüzi bir miktara bizi gün boyunca gezdirebileceğini söylüyor. Asi Nehri Lübnan’dan doğup Samandağ’dan Akdeniz'e dökülen bir nehrimiz.



 Lübnan ve Suriye’yi Dolaşan Asi Nehri 

Biz de bir gün boyunca Harbiye’den Samandağ'a kadar Asi Nehri’ne eşlik edeceğiz. Asi Nehri, vadiyi resmen coşturmuş, yemyeşil her yer. Bir asma köprü çıkıyor karşımıza. Keyfimize diyecek yok.


 Asi Nehri Üzerindeki Asma Köprü  
Hüseyin Abi bir de çok sevdiğim Lübnanlı müzisyen Feyruz’un kasetini takmadı mı, daha ne istenebilir ki! Asi Nehri Feyruz’un şarkılarının Arap ritmiyle akıyor. Samandağ'a gelince daha önce de gitmiş olduğumuz Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü’ne çıkıyoruz. Panos Amca ile tanışıyoruz. Dedelerinin dedeleri Osmanlı İmparatorluğundan beri bu topraklarda yaşamışlar, 1915 yılında birçok karışıklık yaşanmasına karşın bırakıp gitmemişler. Köy kahvesinde oturup çay içiyoruz. 


Kaygılı Bakışlarıyla Ermeni Bir Amca



Vakıflı Köyü’nden Ermeni Bir Teyze

O arada Panos Amca gidip evinden kendi yapmış olduğu duduğu getiriyor, Ermenilerin tüm acılarını içine üflediği o geleneksel çalgıyı. Ekibimize Panos Amca da ekleniyor, Hıdırbey Köyü’ne giderken araba içinde Panos Amca Ermeni ezgileri çalıyor bize. Hıdırbey Köyü meydanındaki asırlık çınarın altında oturup bir çay da orda içiyoruz. Panos Amca duduğu ile bize Sarı Gelin türküsünü çalıyor.


Ermenilerin Acılarını Soluk Olarak İçine Üflediği Duduk

 Pınar da Ermenice eşlik ediyor. 



 Panos Amca, Pınar ve Suriyeli Taksi Şoförü Hüseyin Abi

Yan taraftan akan dere, ağaçlar, meydan, köylüler ve biz. Dönüşte amcamızı köyüne bırakıyoruz, köye gidene kadar araba içinde Ermeni ezgileri devam ediyor, biz de ezgilerin nakarat kısmına eşlik ediyoruz;
  “hele hele hele  ninnayı
         hele hele hele ninnayı” diye sonrasında da kulaklarımızda çınlayan nakarat.
                  
  
Musa Dağından Çevlik’e iniyoruz. Manzaramız dağlar ve Akdeniz’den oluşuyor. Kayalara uyulmuş Beşikli Mağarasını ve kaya mezarlarını geziyoruz. Mezarlarda Romalılara ait 12 adet kral mezarı bulunmuş. Kral ailesine ait mezarların yanı sıra halka ait olanlara rastlanmış. Karanlıkta uzayıp giden Titus Tüneli’ne giriyoruz. Zamansızlıktan fazla ilerleyemesek de tünelin girişindeki gittiğimiz mesafe bile bizi heyecanlandırmaya yetiyor.



 Titus Tüneli, Bir Adam Karısını Alnından Öperken

                                                                                 
Gün batmak üzereyken tünelden çıkıyoruz, yolumuz Harbiye. Harbiye’nin eski adlarından bir tanesi de Daphne. Helenistik ve Roma dönemlerinde çağlayanlarıyla tanınan ve dünyaca ünlü bir sayfiye yeri olarak kullanılan Daphne, zengin halk kesimi tarafından yaptırılan çok sayıda köşk, tapınak ve eğlence yeriyle ünlüymüş.(2) Günümüzde Antik Dönem’den bir yapı dahi kalmamış sadece Harbiye’den çıkartılan mozaikler müzede sergilenmekte. Harbiye’de şelale şırıltılarının altında suya atılmış masalarda ayaklarımızı suya sokarak günün yorgunluğunu üstümüzden atmaya çalışıyoruz.
                                                                                                            
Mor; Trenle, Sarı: Otostopla, Yeşil; Gezdiğimizdir
                     
                                                                                                                         

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Özay Gönlüm, Ninenin Mektubu, http://hayatadairufakbilgiler.blogspot.com.tr/2009/06/ey-ozay-gonlum-duyuve-gari-ninemden.html, Erişim Tarihi: Haziran 2010  
(2) Antakya'ya Seyehat, https://likyagezi.wordpress.com/antakyayaseyahat/, Erişim Tarihi: Şubat 2017                                                                                                                                                     
                                                                                                                                                                                                                                            





19 Ocak 2015 Pazartesi

bitmeyen Doğu özlemim; Gaziantep, Mardin, Diyarbakır, Adıyaman


 








 15/ 06/ 2008
 Toros Ekspresi        

Tamer Şef’i, bir sabah, Haydarpaşa’da, unutulmaz bir kare ile tanımıştım. Tamer Şef’in on dakika perona gecikmeli girmesi, bekleyenleri olan bizi merakta bırakmıştı ama trenin yavaş yavaş perona girmesi ile birlikte lokomotifin önüne dikkatlice bakınca merakımız şaşkınlıkla birlikte gülümsemeye dönüşmüştü; camlara çarpmış sineklerden kendisine kahvaltı çıkaran minik bir serçe, Tamer Şef’in kullandığı lokomotifin camında perona giriyordu. Anlaşılan Tamer Şef de bu minik serçeyi rahatsız etmemek için treni yavaşça Haydarpaşa’ya getiriyordu. Kendisinin naif bir makinist olduğunu o gün anlamıştım, bir serçeyi dahi rahatsız etmek istemeyecek kadar naif.

Gaziantep yolculuğum ufukta görününce belki bana eşlik eden çıkar diye tren sevdalısı arkadaşlara yazdım gidişimi, cevap Tamer Şef’ten geldi; Toros Ekspresinin makinisti o gün kendisiymiş. Bundan daha güzel bir haber olamazdı benim için, demek ki bir süre makinist kabini markizde gidebilecektim. 

Birçok öğrencinin ÖSS’ye heyecanla gittiği gün, ben de heyecanla çıktım evden. Tamer Şef’i, Haydarpaşa’da, trenin başında bekler buldum. Markizde harekete hazırız, hareket düdüğü bizim kabinden yükseliyor. Haydarpaşa'nın duvarlarında yankılanan düdük sesinin içinden çıkıp da İstanbul ve İzmit’in beton yığınlarının arasından geçtikten sonra Sakarya Nehri kuzeye, biz de güneye akmaya başlayınca görsel bir şölen de başlıyor bizim için. Sakarya Nehri,  Pamukova toprağını öylesine verimli kılmış ki şeftali ağaçları, kiraz ağaçları, domates, biber, soğan, karpuz tarlaları ile yemyeşil. 

Nehirler zaten hep bereketi, bolluğu getirmemiş midir ta ilk baştan beri, tüm uygarlıklar nehirlerin kıyısında kurulmamış mıdır? Şefimiz makinist olup da her gün trenlerde yolculuk halinde olmasına rağmen telefonuna “Kara Tren Gecikir” türküsünü yüklemiştir, yani işini müzikle de besleyip zenginleştirmesini bilmiştir. Peş peşe türküler dinliyoruz, şefimle “İki keklik bir ovada ötüyor” şarkısına eşlik ediyoruz.

Eşeğinin üstünde bir amca dut ağacının altında durmuş ve oturduğu yerden dutları koparıp koparıp yiyor, çiftçiler tarlalarda. İnsanlık tarihinin çocukluk döneminde, toplayıcılık olarak başlayan ve insanlığın toprağa yerleşerek ekip biçmesi ile adını alan “çiftçilik” en sevdiğim uğraşlardan biri. Başka bir dünyası var çiftçilerin, doğanın bir dili var ve sen de bu dile göre yaşamını biçimlendiriyorsun. Daha çok çiftçilikle uğraşan nene ve dedelerimize doğumlarını sorduğumuzda aldığımız cevap bu dildendir, takvimleri doğadır; doğduğum yıl kıtlık olmuş, hasat mevsimi doğmuşum ben, kiraz mevsimiymiş ben doğduğumda... Doğanın takvimine göre doğan büyüklerimiz… 

İlerde çiftçilik yapmak hayallerimdendir.


                               Pamukova'nın Bereketli Topraklarında Çiftçiler

Çiftçilerimiz

Pamukova bölgesinden çıkınca Eskişehir Enveriye İstasyonu’na kadar bozkırın ortasında gidiyoruz. Enveriye İstasyonunda emekli makinist Yusuf Abi karşılıyor bizi, Tamer Şef’in görevi bu istasyonda bitince arka vagonlarda yolcu olarak yerimizi alıyoruz, güzel bir öğle yemeği Tamer Şef’in çıkınından, muhabbete devam trenler üzerine. Kütahya’ya yaklaşırken ön vagonlara doğru ilerliyoruz. Lokomotifin arkasında bulunan, yolcuların büyük parça eşyalarının taşındığı kargo vagona yani furgon vagona geliyoruz.
     
Furgon en sevdiğim vagon tipidir. Vagonun iki yanında, eşyaları rahatça yerleştirebilmek için karşılıklı büyük kayar kapılar vardır ve genelde yolculuklarda bu kapılar açık gider. Bakalım furgonda neler var; çekyatlar, yataklar, yorganlar…  bir ev taşınıyor galiba. Taşınan eşyalar ile birlikte taşınan yaşamlar. İki motosiklet de eşyalar arasında, iki maceraperest kim bilir nereye gidiyor? Açık kapının önüne bağdaş kuruyorum ve kocaman kapıdan yaşama bakıyorum, rüzgârıyla birlikte yaşam geçiyor önümden. Zaten yaşamın rüzgârı değil mi bizi ihya eden, gözlerimizi kapatıp yüzümüzü serinliğine tuttuğumuz…

                                                                                                  

 Furgon Vagon ve Önümden Rüzgârıyla Geçen Yaşam

                                                                     
Kütahya Garı’ında markize geçiyoruz ve “Ray Medeniyeti Dostları” grubumuzdan İhsaniye İstasyon Şefi Selami Abi, Barış Öğretmen ve Eyüp arkadaşımız da bize ara istasyonda katılıyor, çaylar demleniyor, demir yolundan güzel görüntüler fotoğraflanıyor, şakalaşmalar ve İhsaniye İstasyonunda tüm arkadaşlar iniyor, birden ıpıssız oluyor markiz, makinist arkadaşlarla yola devam ediyorum. Afyon İstasyonunda biletimin olduğu yataklı vagona geçiyorum. Afyon Garı’ndayken gözüme bir buharlı lokomotif çarpıyor; terk edilmiş, küskün, ihtiyar görünümü içimi burkuyor. Oysa o buharlı tren ne dağları aştı, ne bozkırlı ovalardan geçti, ne tünellerde karaya çalındı, ne milyonlarca insanı taşıdı ve şimdi düştüğü durum içler acısı.

Buhar, insanın çabası olmadan çarkın hareketidir. Buharlı makineler insanoğlunun alet geliştirmede vardığı önemli adımlardan biri olmuştur. Ama insanoğlunun aç gözü, sömürge ilan ettiği topraklara, buharlı trenleri, buharlı gemileri sürüp koca Avrupa Kıtası’nı ve Amerika Kıtası’nı buharlı trenlerle ve buharlı gemilerle taşıdığı sömürge mallarla kurmayı başarmıştır. Oysa trenler ve gemiler özlemin ve kavuşmanın adı olmalıydı, sömürgeciliğin değil.

Akşamüstü Afyon’dan çıkarken yağmur yağdı, yan yana iki gökkuşağı çıktı, trenimiz gitti, gitti ve gökkuşağının altından geçti. Hava pembeleşti, uzaklarda birkaç hortum bulutlara karıştı.
Sahi hiç düşündünüz mü hortum, girdap, gökkuşağı neden dairedir, ses neden daire şeklinde yayılır, deprem dalgası neden daire şeklinde yayılarak sarsar yeryüzünü, Dünya'mız ve diğer gezegenler neden daire şeklinde döner?

Pembe gökyüzü dalgasından sonra hava karardı, kompartımanda yalnızım, öyküsünü dinleyebileceğim ne bir teyze ne de bir çocuk var ve bir yılın eğitim yorgunluğu da yavaş yavaş çökmeye başlayınca uyuyakalmışım. Sabahın erken saatlerinde gözlerimi açtığımda Belemedik- Hacıkırı tünellerinden geçiyorduk, memleketimizde en sevdiğim coğrafyalardan biri olmasına rağmen kalkıp bakamadım bile, öylesine geçip gittik Toros Dağların’dan. Gaziantep’e dört saat rötarlı vardık.

 Gaziantep’e Nizipli radyo koleksiyoncusu Muammer Abi’nin sergi daveti üzerine geldim. 230 tane çalışır durumda lambalı radyo Gaziantep Ticaret Odasında sergilenecek bir hafta boyunca. Sözlü tarih çalışması yapmak için güzel olacağını düşünerek 30 saatlik yolculuğu heyecanla geldim ama istediğimi bulduğumu söyleyemeyeceğim. Üst düzey yetkililer geldi -kendilerini pek hatırlayamayacağım çünkü yaşamları, insanı algılayışları pek bana göre değil- açılış yapıldı, Gaziantep’in elit kesimi geldi, radyo fiyatlarını sordu, tabi dekor malzemesi olarak güzel bir aksesuar onlar için!

Ama anılarının izini sürmek isteyenler gelmedi, hiçbir yaşlı amca gelip Erivan Radyosu’nda Eyşe Şan’a olan hayranlığını belirtmedi, Şakiro’yu kimseden dinleyemedim, kimse gelip anlatmadı Âşık Veysel’in TRT’den nasıl tanınmaya başlandığını. Bu toplumun belleği nerede yıllanıyor? Bu toplumun belleğini deşecek, tarihe kocaman bir ayna tutacak olan radyolar burada ama anımsadıklarını anlatacak insanlar yok. Bu beni kahrediyor, radyoların anılarını dinleyemeden, insansız radyoların arasında dolaşıyorum.

Muammer Abi ile uzun uzun muhabbetimiz oluyor; radyo merakı çocukluğundan geliyormuş, radyoyu ilk dinlediğinde içinde konuşan insanları merak etmiş ve konuşan insanlara ulaşmak için çocuk aklıyla radyonun arkasını açmış, insan yerine elektrik sistemini görünce onlarla uğraşmaya başlamış, o gün bu gündür radyolardan vazgeçemiyormuş. Daha önce Nizip'te yaptıkları sokak sergisinde, insanlar gelip radyoların başında anılarını yâd etmişler tabi sokaklar, meydanlar her zaman halkın belleğinin mekanları olmuştur. Sokaktan, meydanlardan vazgeçtiğinde sıradan insanın öykülerinden de uzaklaşırsın. Bu sergi de bu yüzden halka yeterince ulaşamadı. Muammer Abi radyoları nasıl biriktirdiğinden bahsediyor; “hangi kente gitsem ilk önce o kentin bitpazarına, hurdacılarına giderim” diyor, benim gibi birisinin olduğunu duymak beni çok sevindirdi. Bitpazarları, hurdacılar insanlığın mekanik-kültürel hafızalarıdır, kurumsallaşmamış müzeleridir…

Muammer Abi sergi salonuna yazılar asmış;
*Dede alır, oğul satar, torun toplar.
*Plaklar cd’lerin dedesidir.
*Bugün ajansta ne vardı?
*Hangi radyolar II. Dünya Savaşı’nı haber verdi?

Tüm radyoların yanına imal yeri ve yılı yazılmış, en eski radyolar 1932-1933 yıllarına ait. Fransızlar 1945’li yıllarda radyo üretirken;“ biz şarkı söyleyeni değil, şarkı dinleyeni göstereceğiz.” diyerek aynalı radyo üretmişler. Radyolar birbirinden manidar. Kim bilir hangi tavan arasından, hangi çeyiz sandığından, hangi terzi dükkânından çıkarılıp tamir edilmiş ve şuan sergileniyordu.

        
Radyo Sergisi  
 

Hamamlar

Bakırcılar Çarşısı



Geceyi öğretmen evinde geçiriyorum. Sabah Gaziantep’in Karagöz semtine gidiyorum, eski bir yerleşim. Camileri, çarşıları, hamamları geziyorum. Cami minarelerinin mimarisi Gaziantep’te çok farklı. Bakırcılar çarşısında bakır ustalarını seyrediyorum uzun süre, baharatçılar çarşısında karışık baharat kokularını derin derin çekiyorum içime. İpek Yolu kervanlarının duraklarından bir tanesi de Gaziantep’miş, İpek Yolu’nun izi, çarşılarda da kentteki hanlarda da sürülebilir.

İpek Yolu; İlk Çağ’da ve Orta Çağ’da önemli bir ticaret güzergâhı… Çin’den gelen ipek, baharat, kâğıt, porselen, değerli taşlar Anadolu üzerinden Avrupa’ya ulaştırılıyor. Anadolu’da çatallanan İpek Yolu güzergâhları…


 İpek Yolu Güzergâhı (1)

Çin'den Avrupa'ya (2)


Anadolu’da Çatallanan İpek Yolu Güzergâhları ve Kervansaraylar (3)
                                         
Anadolu, Avrupa ile Asya arasında doğal bir köprü niteliğindedir. Bunun sonucu olarak da, farklı dönemlerde, Kral Yolu, Roma Devri Yolu, İpek Yolu, Hicaz Demiryolu gibi, değişik yol ağları Anadolu'yu sarmıştır. Anadolu’muzdaki kervansaraylar, hanlar bu önemli yolların üzerine kurulmuştur hep. İpek Yolu, yüzyıllar boyunca aynı zamanda kültürlerin, dinlerin, ırkların da izlerini taşımıştır. Bu yoldan sadece değerli ipekler, seramikler ve porselenler değil, değişik kültürlerin; inançlarından dillerine, çalgılarından masallarına, yemeklerinden oyuncaklarına kadar birçok kültürel değer de aktarılmıştır.(4)

Avrupalıların doğudan pusulayı öğrenmesi, gemicilik sanatında ilerlemesi ve cesur gemicilerin çıkması, Yeniçağ’ın başında coğrafi keşifleri başlatmış, 1487’de Ümit Burnu’nun bulunması ile de İpek Yolu önemini kaybetmiş, ticaret yolu Atlas Okyanusu'ndan Hint Okyanusu’na geçiş yapılarak sağlanmıştır. İşte böylece Anadolu’daki kervan yolları, kervansaraylar işlerliğini yitirip ıssızlığa terk edilmiştir.

Şimdilerde, Demir İpek Yolu Projesi’nin temellerinin atılmaya başlanması ile daha önce karadan giden yol, şimdi demirden geçirilerek Çin ile Avrupa arasında Anadolu'nun yeniden canlandırılması düşünülüyor.  

Öğleden sonra sergideyim, muhabbete yine Muammer Abi ile devam ediyoruz, fonda cızırtılı bir plak, zaman abimizin çocukluk yılları:
—Çocukken hangi evlerde radyo var bilirdik, o evlerin kapılarını çalar bitmiş radyo pillerini isterdik, bitmiş pilleri üstten çivi ile deler içine su doldurup kuvvetlendirirdik ve küçük lambalar yapardık. Nizip’e sinema gelince sinemaya gidip makinist dairesinden film parçaları toplamaya başladık. O zamanlar boş olan bir odunluğumuz vardı, bu odunluğun duvarına serdiğimiz beyaz perdeye, güneş ışığını dışarıdan aynalarla yansıtır, bulduğumuz eski yanık bir ampulün içini boşaltarak su doldurup mercek haline getirirdik, filmi de önüne koyar, filmi büyüterek perdeye düşürürdük. Tüm mahalle bu film karelerini seyretmeye gelirdi. Mahallenin çocuklarına yapmış olduğumuz bu gösteriden para da alırdık.

Sinemalar kasabalarda yeni yeni gösterilmeye başlandığı dönemlerde teknik zekâya sahip çocukların ilgi odağı olmuştur. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Cinema Paradiso adlı filmler bu konuyu işleyen en güzel örneklerdendir.

Bir sonraki sabah Eyüpoğlu Camii’ndeyim, bir çınar ağacının altındaki banka oturmuşum muhabbetçim bir amca. “Gaziantep’in üstündekinden daha fazlası altındadır.”diyor, kentin altında yatan tarihten bahsediyor. Gaziantep’in tarihi bir de bu amcanın ağzından tekerrür ediyor. Etnografya Müzesi caminin yan tarafında, buharlı bir bisiklet müzede, 1913 yılına ait.

Müzeden başka bir güzel ayrıntı; kanaviçe bir örtüye, bir deve kervanı işlenmiş. Genç bir kadının belki de  İpek Yolu’na dair dinlediği deve kervanı öyküleri ile hayallerini süsleyip ve çeyizine kanaviçeden deve kervanlarını aktardığını görüyoruz.

Ermeni mahallesini geziyorum, kendine özgü mimarisi ile Gaziantep’in başka bir yüzü, bu mahallede 1892 yılına ait bir kilise var, mimarisi insanı büyülüyor. Halep mimarisine çok benziyor, insanlarla konuşunca benzerliğin nedeni anlaşılıyor; 1915 tehciri ile Antep’ten Suriye’ye giden Ermeni taş ustaları zanaatlarına orada devem etmiş. Halep’te mi yoksa Antep’te miyim, karıştırıyorum. Ermeni’lerin izini Kars’ta da Van’da da, Hasankeyf'te de, Diyarbakır’da da, Antakya’da da sürmek mümkün.

Öğleden sonra sergiye geri döndüğümde tesadüf o ki üniversiteden arkadaşımı görüyorum. Bir gazetede çalışıyormuş, sergiyi fotoğraflamaya gelmiş. Bana kenti gezdirmek istiyor, aslında o coğrafyanın insanı dışında başka birisinin bana rehberlik etmesinden hoşlanmam. Rehberlik edenlerin anlattıkları, bildikleri; kuru, ezberlenmiş bir tarihi bilgi olarak gelir bana. Bence rehberlik, turistlerin tarihi de tüketme hırsına yönelik bir sektör. Ben kendim, o coğrafyada yaşayan tarihin mirasçılarından, geçmişi, öyküleri ile birlikte öğrenmek istiyorum. O coğrafyada yaşayan insanların yemeklerini yemek, düğünlerine-cenazelerine katılmak, evlerinde kalmak… Bu beni turist olmaktan çok seyyahlığa yakın hissettiriyor. Hiçbir zaman turist hissiyatı ile dolaşmak istemiyorum farklı coğrafyaları. Nezaketen arkadaşımın teklifini kabul ediyorum.

Yahudi mahallesine gidiyoruz, havra yıkıntı da olsa ayakta, kapısı kilitli, duvardan tırmanıp havranın içine atlıyoruz ama havranın içinde Yahudilere dair herhangi bir iz yok. Çıkışta bir abi ile konuşuyoruz. “Biz çocuktuk” diyor, “1971 darbesine yakın havranın hahamı ve oğulları tehdit edildi ve bir iki gün içinde kaçtılar, onlar kaçtıktan sonra içeri girdik, her şey olduğu gibi duruyordu, İbranice kitaplar yerlerdeydi.”

Benim bir günde şöyle bir dolaştığım bu mahalleler ne göç öykülerinin, savaşların, ölümlerin, ayrılıkların mekansal belleğini oluşturmakta.


Gaziantep’te Ermenilerden Kalma Kilise
              
                                                             

Gaziantep’te Farklı Mimarideki Cami Minaresi

  
 Gaziantep’te Havra Kalıntıları

Gaziantep Müzesi’ne yalnız gitmek istiyorum; mozaik ustalarının hayallerini, emeklerini hissetmek için. Fırat Nehri manzaralı, Roma kenti Zeugma’nın (MS 3.yy) mozaikleri baraj suları altında kalmasın diye olduğu gibi müzeye taşınmış. Baraj sularının istilâsı ile kaybettiğimiz başka bir antik kent; Zeugma. Renkli küçücük taşlardan hamam yüzeylerine, duvarlara Yunan mitolojisi çağrışımlı tablolar işlenmiş.

Ve son günüm, bu akşam Muammer Abilerde yemekte misafirim.

Sabah erkenden Gaziantep İstasyonunda gözlerimi açıyorum, amacım Diyarbakır’a gitmek ama otobüse atlayıp gitmek yerine, daha önce hiç gitmemiş olduğum Gaziantep-Nusaybin hattında trenle yolculuk yapmak istiyorum. Katar; bir yolcu vagonu ve kırk üç yük vagonundan oluşuyor. Yolcu vagonunda yer arıyorum ama dolu, neyse teyzelerin kompartımanına sığışıyoruz. Sabah kahvaltısı için nohut dürümlerini hazırlıyorlar, yolculuk arkadaşlığının payı olarak bana da bir dürüm düşüyor, ilk defa tadıyorum. Farklı kültürlerin mutfaklarının tadına bakmak hoş bir duygu. Teyzelerle muhabbete eskilerden devam ediyoruz. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Şanlıurfa ve Gaziantep Halep'e bağlıymış, Gaziantep'te olan olayların yargılanması, vilayetleri olan Halep'te yapılırmış. Önceden bu tren hattında 27 tane istasyon açıkken şimdi ise sadece 7 tanesi açıkmış. Bu da aslında ülkemizdeki demir yolu ağına verilen önemi çok net gösteriyor. Kilometrelerce uzanan Antep fıstığı tarlalarının arasından geçiyoruz, aralara ayçiçeği tarlaları serpiştirilmiş. Nizip’i geçtikten sonra güneye, Suriye sınırına dönüyor tren ve bundan sonra hep sınırdan ilerleyeceğiz.

Sınırdaki ilk istasyon Karkamış İstasyonu. Almanlar tarafından yaptırılmış, mimari olarak estetik bir bina. Karkamış, İlk Çağ’da pek çok uygarlığa beşiklik etmiş, Mezopotamya uygarlıklarını, Anadolu uygarlıklarını hep koynunda sallamış, büyütmüş eski bir yerleşke. Kadeş Savaşı ve tarihin ilk yazılı anlaşması olan Kadeş Anlaşması Karkamış’ta yapılmış. Karkamış'ın adının Sümerlerin meşhur kralı Gılgamış’tan geldiği söylenir. Trenimiz Karkamış’ta biraz soluklandıktan sonra, Fırat Nehri üzerindeki, Almanlar tarafından yaptırılmış Carablus adlı demir köprünün üzerinden geçiyor. Fırat'a ve Fırat'ın beslediği tüm Mezopotamya tarihine selam olsun…

Tren sınırdan ilerliyor. Kuzeyde mayınlarla dolu kilometrelerce arazi, güneyde Suriye. Trende başımıza bir olay gelse ve trenden atlayıp kaçmak zorunda kalsak, kendi ülkemize sığınamayacağız yani. Bazen Suriye köylerinin dibinden geçiyoruz. Milli mücadele sonunda Suriye ile aramıza çizilen sınırlarda, demir yolu belirleyici olmuş, yolcu indirilip bindirileceği zaman Türkiye’den, sonrasında Suriye köylerinin dibinden geçiyoruz. İki ülkenin mimarisi birbirine çok benziyor, özellikle Harran'ın güneyinden geçerken bakıyorsun ki Suriye tarafında da kubbeli, toprak yapılar var. Aslında yapıların birbirine benzemesi çok normal, çünkü sınırlar çizilirken Karkamış, Mürşitpınar, Akçakale, Ceylanpınar, Şenyurt, Nusaybin adlı yerleşimler ortadan bölünmüş ve sınır bu yerleşimlerin ortasından geçmiş, aynı köyde yaşayan akrabalar iki farklı ülkede kalmış. “Propaganda” adlı film bu konunun trajedi -komik hallerini beyazperdeye aktaran bir filmdi.

Suriye tarafında; köylüler, çiftçiler, çobanlar günlük yaşam telaşında, el sallıyorum hepsine. Teyzeler bir süre sonra indiler, yalnız kaldım, gözlerim kapanıyor, trenin çıkardığı ritmik ses ninni gibi geliyor, uyumamalıyım, yoksa bu yolculuğa dair birçok şeyi kaçıracağım. Aklıma bir fikir geliyor, furgon vagona gidiyorum, iki yanında, iki büyük kapı olduğu için rüzgâr efil efil esiyor. 

Demiryolu personeli ile tanışıyoruz, aralarında Serkan adında matematik öğretmenliğinden mezun bir arkadaş var, eğitim sistemimiz malum, okullarda bu kadar öğretmen açığı varken eğitim fakültesi mezunları farklı kurumlarda çalışmak zorunda kalıyor, Serkan da bunlardan biri. Biz Serkan ile dünyanın bin bir halinden konuşurken demir yolcu amcalar saç tava yapmış, trenlerde yediğim yemekler ve içtiğim çaylar kadar hiçbir tat bana lezzetli gelmemiştir. Yemek sonrası sandalyemi alıyorum,  hangi kapının önüne geçsem acaba?  Kuzeye bakan kapı Türkiye’ye; kilometrelerce süren mayın tarlalarına bakıyor, güneye bakan kapı ise Suriye’ye; köylere, kurak bir doğaya, insanlara açılıyor. Güneye dönüyorum yüzümü,  Suriye köylerine ait görüntülerle birlikte sıcak bir rüzgâr esip geçiyor ruhumdan…

Saatlerce furgon vagonun kapısından Suriye köylerini seyrediyorum, bu hatta fotoğraf çekmek yasak, o yüzden sınırlı sayıda fotoğraf çekebiliyorum. Mardin’i güneyden görüyorum, dağın üstüne kurulmuş taştan bir kent, kartal yuvası gibi gözüküyor. Nusaybin’e girerken çocuklar treni taşlamaya başlıyor, camlar iniyor aşağıya, vagonlara çarpan taş sesleri dolduruyor vagonun içini, böylesine bir olaya şahit olmamıştım daha önce, şok oluyorum. Yaralanma olmadan Nusaybin İstasyonu’na giriyoruz.
              
                                                    Carablus Köprüsü’nden Fırat Nehri                                                                            

Şenyurt İstasyonu
                                                                     
Sınırda İlerleyen Upuzun Katarımız
                             

Geceyi öğretmen evinde geçirmeyi düşünürken Serkan lojmanda ablası ile birlikte kaldığını ve gece misafirleri olabileceğimi söylüyor, çok seviniyorum, daha önce hiç lojmanda kalmamıştım, tren sesleri içinde bir gece geçirmek, tren sesleri ile uyumaya çalışmak çok keyifli olur diye düşünüyorum. Eşyalarımızı alıp lojmana ilerliyoruz; tek katlı, bahçeli bir lojman. Evde Eylem, Serkan’ın ablası bizi karşılıyor, şaşırtıcı derecede yüksek tavanlı bir ev, Eylem de Serkan da öğretmen olmak için sınava hazırlanıyorlar, KPSS kitapları evin her yerinde. Ben her ne kadar: “siz ders çalışın ben trenlerin sesini dinleyeceğim, sizi dersten alıkoymak istemem.” desem de Anadolu insanının sıcaklığı ile beni ağırlıyorlar. 

Gece geç saate kadar muhabbet ediyoruz; öğrencilik yıllarından, kendimizden, yaşamda olup bitenlerden bahsediyoruz, müzik dinliyoruz. Gece bir hayli ilerlemiş, yatakları açıyoruz, Mezopotamya’da bir tren istasyonunda, trenlere yakın uyumak ne kadar güzel bir his. Sabah erkenden kalkıyorum, dün geldiğimiz tren birazdan Gaziantep’e dönecek, onu uğurlamak istiyorum. Personel dünkü personel, beni görünce hemen kahvaltılarına davet ediyorlar, onlarla oturup çay içiyorum, bir şeyler atıştırıyorum ve treni uğurlayıp çarşıya çıkıyorum, kahvaltılık bir şeyler alıp döndüğümde lojmandan ‘Kardeş Türküler’ grubunun müzik sesi yükseliyor. Serkan ve Eylem uyanmış, pencereleri açmış, istasyonun tren kokusu içeriye dolmuş. Kahvaltının ardından Diyarbakır yolcusuyum, iki kardeş beni çarşıdan uğurluyor, daha düne kadar hiç tanımadığım bu iki insanla Nusaybin’de böylesine güzel vakit geçirmek hoşuma gidiyor. 


Mezopotamya'nın uçsuz bucaksız ovasından Mardin'e tırmanıyoruz. Bildiğim, defalarca gidip geldiğim bu yollardan bir kez daha geçiyorum, Diyarbakır'ın Çınar İlçesinden geçerken ister istemez anılar, resmigeçide başlıyor, bir yılım bu ilçenin lisesinde geçti, öğrencilerim bu ilçenin neresinde, ne yapıyor şimdi?


Diyarbakır’dayım. Arkadaşım Koçero’ya  (adının anlamı göç eden) gidiyorum. Koçero, felsefi bilgiyi bizzat yaşamdan damıtmasını bilen, bu anlamda da bana ustalık yapan arkadaşımdır. Gözüne, aklına, bilgisine, yüreğine güvendiğim bir yâren. Hava nasıl sıcak, uyuyakalmışım. Akşamüstü arkadaşların telefonu ile uyandım. Özgür ve Pınar bizi dışarı çağırıyor. İkisi de öğretmen. Özgür felsefe öğretmenliği, Pınar da edebiyat öğretmenliği yapıyor. Muhabbetimizi birçok mecraya akıtabildiğimiz arkadaşlarım. Bir çay ocağında buluşuyoruz, onları görmeyeli çok uzun zaman olmuş, muhabbet de tabi koyulaşıyor. Pınar birden; “yarın Nemrut’a gidelim mi?” önerisinde bulunuyor.

Benim için yeter ki yeni coğrafyalar olsun, sabah erkenden otostop ile yola koyuluyoruz. İlk aracımız bir kamyon, kamyon kasasına güç bela tırmanıyoruz, açık havada saçlarımın rüzgârla dalgalandığı bir yolculuk. Bağıra bağıra şarkılar söylüyoruz, Pınar mızıka çalıyor bize, rüzgâr sesimizi alıp dağlara taşlara savuruyor.


Otostopla Bindiğimiz Kamyon Kasasında, Şarkılarla

Siverek'te inip Kâhta’ya gitmek için feribot bekliyoruz, Atatürk Barajı kıyısında birer çay içip iskeleye yanaşan feribota arabalarla birlikte doluşuyoruz. Feribotun en üst katında, kanyonların arasına dolmuş sularda ilerliyoruz. Güneydoğu Anadolu coğrafyasının çoraklığında feribot ile gitmek ayrı bir deneyim sunuyor ruhumuza. 

Kâhta’nın bir köyünde, iki katlı bir evin altında oturmuş araba beklerken, ev sahibi olan teyze sesimizi duymuş olmalı ki, bizi içeriye davet ediyor, biz de gün batımında Nemrut’ta olmak istediğimiz için zaman kaybetmek istemiyoruz. Bize iple bir bakraç buzlu su salıyor. Mahcup oluyoruz, teşekkür ettiğimizde “bu bizim insanlık görevimiz.” diyor. Kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde, bir kadının insani sorumluluktan bahsetmesi yolculuk boyunca bizi en çok etkileyenlerden olacaktı. Bir pansiyon arabası bizi alıp Karadut Köyü’ne götürüyor, böylece hem ulaşım hem de konaklama sorunumuzu halletmiş oluyoruz. Pansiyonda biraz dinlendikten sonra Nemrut’a çıkmak için araç bekliyoruz. Avrupalılardan oluşan bir turist kafilesi alıyor bizi. Arabaya bindikten sonra Avrupalıların bizi aşağılayan, dışlayan bakışları, kendimize iğreti hissettiriyor. Kulaklarımda, bize bir bakraç buzlu su uzatan teyzenin lafı: “bu bizim insanlık görevimiz”  gözlerimin önünde, aşağılayan bakışlarla bizi süzen Avrupalılar. 

Oysa Avrupa, Rönesans ile birlikte Hümanizmi yaşadı, Erasmus’u yaşattı bağrında, Kant’ın ödev ahlakı ile eğitildi, bu muydu çıkan insan profili? Aklımdaki teyze -okuma yazması olmayan belki köyünden başka hiçbir yeri bilmeyen bu teyze- elbette ki Yunus Emrelerden, Mevlanalardan gelen sözlü gelenek ile yetişmişti. Anadolu coğrafyasının o  insan ruhu bir kez daha büyülüyor beni.

Nemrut kıvrıla kıvrıla yükseliyor ve biz bu yabancılaşmış Avrupalı turist kafilesi ile yolculuğa devam ediyoruz. Yol uzuyor, tedirginliğimiz,  gördüğümüz üçüncü sınıf muamelesi sürüyor. Ve nihayet yol bitti. Şimdi uzun bir tırmanış, dağlar, Atatürk Barajı ayaklarımızın altında kalıyor.

Neden ben, doğa ile baş başa kalınca kaygım tüm ruhumu sarıyor? Doğanın başka bir dili var, biz insanoğlu bu dilden öylesine uzaklaşmışız ki, o dilin içine düştüğümüzde, o dili anlayamamak, anlamlandıramamak insanı kaygılandırıyor. Oysa bilimi, felsefeyi insanoğluna doğa öğretti, şimdi ise öyle bir uçurum var ki kent soylu insanla doğa arasında. İnsanoğlu modern çağın yabancılaşmış bilinciyle, doğanın dilini, isteklerini, çığlıklarını anlayamıyor. Hatta ondan öğrendiği bilimle doğayı bizzat katlediyor. Doğayı anlayamamak, ona ulaşamamak beni kaygılandırıyor.

Tanrıların yanındayız, gün tanrıların yüzünde batıyor. Farklı ülkelerden, yüzlerce insan tanrılarla, krallarla beraber bir günü batırmak için tırmanmış bu zirveye. Gün sıra sıra dağların ardından batarken, hava soğuyor. Tanrıların altında gitar çalanlarla şarkılar söylüyoruz karanlıkta, hava iyice soğuyunca aşağıya inmeye başlıyoruz.

Roma ve Pers İmparatorlukları arasında köprü olan Kommagane Krallığı’nın dünyaya bıraktığı miras:












          


Bir araç bulup pansiyona iniyoruz, dışarıda korkunç bir fırtına var. Geceyi Nemrut’un eteklerindeki Karadut Köyünde pansiyonda geçiriyoruz. Sabah 04.00’te cam altındaki gürültülere uyanıyorum. Gün doğuşunu seyretmek için Nemrut'a çıkacak bir grup, gürültünün sahipleri. Bu heyecanlı gruptan sonra uyku tutmadı, pansiyonun bahçesine indim, bir Fransız çocuk da uyumayanlardan, uzun bir süre muhabbet ediyoruz. Diyarbakır'a gidecekmiş o da, bizimle gelebileceğini söylüyorum. Mathieu ile birlikte beş kişi oluyoruz. Otostop çekerken beş kişi zorlanacağımızı düşünsek de, teyzenin: “bu bizim insanlık görevimiz” sözü aklımıza gelince hiç kimse sesini çıkaramıyor. Hiç düşündüğümüz gibi olmuyor aslında, tam tersi çok keyifli bir yol hikâyesi yaşıyoruz. 

Pansiyon servisi ile bir ana caddeye çıkınca elimizi kaldırdığımız ilk araç duruyor. Abi maden mühendisi. O bölgedeki maden damarlarından bahsediyor. Yer altında hangi maden varsa yer üstüne renk olarak yansırmış, bu da maden mühendislerinin direkt yer üstüne bakarak o bölgede hangi maden olduğunu anlamasını sağlarmış. İlginç bir bilgiydi öğrendiğimiz. Mühendis abi Cendere Köprüsü’nü ve Karakuş Tümülüsü’nü görmediğimizi öğrenince illâ ki bizi gezdirmek istiyor, misafirperverliği karşısında ezilip büzülüyoruz.

Cendere Köprüsü, köprünün üstündeki Latince bir yazıttan anlaşıldığına göre Roma İmparatoru Septimius Severeus (193-211), karısı ve oğulları adına yaptırılmıştır. (5)Köprü hiçbir yapıştırıcı malzeme kullanılmadan sadece taşların birbirine geçirilmesi ile yapılmış, mimari özelliği büyüleyici bir köprü. Köprüden Karakuş Tümülüsü’ne çıkıyoruz. Kommagene krallarından I. Anctiochos’un oğlunun ve ailesinin mezarıdır bu Tümülüs.(6) Kommagane Krallığı, Roma ve Pers imparatorlukları arasında barışçı bir güç olmuş, iki yüzyıllık tarihinde hiç savaşmamış.
                                                       


Cendere Köprüsü Girişi
             
                                                                           
Cendere Köprüsü 
                                 

 Karakuş Tümülüsü’nden Nemrut Dağı

Mühendis abimiz, bizi Diyarbakır yolu üzerine bırakıyor. Araba beklerken tarlaları izliyoruz, hasat mevsimi gelmiş, ekinler biçilmiş. Sarı samanlar tarlalarda derken bir pikap, çiftçi bir abi saman çuvallarını pikabın arkasına yüklemiş, “hepinizi alacak yerim yok önde” diyor,  “ama arkaya saman çuvallarının üstüne oturmak isterseniz, buyurun geçin.”  Bizim de beklediğimiz bu, hepimiz tırmanıyoruz, çuvalların üstüne. Mathieu bizden daha mutlu. Pınar hemen mızıkasını çıkarıyor, Fransızca, Kürtçe, Türkçe, Arapça şarkılar söylüyoruz. O an tüm halkların bir aradaki mutluluğunu, kardeşliğini hissediyoruz, ortak dilimiz müzikle. Rüzgâr, mızıkanın ve bizim sesimizi alıp hasadı yapılmış tarlaların üzerinden ovaya götürüyor.



5 Kişi Otostopta, Bir Saman Dolu Kasanın Üstünde

İçimden “dağlar, ovalar siz de duyun tüm halklar ortak bir dilde buluşabilir” diye bağırmak geçiyor. Ama bağırmak istediğim doğa, zaten bunu biliyor. Bunu bize çığlık çığlığa anlatıyor, bunu bilmeyen iktidarlar, insanlığın kavgasından çıkarı olan insanlar…
Pikabın arkasından gelen araçlardan bize el sallayanlar, fotoğrafımızı çekenler oluyor. Tekrar Atatürk Barajı’nın üzerinden feribotla Siverek’e, Siverek’ten Diyarbakır’a geçiyoruz. Mathieu iki gün misafirimiz oluyor, Diyarbakır’dan da Suriye, Ürdün, Kudüs’e gidecek.

 -Neden doğu? diye soruyoruz Mathieu'ya.
 -Batıda her yerde, eğlence biçimleri, alış-veriş merkezleri, ilişkiler hep aynı. Ama doğu hala yerelliğini, orijinalliğini koruyor.
Aynı şeyi düşündüğümüzü düşünüyorum. Mathieu’yu Ortadoğu’ya uğurluyoruz.

Resmi bir iş için acil İstanbul'a gitmem gerekiyor, gece otobüse atlıyorum bir sonraki akşamüstü İstanbul’dayım, mesai saati bitmeden işimi halledip gece tekrar geriye dönmek için otobüse biniyorum.  Öğleye doğru Tuz Gölü’nün kıyısından geçiyoruz. Tuzlar belirginleşmeye başlamış, ağustos ayında tuz toplayıcıları gelir, güneş gözlüklerin takıp tuzları çuvallara doldurmaya başlar artık. Toros Dağlarından geçiyoruz, derken Karacadağ. Bazalt taşlar kilometrelerce alana yayılmış. Kimileri taşları toplayıp tarla için alan açmış kendine. Birileri de anlam veremediğim bir şekilde taşları büyükten küçüğe doğru üst üste koymuş. Sanki çocukluğumuzda oynadığımız ‘tombili’ oyunu için dizilmiş de topu alan çocuğun, hepsini devirmesini ve oyunu başlatmasını bekliyor.

Montaigne denemelerinin birinde, "İnsan ömrü için bir kelebeğin ömrü gülünçtür ama bir dağa göre, bir nehre göre de insan yaşamı gülünçtür" der. Karacadağ ve Toroslar 3. zamandan beri kaç halk, kaç nesil yetiştirdi bağrında, kim bilir.

Havalar çok sıcak hiçbir şey yapamıyorum gündüzleri, uyumaktan başka ki uyumak benim en nefret ettiğim eylem(sizlik)dir, fazla uyuduğumda yaşamda hep bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi gelir, Diyarbakır’da da böyle hissettim, bir şeyler hep kaçtı. Akşamüstüleri hava biraz olsun serinlediğinde, öğrencilerimle, arkadaşlarımla buluşmaya, benim üzerimde emeği olan komşularımı ziyarete gittim. 

Ahmet Amca ve Sultan Teyze; ilk kiraladığım evde üst komşularımdı. Komşudan ziyade babaanne ve dede oldular bana, Sultan Teyze Türkçe bilmezdi ama ben onun içindeki insan sevgisini, şefkatli bakışlarından, birlikte otururken konuşamadığımız için sürekli elimi elinin içine alışından anlardım. Kapıda beni görünce nasıl mutlu oldular. Kucaklaştık. Telaffuzu yanlış birkaç Kürtçe sözcükle Sultan Teyzenin hal ve hatırını sorduktan sonra muhabbet Ahmet Amca ile Türkçe devam ediyor. Ahmet Amca geçmişi anlatıyor, 55 yıl öncesine gidiyor. O zamanlar Diyarbakır ve çevresinden hayvan toplayıp trenlerle İstanbul'a getiriyorlarmış.150 hayvanı vagonlara koyup uzun bir yolculuktan sonra, Yerköy’de, hayvanları sabahtan akşama kadar otlatıp suladıktan sonra, oradan Haydarpaşa'nın yanındaki Et ve Balık Kurumu’na satmaya getiriyorlarmış. Trenler dolusu büyükbaş hayvan Haydarpaşa yollarında.

Nuray adında bir öğrencim geliyor ziyaretime. Nuray yetenekli ve zeki bir kız. Geleceği için emek harcamanın güzelliğini, sabrını onda gördüm. Daha lise 1 öğrencisi olmasına rağmen şimdiden tıp öğrencisi olmak için elinden geleni yapıyor. Bu çabası beni nasıl mutlu etti.
   
 30/ 06/ 2008               
 GÜNEY EXPRESİ

Camdan dışarıya uzattığım elimdeki mendil sallandı, sallandı, sallandı ta ki bu kentte tanıdık bir yüz göremeyinceye kadar. Mendilimi katlayıp cebime koydum, ilk istasyon olan Leylek İstasyonunda uzun bir süre bekledik, jandarma tek tek kimlik kontrolü yaptı. Bu istasyona dair bildiğim güzel anılar uçuşuyor hafızamda; on beş yıl öncesinde Diyarbakır'a gelmeye bir adım kala, bu istasyonda, trenin gelmesini bekleyen insanlar varmış, yolculardan gazete atmalarını isterlermiş. Trenin gelmesi demek gazete demekmiş onlar için.

Ben bu güzel anıyı hatırlarken bir çocuk yaka paça trenden dışarıya çıkartıldı, ne olduğunu öğrenemedim. Bir amca geliyor kompartımana, İstanbul yolcusuymuş, adı Halil. Trene çaycılar, dondurmacılar, kebapçılar biniyor, birden trenin içi
       çayyyyyyyyyyyyy
                         kebappppppp

sesleri ile doluyor, Halil Amca da çay alıyor bize. Maden tünellerinden geçtikçe, tünellerin isi kompartımana doluyor, isten rahatsız olan Halil Amca, esansını çıkartıp ilk önce benim elimin üstüne sürüyor, sonra kendi elinin üstüne. Esans çok yaygın bu coğrafyada, dört yanı cam pencereli, ahşap bir kutuda seyyar satıcılar tarafından satılır. Halil Amca da böyle bir satıcıdan aldı muhtemelen. Maden’den geçerken amcamız buradaki 4 yıllık emekçi yıllarını anlatıyor. Maden’de maden işletmesinde çalışmış, baretler kafalarında, maden ocaklarından bakır, demir madenlerini çıkarıp vagonlara yüklüyorlarmış.

Halil Amca yemek çıkınını açıyor; domates, salatalık, haşlanmış yumurta, peynir ve tandır ekmeği var. Tandır ekmeği, öğretmenliğimin ilk yıllarını hatırlattı bana, öğle araları yemek için bir şey bulamazdık ve velilerin gönderdiği tandır ekmekleriyle ara öğünü geçiştirirdik. Kalanları da dolaba koyar sabah kahvaltısı için saklardık. Arap Amca sabahın 06.00’sında sobayı yakınca, biz de gelir, odun sobasının üstünde dünden kalan tandır ekmeklerimizi ısıtırdık, o ne sıcacık öğretmenler odası ortamıydı, yoksunluk her şeyi birlikte yapmayı, birlikte paylaşmayı öğretmişti bize. Ben bunları düşünürken Hazar Gölü kıyısındaki Gezin İstasyonu’na gelmişiz, göle yüzmek için gelen tatilciler iniyor. 

Bir sonraki istasyon olan Kürk İstasyonu’na geldiğimizde ise bir seremoni ile karşılanıyoruz, bu seremoni;
     Eriiiiiiiiiiiiiiiik
                Vişneeeeeeeeeeeeeeee
                           Kayısıııııııııııııııııııııııııı

meyve adlarının bağıra bağıra söylendiği, çocuklar tarafından hazırlanmış bir seremoni…
Hemen koridorun camına koşuyorum, çocuklar poşetlere meyveleri doldurmuş ve tren camından yolcularla alış-veriş yapıyor. Tren harekete başladı, camdan fırlatıldı paralar ve paraların üstünün kendilerinde kalacağını fark eden çocuklar sevinçle koşarak istasyon arkasından mahalleye daldılar. Çocukken insana her şey ne kadar mutluluk verir ya da ne kadar hüsran. Çocukluk iki uç demektir; iyiler çok iyi, kötüler çok kötü. Karakaya Barajı’nın üstünden geçiyoruz, uzun bir demir köprü, başımı çıkarıp tren ve demir parmaklıkların oluşturduğu dehlize bakıyorum, büyüleniyorum, bu dehlizin altı Fırat Nehri. 

Malatya’ya yaklaştıkça kayısı toplayan, bahçelerinde kayısı kurutan ve küçük istasyonlarda kayısı satanlar artıyor. Tren yolu dibine serilmiş kayısılar, kayısı denizinin ortasından geçiyoruz sanki. Bir sonraki istasyondan Halil Amca ile kayısı alıyoruz biz de, kayısıları kokluyorum "tren kokusu sinmiş midir?" diye.

Halil Amca’yı başka bir kompartımana aldılar, yanıma da Asiye Abla ve torunu Tolga geldi, ilkokul öğrencisi Tolga. Tolga’nın canı sıkkın, Tolga’yı biraz neşelendirmek için; “bak” diyorum, “ kayısı topluyor insanlar, bak çocuklar istasyonlarda kayısı satıyor, hayvanlar koşuşuyor ortalıkta.” Bana dönüp de; “hiç de değişik değil gösterdiklerin” deyince yıkıldım, bir çocuğun nasıl ilgisini çekmez doğa. Ben buradan defalarca geçmiş olmama rağmen Tolga’dan daha çocuk, daha heyecanlı olduğumu fark ediyorum.

Bu yolculuğa başlamadan önce bir defter edindim ve bundan böyle tren yolculuklarımda tanıştığım insanlara o an içinde olduğu mutluluklara, hüzünlere, özlemlere, aşklara, yaşama dair düşüncelerini yazmalarını isteyeceğim. İlk Tolga yazsın istedim, hem belki böylece sıkıntısını da anlamış oluruz. Tolga yazmaya başladı ve utanarak geri verdi, çaktırmadan göz attım, derdi büyük; ‘annesini özlemiş.’

Malatya İstasyonu benim için; eşyaların indirilip vagon değiştirildikten sonra tekrar yüklendiği bir istasyon haline geldi. Elektrik yok diye değiştirilen vagonu beklerken istasyonun çay bahçesinde oturduk, masadaki dil, kültür, coğrafya bileşkesi ilginç; Meksikalı bir kız, Fransız bir erkek, Diyarbakırlı Halil Amca, Trakyalı ben, anlaşmaya çalışıyoruz. Vagon hazırlanınca yola devam ediyoruz. Tolga’yı koridora çağırıyorum, birlikte yarı açık koridor camından gün batımını seyrediyoruz, kayısı kokuları arasında. Ben her zamanki gibi tarlada çalışan işçilere el sallıyorum, bu davranışımı gören Tolga; “tanımadığın insanlara el sallamana gıcık oluyorum,” deyince ikinci bir şoku daha yaşıyorum. “Neden tanımadığım insanlara el sallıyormuşum!” 

Küçük velet! Tolga’nın ağzından çıkan sözler aslında onun değil, büyüklerinin-annesinin, babasının, öğretmenlerinin- düşünceleri. Ezberletilmiş bir ön yargı; tanımadıklarına yaklaşma, yabancılardan bir şey alma…  Biz çocuklarımıza bunları öğreterek mi Yunus Emre’nin mirasına sahip çıkacağız?

“Tolga neden el sallamayayım, hepimiz aynı gökyüzünün altında yaşamıyor muyuz?” deyince, durdu düşündü, artık arkadaşım olmuştu, o da insanlara el sallamaya başladı, en son camdan ağaçlara dokunmaya çalışırken trenleri de sevmeye başladığını söyledi.

Hekimhan İstasyonundayız. Hekimhan maden işletmeciliği ile ünlü ilçelerimizden. Maden taşıyan yük vagonları geçiyor yanımızdan.
Akşam çöktü, kompartımana döndük, yan kompartıman komşuları da bize misafirliğe gelince, muhabbet koyulaşıyor, ben de gezi defterimi alıp Tolga’yı anlatmak istiyorum. Bu satırları yazarken, Tolga, içime gömüldüğümü fark edip beni de sohbete çekmek istercesine; “bu karanlıkta neyi görüyon da neyi yazıyon?” deyince, tek bir cevabım vardı; “SENİ.” O an sadece Tolga’nın güzelliğini yaşıyordum içimde.

Gece Tolga ile karşılıklı orta katta yattık. Bir ara uyandığımda soğuktan buz kesmiştim, çantamda ne kadar kıyafet varsa üst üste giydim, Tolga’nın da üzerine uzun bir eteğimi örttüm. Soğuğa rağmen mışıl mışıl uyuyordu. Sabah Tolga’nın ben uyurken yanağıma kondurduğu öpücükle uyandım, Yerköy’de indiler. Ben yoluma yalnız devam ediyorum. Yolumuz Kızılırmak ile paralel akıyor. Kızılırmak’ta dağların, ağaçların yansımasını seyrediyorum. Bir yandan aklımdan Tolga geçiyor, şimdiden özlemeye başladım. Günüm trende uyuyarak geçiyor, sıcak uykumu getiriyor. 

Trende Diyarbakır-Bismil’den Abdullah adlı bir öğrencimle karşılaşıyorum. 14 yaşıyla ve ayağındaki terliklerle, tek başına İstanbul’a çalışmaya gidiyormuş. Yanında ne bir çanta ne bir yiyecek ne bir giyecek öylece olduğu gibi. İçim nasıl burkuldu. Hemen kompartımana çağırdım, yiyecek bir şeyler verdim. İranlı bir baba geldi kompartımanımıza, Hristiyan bir inanca sahipmiş, uzun bir süre onunla konuşmaya, İran’da Hristiyanlığa dair bilgi almaya çalıştım. İstanbul'a kızı ile buluşmaya gidiyormuş. 

Artık biz İstanbul yolcuları baş başa kaldık, ben Pendik'te inmeye çalışırken öğrencim Abdullah'ın  İranlı Hristiyan babanın kucağında uyuyakaldığını fark ettim. İnsanlığın, insanca paylaşımın dini, ırkı yoktur. Düşmanlık duygusudur; ırkı, dini bahane eden. Abdullah’ı uyandırıp “hoşçakal, yolun açık olsun” diyemedim. Kıyamadım yarım saat önce uyandırmaya. Ben Pendik’te indim ama aklım Abdullah’ta kaldı, ablası Haydarpaşa’ya karşılamaya gelmiş miydi acaba yoksa sabaha kadar bir sabahçı kahvesinde sabahlamak zorunda mı kalmıştı?

Mor; Trenle Gittiğim, Yeşil; Gezdiğimdir


----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) İpek Yolu'nun Geçtiği Yerler Haritası,  http://www.bilgilersitesi.com/ipek-yolunun-gectigi-yerler-ve-haritasi.html,  
(2) The Great Silk Road Map, http://greatsilkroad.com/uncategorized/the-great-silk-road/, Erişim Tarihi: Mart 2015
(3) İpek Yolu ve Tarihi ve Ticaret Yolları, http://www.ipekyollari.net/ipek-yolu-ticaret-tarih.htm, Erişim Tarihi: Mart 2010
(4) Uzak Doğu'nun Yükselen Devi Çin,  https://ayfi.wordpress.com/category/dogu-turkistan/,  Erişim Tarihi: Mart 2010      
(5) Cendere Köprüsü,  https://tr.wikipedia.org/wiki/Cendere_K%C3%B6pr%C3%BCs%C3%BC,  Erişim Tarihi: Mart 2010        
(6) Kommagene Krallığı, https://tr.wikipedia.org/wiki/Kommagene_Krall%C4%B1%C4%9F%C4%B1,  Erişim Tarihi: Mart 2010                                                                                                                                                                                                                                  
                                                                                                                                                                                                                                         





























Annapolis / Maryland / USA

9 Ağustos 2020 Türkiye’ye dönmeden önce, Amerika’daki bir yıllık yaşamımın son günlerinde ve Covid-19 pandemisinin ortasında toplumsal hayat...