23 /07/ 2008
Pamukkale Ekspresi
Pamukkale Ekspresi
Özgür ve Pınar Diyarbakır’dan tanıdığım, daha önce de Diyarbakır’dan Adıyaman'a keyifli bir yolculuğu paylaştığım arkadaşlarım. Özgür on güne kalmaz askere gidecek ve son olarak birlikte vakit geçirebilmek için İskenderun'a gidiyoruz.
Haydarpaşa’dayız, güzel bir akşamüstü ama Haydarpaşa'nın keyfini çıkaracak gibi değiliz pek, Avrupa yakasından koştura koştura gelmişiz, önceden tren bileti almamışız, İç Anadolu Mavi trenine son -iki kişilik yataklı- bir kompartıman bileti kalmış ve biz üç kişiyiz. Neyse o yataklı kompartımanın biletini aldık, kondüktöre bir şekilde derdimizi anlatırız düşüncesiyle. Tren kalkmak üzere ama biz kondüktöre durumumuzu kabul ettiremiyoruz. İnmek de istemiyoruz, bir şekilde Adana’ya kadar gitmemiz gerek. Ama inmek zorunda kaldık.
Haydarpaşa’da da öylece kala kaldık, nasıl yapacağız da İskenderun'a gideceğiz. Tren çizelgemizi çıkarıyoruz, çeşitli bileşkeler kurarak bir yol buluyoruz. Birazdan kalkacak olan Pamukkale Ekspresi ile Afyon’a gideceğiz, Afyon’da birkaç saat bekleyip Meram Ekspresi ile de Konya’ya geçeceğiz. Sonrası belirsiz.
Bugün Pamukkale Ekspresinin son seferi. Bunu biliyordum ama bu son seferin içinde olacağımı hiç tahmin edememiştim. Pamukkale Ekspresi Haydarpaşa’dan son defa hareket edecek, Denizli’ye gidecek ve bir daha dönmeyecek. Birçok ekspres gibi Pamukkale Ekspresi de tarihe gömülecek. Hareket saati geldi, hüzünlü, cılız, yenik bir düdük sesi kaplıyor Haydarpaşa’yı, bu Pamukkale Ekspresinin Haydarpaşa’ya vedası. Bedenim trenin içinde olmasına rağmen, ruhum Haydarpaşa’da kalıp Pamukkale Ekspresinin arkasından kayboluncaya kadar el sallıyor. Haydarpaşa, Özay Gönlüm’ün de türkülerinde kullandığı o güzelim Ege ağzını kaybetti. Artık Ege ağzı ile konuşan insanlar dolaşmayacak Haydarpaşa’da, son trenleri şimdi gitti…
Ey benim canı gönülden kursağımın incisi, gözümün zencisi, gıymatlım, çılbağım, bağrıyanığım, yetimim, elimin asası, gönlümün tasası, evlerin yakışığı, gızların aşığı, çorbamın kaşığı, bidanem yavrım benim. nasılsın bakem, eyi misin? eyi olman için dağları taşları, kurtları kuşları, her şeyi yaratanıma dua edip oturuyom gari. sen de benden, gözü yolda, bağrı yufka ninenden sorarsan, şükürler ırabbıma eyiyim. sen yavrımdan başka heç bi tasam yok, anlat, köyün içinde ne kadar havadisler varsa hepiciğini yazın deyon. bizim köyün çobanı mustafaali aben var ya, malları güdüvemeyo gari. zebebi de, geçenlerde iraz kızın kına gecesinde karılar toplandık, çengiler, çalgılar başladılar ünleşmeye, tüm garılar oynadılar gari. tam mustafali abeyinin garısı ayşe'ye gelmişti sıra, oyneycem diye kalkıvediydi, çengiler, çalgılar da susuvemedi mi, karıcağız ortalıkta sinek gibi kalıkaldı. sona ağlaya ağlaya eve gelmiş gari, ''biz çoban karısı olduysak, insan değil miyiz'' diye. mustafali abeyin de 'gız karı ne ağlıyon''demiş, o da anlatıvemiş.(1)
Pamukkale Ekspresi Son Seferi İçin Hareketi Bekliyor… |
Gün Sapanca Gölü’nde Batıyor… |
Yaz tatili benim için dinlenmekten çok zihin yorgunluğu oldu, zihnimde coğrafyalar birbirine karıştı; Toros Dağları Yıldız Dağı ile kardeş oldu, Fırat Nehri Meriç Nehrine karıştı, Konya Ovası Mezopotamya’ya eklendi. Yorulmuş zihnimde Anadolu coğrafyası başkalaşmaya başladı, Anadolu coğrafyası zihnimde başka bir jeolojik dönem yaşıyor sanki. Nehirler, dağlar, ovalar, insanlar, farklı kültürler… Bir Rum evinden çıkıp bir Ermeni evine giriyorum. Bir camiden çıkıp bir havraya, bir havradan çıkıp bir kiliseye… Muhabbetçilerim de Anadolu’da yaşayan tüm halklar... Anadolu tarihi ile coğrafyası ile ne kadar da bereketli. Ne de olsa bu coğrafyanın en eski Ana Tanrıçası Kibele’dir. Bereketin ve doğurganlığın simgesi.
Ne zaman dalmışım bilmiyorum, gözlerimi
açtığımda bir gün batımı yaşanıyordu. Gün hangi coğrafyada batıyordu
çıkaramıyordum, sabahları kalktığımda “hangi kentteyim?” diye sorduğum çok
olmuştur kendime. Yine o anlardan biri, evet bir göl, Sapanca Gölü olmalı.
Gecenin bir vakti Beşiro’nun Elfida
adlı şarkısına uyanıyorum. Son gittiğimde Diyarbakır sokaklarında bangır bangır
çalan hüzünlü bir şarkı. Hüzünleniyorum, Diyarbakır düşüyor aklıma gecenin bir vakti.
Afyon Garında iniyoruz. Pamukkale Ekspresi Afyon’da bizi indirdikten sonra Denizli’ye son kez gitmenin hüznünde… Elveda Pamukkale Ekspresi…
Karanlığın içinde bir türlü gelmeyen sabahın kahvaltısını yapıyoruz; simit ve ayran ile
kaymaaaaaaaakkkkkkkkkkkkk
sesleri arasında.
Meram Ekspresi de sabah ile
birlikte geliyor, Sapanca Gölü’nde batan güneş bizi Afyon’da karşılıyor.
Akşehir Gölü’nün kıyısından uzun bir süre gidiyoruz. Güneşin ilk ışıkları
altında, Akşehir Gölü bitiyor, Konya Ovası başlıyor. Göz alabildiğine dümdüz.
Hasat mevsimini atlatmış Konya Ovası. Hasat mevsiminden geriye tarlalarda
tellenmiş saman balyaları kalmış. Meram Ekspresinin son durağı Konya’da
iniyoruz. Otobüse binip para verme taraftarı hiç değiliz, şehir dışına çıkıp
otostop çekiyoruz. Bir petrol tankeri duruyor, iki kardeş Adana’ya kadar bizi
bırakacaklar. Muhabbet ede ede, müzik dinleye dinleye, coğrafyayı seyrede
seyrede gidiyoruz. Konya Ovası kuzeyde uçsuz bucaksızken güneyde Toroslar’a
dayanmış. Adana’dan sonra otobüse atlayıp İskenderun'a geçiyoruz.
Diyarbakır’dan arkadaşımız Koçero, bizden önce gelmiş ve şehirde bizi
karşılıyor.
Dolmuşla İskenderun’un en yükseğine çıkıyoruz. Özgürler’in evi hem İskenderun hem de deniz manzaralı. Bahçeli, iki katlı bir evleri var. Bahçesinde birçok bitki ve hayvan. İnsanın içinde huzur bulabileceği bir mesken. Ev sakinleri de sanırım bu huzuru hissedip de vazgeçemeyenlerden. Bahçelerindeki bitki ve hayvanlardan birkaçı;
Dolmuşla İskenderun’un en yükseğine çıkıyoruz. Özgürler’in evi hem İskenderun hem de deniz manzaralı. Bahçeli, iki katlı bir evleri var. Bahçesinde birçok bitki ve hayvan. İnsanın içinde huzur bulabileceği bir mesken. Ev sakinleri de sanırım bu huzuru hissedip de vazgeçemeyenlerden. Bahçelerindeki bitki ve hayvanlardan birkaçı;
Canras |
Kudret Narı |
Güvercinler |
Kanaryalar |
Ev sakinlerinden İsa Amcanın İskenderun'daki ziraat bahçesinde şoför olması tüm aileyi hem hayvanlara hem de bitkilere yakınlaştırmış. Özgür’ün de babasından dolayı hayvanları tanıması çocukluk yıllarına dayanır. Özgür’ün yaşama dair ilk gözlemlerinde hayvanların anlamı büyük. İlk beslediği hayvanlardan bir tanesi ipek böceği olmuş. Hayvanlara karşı yaptığı muzırlıklar da yok değil;
—Karıncalar sıra oluşturmuş, kış
hazırlıklarını zor bela yuvalarına taşırken ben elime bir tokmak alıp karınca
kervanının geçtiği sabit bir noktaya vururdum, tabi karıncalar ezilirdi, ama
çocuk aklımla savunmam hazırdı; onlara ben vurmuyorum ki onlar gelip benim
tokmağımın altından geçiyor.
Şimdilerde ise ne zaman
karıncaların komün halde çalıştıklarını görse kolay gelsin demeden geçmez.
—Bir gün bir arkadaşla plajdaydık,
karabiber ağacında bir bitbiti (dut kuşu) vardı. Arkadaşıma “bak şimdi” dedim
ve kuştan dahi büyük olan taşı bir attım, kuşa tam isabet etti, yanına
gittiğimizde kuş ölmüştü, gözünden bir damla yaş geldiğini fark ettim, bir
çocuk olarak arkadaşıma karşı ilk şovumu yapmayı düşünürken bir ahlaki sorgulama
gelip düşüncelerimi sardı, o gün bugündür hayvanları incitemiyorum.
İsa Amca’nın da hayvanlar ve bitkilerle
ilgili öykülerinin tadı doyulamayacak cinsten. Bu öyküleri kayıt altına almak
istiyorum onun ağzından ve kameranın düğmesine basıyorum. Bir hikâye ile
başlamak istediğini söylüyor:
Günün birinde aslan ile kedi
arkadaş olmuş. Aslan kediye demiş ki;
—Ya arkadaşım sen benim sıfatıma
çok benziyorsun, pençelerin, bıyıkların, suratın aynı ama neden çok küçüksün?
Kedi demiş ki;
—Ah arkadaşım ben insanoğlu eli
altında yaşıyorum o yüzden
küçük kaldım.
küçük kaldım.
Aslan;
—İnsanoğlu mu dedin, o da kim?
Kedi;
—İnsanoğlunu bilmiyor musun yoksa
sen, gel sana göstereyim.
Yola koyulmuş iki arkadaş,
önlerine bir boğa çıkmış. Aslan;
—İnsanoğlu bu mu? diye sorunca
Kedi;
—Yok canım, insanoğlu bunu kesip
etini yiyor.
Biraz ileriye gidince bakıyorlar
ki bir at. Aslan;
—İnsanoğlu bu mu? diye tekrar
sorunca
Kedi;
—Yok ya, insanoğlu bunun üstüne
binip gezmeye gidiyor.
Biraz daha ileriye gitmişler ki
bir fil. Aslan filin gücünü de görünce;
—Tamam, insanoğlu bu olmalı, diye
düşünürken
Kedi;
—Yok yok, insanoğlu buna tüm
eşyalarını yükleyip diyar diyar dolaşıyor, deyince
Aslan insanoğlunu iyice merak
etmeye başlamış, tam o sırada karşıdan 80 yaşlarında, kamburu çıkmış, eli
bastonlu bir insanoğlu gelir. Kedi;
—İşte insanoğlu bu, deyince
Aslan şaşırarak inanmak istemez.
—Ben bunu hemen pençelerim ile
parçalarım.
Aslan insanoğluna yaklaşır ve
insanoğlunu güreşe davet eder, insanoğlu da;
— Ben senin methini çok duydum,
ormanlar kralısın, ama ben kuvvetimi evde unuttum, bilseydim seninle
karşılaşacağımı kuvvetimi yanıma alırdım, şimdi gidip alsam sen kaçarsın.
Aslan;
— Olur mu öyle şey ben seni görmek
için geldim buraya.
İnsanoğlu;
— Tamam, gidip getireceğim ama
kaçmaman için seni bağlayacağım.
İnsanoğlu aslanı bağladıktan sonra
aslanı dövüyor, dövüyor, bayıltıyor. Aslan kendine geldiğinde ise karşısına
geçmiş, kıs kıs gülen kediyi görüyor. Kedi;
— İŞTE İNSANOĞLU BU, diye cevap
veriyor.
Aslında sonrasında anlayacağız
ki bu hikâye bir günah çıkarmadır. İsa Amca uzun yıllar evinde ceylandan
leyleğe, yılandan kekliğe, kurbağadan kanaryaya, köpekten güvercine birçok
hayvanı sevgiyle bakmasına rağmen hayvanları inciten yanlarına dair üzüntüsünü
bu hikâye ile dile getiriyor. “Cehenneme gidersem kuşlar yüzünden gideceğim.”
diyor İsa Amca. Yaşamda başka hiçbir incitmişliğinin olmadığını ve sadece
kuşları incittiği için cehenneme gideceğini düşünmesi ne kadar ilginç İsa Amcanın. Böylesine naif bir ruh…
Cehennemde cezalandırılacağını düşündüğü davranışlardan bir tanesi;
Cehennemde cezalandırılacağını düşündüğü davranışlardan bir tanesi;
Bir gün Antakya'daki ormanları
dolaşıyor İsa Amca, ağaçlarda Arap Bülbülü yuvası arıyor, evinde Arap Bülbülü
beslemek için. Bulduğu bir Arap Bülbülü yuvasını ağaçtan indirip üç yumurtası ile
birlikte eve getiriyor. Arap Bülbülü yumurtalarını evdeki kanaryaların altına
koyup onları yetiştirmeyi düşünürken bir kedi gelip yumurtaları kapıyor ve o
kuş yuvası yumurtasız, kuşsuz tüm yalnızlığıyla ortada kalıyor.
Kuş yuvasını Özgür görünce darmaduman oluyor; kızıyor babasına. Özgür; “o yuva benim ibretim oldu.” diyor. “Yuvayı ilk gördüğümde gözlerim doldu; yuvadaki emek ve sevgi karşısında. Kuş ilk önce kurumuş ince dallarla yuvayı daire şeklinde örmüş sonra dışına yeşil dallar eklemiş hem yuvayı serin tutsun hem de gizleyebilsin diye, sonrasında da yumurtalarını yumuşak yere yapabilmek için zeytin ağacının çiçeklerini getirip yuvanın içine koymuş.”
Kuş yuvasını Özgür görünce darmaduman oluyor; kızıyor babasına. Özgür; “o yuva benim ibretim oldu.” diyor. “Yuvayı ilk gördüğümde gözlerim doldu; yuvadaki emek ve sevgi karşısında. Kuş ilk önce kurumuş ince dallarla yuvayı daire şeklinde örmüş sonra dışına yeşil dallar eklemiş hem yuvayı serin tutsun hem de gizleyebilsin diye, sonrasında da yumurtalarını yumuşak yere yapabilmek için zeytin ağacının çiçeklerini getirip yuvanın içine koymuş.”
Özgür babasının bu öyküsünü
anlattı ve sonrasında yuvayı getirip gösterdi, gözlerim doldu kuşun emeği,
yuvanın güzelliği karşısında. İnsanoğlu ihanet duygusuyla her güzelliğin içini
boşaltırken kendi yuvasının içini de boşalttı. Böylesine manidar bir yuva
anlayışı gün geçtikçe insanoğlundan uzaklaşıyor.
İsa Amca hayvanlarla ilgili öykülerine devam
ediyor, bu defa bir hayvana ihanetini değil de bir hayvanın ona ihanetini
dinleyeceğiz. Onun ağzından dinleyelim;
— Bir gün Arsuz civarında balığa
gitmiştik, bir baktık ki sahilde kocaman bir kaya, "acaba bir yerden mi düştü?" diye düşünürken bir çakal geldi ve kayanın etrafında dönmeye başladı. Bir oraya koşuyor bir buraya koşuyor,
kokluyor derken taştan bir kafa çıktı ve çakalı tuttuğu gibi denize sürüklemeye
başladı, meğerse kocaman bir kaplumbağa imiş. Çakal bir bağırıyor, bir
bağırıyor, dedik "gelin bu hayvanı kurtaralım, bizim de hayatımız tehlikede." Biz
de kayığa bindik açıldık ve dönüp denizden çakalı kurtarmak istedik, kayığın
küreği ile kaplumbağaya vurup çakalı bırakmasını sağladık. Çakal baygın bir
halde yatarken kuyruğundan çekip kayığın içine koyduk, biz balık avlamaya
başladık. Arkadaş, yarım saat sonra bu bir canlanmadı mı, başladı bizim
üzerimize atlamaya, kalktık hepimiz suya atladık, çakal kayıkta tek başına kaldı,
yav ne yapalım, başladık tekneyi sahile doğru itmeye, sahile yaklaştığımızda
çakal kayıktan atladı, kaçtı, gitti.
İsa Amca muhabbeti hayvanlardan Antakya'nın coğrafyasına getiriyor. Amik Ovasında önceden büyük bir kent varmış, o kent suyun altında kalınca Amik Gölü oluşmuş. Çok fazla kuşun konakladığı bir göl haline gelmiş. Göçmen kuşların da avcıların da uğrak yeriymiş; insanlar tekneler dolusu ördek, sakarca, bıldırcın avlıyormuş. Amik Gölü’nün en büyük su kaynağı taşan Asi nehriymiş. DSİ, Antakya’ya havaalanı yapılacak diye ve Afgan mültecilere yer vermek için bu gölü kurutmuş. Şimdi Amik Ovası Anadolu coğrafyasında en bereketli yerlerden; mısır, pamuk, kavun, karpuz… her türlü sebze ve meyvenin ekimi yapılıyor.
Akşamüstü terasta hamağa uzanmışım Özgür’ün küçücük yeğeni de kucağımda uyuya kalmış. Üstümde salkım salkım üzümler, bülbül asmada ötüyor, karşımda Amanos Dağları ve akşam tüm ıssızlığı ile çökmekte.
İsa Amca muhabbeti hayvanlardan Antakya'nın coğrafyasına getiriyor. Amik Ovasında önceden büyük bir kent varmış, o kent suyun altında kalınca Amik Gölü oluşmuş. Çok fazla kuşun konakladığı bir göl haline gelmiş. Göçmen kuşların da avcıların da uğrak yeriymiş; insanlar tekneler dolusu ördek, sakarca, bıldırcın avlıyormuş. Amik Gölü’nün en büyük su kaynağı taşan Asi nehriymiş. DSİ, Antakya’ya havaalanı yapılacak diye ve Afgan mültecilere yer vermek için bu gölü kurutmuş. Şimdi Amik Ovası Anadolu coğrafyasında en bereketli yerlerden; mısır, pamuk, kavun, karpuz… her türlü sebze ve meyvenin ekimi yapılıyor.
Akşamüstü terasta hamağa uzanmışım Özgür’ün küçücük yeğeni de kucağımda uyuya kalmış. Üstümde salkım salkım üzümler, bülbül asmada ötüyor, karşımda Amanos Dağları ve akşam tüm ıssızlığı ile çökmekte.
Sabahın altısında Arsuz’a doğru yola
çıkıyoruz, bugün zorlu bir gün bizi bekliyor. Yol boyunca dolmuşta Arapça
konuşuyorlar. Höyük Köyü’nde iniyoruz. Arap-Alevilerinin yaşadığı bir köy.
Samimi bir halk. Köyün içinden geçtikten sonra uzun bir süre tarla yolundan
ilerliyoruz, tarla yolu bitince kocaman kayalar ve doğal havuzlar başlıyor.
3 saat boyunca o güneşin altında kah kayadan kayaya zıplayarak kah kayalardan aşağı kayarak kah tırmanarak kah havuzlarda yüzerek kanyonun ulaşmak istediğimiz yerine geliyoruz. Abartısız irili-ufaklı milyonlarca taş. Enfes bir coğrafya. Kocaman, derin bir havuza geldik, öğle yemeğimizi yeyip uzun bir süre uçurumun altında dinlendikten sonra havuz yüzülerek geçilecek ve koca bir kaya tırmanılacak sonra esas mekâna, yerkürenin hangi katmanından geldiği bilinmeyen, şarıltı ile dökülen sıcak bir şelaleye varılacak. Boyumu geçen derinliklerde yüzemediğim için ekipten ayrılıyorum. Havuz başında koca bir kayaya oturup doğayı dinlemeye başlıyorum. Sanki o an bana fantastik bir dünya açıldı, kayalarda farklı ifadelerde, farklı yaşanmışlık öykülerini barındıran, farklı coğrafyalara ait yüzlerce yüz görüyorum.
Yüzlerdeki öyküleri yakalamaya çalışıyorum; gülen kızlar, yavrusu ile yüz yüze vermiş babasını bekleyen eksik bir aile, acı çekmiş bir işçi, fesli ve Faslı bir amca… ve daha yüzlerce yüz ve yüzlerce öykü. Yoksa insanlık tarihinin içinden geçen hiçbir yüz, yeryüzünden silinmiyor mu, bu şekilde kayalarda rüzgârın, suyun aşındırması ile tekrar tekrar mı yeryüzünde yüzünü gösteriyor?
Issız doğa beni fantastik bir dünyaya çekiyor. Hava serinlemeye başlayınca yine geyikleri taklide başlıyoruz. 3 saat geriye dönüş, kanyonun çıkışına gelince son büyük bir havuz var, yüzüp de öyle çıkalım istiyoruz. Suya sırtüstü yattığımda, kararmış gökyüzünün içinde Venüs gezegeni parlıyor. Kayaların, gökyüzünün, suyun sessiz dünyası ruhuma iyi geliyor. Uzun bir süre dinleniyorum, suyun üstünde. Tekrar yola çıkma zamanı geldiğinde ayaklarım havuzda bir türlü ilerlemiyor, çabalıyorum çabalıyorum bir türlü karaya varamıyorum, sanki canlının sudan karaya çıkışının tüm sancısını ben yaşıyorum. Ve canlılığın evriminde sudan karaya geçişin ne kadar zor olduğunu anlıyorum. Karanlıkta Höyük Köyü’ne giriyoruz, insanlar balkonlarda. “İyi akşamlar” dediğimiz herkes bizi buyur ediyor. Ama vakit geç oldu. Eve o yorgunlukla zor atıyoruz kendimizi.
3 saat boyunca o güneşin altında kah kayadan kayaya zıplayarak kah kayalardan aşağı kayarak kah tırmanarak kah havuzlarda yüzerek kanyonun ulaşmak istediğimiz yerine geliyoruz. Abartısız irili-ufaklı milyonlarca taş. Enfes bir coğrafya. Kocaman, derin bir havuza geldik, öğle yemeğimizi yeyip uzun bir süre uçurumun altında dinlendikten sonra havuz yüzülerek geçilecek ve koca bir kaya tırmanılacak sonra esas mekâna, yerkürenin hangi katmanından geldiği bilinmeyen, şarıltı ile dökülen sıcak bir şelaleye varılacak. Boyumu geçen derinliklerde yüzemediğim için ekipten ayrılıyorum. Havuz başında koca bir kayaya oturup doğayı dinlemeye başlıyorum. Sanki o an bana fantastik bir dünya açıldı, kayalarda farklı ifadelerde, farklı yaşanmışlık öykülerini barındıran, farklı coğrafyalara ait yüzlerce yüz görüyorum.
Yüzlerdeki öyküleri yakalamaya çalışıyorum; gülen kızlar, yavrusu ile yüz yüze vermiş babasını bekleyen eksik bir aile, acı çekmiş bir işçi, fesli ve Faslı bir amca… ve daha yüzlerce yüz ve yüzlerce öykü. Yoksa insanlık tarihinin içinden geçen hiçbir yüz, yeryüzünden silinmiyor mu, bu şekilde kayalarda rüzgârın, suyun aşındırması ile tekrar tekrar mı yeryüzünde yüzünü gösteriyor?
Issız doğa beni fantastik bir dünyaya çekiyor. Hava serinlemeye başlayınca yine geyikleri taklide başlıyoruz. 3 saat geriye dönüş, kanyonun çıkışına gelince son büyük bir havuz var, yüzüp de öyle çıkalım istiyoruz. Suya sırtüstü yattığımda, kararmış gökyüzünün içinde Venüs gezegeni parlıyor. Kayaların, gökyüzünün, suyun sessiz dünyası ruhuma iyi geliyor. Uzun bir süre dinleniyorum, suyun üstünde. Tekrar yola çıkma zamanı geldiğinde ayaklarım havuzda bir türlü ilerlemiyor, çabalıyorum çabalıyorum bir türlü karaya varamıyorum, sanki canlının sudan karaya çıkışının tüm sancısını ben yaşıyorum. Ve canlılığın evriminde sudan karaya geçişin ne kadar zor olduğunu anlıyorum. Karanlıkta Höyük Köyü’ne giriyoruz, insanlar balkonlarda. “İyi akşamlar” dediğimiz herkes bizi buyur ediyor. Ama vakit geç oldu. Eve o yorgunlukla zor atıyoruz kendimizi.
İçinden Geçtiğimiz Dereler |
Enfes Renkleriyle Kayalar |
İçinde Yüzdüğümüz Doğal Havuzlar |
Sıcak Şelaleler |
Aralarından Geçtiğimiz Kayalar |
Şaşkın Bakışlı Bir Anne |
Sabah tek başıma Antakya’ya yola çıkıyorum. Belen Geçidi, Amik Ovasını seyrettiğimiz teraslardan. Ovaya inene kadar manzara kuşbakışı görünümde. Yıllar öncesinin Amik Gölü’nü ve çeşit çeşit kuşu hayal ediyorum inene kadar. Asi Nehri kentin ortasından geçiyor, önceden üzerinde yapılan taşımacılıkla ticarete katkı sunan Asi Nehri, şimdi ise lağım kokutuyor kenti. Nehirleri bu hale de mi sokacaktı modern insan? Yeme çılgınlığının atıklarıyla nehirleri kirletiyor.
Kentin Ortasından Geçen Asi Nehri
|
Ulu Cami’nin avlusunda oturuyorum. Cami avluları oturup düşünmek için, zamanı, yaşamı dinlemek için en sevdiğim mekânlardan. Caminin bir odasında kuran kursu var. Kurstan fırfırlı uzun etekli, takunyalı kız çocukları çıkıyor. Takunya sesleri avluyu dolduruyor. Caminin imamı gözüküyor kapıda; bir elinde kızılcık sopası bir elinde cep telefonuyla, caminin kapısına yaslanıp lakayt bir şekilde telefonla konuşuyor.
Ulu Cami’nin Avlusu |
Kalkıp çarşıya dalıyorum, şalgam içiyorum kana kana.
Çarşıda Satılan Kurutulmuş Sebzeler |
Ortodoks kilisesini geziyorum, oradan Habibiye Camii’ni, havra kapalı, havrayı gezemiyorum.
Ortodoks Kilisesi
|
Farklı dinlerin barışçıl beşiği Antakya...
Katolik Kilisesi ve Arkada Sarımiye Camii |
Çarşıda Kurşunlu Hanı’nı buluyorum. Hayvanların bağlandığı alt kattan, insanların konakladığı üst kata çıkıyorum. Beyrut, Şam, Mekke, Medine, Filistin, Lübnan’dan gelip de Anadolu’ya, İstanbul’a giden kervanların duraklarından bir tanesiymiş, Kurşunlu Hanı. Han işlevini kaybettikten sonra dükkânlardan oluşan çarşıya dönmüş. Harabe haline dönen handa bir Ali Amca kalmış eskiyi ahşapla uğraşarak yaşatan. Önceden üst kat mobilya yapan dükkânlardan oluşurken alt kat elek yapan dükkânlardan oluşuyormuş ama şimdi handa bir Ali Amca kalmış tüm anıların yükü ile. 55 yıl öncesinden kalma ahşap oymalarını gösteriyor ve küçük bir parça oyma ahşabı da bana hediye ediyor.
Kurşunlu Hanı
|
Eski Antakya Sokakları
|
Asi Nehri’nin kıyısındaki Arkeoloji Müzesi’ne dönüyorum. Mozaik koleksiyonu bakımından dünyada ikinci sırada yer alan bir müze. Harbiye’den gelen mozaiklerle dolu. Mozaikler Helenistik, Roma ve Bizans Dönemi’ne ait. Son olarak bulunan mermer lahit de müzeye getirilmiş. Lahitin üzerindeki oymalardan lahitin içindeki kişiye dair bilgi elde edilebiliyor.
MS IV. yy.da Harbiye Bulunmuş Okeanos Tethys Mozaiği |
Süslemeleriyle lahit |
Akşamüstü Payas’a yola çıkıyoruz, Sokullu Külliyesini görmek için. Mimar Sinan'ın harika eserlerinden biri. Külliyeler; hac yolcuları ve kervanlar için inşa edilen; yolcuların, barınma, temizlik, ibadet, alışveriş ve en önemlisi de güvenlik ihtiyaçlarını karşılayan karmaşık yapılar. Özellikle İstanbul-Mekke güzergâhında günlük yürüme yolu mesafesinde birer külliye inşa edilmiş. Sokullu Külliyesi; kervansaray, pazar, hamam, cami ve medreseden oluşan büyüleyici bir Osmanlı mimarisi. Dönemin insanlarının canlılığı ile külliyenin içini doldurduğu zamanları görmek isterdim.
Sokullu Külliyesi’nin Çarsısı |
Hanı |
Hamamı
|
Cami ve Medresesi |
Sabahın erken saatinde dört arkadaş yola çıktık, amacımız Asi Nehrinin döküldüğü Samandağ'daki Aknehir Beldesi’ne gitmek. Antakya’da Asi Nehri kıyısında Fransızlardan kalma parkta kahvaltımızı yapıyoruz. Antakya’dan Samandağ tarafına otostop çekerken Suriyeli bir taksi şoförü duruyor, Hüseyin Abi. Çok cüzi bir miktara bizi gün boyunca gezdirebileceğini söylüyor. Asi Nehri Lübnan’dan doğup Samandağ’dan Akdeniz'e dökülen bir nehrimiz.
Lübnan ve Suriye’yi Dolaşan Asi Nehri |
Biz de bir gün boyunca Harbiye’den Samandağ'a kadar Asi Nehri’ne eşlik edeceğiz. Asi Nehri, vadiyi resmen coşturmuş, yemyeşil her yer. Bir asma köprü çıkıyor karşımıza. Keyfimize diyecek yok.
Asi Nehri Üzerindeki Asma Köprü |
Kaygılı Bakışlarıyla Ermeni Bir Amca |
Vakıflı Köyü’nden Ermeni Bir Teyze |
O arada Panos Amca gidip evinden kendi yapmış olduğu duduğu getiriyor, Ermenilerin tüm acılarını içine üflediği o geleneksel çalgıyı. Ekibimize Panos Amca da ekleniyor, Hıdırbey Köyü’ne giderken araba içinde Panos Amca Ermeni ezgileri çalıyor bize. Hıdırbey Köyü meydanındaki asırlık çınarın altında oturup bir çay da orda içiyoruz. Panos Amca duduğu ile bize Sarı Gelin türküsünü çalıyor.
Ermenilerin Acılarını Soluk Olarak İçine Üflediği Duduk |
Pınar da Ermenice eşlik ediyor.
Panos Amca, Pınar ve Suriyeli Taksi Şoförü Hüseyin Abi |
Yan taraftan akan dere, ağaçlar, meydan, köylüler ve biz. Dönüşte amcamızı köyüne bırakıyoruz, köye gidene kadar araba içinde Ermeni ezgileri devam ediyor, biz de ezgilerin nakarat kısmına eşlik ediyoruz;
“hele hele hele ninnayı
hele hele hele ninnayı” diye
sonrasında da kulaklarımızda çınlayan nakarat.
Musa Dağından Çevlik’e iniyoruz.
Manzaramız dağlar ve Akdeniz’den oluşuyor. Kayalara uyulmuş Beşikli Mağarasını ve kaya mezarlarını geziyoruz. Mezarlarda Romalılara ait 12 adet kral mezarı
bulunmuş. Kral ailesine ait mezarların yanı sıra halka ait olanlara rastlanmış. Karanlıkta uzayıp giden Titus Tüneli’ne giriyoruz. Zamansızlıktan
fazla ilerleyemesek de tünelin girişindeki gittiğimiz mesafe bile bizi heyecanlandırmaya
yetiyor.
Titus Tüneli, Bir Adam Karısını Alnından Öperken |
Mor; Trenle, Sarı: Otostopla, Yeşil; Gezdiğimizdir |
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Özay Gönlüm, Ninenin Mektubu, http://hayatadairufakbilgiler.blogspot.com.tr/2009/06/ey-ozay-gonlum-duyuve-gari-ninemden.html, Erişim Tarihi: Haziran 2010
(2) Antakya'ya Seyehat, https://likyagezi.wordpress.com/antakyayaseyahat/, Erişim Tarihi: Şubat 2017
Beni cocukluğuma götürdün Elif, sana ne kadar teşekkür etsem az! Hep babamı Afrika’ya, yabani hayvanları doğal ortamlarında gorebileceği bir safariye götürmek istemişimdir. Ona çok istediği bu tecrübeyi yaşatamadım henüz. Babamı böyle güzel resmedişin onun hatırasını koruman çok değerli hepimiz için. Zaman ve mekanı yazılarınla resmederek yavaşlatman, hızla akan dünyamızdan bir okuma süresinde geçmişe yolculuğumuzu kolaylaştırdı. Ailece dahil olduğumuz muzurluklarımızı, içten ve hala süren dostluklarımızı, nefes nefese kaldığımız kahkaha dolu gün ve gecelerimizi anımsadım sayende. Ne kadar değerliymiş zorluklarla mücadele ederek kazandığımız hayatlar. Tekrar teşekkürler.
YanıtlaSilSezer